4 Temmuz 2009 Cumartesi

MICHAEL JACKSON: BATININ PUTU DEVRİLDİ, TASASI KİME?

Michael Jackson geçen hafta âni kalb durması neticesinde ölünce, “sanat ve müzik dünyası” önce şoka girmiş, sonra yasa bürünmüş! Son 10 yıldır, hakkında açılan taciz davaları, estetik ameliyatları, lüks harcamaları yüzünden başta Batı medyasının ve elbette dünya medyasının maymuna çevirdiği, (hatta gizlice Müslüman olduğu için Batı medyasının onun üzerine bu kadar gittiği, taciz davalarının abartıldığı söylendi, yahut tersi; taciz davaları yüzünden Müslüman olduğu haberi yayıldı ki, aklanabilsin!) ölmeden mezara soktuğu bu adam, şimdi gerçekten öldü. Ve gazetelere bakılırsa, bütün Amerika ona ağlıyor. Oysa Michael Jackson’ı bu hâlde ölüme götüren de o aynı Amerika değil miydi?

Bu satırların yazarının Michael Jackson’lı çocukluk hatıraları vardır; “Beat it” isimli şarkısını ne zaman duysak, çocukluk hayâllerimiz canlanır. Hatta şöyle bir çocuksu hatıramız da vardır ki, zihnimizi ziyâdesiyle meşgul eden bir düşüncedir bu: “Peygamber Efendimizi çok seviyorum ama Michael Jackson’ı da onun kadar seviyorum. Acaba günah mı?” Büyüdükçe elbette içimizden attığımız bu tutkulu muhabbet, bugün yerini puslu bir hatıraya bıraktı yalnızca…

Şimdi, bugünden o günlere bakınca şunu çok daha net görüyoruz ki, çocukların ve gençlerin ruh dünyasında hakiki bir “örnek” şahsiyet ve kahraman yeterince yer almıyorsa, bunun yerini hemen bir sahtesi, ona çevreden, medya tarafından kim ve ne sunuluyorsa, işte o dolduruveriyor. Şayet “din” ihtiyacı sahih biçimde doldurulamıyorsa, “sahte din”ler ve “sahte peygamberler” imâl ve telkin ediliyor. Genci veya yaşlısı, kadını veya erkeği “Yaratıcısı”ndan ve “Peygamber”inden kopmuş toplumların kendilerine başka başka “idol-put”lar yonttuğu yahut kendileri için başkalarınca “kasten” hazır putlar yontulduğu gözleniyor. İnanç “boşluk” kaldırmıyor. Allaha bağlanmayan, kendi yonttuğu putlara (akıl, teknoloji, demokrasi, liberalizm, komünizm, müzik, seks, içki, uyuşturucu, eğlence, vs.) tapıyor, bağlanıyor, böylece “kendinden geçiyor”! “Vecd”i sahtesinde arıyor! Kimi vatanı en baştan yaratan “kurtarıcı” ilâhlarıyla, kimisi “ideolojik” putlar ve yazılan sahte “mukaddes kitablar”ıyla, kimisi de Jackson gibi “müzik” ilâhlarıyla teselli buluyor. İşte Amerikan müzik endüstrisinin (Amerika’da –bu anlamda- sanat yoktur, her şey endüstriye bağlıdır!) çocuk yaşlarda keşfedip piyasaya sürdüğü Michael Jackson’un Batıda yahut Batıcı hayat tarzıyla onun uzantısı toplumlarda oynadığı veya daha küçük bir çocukken kendisine oynatılmaya başlayan “idol-put” rolü en basit ifadesiyle budur.

Amerikan emperyalizminin zihin dezenformasyonunu “medya” ve Hollywood üstlendiyse, “dinî heyecan” ve “vecd” ihtiyacına yönelik manevî ayağını da müzik endüstrisi doldurmuştur diyebiliriz. O “konser” gösterileri de, bir “ritüel-âyin” vasfına büründürülmüştür. Sahte dinin “mümin”lerinin imanlarının tazelendiği “dinî” merasimler! Elvis Presley ve Michael Jackson gibilerse, bu endüstrinin mamûl putları, kendilerine dahi hayırları dokunamayacak âcizlikteki yalancı peygamberleri, bize takdim edilişlerine bakılırsa “kralları”dır. Bu iki tipin özellikleri de neredeyse aynıdır; etraflarında bir “sır” halesi oluşturulmuş, “dokunulmaz ve ulaşılamaz” oldukları imajı verilmiş, yani bir nevî “dinî aşkınlığa” kavuşturulmuşlar, “sıradışı” davranışlar, kıyafetler, danslar ve müziklerle insanların “hayranlık duymaya” aç ruhlarına bir “imaj” olarak pazarlanmışlardır. Jackson ve diğerlerinin “teknolojik efektler”le gerçekleştirdiği sahne gösterilerini hatırlarsanız, bu sahte peygamber ve âciz azizlere güya “mucize” ve “keramet” gösterdikleri yanılsaması dahi yapıştırılmaya çalışılmıştır. Ve Presley ve Jackson’un her ikisi de tuhaf hastalıklara yakalanmışlar, neredeyse aynı yaşlarda ölmüşlerdir. Sanki ölümleri bile kurgulanmış, etraflarında bir sır perdesi oluşturulmuştur. Onların hayatlarında çektikleri acıları, yaşadıkları travmaları, dünya ayaklarına serildiği halde, onca hayran kitlesi arasında “yapayalnız” dibe vuruşları, hep aynı nakaratı tekrar eder. Amerikan kültürü kendi doğurduğu putların canına okumakta, belki de kendi zavallı çocuklarını yemektedir. Fakat bunların “bize sunuluşu” böyle değil de, daha çok, mitolojiden bildiğimiz ve her tür beşerî zaafla malûl Eski Yunan ilâhlarının düşkünlükleri tarzında empoze edilir. Hatta mitolojideki ilâhların kendi aralarında, yani “tanrılar katında” evlenmeleri veya ilişki kurmaları gibi, Jackson da Presley’in kızı ile evlenmiştir.

Batı, putunu hem kendi yontan hem kendi yiyen ve her türlü mukaddesi pespâyeleştiren bir gelenekten gelmektedir. Bu bakımdan, kendi imâl ettiği putlarla oynamaya da bayılır demiştik. Putlaştırılan şahıslar ise, aslında zavallı “kurban”lara benzerler demiştik bu açıdan. Ne Michael Jackson’un aslında Vitiligo denen bir hastalık nedeniyle ten renginin (ölü gibi) beyazladığından haberimiz vardır, ne diğer hastalıklarından, ne taciz davalarının aslında yardım ettiği bir çocuğun ailesinin daha fazla para koparmak için çevirdiği bir dolap olduğundan… Amerika bize gerçeğin, göstermek istediği kadarını göstermiştir. Hasta bir Jackson, “estetikle beyazlaşan bir zenci” haberinden daha sansasyonel değildir çünkü. Yahut çocukları, belki kendi yaşayamadığı çocukluğunun bir ikamesi olarak çok seven Jackson, “çocuk tacizcisi Jackson” haberi kadar ilgi çekmez. Michael Jackson bir zamanların “star”ı iken, her yaptığı şey moda olurken, görüntü ve gösteri üzerine kurulmuş sunî bir dünyanın “idolü-putu” olarak önünde secde edilirken, konserlerinde bir dinî âyinde imişçesine kendilerinden geçen hayranları varken, birden her şey değişmiştir. Michael Jackson, imajının altını doldurmak için olmadık saçmalıklar yapmış, ne kadın ne erkek, ne çocuk ne ergen olabilmiş, sonuçta bir ucûbeye dönüşmüş, Amerikan rüyasının yiyip bitirdiği bir “dünya starı” olarak yapayalnız ölmüştür.

