#sanat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
#sanat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Şubat 2025 Pazartesi

Cemal Toy ile Resim Sanatı ve Resim Eğitimi Üzerine

 


Röportaj: Gülçin Şenel

Fotoğraf: Büşranur Yılmaz

Cemal Toy Kimdir?

1969 yılında Kütahya’da doğdu. 1991 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümünden mezun oldu. Cemal Toy yurt içi ve yurt dışında on iki karma sergiye katıldı ve on bir kişisel sergi açtı. Resimlerinde bütün bir insanlık macerasının; yok olmuş veya olmaya yüz tutmuş kültürlerin sembolleriyle işaret ettiği gerçekliğin izini süren sanatçı, resim çalışmalarını aynı arayışlar çerçevesinde Küçük Ayasofya’daki atölyesinde sürdürüyor. İstanbul’un dünden bugüne kültürel dokusunu resimlerinde geleneksel ve modern bir üslupla yansıtıyor. İstanbul Tasarım Merkezi’nde ve bazı özel okullarda çocuklara resim eğitimi veriyor.

Karma Sergiler: 1990 Haziran, Mimar Sinan Üniversitesi Sergisi (Kassel/Almanya); 1995-1996 Mayıs, 1. ve 2. Kağıt Ürünleri Sergisi, İstanbul Resim ve Heykel Müzesi; 1996 Haziran, Habitat II Kültür Etkinlikleri; 1997 Şubat, Tekel Resim Yarışması Sergisi; 1997 Mayıs, DYO Resim Sergisi; 1999 Ekim, Türkiye Jokey Kulübü 4.Resim Yarışması Sergisi; 2007 Paralel Sergisi Panos Vardakas ve Cemal Toy, Saint Benoît Fransız Lisesi; 2008 UNESCO Mevlana Yılı kapsamında Cemal Toy ve Canan Aydoğan, Saint Benoît Fransız Lisesi; 2011 Nisan, Sanatçıların İlkbaharı Sergisi, Sainte Pulchérie Fransız Lisesi; 2012 Nisan, Sanatçıların İlkbaharı Sergisi, Sainte Pulchérie Fransız Lisesi; 2014 Nisan, No2 Sanat Galerisi, İzmir; 2014 Aralık, İstanbul’un Üç Rengi Sergisi, Sandwich Lab Sanat Galerisi.

Kişisel Sergiler: 1991 Aralık, Devlet Güzel Sanatlar Galerisi; 1993 Aralık, Peyami Sanat Galerisi; 1996 Ocak; Taksim Sanat Galerisi; 1998 Mayıs, Akbank Beylerbeyi Sanat Galerisi; 2000 Mart, Gelsenkirchen Alfred Schimid-Haus (Almanya); 2000 Nisan, Hamm System Bildungszentrum (Almanya); 2005 Aralık, Saint Benoît Fransız Lisesi; 2014 Şubat, Die Farben Istanbul, Berlin JAK Jugend Akademie Der Kunste(Almanya); 2014 Mayıs, Die Farben Istanbuls, Hamm Kulturnacht 2014 (Almanya); 2014 Haziran, Les Couleurs D’Istanbul, Paris Institut Nénuphar (Fransa); 2015 Şubat, Tuvalden Yansıyan İstanbul, İstanbul Ticaret Üniversitesi.

Takdim

Cemal Toy, Akademya’nın yıllardır arka kapak resimlerini çizen Rukiye Şenel’in resim hocasıydı. Röportaj teklifimizi nazik bir şekilde kabul etti. Onu İstanbul Tasarım Merkezi’nde çocuklarla birlikte çalışırken bulduk. Röportajı ise Küçük Ayasofya’daki atölyesinde gerçekleştirdik. Atölyeye gider gitmez, öğrencileri gelmeye başladı. Kimi bir resme başlamış devam ediyor, kimi ise yeni projeler için hocayla görüşmeyi bekliyordu. Hepsiyle özenle ilgileniyor, hiç kimseyi geri çevirmiyordu. Karşımızda gerçekten “muallim ruhu” taşıyan bir sanatçı vardı. Güler yüzlü, samimi ve fedakâr bir ruh… “Sanatçı kaprisi” dediğimiz şey, Cemal Toy’un semtine uğramamış gibiydi. “Salih Bey nasıl?” diye sordu. Bildiğimiz kadarıyla iyi olduğunu söyledik. “Şiir ve Sanat Hikemiyatı isimli eseri var bende” dedi. Biz de “Elif” kitabından bahsettik.  Bu küçücük ama samimi atölyede, bir yanımızda öğrencileri çalışırken röportaja başladık…

– Resme nasıl başladınız? Sizin hikâyeniz nasıl başladı?

Cemal Toy: Aslında her insanın çocukluğunda başlar. Çocukluğunda şekillenir. Okulda bir hocamız vardı Gülsüm Hanım. Portremi çizin diye karşımıza oturmuştu. Hocam çok beğendi ve senin mutlaka resim okuman lazım dedi. Babam Almanya’da çalışan bir işçiydi. Çocukluğumda şunu hatırlıyorum, hep renkli boyalar isterdim. Bunlar belirtiler tabii ilk etapta. Ama İstanbul’a gelince 18 yaşımda, İlhami Atalay’la tanıştım. Tabii hocamla tanışınca bizim rotamız belli oldu. Yaklaşık 10 sene İlhami Atalay’ın atölyesinde çalıştım. 4 ay gibi kısa bir zamanda Akademiyi kazandım, Mimar Sinan Üniversitesi’ni. Hoca bize böyle bir ufuk açtı. Bu işin inceliklerini öğretti. Hâlâ öğrenciliğimiz sürüyor, işte bu gördüğünüz tabloyu da onunla yaptık. Bu bir süreç. Allah ömür verdiği müddetçe… İnsan bir kere başladıysa sanattan kopamıyor, böyle bir yönü var. Biz de resmin içindeyiz hem de eğitmen olarak bunu sürdürüyoruz. Hafta sonları en azından bir günüm öğrencilerle ilgilenmekle geçiyor. Genç yeteneklerin kaybolmasını istemiyorum. Onların güzel yerlere gelmelerini kendilerini geliştirmelerini istiyorum. Bu uğurda da çalışmalar yapmaya gayret ediyorum.