Amerika’nın içi boş kültürünün yetiştirip bir “idol-put” hâline getirdiği Michael Jackson, tüm dünyanın peşinden koştuğu, her şeye sahib bir adamın, bir düzine sinir ilacı ile ayakta durmaya çalışırken öldüğünü de ilân etmektedir. İngiliz Sun gazetesi, Jackson’ın son günlerde çok güçlü etkileri olan 7 farklı ilacı birden kullandığını yazdı. Sun’ın haberine göre Jackson, üçü de güçlü narkotik ağrı kesiciler olan Demerol, Dilaudid ve Vicodin ilaçlarının yanı sıra, kas gevşetici Soma, sakinleştirici Xanax, antidepresan Zoloft, kaygı giderici Paxil ve midesi için de Prilosec adlı ilaçları kullanıyordu. (Daha birkaç yıl önce, Britney Spears isimli bir “ilahe” imâl eden aynı kültür, onu da akıl hastanesine kapatacak kadar delirtmiştir meselâ.) Amerika’nın dünyaya empoze ettiği Batılı-Batıcı hayat tarzının aslı faslı budur.

Velhâsıl, “bestelerini kendisi yapan, sözlerini kendisi yazan, video kliplerini kendisi tasarlayan, dans figürlerini kendisi oluşturan, yumuşacık ses tonuyla dinleyenleri etkisi altına alan, kitlelere nüfuz etmeyi iyi bilen, çok yetenekli bir adam olan Michael Jackson”, çocukları taciz etmekten yargılanan, estetik ameliyatları yüzünden ucûbeye dönen, evlilikleri boşanmayla sonuçlanan, lüks hayat tarzı yüzünden ardında milyonlarca dolarlık borç bırakan “ölü” bir adam, “devrik” bir puttur artık.

Milliyet gazetesinde bir gazeteci şöyle diyor:

“20. yüzyıl asıl şimdi bitiyor.”

Ve ekliyor:

“Michael Jackson’ın ölümü sembolik olarak İkiz Kuleler’in yıkılmasından daha büyük bir travma benim için...”

20. yüzyılın sonuna mührünü vuran İkiz Kuleler’in vurulması eyleminin, Michael Jackson’un ölümü ile aynı cümlede yer alması ilginç… İlginçliği şuradan ki, Amerika’nın “emperyal” karizmasını fena hâlde çizen bu eylem, onu 21. yüzyıla “yenilmez” (!) imajını yıkarak sokmuştur. Michael Jackson’un ölümü ise Amerika’nın putlar imal edip sonra onları canlı canlı yiyip tükettiğini, bir dizi imajdan ibaret Amerikan kültürünün de kendi kendini imha etmekte olduğunu gözler önüne sermiştir.

11 Eylül, Amerika’nın -kendisine bakan gözlerde- bir TEKNOLOJİ PUTU olarak imajını bozmuşsa, Michael Jackson’ın ölümü de bu putperestliğin manevî muvazenesini kendinde ve muhatablarında belli ölçüde sarsmıştır demek de mümkün…

Putlar, ister obje, ister şahıs, ister devlet, ister müessese, O’nun kahredici kudreti önünde devrilmeye mahkûm ve bundan böyle de öyle olacaktır. Tasası bize düşmüyor; Batılı ve Batıcı putperestler düşünsün. Bilhassa, “Kâbe, Arabın olsun!” yahut “Çağdaş Batı, liberalizm güneşi, demokrasi cenneti” diyen cinsleri.

Baran Dergisi, 3 Temmuz 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com


3 Temmuz 2009 Cuma

MAALOUF’TAN ÇÖKEN MEDENİYETE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

Lübnan asıllı Fransız Amin Maalouf, bir roman yazarı. Hıristiyan olmasına rağmen Arab olduğu için “Müslüman” zannedilen, romanlarına bakıldığında da “Ortadoğu hikayeleri” başlığı altında özetlenebilecek ve merkezinde İslâm motifinin yeraldığı kitablar kaleme alan, İslâm’ı da ilginç ve eksantrik semboller ve sırlardan ibaret bir halk kültürü olarak lanse eden, yani oryantalist bakış açısından kurtulamayan, medeniyetler ittifakını ve hoşgörüyü –tahmin edileceği üzere- hararetle savunan, dünyaca ünlü bir romancı.

Mayıs 2009’da, “Çivisi Çıkmış Dünya” adı altında bir deneme kitabı yayınlandı Maalouf’un. Kitabta, dünyanın “bu kötü durumundan” Batı’nın sorumlu olduğunu söylüyor. Maddî refahın hızla ilerlemesine karşın maneviyatın gerilemesine içerleyen yazar (Batı başka ne ki, yani ne bekliyordu?), bugüne kadar kimsenin farkedemediği (!) bir tesbitle, "asıl hızlanması gereken ahlakî gelişimimizdir ve teknolojik gelişim sürecine hızla ulaştırılmalıdır" diyor. Bize de bu müthiş (!) buluşu alkışlamak düşüyor.

Batının bulaştırdığı hastalıklardan, “Batı demokrasisi”ne yaslanarak kurtulacağımızı (!) “muştulayan” seri malı bir yazarla karşı karşıya bulunduğumuzu ilerleyen sayfalarda iyice kavrıyoruz. Kitabta, demokrasinin Arab ülkelerine neden giremediğinden de yakınan yazar, bir yandan Mısır’ın namlı diktatörü Nasır’a hayranlığını izhar ederken, diğer yandan da Atatürk’e olan ilgisini saklamıyor. Sözkonusu “çığır açıcılar”dan sonra iki ülke de “demokrasi”yle tıkabasa doyurulsa gerek zâhir. Hatta o kadar doyuruldu ki, insanların ağızlarından burunlarından, bu iki memleketin her köşesinden kan fışkırdı yıllar yılı. Zaten Türkiye medyası bu kitabı, “Atatürk ve Türkiye hakkında önemli şeyler söylüyor” diyerek duyurdu. Kitabta bu konuyla ilgili pasaj ise şöyle:

“Birinci Dünya Savaşı’nın ertesinde, bugünkü Türkiye toprakları çeşitli İtilaf orduları arasında paylaşılırken ve Versailles’da yahud Sèvres’de toplanan Batılı güçler duygusuz biçimde insanlara ve topraklara sahib olurken, Osmanlı ordusunun bu subayı galiblere hayır deme cesaretini göstermiştir. Birçokları karşılaştıkları haksızlıklardan yakınırken, Mustafa Kemal Paşa silaha sarılmış, ülkesini işgal eden yabancı birlikleri kovmuş ve diğer güçleri tasarılarını gözden geçirmek zorunda bırakmıştır. Bu ender rastlanan tutum –söylemek istediğim, hem yenilmez olarak ün salmış düşmanlarına direnme gözüpekliğini sergilemesi, hem de bu savaşımdan galib çıkması– onun meşruiyet kazanmasına yol açmıştır. Kısa süre içinde, “ulusun kurucusu” konumuna gelen eski subayın Türkiye’yi ve Türkleri istediği gibi yeniden biçimlendirmek için uzun süreli bir gücü vardır artık. Azimle işe koyulur. Osmanlı hanedanına son verir, halifeliği kaldırır, din ile devlet işlerini birbirinden ayırır, sıkı bir laik sistem kurar, halkından Avrupalılaşmasını ister, Arab alfabesinin yerine Latin alfabesini koyar, erkeklerin sakal tıraşı olmasını, kadınlarınsa peçelerini çıkarmasını zorunlu kılar, kendi başındaki an’anevî başlık yerine Batı tarzı şık bir şapka kullanmaya başlar. Halkı da onu izlemiştir. Çok da şikâyet etmeden, gelenekleri ve inanışları altüst etmesine izin vermiştir. Neden? Çünkü halkını tekrar gururlandırmıştır. Halka haysiyetini geri veren kişi ona pek çok şeyi kabul ettirebilir. Ondan fedakârlıklar, kısıtlamalar isteyebilir ve hatta buyurganca davranabilir; halk yine de onu dinleyecek, savunacak, onun sözünü dinleyecektir; sonsuza dek değil, ama uzun süreliğine.”