– Geçenlerde bir hat ustası ile görüşme yaptım. Kendisi 80’li yaşlarının üstünde bir duayen gerçekten. Dedi ki, “ben ilkokul okumadım. Ama o zamanlar bile bir kâğıt tutkum vardı. Camilerdeki levhaları, mezar taşlarındaki yazıları uzun uzun bakar incelerdim. Kendi kendime yazmaya çalışırdım. Bugün bile kâğıt görünce heyecanlanırım, dokunmak isterim.” Böyle bir tutku…

Cemal Toy: Renkler de bizim tutkumuz. Babam Almanya’da üç ay hastanede yatmıştı. Benim de çocukluğumun bir kısmı Almanya’da bir kısmı Kütahya’da bir kısmı İstanbul’da geçmişti. Hastanede yattığı süre içinde gittim geldim. Hastanede her taraf orijinal resimle doluydu. Saatlerce o resimleri seyrettiğimi hatırlıyorum. Nasıl yapıldığını merak ediyordum. Yakından bakıyordum, uzaktan bakıyordum. Çiçeği nasıl böyle yapmışlar diye düşünüyordum. Tabii zamanla keşfettik tabii. Siz arayışta oluyorsunuz ve bir gün mutlaka karşınıza birileri çıkıyor ve rotanızı belirliyorsunuz.


“Bizim Resmimiz Tabiatı Taklit Etmez”

– Salih Mirzabeyoğlu bir nevi resim hikemiyatı diyebileceğimiz Elif isimli eserinde şöyle diyor: “Eğer iş hikmet noktasından alınırsa, Âdem Peygamber’den bugüne uzanan bir çizgide ele alınacak insanlık tarihi, kendine bitişik resmin de tarihi olur. İş, resim yapan, yâni ressam yönüyle değerlendirilirse, “herkes üzerinde bulunduğu için zamanı içindedir!” hikmeti gereği, o, iç ve dış yönüyle kendi zamanını-tarihini resmetmektedir.”

Cemal Toy:  Her çizgi, her boyadığımız, ürettiğimiz aslında bizi tarif eder. Öğrencilerimden bahsedeyim mesela. Bir çocuk geldiğinde ilk derse, ona bir insan resmi çizdiriyorum. Oradan çocuğun bütün psikolojik, ruhsal, sosyal durumuyla ilgili veriler elimize geliyor. Batı bununla ilgili olarak yüz yıldır çalışıyor. Bizler bu konuda çok geç kaldık açıkçası. Yaklaşık 24 yıldır çocuklara sanat eğitimi veriyorum. Kendim de acaba ben neler yapıyorum diye baktığım zaman, iyi yaptıklarım var, öğretmenlik boyutum çoğunlukla sanatımın da önüne geçiyor. Ama sanki bu öğretmenliği de bırakırsam Allah’a karşı, sanki yeteneğimi paylaşmamışım gibi bir mahcubiyete düşüyorum. Bir ressama kimse dua etmez ama mesela bir öğrencimin söyledikleri bu konuda beni tutmuştur. Bir ara o kadar çok sipariş geldi ki, artık yetişmiyor. Hocam Türkiye’ye ressam da lazım diye söyleniyor, baskı yapıyor bize. 12-13 yaşında bir öğrencim geldi dedi ki,  “her aklıma geldiğinizde size dua ediyorum”. Bir yerlere dokunmuşuz ki bunu söylüyor bu çocuk. Belki de Allah, içine düştüğüm ikilemde bu çocuk vesileyle yolumu açtı. Öğretmenlikten vazgeçmedim o sebeble. Buraya birkaç tane yardımcı alıp, işlerimizi yoluna koyduk ama eğitim meselesi çok önemli.

Sanat kendi tarihimiz aslında kendimizi inşa ediyoruz. Bir çocuk kendini inşa ediyor. Çocukların çizdikleri nasıl onun ailevi, psikolojik, ruhi durumunu yansıtıyorsa, bizler de sanatçı olarak belki aynı durumdayız. İstanbul üzerine çok çalışıyorum mesela. “İstanbul’un Renkleri” diye Paris’te ve İstanbul’da sergilerimiz oldu. İstanbul’da yaşayan bir sanatçı 2018 yılında ne tür resimler yapar? Bunu sorguluyorum. İstanbul nasıl resmedilir? Kırmızıyla İstanbul nasıl resmedilir? Türk halılarındaki o kırmızıları düşünüp kırmızı seri İstanbullar yaptım mesela. Erguvan rengini, denizin renklerini düşünüp nasıl yansıtabilirim? Bunları yaptım. Bir de İstanbul çok kültürlü bir şehir. Üç medeniyetine beşiklik etmiş. Eserlerime bunlar da yansıyor tabiî olarak. İstanbul’un dünü, bugünü, yarını üzerine çalışmalar yapmaktayım.