Bizim “İnkılap Tarihi” ders kitablarını aratmayacak “net”likteki bu dahiyane yoruma (!) söyleyecek sözümüz yok. Ama şu var ki, aslında yazar açıktan açığa güya demokrasi isterken, gizliden gizliye de Müslüman dünyaya bu demokrasinin “zorla” girmesinden yana olduğunu verdiği örneklerle ortaya koyuyor. Yani bizde artık deyim haline gelmiş “halka rağmen, halk için demokrasi”yi savunuyor. Bunu bir başka (“Yolların Başlangıcı”) kitabında, “Doğu’nun altüst oluşunu” görmek için hasretle bekleyen dedesinin Atatürk sevgisini açıklarken ifşa ediyor:

“Dedem o yıl Kemal Atatürk için neden yanıp tutuşuyordu! Bunu, yazışmalarının hiçbir yerinde açıklamıyor ama nedenini sezmek benim için güç değil. O ki, öteden beri Doğu'nun altüst oluşunu görmeyi düşlüyordu, o ki, hayatını geçmişe hayranlığa karşı, geleneklerin boğucu ağırlığına karşı ve giyime kuşama varıncaya kadar modernliğe ulaşmak için savaşmakla geçirmişti, savaş sonrasında Türkiye'de olup bitene duyarsız kalamazdı: Selanik'te doğan, orada eğitim gören, oranın ‘Aydınlanma'sı ile beslenen bir Osmanlı subayı, eski düzeni yıkacağını, imparatorluktan geriye kalanı, gerekirse zorla, yeni yüzyıla sokacağını ilan ediyordu.”

Yani, bir yandan geçmişinden, dedesinden gelen bir “Doğu-İslâm” düşmanlığını hem de “modernliğin” temsilciliğini yapan yazar, “Batı” hayranlığını gizlemiyor. Hadiseyi anlatırken kullandığı üslub her ne kadar yine bizim İnkılap Tarihi ders kitablarını aratmasa da (elinde bunlardan bir tane olduğunu ciddi ciddi düşünüyoruz), kafasının ardında yatan “aslan”ı görmemize yetiyor. Arab ülkelerindeki diktatörleri, eğer modern ve Batı yanlısı iseler “olumluyor”, eğer Saddam gibi bir “lider portresi” çiziyorlarsa hemen kıyasıya eleştirmeye başlıyor. “Hem Batılıyım hem Doğuluyum” diyor, ama bu lafta kalıyor; gönlü Batıdan yana…

“Medeniyetler çatışması”nın ne Batı’ya ne Doğu’ya yarayacağının altını çizen Maalouf, hem bugün gelinen “küresel kriz”, açlık, savaşlar ve felaketlerin sorumluluğunu Batıya yüklüyor, hem de Batıyı “değer” üreten bir medeniyet olarak takdim ediyor. Bize de “perhiz yapılacaksa, bu turşu ne?” diye sormak kalıyor:

“Kendi adıma, Batı uygarlığının diğer uygarlıklardan (Doğu’dan demek istiyor) daha fazla ‘evrensel’ değer ürettiğine inanıyorum hâlâ: ama onları başkalarına gerektiği gibi aktarmayı başaramadı. Bugün bütün dünyanın bedelini ödediği kusur bu.”

Batının ürettiği “evrensel değerler” nelerdir acaba? Hemen birini söyleyelim: Demokrasi. Batının bu “evrensel” demokrasi değerini pek samimi niyetlerle (!) ama gerektiği gibi aktaramayışı da yazar nazarında şöyle oluyor zâhir: Irak’ta Saddam’ı asması, kadınlara tecavüz etmesi, çoluk çocuk demeden öldürmesi gibi. Yahud Afganistan’da Taliban yanlısı diye köylere bomba yağdırması gibi. Hay Allah! “İnsanperver Batı” (!), bu kadar “yüce bir değer” olan demokrasiyi, bir türlü lâyıkıyla getiremedi zavallı Doğu’ya! Tek kusuru bu! Yoksa yazar için, aynı soydan diğer tüm yazarlar gibi, “pir-ü pâk”lar elbette (!).

Velhasıl Amin Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya” derken ve aslında Batı’yı eleştirir “gibi” yaparken, onun ürettiği değerlerin, dünyanın geri kalmış ve demokrasi nimetinden(!) mahrum “çoğunluğu”na, içinde “savaş” olmayan bir üslubla aktarılmasından yana olduğunu söylüyor. Eh buna da özetle “hoşgörü” diyorlar… Böylece bizdeki hoşgörücülerin de niyetlerini bilmeden ifşâ ediyor: Batılı değerlere sahip Müslüman(!)lar üretmek! Yazımızı okuyan (Batıyı, Batıcılığı ve Batının muharref dinlerini!) hoşgörürler hiç bekletmeden “Âmen” demiştir eminiz.

Bizim diyeceğimizse şu: “Sizin dininiz size!”

Aylık Dergisi, Temmuz 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com

27 Haziran 2009 Cumartesi

“HOLLYWOOD’U KAPATTIĞIM GÜN”

Türkiye’de sinemaya gitmek genel bir alışkanlık değildir. Fakat çoğu kişinin hemen hemen tüm Hollywood filmlerinden haberi vardır. Bunun sebebi, gerek televizyon, gerek DVD piyasası ve gerekse internetin, sinemaya gitmeden de film izlemeyi kolaylaştırmasıdır. ABD’de vizyona giren filmler, Türkiye’de vizyona girmeden, ya internete düşüyor yahut kaçak DVD raflarında yerlerini alıyor. Bu yollardan Hollywood sinemasını takib edenlerin sayısı da azımsanmayacak kadar çok. Tabiî TV’lerde yayınlanan filmleri de unutmayalım. Velhasıl, ülkemizde Amerika’yı sevmeme oranı çok yüksek olsa da, Hollywood filmlerini izleme oranları bir o kadar yüksek. Hiçbir antiemperyalist yoktur ki Hollywood filmi izlememiş olsun.

Şimdi diyeceksiniz ki, Amerika’yı sevmemek ile Hollywood filmi izlememek aynı şey midir? Eğer, Amerikan politikalarından ve siyasetinden ayrı duran bir Hollywood düşünebiliyorsanız haklısınız, fakat bu haklılığınız saflık derecesinde bir haklılıktan öteye geçmez. Çünkü Amerikan emperyalizminin en önemli kültürel ayağıdır Hollywood sineması. Hollywood sinemasını boykot etmek de öyle kolay değildir. Çünkü geriye sinemanın “sanat” olduğunu hatırlatacak Doğu, Uzak Doğu, Afrika, Balkan ülkeleri ile bir kısım Avrupa filmleri kalacaktır ki, bu da kitab okumak kadar zorlu bir izleme süreci demektir.

Geçtiğimiz günlerde Alev Alatlı’nın bir kitabı yayınlandı: “Hollywood’u Kapattığım Gün”. Gazetelerde yer alan haberlere göre, kitabında yarı mizahî, yarı ciddi bir üslubla Hollywood sinemasının hem Amerika’ya hem de dünyaya ettiklerini bir bir anlatıyor Alatlı. Ondokuzuncu yüzyıldan günümüze Hollywood filmlerinin toplum üzerindeki etkisi, siyasetin sinemayı nasıl şekillendirdiği, Hollywood’un toplumda nasıl kadınlar ve erkekler oluşturduğunu düşündürüyor. Kitab arkası metni, kitabın muhtevası ve üslubu hakkında ipucu veriyor:

«Herkesten çok da Obama teşekkür üstüne teşekkür etti, biliyor musun?! Niye mi? Belli değil mi, niye olduğu?! Genç adamın en büyük korkusu, iktidarının fare doğurması. Dakka bir, gol bir, Gazze de dikildi mi, karşısına?! Bakar mısın, kör talihe?! Bu saatten sonra da kim yutar, yok Hamas terör örgütüydü de, yok İsrail'in Gazze katliamı meşru müdafaaydı da şeklindeki lâfazanlıkları?! Ben sana söyleyeyim: Miss "Mommy! Who is doing this to us?" Mc Kee, bile yutmaz! Endonezya'da büyüdü Hüseyin, kimsenin yutmayacağını, o çocukluğundan beri biliyor. Amerika'yı düştüğü kuyudan çıkarabilmesinin fellow American citizens'e gerçekleri anlatabilmesine bağlı olduğunu da biliyor.»