En önemli şey renk. Renk bizim ruhumuzu yansıtıyor. İç dünyanız ne kadar düzgünse, temizse, renkleriniz de o kadar temiz oluyor. Picasso’nun bir sözü var: “Ben dört yılda klasik resmi tamamladım. Ama 5-6 yaşlarındaki bir çocuk gibi, o saflıkta resim yapmak için ömrümü harcadım.” 5-6 yaşındaki çocuk nasıldır? Erken ergenlik dönemine girmiştir ve hiç kimseye hesap vermez. Öyle bir özgüveni vardır ki, hiçbir şeyi yapamam demez. 5-6 yaş grubundaki çocuk nefsin esaretine girmemiştir, o kadar temizdir ki, bembeyaz sayfa gibidirler ve içlerinden geldiği gibi çalışırlar.

Atalarımıza, Osmanlı’ya, Selçuklu’ya baktığımız zaman, hiç doğayı taklit etmemişler. Bu bizim için bir avantaj. Selimiye Camisinde 102-103 tane değişik lale motifi var. Bir lalenin formu bellidir. Ama öyle bir stilizasyon, öyle bir tecride girmişler ki, o formu kendi iç dünyalarında o kadar güzel formlara dönüştürmüşler ki, sadece bir lale formunda… Ama bunu çoğaltmak mümkün. Mimaride aynı şekilde. Arayışımız hep sürüyor. Sanatla ilgili daha farklı neler yapabiliriz diye. Yabancılarla çok muhatap oluyoruz. 28 yıldır sanatımızla geçimimizi sağlıyoruz. Eserlerimizin büyük çoğunluğu da yurt dışında. Ama özellikle 90’lardan sonra gelen kuşak, sanatla da, kültürle de, edebiyatla da çok ilgili. Bu konuda ümitliyim.

– Bizde şöyle bir problem var: Türkiye’de çok fazla ilgi görmeyen bir eser, bir sinema filmi, yurtdışında daha çok ilgi görüyor. Semih Kaplanoğlu’nun veya Nuri Bilge Ceylan’ın filmleri yurtdışında daha çok izleniyor mesela. Bunun sebeblerinden biri özellikle görsel sanatlar alanını düşünürsek, çok fazla halkla bütünleşemedi bu sanatlar. Özellikle resim sanatı Türkiye’de bir taklit noktasında kaldı Cumhuriyet döneminin “batılılaşma” ideali gereği. Kendi ifadesi olmayan bir sanat olunca da halktan koptu. O kopukluk hala devam ediyor, evet çok iyi çalışmalar da çıkıyor ama bu fikri olarak temellendirilmedi. Sanatçının sanatı üzerine düşünce üretmesi, düşünmesi meselesi bizde çok fazla gelenekleşmediği için biraz da havada kalıyor herşey.

Batı’da da aslında sanatın alıcısı dediğimiz kitle sınırlıdır. Klasik Batı müziği mesela, yüzde beş, altı oranında dinlenir. Ama Türkiye’deki resim olayında şöyle bir şey var: Son Halife Abdülmecid efendi ressamdı. Abdülhamit Han Zonaro’yu çalıştırdı. Milli Saraylar Müzesi yeniden restore edildi ve çok güzel bir müze oldu. Öğrencilerimi oraya da götürüp orada çalışmalar yaptırdım. Sarayın koleksiyonuna baktığımızda resme ne kadar önem verdiklerini görmek mümkün. Kültürel bir kopuş oluyor tabii. Mesela Hoca Ali Rıza,  Nazmi Ziya, 1914 kuşağı dediğimiz ressamlar… Sami Yetik, Şevket Tahir gibi ressamlar Süheyl Ünver Hoca gibi bir hocayı yetiştiriyorlar. Hoca Ali Rıza ve Ahmet Yakupoğlu… Buradaki kültürel gelenek devam etmiyor. Bu sanatçılara destek olunmuyor ve aslına bakılırsa bu sanatçıları toplum da çok seviyor. Ahmet Yakupoğlu’nu çok seviyor. Hala İstanbul’un ressamı, suların ressamı diye geçer. Türkiye’deki o siyaset ve kültürdeki bazı gelişmelere tepki olarak halk uzak durduğu için birçok şeyden… Mesela Suphi Baykam 60 İhtilali’nde Menderes’e karşı ihtilal yapan ekipte. Oğlu Bedri Baykam da karşı duruş olarak kendisine refleks geliştirmiş. Bedri Baykam’ın ressam olarak öne çıktığı zamanki bakış açısını toplumun bir kesimi kabul etmiyor. Bedri Baykam bir sanatçıdır ama bütün kesimlere hitap eder mi? İşte buralarda takılıyor insanlar. Adnan Çoker’e baktığınız zaman düşünceleri ve yaptıkları, bizim kültürümüzle bağı var ama… Bedri Baykam’ın da öyle. Fakat düşünce ve söylemler halkı bunlardan uzaklaştırıyor. Mesela Osman Hamdi Beyin Kaplumbağa Terbiyecisi resminde, “Kalplerin şifası sevgiyle buluşmaktır” yazıyor. Bir hadis olduğu da söyleniyor. Güzel bir söz. Tablonun tepesinde o yazıyor. Çok önyargılarımız olduğu için bundan kaynaklanıyor o kopukluk…


“Yeditepe Bienali’ni küçümsememek lazım, son derece önemli bir başlangıç…”

Cemal Toy: Bir de eğer anne-baba sanat eğitimi almışsa çocuklarına da sanat eğitimi veriyorlar. Bizim yetiştirdiğimiz talebelere bakıyoruz. Mezun ettiğimiz talebelerin çoğu çocuklarına sanat, spor, kültür alanında eğitim vermeye çalışıyor. Siyasi çalkantılar sebebiyle ülkemizde sıra ona gelememiş yıllarca. Aslında Türk toplumu sanatla içiçe. Yaptığı halılar, kilimler, çiniler…

Bizde iki şey yoktur: Hayvanat bahçesi ve müze. Müzecilik Abdülhamit Han döneminde başlıyor. Akademiler açılıyor. Tarihi eserlerimiz o kadar çok yurt dışına kaçırılmış ki, mesela Penhorn müzesi vardır. Koskoca tapınağı Bergama’dan alıyorlar Almanya’daki müzeye taşıyorlar. Osman Hamdi hukuk eğitimi için Paris’e gidiyor ama ressam olarak dönüyor. O zamanlar kanunname çıkarılıyor eserlerin yurtdışına kaçırılmasına engel olmak için. Eğer o kanunnameler yapılmamış olsa daha çok eseri kaçıracaklardı.

Bir öğrencim Yetim Vakfı’nın sanat koordinatörü oldu. Çocuklara resim, Ebru gibi farklı sanat dallarında eğitimler veriliyor. O çocuklar üç dört ay içinde bambaşka bir hale geliyorlar. Böyle iyileştirici bir yönü de var sanatın. Bunu bizzat deniyoruz. Mesela Reyhanlı’daki yetimhanede uygulanıyor bu. Öğrencim, üç dört ayda o kadar değişti ki çocuklar diyor. Son derece önemli bu sanat eğitimi. Buna da sıra yeni yeni geliyor Türkiye’de açıkçası.

15-20 yılda klasik sanatlarımıza, hat, ebru, çini, minyatür gibi sanatlarımıza ilgi o kadar yoğun ki, Kanada’dan bir grup geldi buraya. Buradaki sır nedir diye… Yüzlerce hattat var, minyatürcü var… Yeditepe Bienali’ni küçümsememek lazım. Son derece önemli bir başlangıç bu. Bizden birilerinin bir şeyler yapması gerekiyor ve bizim bunları desteklememiz lazım. Düşünün Yeditepe Bienali ile hiç kullanılmayacak mekânlar kullanılmaya başlandı. Bizim resimlerimiz de Fatih Medreselerinde sergilenecek, restorasyondan ötürü biraz gecikti. Mesela İlhami hocanın sergisi Sahnı Seman medreselerinde sergileniyor. Bumekânları sanatla buluşturmak da önemli.

Resim günah mı değil mi, suret yasağı, bunların da etkisi var. Aslında yasak olan bana göre “doğayı taklittir”. Tapınmadır, başka şeylerdir. Tabiî bunun felsefesi de çok önemli…

Gençlerimizin de artık ilgisi var. Mesela milyonlarca liraya ev alıyorlar ama o eve bir sanat eseri koymak yeni yeni akıllarına geliyor. Bu anlamda sanata ilgi ve iltifat çok fazla diyebiliriz bence. Tecrübelerimden bunu görüyorum.

“Akımlar yoktur, sanatçılar vardır”

– Türk resmi dediğimiz zaman, bir akım, bir düşünce şekli bir ifade biçimi çıktı mı sizce bugüne kadar? Hiç bir şey kendiliğinden çıkmaz ortaya illaki bir kökü var.

Yaşantımızla ve elbette düşüncelerimizle çok bağlantılı bu iş. İstanbul nasıl kozmopolit bir hale geldiyse bizim sanatımız da bundan etkilendi. Hem bizim değerlerimiz hem de Batılı anlayışlar, tarzlar var içinde. Biz nasıl düşünüyorsak, nasıl yaşıyorsak buraya yansıyor. Yansımaması mümkün değil zaten. Aslında insanın kendi inşa etme süreci… Dolayısıyla Türk resmi demekten ziyade güncel sanat, günümüz sanatı demek daha doğru. Pek çok iyi sanatçı var. İlhami Atalay var. Ben onun atölyesinde yetiştim. Bugüne kadar sayısız resmimiz de yurtdışına gitti. Bizim kaygımız nedir? Soyut ekspresyonist diyebileceğimiz bir tarzın üzerine kendi kültürümüz, kendi sanat anlayışımızla, kopya yapmadan, kendi iç dünyamızda bütünleştirerek yapıyoruz resimleri. Belki Picasso’nun dediği gibi o 5-6 yaşlarındaki çocuk saflığında resim yapmaya çalışıyoruz. Bir tarz oluşması için zaman gerekir. Birkaç kuşak gerekir. Batı bunu yaşamış. Mesela Kubizm çıktığı zaman Sürrealistler onu kabul etmiyor. Sürrealistleri soyut ekspresyonistler kabul etmemiş, onları da Popart kabul etmemiş. Gombrich’in bir sözü var, “akımlar yoktur sanatçılar vardır” diyor. Bir sanatçı başkasının anlayışını kabul etmez baktığın zaman Batı’da. Ama tabii bizde öyle değil. Ben hocamla iftihar ediyorum. Burada İlhami Hocamın da resimleri oluyor, benim de oluyor, hatta talebemin de oluyor. Bakın şu resmi yapan öğrenci hem benden hem İlhami hocadan ders alıyor. Buraya gelen yabancılar bu ekolü fark edebiliyorlar mesela. Ekol olmak biraz zaman gerektirir ve eskiyi kopyayla olmaz bu iş. Tezhipçiler artık Hilye-i Şerif çalışmalarını öyle geliştirdiler ki Hilye-i Şerif müzesi açıldı. Artık çok farklı kompozisyonlar yapmaya başladı sanatçılar.

– Hat sanatıyla Picasso’nun ilgilendiğini biliyoruz. Anadolu’daki Siyah Kalem isimli köylü bir ressamdan bahsettiğini biliyoruz. Bugün bizim ressamlarımız Picasso’nun fark ettiği o şeyin farkındalar mı sizce?