Bir röportajında, kitabı kaleme almasının sebeblerini şöyle açıklıyor Alatlı:

“Dünyaya dair gerçeklerin üstünü örttüğü, olayları saptırdığı, başta Amerikalılar olmak üzere, hepimizi sanal bir ortama sürüklediği için! Bu sanal ortamda akla karayı ayıramaz, haklıyı haksızdan ayırt edemez olduk. Estetik, etik değerlerimiz de hakgötüre olunca, Hollywood’un ‘reboot’ edilmesi gerektiğine karar verdim ve yaptım! Kitabımda Amerikan tarihinin Amerikan sinema endüstrisi tarafından nasıl yazıldığını anlatıyorum. Örneğin, en vahşi ırk ayırımcılığının yaşandığı Güney eyaletlerinde köle sahiblerini ‘soylu’ leydi ve centilmenler olarak takdim eden ve de belleklere kazıyan Rüzgar Gibi Geçti türünden filmlerin ardında yatanları anlatıyorum. Gerçek Amerika obezite ile boğuşan, yüzde 40’ı karaderililer ve Hispaniklerden oluşan bir halk iken, beyazperdeyi dolduran uzun bacaklı, sarışınların nereden çıktığını irdeliyorum. Nasıl keşfettiğime gelince, öğrenimimi o ülkede yaptım.”

Kitabında, Amerika’da sinemanın bir sanat dalı olarak değil, bir endüstri kolu olarak başladığını, ilk stüdyoların Henry Ford’un seri üretim yapan otomobil fabrikalarından yola çıkılarak kurulduğunu, filmlerin ise, “siyasi konjonktüre göre Arabların mesela mutlak surette karanlık yüzlü, vahşi tabiatlı insanlar olduklarını öğreterek (…) Rusları kaba adamlar, Almanları kötü faşistler olarak pazarlayarak, “Idiograph’ dedikleri tipolojilerl oluşturarak” tasarladıklarını vurguluyor.

Kitabının sonuna bir de film listesi eklemiş ki, bu liste, 50’li-60’lı yıllarda çekilen filmlerin 10 yılda bir tekrar çekildiğini gözler önüne seriyor; onca para ve teknolojiye rağmen, Hollywood endüstrisinin çekecek konu bulmakta zorlandığını ve kısırlaştığını söylüyor. Aslında bu tekrarlar Hollywood’un bir politikası olarak da okunabilir; aynı senaryoları güncelleyerek, toplumda oluşturduğu imajları tazeliyor.

Kitabında geçen “Amerikalıları gezegenimize beyazperdeden katılmaktan kurtarıyorum” sözünü de şöyle açıklıyor Alatlı:

“Mesela, Ebu Garib askerî hapishanesinin o aşağılık kadın polisini, Iraklı esirleri seks fantezilerinin tatmininde kullanan Lynndie England ve avanesini hatırlayın. Benzeri fantezilere ‘seyirlik öyküler’ olarak revaç veren ‘Reservoir Dogs’, ‘Natural Born Killers’, ‘Pulp Fiction’, ‘Killing Zoe’ gibi filmleri hatırlayın. Kadının dehşet verici bir fütursuzlukla “Neden pişman olacakmışım? Onlar düşmanlarımızdı!” derken, Vietnam’dan Güney Amerika’ya, Afganistan’dan Irak’a, Amerikan halkının ‘düşman’ algılamasını şekillendiren Hollywood ve Hollywood çıkışlı televizyon ürünlerini hatırlayın. Irak yahut bir diğer ‘Demokrasi ve özgürlük’ operasyonuna (Bunlar Bush’un laflarıydı), ‘Decapitation Strike’ (Boyun Vurma Operasyonu) gibi, Ortaçağ engizisyonlarından esinlenen vahşi bir isim verebilmiş olmalarının ardında yatan Amerikan dünya görüşünü hatırlayın. Ve nihayet Lynndie England ve avanesini birkaç ‘çürük elma’ya indirgeyip Ebu Garib sürecini vakayı adiyeden sayan 2007 yapımı ‘Ghosts of Abu Ghraib’, efendim, 2008 yapımı ‘Standard Operating Procedure’ dokü-dramalarını hatırlayın. Sonra da aynı sürece eleştirel yaklaşan ‘The American Soldiers’, ‘Rendition’, ‘In the Valley of Elah’, ‘Lions for Lambs’ gibi filmlerin, ki Robert Redford, Brian De Palma gibi isimlerin işleriydi, hiç mi hiç gişe yapmadıklarını, hezimete uğradıklarını hatırlayın. Bunlar ve burada konuşamadığımız olguların Amerikan halkının dünyayı Hollywood aracılığı ile algıladığını kanıtladıklarını anlatmaya çalışıyorum. Kapattım ki, insancıklar gerçekliğe avdet edebilsinler!”

Amerikan emperyalizminin ilk tohumlarını Theodore Roosevelt’in attığını savunan Alatlı, Roosevelt’in Hollywood sayesinde kahramanlaştırıldığının altını çiziyor:

«Theodore ya da ‘Teddy’ Roosevelt, ki 1858-1919 yılları arasında yaşadı, bence Amerika’nın masumiyetini yitirdiği, mazlumdan zalime kırıldığı yılları simgeleyen politikacıdır. Bir kere, “En sefih (vicious) bir kovboy bile ortalama bir Kızılderili’den daha ahlaklıdır” diye başlayan, “Bu büyük kıta, sefil vahşilerin avlakları olsun diye bırakılamazdı” diyerekten Kızılderili soykırımını aklayan, “Savaşların en erdemlisi vahşilerle yapılan savaştır”, çünkü “Amerika’nın, Avustralya’nın, Sibirya’nın kızıl, kara, sarı aboriginal sahiblerinin ellerinden çıkıp dünyanın egemen ırklarına miras kalmaları, hesablanamayacak kadar önemlidir” diye sürdüren, Germen kökenli halklar için “Yabancı diyarları fethetmeselerdi dünyanın sonu gelirdi. Nitekim, Müslümanların Hıristiyanlar karşısındaki zaferlerinin her zaman bela ile sonuçlandığı da görüldü. Türklerin ve Tatarların zaferlerinden ‘sheer evil’dan başka bir şey çıkmadı” buyuran, katıksız bir ırkçıdır. Siz bakmayın 1906’da Nobel Barış Ödülü aldığına... “Şiddet bir erkeklik ayinidir” diyerekten savaşı ululamış, bizzat kendi Dışişleri Bakanı John Hay’in demesiyle “A splendid little war” (Mükemmel bir küçük savaş) icad edip Porto Riko, Filipinler ve Guam’a el koyan emperyalisttir. Dahası, Küba savaşında kendisini kahraman ilan edebilecek kadar cüretkâr olabilmiştir vb. Ne yazık ki, Theodore Roosevelt tipolojisi sonraki yıllarda Amerikan erkeğinde arzu edilir nitelikler olarak kabul gördü ve tabii sinema endüstrisi sayesinde.»

Şimdilerde Obama’nın ABD’nin sarsılan imajını toparlamak ve değişmeyecek olan ABD siyasetini daha “tatlı” bir üslubla dünyaya anlatmak için sarfettiği çabaya bakınca, Alatlı’ya hak veriyoruz: Obama her şeyden önce Hollywood’a el atsın…

Yararlanılan Kaynaklar:

Radikal Gazetesi, 22 Haziran 2009

Star Gazetesi, 21 Haziran 2009


Baran Dergisi, 26 Haziran 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com

20 Haziran 2009 Cumartesi

NEDİM GÜRSEL’İN DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ

Türkiye Yayıncılar Birliği, bu sene “Düşünce ve İfade Özgürlüğü Ödülü”nü yazar Nedim Gürsel’e verdi. Niçin verdi? Çünkü Nedim Gürsel’in “Allah’ın Kızları” isimli kitabına “halkın bir kesiminin benimsediği dinî değerleri alenen aşağıladığı” için dava açılmış. Kimsenin ödülünde gözümüz yok elbette. Her ıvır zıvıra ödül veriliyor ne de olsa. Orhan Pamuk bile Nobel ödülü aldıktan sonra, fikir-sanat dallarında verilen ödüllerin hiçbir ehemmiyeti kalmadı bizce…

Gelgelelim bu Nedim Gürsel’in adı geçen kitabı, gerçekten ödüle layık bir kitab mıdır? Neden bahseder, ne anlatır da davalık olmuştur? Mesele davalık olmasında değil, niçin olduğunda düğümlenmekte çünkü. Misâl bâbında, zamanında birçok büyük yazarın kitabı da (Dostoyevski’nin meselâ) yasaklanmış, haklarında davalar açılmıştır. Çünkü bu yazarlar yerleşik düzeni tenkid etmiş, onlarla çatışmaya girip zindanı dahi göze almışlardır. Onların ödülüyse, bugün dahi okunuyor olmalarıdır.