1996 yılında Müsiad’ın bir sergisi olmuştu “Hattatlar ve Ressamlar” diye. Dünya Ticaret Merkezi’nde bir sergi açılmıştı. Hüseyin Kutlu hoca bana şunu söylemişti: “Hat yazacaksan düzgün olsun”. O zamandan beri hat yapamıyorum resimlerimde. Şu anda hattan icazet almış öğrencilere veya tezhipten icazetli talebelere resim dersi veriyoruz. Bu anlamda şunu düşünüyoruz elbette: Gelenekle “güncel sanat” dediğimiz o sanatla nasıl yenilikler yapabiliriz? Tarihe baktığınız zaman Necmettin Okyay Hocayla Hoca Ali Rıza arasında, bakıyorsunuz bilgi alışverişi var. Zonaro’yla Hoca Ali Rıza’nın ve diğerlerinin aralarında bir etkileşim var. Üsküdar’da mesela o zamanlar hattatların ve ressamların gittiği bir kahvehane var. Bu disiplinler arasında geçişler var tabii ki. Erol Akyavaş bunu çok güzel başardı. Burhan Doğançay “Kurdelalar“ serisini Divanî yazının gölgesi gibi düşündü. Bunlar güzel şeyler aslında. Belki de olması gereken şeyler. Ama onların da üstünde düşünce yapımız, sanata bakış açımızla ilgili sıkıntılarımız olduğu bir gerçek.

“Çocuklara sanat zevki aşılamak çok önemli”

Cemal Toy: Çocuklara bu “zevki” nasıl vereceğiz? Ders verdiğim öğrencileri düşünürsek, özellikle çocuğun psikolojik olarak, düşünce dünyasıyla alakalı şeyleri resimlerinde görüyoruz. Düşünün bir okulda veli görüşmesinde resim öğretmeninin kapısının önünde bir sıra filan olmaz. Ama aileler bizi bekliyorlar. Çünkü çocukları ile alakalı öyle bilgiler veriyoruz ki, mesela bir çocukla alakalı diyoruz ki, bu çocuk mutlaka spor yapmalı. Çünkü nefesle ilgili bir sıkıntısı var çocuğun. Ya da çocuk çok duygusal, diyoruz ki ailesine bu çocuğa şu şekilde davranın. Bütün bunların bir resimden anlaşılması çok önemli.

Sanata bakış açısı gördüğüm kadarıyla değişim içerisinde. Son yıllarda bilime, sanata alaka arttı. Okullardaki anlayış da değişecek bu şekilde. Biz mesela bir hikâyeyi, bir masalı okutturup çocuklara, onu kapatıp zihnimizden resmini yapıyoruz. Burada hem değerler eğitimi ile alakalı çocuklara ipucu veriyoruz. Kendisi buluyor onu. Ya da çocuğa kendini ifade imkanı veriyoruz. Mesela sen kahramanı olsaydın bu hikâyenin, nasıl yapardın diye.

Rahmetli Süheyl Ünver hocadan bu yana, Hoca Ali Rıza’dan bu yana gelişen bu süreçte resme alaka da artıyor günümüzde. Hoca Ali Rıza’nın eskiz defterleri vardır. İstanbul’un çeşitli yerlerinde çalışmıştır. Anadolu’da gittiği her yerde de mesela, Edirne’ye gitmiş, Bursa’ya gitmiş, oralarda eskiz defterleri tutmuş. Bir öğrencim o defterleri çözümlemeye çalışıyor. Yüksek lisans yapıyor. O gittiği ve çizdiği yerler ne kadar duruyor, ne kadarı kaybolmuş? Eskizlerin yapıldığı yerlere gidip o mekânları bulmaya çalışıyor.

– Dediğiniz gibi o sanattan duyulan zevki verebilmek. Sizin çocuklara verdiğiniz gibi. İsterse ressam olmasın ama o zevki bilsin. Çünkü mesela resme bakan insanın da o zevki bilmesi lazım.

Estetik bakış açısı kazanmak çok önemli. Mesela, Koç ailesi, Rahmi Koç mesela. Evlerinde Hilye’yle tabloyla büyüdükleri için iki üç tane müzeleri var şimdi. Mehmet Şevki Eygi Bey de öyle söyler. Arada uğrar atölyemize. Evinin duvarında Hilye’yi görerek büyüyen bir çocuk, ya da evinde suluboya bir İstanbul tablosu gören bir çocuk, ona baka baka, hayatın doğal akışında öğreniyor o zevki. Ama tabiî ki aile ne kadar ilgiliyse… Bir baba kitap okuyorsa, çocuğu da kitap okur.

– Okullardaki resim derslerinde verilen “eğitim”, çocukların da çok sevmediği bir şey aslında. Çocuklar genelde o dersi kaynatma eğilimindedirler. Günümüzde mesela İngilizce ağırlıklı sınıflar oluşturuluyor, resim ve beden ilk gözden çıkarılan dersler oluyor.

Çok basit bir dokunuşla, iyi olan öğrencileri daha iyi bir hale getirebiliriz. İlgisi olanları daha iyi konuma getirebiliriz. Mesela bizim uyguladığımız bir yöntem var. Müzik, resim, bilgisayar, teknoloji tasarım. Bu dört dersi aynı saatte seçme şansı veriyoruz çocuklara. Bir grup çocuk bilgisayarı tercih ederken bir grup çocuk müziği tercih ediyor. Başka bir grup resmi tercih ediyor. Ve gönüllü olarak geldikleri için o kadar verimli oluyor ki, çok dikkatli bir şekilde ders işliyoruz. Burada temel soru şu: Seçim yapma hakkı sunmadığı için okullar sıkıntı doğuyor. Temel sanat felsefesini çok kolay öğretebilirsiniz çocuğa. Dayatmamak şartıyla. Biz okulda da Tasarım Merkezinde de öğrencilerimle çok verimli dersler işliyoruz. Bir sanat eserini nasıl yorumlayacağız, buradan ne anlam çıkar? Mesela bununla ilgili bir form doldurtuyoruz. Sen bu resimde ne görüyorsun, bu sana ne çağrıştırıyor? Hangi tekrarlar var? Bu resmin tarihi bir değeri var mı? gibi sorularla eseri yorumlatıyoruz. Sanat eğitiminde, resim eğitiminde illaki şunun resmini yapacaksınız diye, mesela bir natürmort koyup illa bunu yapacaksın dememek lazım. Bir sürü yarışmalar oluyor çocuklara yönelik. Bu yarışmaların da formatının değişmesi lazım. Yarışmaların her zaman canlı olması lazım. Mesela Eyüpoğulları kolejinin düzenlediği yarışmalara benim öğrencilerim katıldığı zaman mutlaka ödül alıyorlar. 400 kişi orada salonda aynı anda 2 saat içinde resim yapıyorlar ve en iyisini oradaki hocaları ve usta bir ressam seçiyorlar.