Şimdi Nedim Gürsel’e bakıyoruz, oraya buraya röportaj verip mızmızlanıyor. Efendim, bu çağda olur mu böyle şey, diyor. Başbakana mektub döşeniyor, yabancı medyayı ayağa kaldırıyor. Ne kadar süprüntü edebiyat örgütü varsa N. Gürsel’e destek veriyor. Lâfta cezaevindeki yazarların haklarını savunmak üzere kurulmuş PEN filân da bunun arkasında olduğunu açıklıyor. AB ayağa kalkıyor. Hakikaten, ne oluyor?

Meğer bu yazar, Paris’te yaşayan ve sekiz yıldır roman filân da yaz(a)mayan biriymiş. Bu yazdığı romansa, (ismindeki fecaat bir yana) Allah Resulü’nün hayatının anlatıldığı ve içinde bir sürü abukluğun yer aldığı, aslında hakkında dava açılmasa dikkat bile çekmeyecek bir kitabmış. Kendini agnostik (şübheci) olarak tarif eden yazarın inanç sorgulaması (vay be!) imiş bu kitab. Kitabın adı da, Kâbe’den Allah Resulü tarafından temizlenen, Lat, Menat, Uzza isimli dişi putlardan mülhemmiş (Dehaya bakınız!). Zaten roman da bu putların ağzından anlatılıyormuş. Yani yazar, putların gözüyle (adı üstünde put, ağzı-gözü olmaz ama, arkadaş agnostik ya, putların gözü olduğuna inanmaya karar vermiş!) bakmış (!) Allah Resulü’nün yaşadığı döneme…

Kitab davalık olduğundan bulmak biraz zor, ama arka kapak yazısını internetten bulduk: “Hz. M…….’in hayatı ile Kuran’dan yola çıkarak İslam’da inanç ve şiddeti sorgulayan bu roman, aynı zamanda çoksesli bir destan. Allah’ı kendisine “şahdamarından daha yakın” hisseden hayal dünyası zengin bir çocuk ile Harb-i Umumi’de Peygamber’in kenti Medine’yi savunmuş dedesinin hem acıklı hem mutlu öyküsü.

Bir gün bu satırları yazacağımı hayal bile edemezdim. Yazdığın nice muhalif sözcükler, aykırı cümleler gibi. Oysa bu satırlar ne kıyamet gününün habercisi ne isyana çağrı. Ne de çocukluğunda Peygamber’in dünyasına doğru çıktığın yolculuğun izlenimleri. Belki geçmişe yaptığın bir yolculuk bu, ama paylaşılması mümkün olup da anlaşılması pek mümkün olmayan bir şeyi, inancı kurcalıyorsun.”

Bakmayın kitab arkasında Allah Resulü’nün isminin başına (Hz.) lafzının kondurulduğuna, kendisi röportajlarında has ismiyle, mahalleden bir arkadaşından bahseder gibi bahsediyor Allah Sevgilisi’nden… Efendim, “insan” olarak Allah Resulü’ne odaklanmış kendisi, bu yüzden onun zaaflarına, hatalarına yer vermiş romanında. İnsanlığın O’nun hürmetine yaratıldığını idrak etmesi elbette kendisinden beklenmeyecek bu “agnostik” adam, hakiki insanın O olduğunu ve kendisinin O’na yaklaştığınca insan, ondan uzaklaştıkça da hayvandan aşağı bir yaratık olacağını (olduğunu!) anlayamamış, en çirkef hâliyle konuşuyor “insan” (!) olarak…

Netice olarak, Nedim Gürsel, bir tür Salman Rüşdi’liğe soyunmuş. Böylece meşhur olup, dünya arenasında adından bahsettirmeye karar vermiş. Bunu sadece biz söylemiyoruz, kendisini TV programında ağırlayan Cüneyt Özdemir de böyle düşünüyor ve “düşünce özgürlüğü” meselesinin nasıl da bir rant haline dönüşebileceğini anlatıyor:

«Nedim Gürsel’in en son kitabı “Allah’ın Kızları” ilk çıktığında kendisini beşN birK’da konuk ettim. Bu kadar dava açılacağı, konuşulacağı, Avrupa Birliği’nin bu davalara karşı tavır alacağı Nedim Gürsel’in özellikle uluslararası arenada mağdur duruma düşeceği o kadar belliydi ki, rahatsız oldum. İçime sinmedi. Hatta açık söyleyeyim, programa çıkan kimsenin sözünü masabaşında kısaltma gibi bir âdetimiz olmasa da, Nedim Gürsel’in bir iki cümlesini yayından çıkartmak zorunda kaldım. Zira kendimi kullanılıyormuş gibi hissettim. Burada en başa dönüp bir kez daha “düşünce özgürlüğü” gibi politik doğruculuğun ilk cümlesini tartışarak konuya girmeyi de doğru bulmuyorum. Zira son yıllarda kimi yazarlarda nükseden kötü bir alışkanlığın bu romana da bir hastalık gibi bulaştığına dair derin şübhelerim var. (…) Şimdi bir kez daha, üstelik bu sefer çok daha şehvetle Nedim Gürsel’in mağduriyetin “keyfini çıkarttığını” izliyorum. Akşam gazetesindeki Nagehan Alçı röportajında, “Başbakan’a mektub”dan meselenin Sarkozy’ye aktarılacağı “endişesine”, AP’de tartışılmaya başlanmasından yurtdışındaki tepkilere ve elbette satış rakamlarının nasıl da arttığına yönelik yazarın “şaşkınlıklarına” rastlayınca, Nedim Gürsel’i iyi niyetle savunmaya kalkan pek çok meslektaşım adına üzülüyorum da. Açık açık yazalım. Allahın Kızları düşünce özgürlüğünden çok, planlanmış bir provokasyon olarak fena halde “rant” kokuyor. Bahsettiğim edebi mağduriyetten doğan, “düşünce özgürlüğü” kılıfı geçirilmiş şahsî bir çıkar meselesine kadar gidiyor. Doğurduğu bu cümbüş sonrasında nihayet uluslararası mağduriyetini ilan eden Nedim Gürsel’i ise tebrik etmek gerekiyor. Bakın bu ülkenin damarlarını çok iyi keşfetmiş ve kendi politik kimliğini pek de güzel “düşünce özgürlüğü savaşçısı”na uluslararası arenada çevirmiş durumda. Kültür sanat dünyasını yakından takib eden bir gazeteci olarak, ben artık bu tür proje gazlamalarından yoruldum. Aynı yolu tutan pek çok yazarın Türkiye’de sövülüp, yurtdışında başarılarına başarı katmasını da içime sindiremiyorum. Endişem, Türkiye yahut Müslümanlığa bir gölge düşmesinden çok, edebiyata samimiyetsizlik gölgesinin düşmesinden kaynaklanıyor. Nedim Gürsel, romanına inandığı kadar, samimiyetine de inanıyorsa, birgün sadece bunu konuştuğumuz bir röportaj yapmak da isterim. İngilizler buna “hardtalk” diyor. Ama, malum, biliyorsunuz bizim ağarlamacı röportaj geleneğimizde bu tür soruları sormak yahut cevablamak “yemiyor”.»

Ancak bir şeyi unutuyor Nedim Gürsel: Kendisi gibi, dünya da pek “küçük”!..

Baran Dergisi, 19 Haziran 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com

5 Haziran 2009 Cuma

FATİH SULTAN MEHMED’İN KARALAMA DEFTERİ

Geçen hafta İstanbul’un fethinin 556. yıldönümüydü. İstanbul’un fethinin ruhuna yakışmayan pek çok gösteri ve şenlik yapıldı. Havai fişekler, lazer gösterileri, çeşitli canlandırmalar, ruhsuz çığlıklar… Fatih Sultan Mehmed, bu şaheser şehri sanatkârane bir şekilde fethetmişti; bugün şaheser şehrin yıkıntıları içinde, kenar mahalle zevksizliği ile kutlama yapan torunları (?), ağızları açık lazer gösterisini izlerken, acaba karadan yürütülen gemilerin dehasına mı, yoksa lazerle yansıtılan görüntülerin büyüsüne mi kapılmışlardı? Muazzam bir şehri fethedip, peygamber övgüsüne mazhar olan bu genç adam hakikaten kimdi, hiç düşünmüşler miydi? Pek sanmıyoruz.

Fatih Sultan Mehmed, ilim, tasavvuf, sanat, felsefe, mühendislik gibi bir çok sahaya ilgi duymuş ve desteklemişti. Fatih’in pek çok sanat dalına duyduğu alâka, resim sanatında da göze çarpıyor. Venedikli ressam Bellini’yi İstanbul’a getirterek, hem kendi portresini hem de saray çalışanlarının resimlerini yaptırtan Fatih, sadece bununla da kalmıyor, eline geçen tüm minyatür ve çizimleri itina ile biriktiriyordu. Bu koleksiyon, Topkapı Sarayı müzesinde “Fatih Albümü” adı altında toplanmıştır. Beşir Ayvazoğlu O’nun sanat ilgisine şöyle temas ediyor:

“Plastik sanatlara duyduğu büyük ilgi ise, fetihten hemen sonra kurduğu müesseselerden birinin de Nakışhane olmasından anlaşılıyor. Vakit geçirilmeden "Rumeli ve Anadolu taraflarından (...) ashab-ı sanayi ve hıref ehli ve ayali ile payitahta irsal oluna deyu" hükümler gönderilir ve değerli sanatkârlar İstanbul'da toplanır.

Baba Nakkaş'ın yönettiği, çalışmalarına Eski Saray'da başlayıp Topkapı Sarayı'nda devam eden ve şübhesiz Ehl-i Hıref teşkilâtının temelini teşkil eden bu Nakışhane hakkında fazla bir şey bilinmiyorsa da, ürettiği çok sayıda eser günümüze ulaşmıştır. Müzehhibinden mücellidine, hattatından nakkaşına kadar yüz civarında sanatkârı çekip çeviren ve bir bakıma Fatih'in estetik müşavirliğini yapan Baba Nakkaş, onun seçkin ilim ve sanat adamlarının katıldığı özel meclislerine de kabul ediliyordu. Bu meclislerde dinî ve ilmî konuların yanısıra, önemli felsefe, sanat ve edebiyat meselelerinin de tartışıldığı muhakkaktır.”

Tüm bunları belki biliyoruz, fakat Fatih Sultan Mehmed’in “çizer” yönünün olduğunu, çeşitli çizimlerinin bulunduğu bir karalama defterinin Topkapı Sarayı Müzesi kütübhanesinde bulunduğunu ise çoğumuz bilmiyoruz. Biz de bilmiyorduk.

Fatih’in karalama defterini Sultan II. Abdülhamit Han bulmuş ve büyük bir itina göstererek ciltlettirip Yıldız Sarayı kütübhanesine koydurmuş. Böylece günümüze kadar korunarak gelmiş. Fatih Sultan Mehmed henüz Şehzade Mehmed iken kullanıyormuş bu defteri. Defteri görmedik fakat araştırmamıza göre, 180 sayfalık defter, kırmızı deri kapaktan ve mürekkebin dağılmasını önleyen aharlı kâğıtlardan oluşuyor. Defter itina ile yazılmış bir besmele ile başlıyor ve “Mehmed bin Murad Han” ibareli tuğra denemeleri, Arap, Fars ve Grek alfabeleriyle yazı denemeleri ve portre çizimleri yapılmış. Çizimlerin kimi yerinde ince uçlu kamış kalem, kimi yerinde de fırça kullanılmış. At, kuş, yaprak ve insan yüzünün profesyonelce çizildiği üzerinde hemfikir tarihçiler. Çünkü, öfke, heyecan ve sevinç gibi mimiklerin portrelerde vurgulandığı söyleniyor. Yine defterde, ileride kullanacağı tuğra üzerindeki çalışmaları, baykuş, leylek gibi hayvan çizimleri, çiçek motifleri, ebced hesablarında kullanılan karakterler yer alıyor. Ve yine yapılan hesablamalara göre, Fatih’in bu defteri tutmaya henüz 5-6 yaşlarında iken başladığı tahmin ediliyor.

Bu defter hakkında yayınlanmış bir eser bulunuyor: A. Süheyl Ünver’in 1953 yılında yayınladığı “Fatih’in Çocukluk Defteri”. Bu eseri belki ancak sahaflardan bulmak mümkün olabilir, çünkü baskısı bulunmuyor.

Fatih Sultan Mehmed’in dehası, 20’li yaşlarda İstanbul’u fethetmesi ile ortaya çıkıyor. Fakat o çocukluğundan ilk gençliğine kadar geçen hayatında, dehasını besliyor ve bu “karalama defteri” de onun ufkunun daha çocuk yaşlarda ne kadar geniş olduğunu gösteriyor. Deha bir yana, çocukların yetiştiği ortamın, iklimin, önüne koyulan gayelerin, onu ne kadar geliştirdiği ve beslediği Şehzade Mehmet’in karalama defteri vesilesiyle bir kez daha ortaya çıkıyor.

Baran Dergisi, 4 Haziran 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com

3 Haziran 2009 Çarşamba

BEDEN Mİ İHTİYARLAR, RUH MU?


“Her meyvenin kendi içinde çekirdeğini taşıması gibi, insan da kendi içinde taşır ölümü”

Rilke


Batılı eleştirmenler, Simone de Beauvoir’ın en güzel kitabının “Yaşlılık” isimli eseri olduğunu söylüyorlar. Kadın üzerine yazdığı onlarca kitab bir yana, “Yaşlılık” bir yana… Niçin? Yaşlanmaya başladığı bir dönemde kaleme aldığı bu kitab, feminist bakış açısıyla yazdığı kitablardan daha içten, daha samimi gelmiş olabilir mi? Olabilir:

“İnsanlar yaşlılıkta ölümü daha kolay benimsiyorlar. Sonra erkekler de, kadınlar da yaşlılıkta bir aşağılık durum, bir düşüş buluyorlar; insanın yaşlanınca kendi kendinin karikatürü olacağını düşünüyorlar. (İçinde bulunduğumuz dünyanın şartlarına göre çokluk doğrudur bu.) Toplumumuzda yaşlı kişilerle ilgilenen, ilgilenmesi gereken kurumlarca onlara sağlanan yaşama şartları utanılacak seviyededir. Bir şey daha itti beni bu kitabı yazmaya: Kırk yaşımdayken kendimi öbür kadınlar gibi bir kadın olarak görüyordum. Bir erkek nasıl erkekse, ben de kadındım. O sırada “İkinci Cinsiyet”i yazdım. Yaşım altmışa gelince de kendimi artık yaşlılar arasında görmeye başladım. Onların sorunları benim sorunlarım oldu. (…) Amerika kendi sözlüğünden “ölü” kelimesini çıkarmıştır. Amerika’da “kaybolmuş sayın kişi”den sözedilir. Hatta bu ülke ileri yaşlara her türlü referansı vermekten kaçınır. Bugün Fransa’da ihtiyarlık yasak bir konudur. Nesnelerin Gücü’nün sonunda bu yasağı çiğnediğimde, amanın nasıl da şimşekleri üzerime çektim anlatamam! Kabul etmeli, yaşlılığın eşiğindeydim, bu, yaşlılığın bütün kadınları gözlediği, onlardan pek çoğunu da pençesinin altına aldığı ân demekti.” (1)

Eserinde biyolojik, tarihî ve kültürel olarak “yaşlılık”ı inceleyen yazar, kapitalist batı toplumunun ihtiyarlara biçtiği rolden rahatsızdır. Onları toplumun yükü halinde gören anlayışı şu sözlerle eleştirir:

“Emekliler, yalnızlık ve can sıkıntısı içine atılıp, tam bir gözden düşmeyle nebatî (bitkisel) bir hayata mahkûm edilir. Hayatının son onbeş veya yirmi yılında bir insana artık “hiç” gözüyle bakılması, bizim medeniyetimizin başarısızlığı değil de nedir? İhtiyarları yürüyen ölüler değil de, yaş yaşayıp güngörmüş insanlar yerine korsak; anlattığımız bu apaçık durum bizi boğar, bunaltır.” (2)

Eseri boyunca verdiği örnekler, batı idrakinin yaşlılık halini menfi bir durum olarak gördüğünü gösteriyor. Öyle ki, “yaşlıların Roma’da bir çukura atılıp öldürüldüğü muhtemeldir” diyor.