Jürisi olduğum pek çok yarışmada müşahede ettiğim, büyüklerin müdahalesi çok fazla. Resimlere yardımları oluyor. Bunun yerine, okullardaki yetenekli öğrencileri İstanbul’da toplayıp, müzeleri gezdirip üç-dört gün, ona bir mekânda, büyükçe bir stadyumda mesela, binlerce çocuğa o şansı verebilir, orada aynı anda resim yaptırabiliriz.

– Çocuklara resim eğitimi vermek zor mu?

Sanatla alakalı olarak ya bilinçli üretici ya da bilinçli tüketici olmak gerekiyor. Eğer çevremizde yetenekli çocuklar varsa her zaman güzeli tespit etmek lazım. Rahmetli Süheyl Ünver, bir talebesi bir şey getirdiği zaman, şurayı şurayı çok güzel yapmışsın, der cümleye öyle başlarmış. Ben de bunu okulda uyguluyorum. Bir çocuk bana çalışmasını getirdiği zaman, şunları çok güzel yapmışsın ama şunları da değiştirsen iyi olur diye söylediğiniz zaman, hocam siz bizi hiç eleştirmiyorsunuz, diyorlar. Önce güzel olanı görmek ve onun değerini görmek gerekiyor. İlk akademiyi bitirdik resim öğretmenliği yapmaya başladım ama çok zorlandım. O iletişimi kuramadım. Gidip formasyon dersleri aldım. Haluk Yavuzer’in derslerine katıldım. Bununla ilgili çok araştırmalar yaptım. Karşımızdakini ne kadar anlarsak onun ne kadar değerli olduğunu hissettirebilirsek, onunla iletişime geçebiliyoruz. Değer verdiğiniz zaman onlar da size değer veriyorlar. Bundan on sene kadar önce bir devlet okuluna gittim. Ben yıllarca hep özel okullarda öğretmenlik yaptım. Bir devlet okuluna gittik, selam verdim çocuklara, bir müzik hocamız vardı. O masaya oturdu. Ben dolaşıyorum öğrencilerin arasında. Sınav başlamadan önce, bir anda kaynaştık öğrencilerle. Yan sınıflarda nasıl bağırıyor öğretmenler. Çat çat masalara vuruyorlar filan. Sınıfta bir sükûnet havası oluştu konuşuyoruz filan. Bir tane çocuk parmak kaldırdı, “hocam bağırmayacak mısınız” dedi. “Niye bağırayım ki” dedim. Muhabbet ettik, sınav bitti. Bizim okulda çalışan görevli hanımların çocukları varmış orada. Ertesi gün gelip bana teşekkür ettiler. Çocuklar demiş ki, “ilk defa bir hoca bize bağırıp çağırmadan konuştu, halimizi hatırımızı sordu. Muhabbet ettik filan.” Biz öğretmenlerin de kendimize bakmamız lazım. Bizim de hatamız çok fazla.

Ben çocuklara ressamın Monalisa için iki sene uğraştığını söylediğimde bunu anlayamıyorlardı. İki yıl onunla mı uğraşmış diyorlar. Michalengelo iki sene şapelde yaşamış mesela. Kolay bir şey değil bu. Ne kadar emek verildiğini bilirse çocuklarımız buna karşı bir ilgisi oluşacaktır.

– Bir resme nasıl başlanıyor?

“İlham sürekli gelir” der Picasso, “ama çalışırken gelmesi iyidir” der. İlham her insana gelir aslında açık olmak gerekiyor. Mesela ben resmi yaparken bir akış oluşuyor bir bakıyorsunuz resim bitmiş. Ama tabii bunun için çok çaba sarf etmeniz gerekiyor.

Buraya bir gün Kanada ikinci büyükelçisi imiş Ankara’da, o geldi. Upuzun ince bir tuvale bir resim yapmışım. Resimde kubbeler filan var ama minare hiç yok resimde. Buna minare yaparsanız alırım dedi. Bir yabancı İstanbul’u minaresiz düşünemiyor. Bir Fransız şarkı var, minarelerle anlatıyor İstanbul’u.

Bir de İstanbul’un silueti o Ayasofya ile Sultanahmet’in yan yana gelmesi, orada Mimar Sinan Ayasofya’daki minareleri bile farklı farklı yapmış ki, siluete baktığınız zaman, ters ışıkta koyu renklerle gördüğünüz zaman farklı bir siluet çıkar. Defalarca çalıştım mesela ben onu. Monet Noturdam kilisesini ışığın yansımasına göre defalarca çalışmış.

Resim öyle evrensel bir dil ki, sizin yaptığınız şiir olsa mesela bu bir anda karşındakini yakalamayabilir. Dili bilmeyen biri için bizim divan şiirimizi anlamak zordur mesela. Resimde her bakan bir şeyler bulabiliyor. Buraya çok yabancı geliyor. Ama Batılılarda şunu gördüm. Mesela bir mühendis geliyor, resim bilgisi o kadar fazla ki, müzeleri dolaşmış, dünyayı dolaşmış. Bu kültürü biliyor.