İhtiyarlık konusunu Simone de Beauvoir gibi bir feminist yazarın dilinden okumamız boşuna değil. Günümüzde kadınların yaşlanması, kırışıklıklarının artması, kilo alması, bedeninin bozulması kabul edilir bir şey değil çünkü. Her yaşta güzel olmanın formüllerini veren kozmetik dünyası, estetik cerrahi, tıbbî gelişmeler, bir nevî “ölümsüzlüğün” çaresini bulduğunu söylüyor. Günümüzde kadınlar için yaşlanmak ayıb, kırışıklıkların artması felaket, kilo almak ise facia olarak değerlendiriliyor. Simone de Beauvoir, yaşlanmış bir feminist kadın olarak, yaşlılığı kabullenmek ve hor görmemekten bahsederken, günümüz kadınları yaşlanmak istemiyor. Beauvoir’in bu kitabı yazmasının üzerinden sadece 39 yıl geçmiş olmasına rağmen, günümüzde “yaşlılık” idraki, onun bıraktığı yerden daha kötü bir durumda. Genç nüfusu gittikçe azalan yaşlı Avrupa, kendini daha genç göstermek istemekte belki de haklıdır. Ancak bu durum sadece batılı idrak için geçerli değil artık, ülkemizde de yaşlılığa uzak durulması gereken bir illetmiş gibi bakılıyor.

Sonsuz bir mutluluk ve gençlik vaadeden kapitalist hayat tarzı, ihtiyarlamayı yok sayıyor ve “genç görünmenin sırları”nı fısıldayıp duruyor. Görünmek “olma”nın önüne geçtiğinden beri, artık insanlar, “yaşı 80 ama 50’sinde gibi duruyor”, “estetikle 40 yaş genç görünüyor”. Nerde kaldı bizim “ruhu genç” tabirimiz? Kimse yaşlanmak, yaşlı görünmek istemez. Ancak eğer bu bir propaganda hâline gelirse, kimse yaşlıları da görmek istememeye başlar. Sokağa terkedilmiş, yalnız bırakılmış, huzurevlerine emanet edilmiş yaşlılar, bu görmek istememenin sadece bir sonucudur.

Hâlbuki biz Müslümanlar için ihtiyarlık, derin bir saygı ve hürmet uyandırırdı. Sadece Müslümanlar için değil elbet, belki bütün bir doğu toplumu için böyleydi bu. Onların hayat tecrübeleri, gençlerin rehberi olur, ailenin başköşesinde onlar oturur, yaşı ilerlemiş âlimler daha bir saygı görür, yaşlı bilgeler, aksakallı dedeler, halk masallarımızın başkahramanları olarak anlatılırdı. Köylerimizde “Yaşlılar Heyeti”nin sözü geçer, evlerimizde dedelerimizin nasihatleri dinlenirdi. Velhasıl, bir zamanlar ruhları gencecik nice yaşlılar vardı; bugünse ruhları yaşlanmış gençler, genç kalmak için çırpınanlar var artık. Gerçi kendi ruhlarına bir baksalar! Çoktan ölmüş bir ruhun, genç bir bedenle yapabileceği doğrusu fazla ne var? Hâlbuki sonsuz gençlik ruhtadır, beden yaşlansa da eğer gıdası kesilmezse ruh bir çocuk kadar genç kalır…

Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünyaya yapışmış, yarın ölecekmiş gibi öte dünyaya çalışmayı boş vermiş günümüz insanı (müslümanı da), dinin-İslâm’ın, bu dünya için manevî huzur vaat etmekten başka bir mânâsı olmadığını düşünüyor ve öyle yaşıyor. Bu sebeble ruhunun yaşlandığını bilmeden, bedeninin yaşlanmasını istemiyor, yaşlıları gözünün önünden kaldırmaya bakıyor.

İhtiyar kelimesi “yaşlanmış kimse” anlamına geliyor. Ancak yine aynı kelime ıstılahî olarak, razı olmak, katlanmak, seçmek, uygun görmek, seçilmek mânâlarına geliyor. Yani ihtiyarlamayı ihtiyar etmemiz gerekiyor, yoksa ihtiyarlık bizi zaten gelip buluyor.

1) Simone de Beauvoir, Yaşlılık –İlk Çağı-, Milliyet Yay., İstanbul 1970, s. 9-11

2) A.g.e., s.19


Aylık Dergisi, Haziran 2009

30 Mayıs 2009 Cumartesi

BİR EYLEMCİ OLARAK SANATÇI NİÇİN DESTEKLENMEZ?

Bildiğiniz üzere geçtiğimiz günlerde (18 Mayıs 2009) tiyatro sanatçıları ile onlara destek veren bazı resim ve müzik sanatçıları, “yaşanan son gelişmelere duyarsız kalmadıklarını göstermek” için Taksim’de yürüdüler. Basında haber, “Tiyatroculardan Beyoğlu’nda Laik Cumhuriyet Yürüyüşü” olarak çıktı. Televizyonda konuşan eylemci sanatçılar, “efendim Mustafa Balbay gibi bir gazeteci neden içerde? Türkan Saylan’ın evi neden arandı? Bu gidiş gidiş değil, biz Laik Cumhuriyete sahib çıkmak için buradayız” şeklinde beyanatlar verdiler.

Radikal gazetesi eyleme katılan bazı sanatçıların isimlerini yayınlamış:

“Haldun Dormen, Yıldız Kenter, Gülriz Sururi, Genco Erkal, Ferhan Şensoy, Müjdat Gezen, Zuhal Olcay, Rutkay Aziz, Erol Günaydın, Emre Kınay, Dolunay Soysert, Sinan Tuzcuoğlu, Bennu Yıldırımlar, Ali Poyrazoğlu, Demet Evgar, Asuman Dabak, Metin Serezli, Levent Üzümcü, Nedret Güvenç, Çolpan İlhan, Dikmen Gürün, Nedim Saban ve Doğa Rutkay.”

Bu isimlerin çoğu TV dizilerinin ve sinema filmlerinin de oyuncuları aynı zamanda. “Yaprak Dökümü”, “Asi”, “Cennet Mahallesi”, “Avrupa Yakası”, “Benim Annem Bir Melek”, “Issız Adam” vesaire. Yani bol reytingli dizilerin, bol seyircili filmlerin aktörleri, aktrisleri. Bu durumda arkalarında yoğun bir halk desteği olacaktır öyle değil mi? Değil!

Efendim bu arkadaşlar sanatçı. Elbette bir ülkenin sanatçıları, o ülkede ters giden bir şey gördüklerinde sokaklara dökülebilir, eserlerinde bu protestoyu yansıtabilir, fikrî, siyasî, fiilî bir mücadeleye girişebilir. Elbette bu duruş herkes tarafından ayakta alkışlanır.

Lakin burada ters giden bir şey var. Kimse onlara sahib çıkmıyor, ayakta alkışlamıyor, velhasıl bu sanatçılar, yani toplumun öncüleri olması beklenen bu yüksek kültürlü dehalar (!) kitleleri peşlerinden sürükleyemiyor. Niçin? Pankartlarına bakmak, neyi protesto ettiklerini anlamak ve aslında neyi söylemek istediklerini, neyi ise görmezden geldiklerini hatırlatıcı “kelimelere” bakmak yeterli:

“Yargı Siyasallaşıyor. Seyirci Kalmayın!”

(Elbette! Siyasallaştığı şimdi değil, bundan yaklaşık on yıl evvel isbatlandı: Hatırlarsanız, henüz yargılanma safhasında Salih Mirzabeyoğlu’nun “örgüt lideri” olduğu ilan edilmiş, “idam hükmü” verilmişti. Yargılama “âdet yerini bulsun” diye yapıldı. Salih Mirzabeyoğlu bu durumu, ironiye bakın ki “Tiyatro Bitti!” diye nitelendirmişti sevgili eylemci tiyatrocular! Fakat o sıralar siz de “tiyatro”yu seyrediyordunuz değil mi?)

“Çağdaş Eğitim Her gün Darbe Yiyor. Seyirci Kalmayın!”

(Eğitim derken, başörtülü kızlara eğitim değil, çağdaş, başörtüsüz, kimliksiz, şen sıpa nesli doğurmak için eğitim! Darbe mi? Türkan Saylan kanser sebebiyle ölmedi mi? Biz mi yanlış biliyoruz?)

“Laik Cumhuriyet Tehlikede. Seyirci Kalmayın!”

(Vak’a-yı âdiye… Tehlikede değil ve asıl tehlike de bu zaten!)

“Bilimin Işığı Karartılıyor. Seyirci Kalmayın!”

(Darwin-Evrim-TÜBİTAK meselesi değil mi? Bilimden bütün anladığınız bu!)

“Kul Değil Yurttaş! Bu Hasret Bizim!”

(ABD’ye ve Batı kültürüne kul köle ama Allah’a asla! Doğru, bu hasret sadece sizin!)

“Düşünce Özgürlüğü! Bu Hasret Bizim!”

(Evet, sadece size düşünce özgürlüğü, bize soğuk demir parmaklıklar!)

Neyse, fazla uzatmaya mahal yok. Biz bu sanatçıları başörtüsü üniversitelerde yasaklandığında sokaklarda göremedik. 50 küsur eser sahibi bir mütefekkir (Salih Mirzabeyoğlu) idama mahkûm edildiğinde seslerini duyamadık. Peygamber Efendimiz’e hakaret edilen karikatürler yayınlandığında aralarından bazılarını kıs kıs gülerken gördük. Irak, ABD tarafından işgal edildiğinde ABD’li pek çok oyuncu bile sokaklara dökülürken, bizim oyuncu-tiyatrocu arkadaşları meydanlarda göremedik! Çoğunu 28 Şubat’a alkış tutarken seyrettik. Halkına yabancı, onun değerlerini aşağılayan ve elinden gelse yok etmek isteyen bir sanatçı portresi çizen bizim tiyatrocular, reyting rekorları kıran dizilerde de oynasalar, sokağa döküldüklerinde arkalarında kimseyi göremedikleri zaman şaşırmamalılar. Allah’a inanmayan, ruhu merkeze almayan bir bünyede ne sanatın ne de sanata dair herhangi bir şeyin vücud bulamayacağını bildiğimiz için, ne bu tiyatrocular sanatçıdır, ne de bunların yaptıklarına sanatçı eylemi denir. Dolayısıyla, toplumu ruhundan yakalayıp peşinde sürükleyecek bir güce asla sahib değildirler. Çünkü onlar, kendilerine “sanatçı” diyen, ama aslında bir sanatçıda olmaması gereken tüm özellikleri üzerlerinde taşıyan insanlardır; fikirsiz (ama Atatürkçü), düşüncesiz (ama Laik), iddiasız (ama çağdaş), kapitalist (ama solcu). Eh, bu da onlara yeter!

ÜSTAD NECİB FAZIL’IN

“ÖZLEDİĞİ NESLİN VASIFLARI”*

“AŞK: … Cemâda, nebata, hayvana kadar tesir eden aşk, yalnız gafil insana tesir etmezken onun en büyük tesirine hedef gerçek insan ve gençlik, neredesin!

ÜSTÜN AKIL VE SIR İDRAKİ: Tıpkı (Sokrat) ile sofistler arasındaki mücadelenin gayelendirdiği gibi, kaba ve hileci dış mantıktan, kuru akıldan kurtulmak, aklı yine akılla mat eden üstün anlayışa ve bilhassa sır idrakine yükselmek… İşte, kaba softa ve ham yobazla derin ve gerçek mümin arasındaki fark!..

NEFS MUHASEBESİ: Anadan, babadan, mektepten, cemiyetten meccanen alınan hazırlop inanışlarla vicdan arasındaki büyük hesaplaşma, atacağını dibinden söküp atma, tutacağını da köküne kadar tutma hassası…

EŞYA VE HADİSELERE TAHAKKÜM VE ONLARI TASARRUF MİZACI: Bu hassa bize Kur’ân emriyken onu en aşağı 4 asırdan beri kaybetmiş bulunuyoruz. Batı müspet ilimleri karşısında apışma halimiz, asırlardır bize bu hali Müslümanlık zannetirmiştir. Tam aksi… Batı inanmadan ve bilmeden bu mevzuda Kur’ân’ı tatbik ediyor ve biz inandığımız, bildiğimiz iddiasının yer aldığı devirlerde bile Kur’ân’dan uzaklaşmış bulunuyoruz.

AKSİYON RUHU: Birbirine yol veren bu vasıflar içinde aksiyon, iş, hamle ve hareket ruhu, kaynağımıza ait şiarların başında gelir. Biricik, tek ve mutlak örnek olan sahabilere bakalım: Sahabîde iki büyük haslet vardır: Hikmet ve aksiyon ruhu… Yani fikir ve onu işe tahvil edici hareket… Sahabî bu demek…

GÖZÜKARALIK: Davâ adamının ana vasıflarından biri gözükara olmak… Gözükara olmak, davâ adamının inandığı şeyi hayata ve eşyaya nakşetmesi için biricik vasıta… Her tedbir alındıktan ve basiret plânında her şey pişirildikten sonra mutlaka cür’ete, gözükaralığa ihtiyaç var… O kadar ki, cür’etin imtiyazı, bazen tedbir ve basireti ikinci plâna atabilir.

FEDÂKARLIK VE DİSİPLİN: Nefsten başlayarak her şeyi bu mihrak etrafında toplamak ve ebedi hayata yalandan inanmış değil, gerçekten bağlanmış insanlar sıfatiyle yaşayacağı ve öleceği yeri bilmek…

EN DERİN MERHAMET İÇİNDE EN DERİN ŞİDDET: Merhametle şiddeti tahin-pekmez halinde bağdaştırabilmek… (…) İslâm, sırasında bir gözyaşı şişesi, sırasında da bir granit parçasından ibaret bir yürek işidir.

BAŞTA SAMİMİYET, HER ŞUBESİYLE O’NUN AHLÂKI: Ahlâk ve fikir, tavukla yumurta gibi birbirinden doğma… Dedik ya; fikir meselelerimizin “niçin?”i, ahlâk da “nasıl?”ı… Hattâ ahlâkı, fikirden evvele almaya kadar gidebilir, ve fikri ondan doğma kabul edebiliriz. Evet, bütün şubeleriyle O’nun ahlâkı… O’nun sevdiğini sevmenin, hoşlandığından hoşlanmanın, kızdığına kızmanın, tiksindiğinden tiksinmenin, renk, şekil, eda, hareket halinde topyekûn ahlâkı…

ZARAFET VE ESTETİK: En zaif olduğumuz noktalardan biri… Biz İslâm’ı şahıslarımızda kabalaştırıyoruz. Halbuki İslâm, zarafet, incelik ve güzellik ölçülerinde sonsuz ileri… Varlığın Tâcı, bu bakımlardan da kâinatın en erişilmez insanı… Mücessem nezahat, nezaket, nezafet, zarafet timsali…

TEK ÜMMET MODELİ OLARAK SAHABÎYİ ALMAK: “Biricik imtisal nûmunesi, renk, çizgi, üslûp, mizaç, usul, tarz, hareket her şeyiyle sahabîdir” şuuru… Bir velînin:

“-Siz onları görseydiniz deli derdiniz, onlar sizi görselerdi Müslüman kabul etmezlerdi.” diye anlattığı daha niceleriyle beraber bu 11 vasfın tam sahipleri.

Sizi, işte bütün bu vasıflarda ışıldayacak yeni neslin ilk habercileri ve bundan böylekilerin babaları görüyorum.”

Bu hitaba muhatab “olabilmekten” daha büyük şeref mi olur! Üstadımızı rahmetle yâdediyoruz…

* Necip Fazıl Kısakürek, Sahte Kahramanlar, Büyük Doğu Yay., (s. 232-239 sayfaları arasından derlenmiştir.)

Baran Dergisi, 29 Mayıs 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com

Semih Kaplanoğlu ile Hayat, Sinema ve “Buğday” Üzerine

Röportaj: Gülçin Şenel | Fotoğraf: Yağmur Dinç Semih Kaplanoğlu Kimdir? Semih Kaplanoğlu, 4 Nisan 1963 tarihinde İzmir’de dünyaya geldi. Dok...