Turgut Cansever, okulu bitirdikten sonra babası cebine para koyuyor. Diyor ki, “oğlum birkaç yıl dünyayı dolaş.” O ufuk oluştuktan sonra… O zaman hissedersiniz işte, İstanbul’daki o manevi havayı, o tarihi…

“Güzelin yaygınlaşması lazım”

– “Şiir de resim de gizleme sanatıdır” diyor Mirzabeyoğlu, şiir de gizler, resim de gizler.

Cemal Toy: Aslında orada bakan kişiye göre eser yeniden oluşuyor. Şiiri herkes okur ama herkes bambaşka hislerle okur. 4-5 yaşındaki çocuklar birlikte oynarken, aslında tek başına kendi hayal dünyasıyla oynar aslında. Sanat eseri de böyle sanki. Kendi iç dünyamızda bir şeyler oluyor ve tuvale yansıyor.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Cemal Toy: Burada bize düşen şu, yetenekleri tesbit edip o yetenekleri teşvik etmek. Sanatın her dalında.

Peygamberimiz Hazreti Ali Efendimize, “git şu kabileyi Müslüman yap” diyor. “Hepsini mi” diyor Hazreti Ali. “Evet hepsini” diyor. “Nasıl yapacağım” diyor. “Bir kişiyle başla” diyor. İşte o bir kişiyi bulabilmek. Gidiyor orada topluma bakıyor. Bir kişiyi seçiyor ve anlatıyor ona İslâm’ı. Herhalde başarılı olamayacağım diye düşünüyor. Sonra bir gün geliyorlar o kabilenin hepsi, diyorlar ki “biz hepimiz Müslüman olacağız ama Peygamberimizin huzurunda”… Hepsi Müslüman oluyorlar. Göz göze geliyorlar Hazreti Ali efendimizle Peygamberimiz, “ben sana demedim mi” diyor.

Bir kişi değiştiriyor her şeyi. Toplum sanattan anlamıyorsa, anlayanlarla devam edelim. Okulda da bunu yapıyorum. Bir çocuğun ilgisini uyandırınca, o arkadaşlarını da etkiliyor. Atalarımız “kötünün söylenmesini bile örtün” der. Güzelin yaygınlaşması, estetik olanın yaygınlaşması lazım.

Akademya Dergisi, III. Dönem, 4. Sayısı


Müteal-Aşkın Sanat

 Sinema deyince aklımıza ne geliyor? Böyle sorulunca, belli başlı bir tarif çıkmıyor hemen değil mi? Hollywood sinemasına hepimiz burun kıvırsak da, en çok izlenen, hasılat rekorları kıran filmler bunlar oluyor. Sinemaya gittiğimizde önümüze yığılan fantastik, korku, bilim kurgu, komedi veya romantik filmlerin arasında güya seçim yapıyoruz.

Bize söylenilen şu: Her türlü özgürlüğün, seçme hürriyetinin, fikir özgürlüğünün olduğu bir çağda yaşıyoruz. Fakat sinema denilince önümüze koyulan ve seçmemiz istenen filmler çerçöp. Bunları izlemek ve bunlar arasından seçmek zorundayız. Seçme hürriyetimiz, “kapitalist düzen”in “çok izlenme ve çok hasılat yapma” ölçütüne göre sınırlandırılıyor. Bunu bütün sözde “seçme özgürlüklerimize” yayabiliriz. Seçenekleri kim belirliyor? Kendimizce beğendiğimiz, takip ettiğimiz yönetmenlerin filmlerini ise, sinema salonlarında istediğimiz zaman izleme imkânına sahip değiliz. Ya festival programlarını bekleyeceğiz. Yahut internete düşmesini. Buğday’ın gösterimi sırasında neler yaşandığını hatırlarsınız.

Sinemaya sanat gözüyle bakan, daha doğrusu sinemayı “kendini, varoluşunu ifade etme aracı” olarak gören yönetmenler, sinemayı bir tür eğlence endüstrisi olarak gören yönetmenlerden daha fazla olmasına rağmen, onların filmlerini izleyebilme imkânımız ne yazık ki sınırlı.

Mesela, “Aşkın Üslup” olarak adlandırılan bir akımdan söz ediliyor. Daha doğrusu, bazı yönetmenlerin filmlerinde kullandığı yöntemi “aşkın üslup” olarak adlandırıyor Paul Schrader. “Sinemada Aşkın Üslup” (İnsan Yayınları) isimli eserinde belirttiğine göre belli başlı iki temsilcisi var bu üslubun: Doğu’da Ozu, Batı’da Bresson. Biraz da Dreyer… 
Nedir “aşkın üslup”? “Aşkın-Müteal” kavramını açıklayarak başlıyor Paul Schrader: 

-“Aşkın, normal hissi tecrübelerin ötesindedir ve tabiatı itibariyle mündemiç-içkin olanın aşılmasıdır. Herkesin kabul ettiği bu gerçek dışında, hayatta ve sanatta aşkının tabiatı hakkında çok az fikir birliği vardır. (…) Aşkın kavramı doğrudan yahut dolaylı olarak şu anlamlarda kullanılabilmektedir: 1. Aşkınlık; Kutsal ve İdeal’in bizzat kendisi veya Mutlak Öteki, 2. Aşkınlığa dair bir şeyi ifade eden insan faaliyetleri ya da eserleri veya Mircae Eliade’nin tabiriyle hiyerofani-ilahi tezahür, 3. Derin bir psikolojik ihtiyacın ya da nevrozun (Freud) yahut dış bir psikolojik “öteki” gücün (Jung) oluşturduğu insan tecrübesi. (…)

Geleneksel Hristiyanlık ve Doğuya Özgü Sanat (yani Aşkın Sanat) hakkındaki çalışmasında Ananda Coomaraswamy bu durumu şöyle ifade eder: “Sanat en zirvesinde bile maksada ulaşmak için bir araçtan ibarettir, hatta kutsal kitaplarla ilgili sanat bile buğulu bir camın ardından bakmaktan öteye geçemez; her ne kadar bu hiç görememekten iyi olsa da, hakikatle karşı karşıya geldiğinde her tür tasvir imkânı yok olur.” Aşkın din gibi aşkın sanat da mistisizmle iç içedir;“mutlak din mistisizmdir, sessiz ve şekilsizdir. Mutlak sanat da aynı şekilde ne duyulabilir ne de görülebilir.” 

İslami, Hristiyani veya Zen sanat olamayacağını, sanatın mukaddesin huzurunda bulunabileceğini, aşkın sanatın da kutsal hislerin tasviri ya da ifadesi değil bizzat Kutsal’ın kendisini (aşkın olanı) ifade ettiğinin altını çiziyor. Bu anlamda Japon yönetmen Ozu’nun Zen inancı ile yaptığı filmleri ile Bresson’un kendi kültürel öğeleri ile bezeli filmlerinin, o “öğeleri” aşan bir “evrensel üslup” olduğunu anlatmaya çalışıyor. Yani Japon yönetmen Ozu ile Fransız yönetmen Bresson’un filmlerini aşkın sanatta buluşturan şeyin kullandıkları imajlardan çok “üslup”da belirginleştiğini vurgulamaya çalışıyor.

Eserde Ozu, Bresson ve Dreyer’in filmleri üzerinden “Aşkın Üslup” kavramını bir nevi inşa ediyor yazar ve bu sinemanın özelliklerini bu üç yönetmenin sineması üzerinden bir nevi tesbit ve tahlil ediyor.

Mesela Ozu hakkında şöyle yazıyor:
“Ozu, Japon kültüründe Aşkın anlatımı yeniden canlandırma ihtiyacı ya da bu anlatımı Doğu kültürüne aşılama ihtiyacı duymamış, onu sadece sinemaya uyarlamıştır. Ozu geleneksel Japon düşüncesi ve sanatını temsil eder ve Doğulu geleneğin manevi yükünü tabiatı itibariyle modern ve anarşist olan film aygıtına yükler. (…) Ozu eski geleneği yeni bir biçime oturtma çabasındadır. Japonya’da modern uygarlık yalnızca yüz yaşındadır ve iki bin yıldır süregelen bir medeniyetin üzerine yapılan bir ciladan ibarettir; Ozu’nun filmlerinde Zen sanatı ve düşüncesi medeniyetin kendisidir, sinema sadece onun cilasıdır. (…) Sinema çağdaş Japonya için Batılaştırıcı etkilerin başında gelir ve Ozu geleneksel değerleri yaşatmak için mücadele etmiş ve popüler trendlere karşı koymuştur, bunun için Japon gençliğinin büyük bir kısmı tarafından hala mürteci olarak kabul edilmektedir. Ozu sinemada aşkın üslubu benimseyerek bir bakıma modaya karşı gelmiştir fakat onun karşılaştığı direnç, Fransada estetik bir öncül bulabilmek için skolastiklere kadar gitmek zorunda kalan ve ticari başarı ve kitlesel bilinirlik bakımından umutsuz vaka olan Bresson’un karşılaştığı dirençle mukayese edildiğinde devede kulak kalır.”

Bresson hakkında da şu değerlendirmede bulunur:
“Ozu gibi Bresson da biçimcidir: “Film bir gösteri değil, her şeyden önce üsluptur”. Bresson’un filmden filme konudan konuya çok az değişiklik gösteren, sabit öngörülebilir bir üslubu vardır. (…) Bresson’un kendi sanatıyla ilgili açıklamaları da dini biçim ve ritüellere uygulanabilecek türdendir: “Bir filmin konusu sadece bir bahanedir. Biçim içeriğe oranla seyirciye daha fazla temas eder ve seyirciyi eğitir.” (…) Hem Ozu hem Bresson geleneksel dini tarzda biçimcidirler. Onlar inancı aşılamak için biçimi temel yöntem olarak kullanırlar. Bu, seyirciyi yapım sürecinin etkin bir katılımcısı yapar, yani seyirci bağlamsal olarak biçime tepki vermek zorundadır.  (…) Bresson: “Biçime çok büyük önem veriyorum, devasa bir önem. Ve de biçimin ritme götürdüğüne inanıyorum. Şimdi bütün ritimler güçlü. Seyirciye erişmek her şeyden önce bir ritim meselesidir.”

Kısaca karmaşa, kaos içinde çeşitli hislerimizi harekete geçirip anlık doyumlar sağlayan bir nevi nefsimize hitap eden popüler sinema bir yanda, bizi maneviyatımızdan veya ruhumuzdan yakalamaya çalışan, ahenk ve ritim sineması, “aşkın sanat” diğer yanda. 

Paul Schrader’in 1972 yılında keleme aldığı “Sinemada Aşkın Üslup” isimli eserini İnsan Yayınları’ndan edinebilirsiniz. Son bir not: Tercümede bir üslup sorunu var, kitabı okumayı zorlaştırıyor.

Baran Dergisi 601. Sayı

Semih Kaplanoğlu ile Hayat, Sinema ve “Buğday” Üzerine

Röportaj: Gülçin Şenel | Fotoğraf: Yağmur Dinç Semih Kaplanoğlu Kimdir? Semih Kaplanoğlu, 4 Nisan 1963 tarihinde İzmir’de dünyaya geldi. Dok...