2 Temmuz 2009 Perşembe

MAALOUF’TAN ÇÖKEN MEDENİYETE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

Lübnan asıllı Fransız Amin Maalouf, bir roman yazarı. Hıristiyan olmasına rağmen Arab olduğu için “Müslüman” zannedilen, romanlarına bakıldığında da “Ortadoğu hikayeleri” başlığı altında özetlenebilecek ve merkezinde İslâm motifinin yeraldığı kitablar kaleme alan, İslâm’ı da ilginç ve eksantrik semboller ve sırlardan ibaret bir halk kültürü olarak lanse eden, yani oryantalist bakış açısından kurtulamayan, medeniyetler ittifakını ve hoşgörüyü –tahmin edileceği üzere- hararetle savunan, dünyaca ünlü bir romancı.

Mayıs 2009’da, “Çivisi Çıkmış Dünya” adı altında bir deneme kitabı yayınlandı Maalouf’un. Kitabta, dünyanın “bu kötü durumundan” Batı’nın sorumlu olduğunu söylüyor. Maddî refahın hızla ilerlemesine karşın maneviyatın gerilemesine içerleyen yazar (Batı başka ne ki, yani ne bekliyordu?), bugüne kadar kimsenin farkedemediği (!) bir tesbitle, "asıl hızlanması gereken ahlakî gelişimimizdir ve teknolojik gelişim sürecine hızla ulaştırılmalıdır" diyor. Bize de bu müthiş (!) buluşu alkışlamak düşüyor.

Batının bulaştırdığı hastalıklardan, “Batı demokrasisi”ne yaslanarak kurtulacağımızı (!) “muştulayan” seri malı bir yazarla karşı karşıya bulunduğumuzu ilerleyen sayfalarda iyice kavrıyoruz. Kitabta, demokrasinin Arab ülkelerine neden giremediğinden de yakınan yazar, bir yandan Mısır’ın namlı diktatörü Nasır’a hayranlığını izhar ederken, diğer yandan da Atatürk’e olan ilgisini saklamıyor. Sözkonusu “çığır açıcılar”dan sonra iki ülke de “demokrasi”yle tıkabasa doyurulsa gerek zâhir. Hatta o kadar doyuruldu ki, insanların ağızlarından burunlarından, bu iki memleketin her köşesinden kan fışkırdı yıllar yılı. Zaten Türkiye medyası bu kitabı, “Atatürk ve Türkiye hakkında önemli şeyler söylüyor” diyerek duyurdu. Kitabta bu konuyla ilgili pasaj ise şöyle:

“Birinci Dünya Savaşı’nın ertesinde, bugünkü Türkiye toprakları çeşitli İtilaf orduları arasında paylaşılırken ve Versailles’da yahud Sèvres’de toplanan Batılı güçler duygusuz biçimde insanlara ve topraklara sahib olurken, Osmanlı ordusunun bu subayı galiblere hayır deme cesaretini göstermiştir. Birçokları karşılaştıkları haksızlıklardan yakınırken, Mustafa Kemal Paşa silaha sarılmış, ülkesini işgal eden yabancı birlikleri kovmuş ve diğer güçleri tasarılarını gözden geçirmek zorunda bırakmıştır. Bu ender rastlanan tutum –söylemek istediğim, hem yenilmez olarak ün salmış düşmanlarına direnme gözüpekliğini sergilemesi, hem de bu savaşımdan galib çıkması– onun meşruiyet kazanmasına yol açmıştır. Kısa süre içinde, “ulusun kurucusu” konumuna gelen eski subayın Türkiye’yi ve Türkleri istediği gibi yeniden biçimlendirmek için uzun süreli bir gücü vardır artık. Azimle işe koyulur. Osmanlı hanedanına son verir, halifeliği kaldırır, din ile devlet işlerini birbirinden ayırır, sıkı bir laik sistem kurar, halkından Avrupalılaşmasını ister, Arab alfabesinin yerine Latin alfabesini koyar, erkeklerin sakal tıraşı olmasını, kadınlarınsa peçelerini çıkarmasını zorunlu kılar, kendi başındaki an’anevî başlık yerine Batı tarzı şık bir şapka kullanmaya başlar. Halkı da onu izlemiştir. Çok da şikâyet etmeden, gelenekleri ve inanışları altüst etmesine izin vermiştir. Neden? Çünkü halkını tekrar gururlandırmıştır. Halka haysiyetini geri veren kişi ona pek çok şeyi kabul ettirebilir. Ondan fedakârlıklar, kısıtlamalar isteyebilir ve hatta buyurganca davranabilir; halk yine de onu dinleyecek, savunacak, onun sözünü dinleyecektir; sonsuza dek değil, ama uzun süreliğine.”

Bizim “İnkılap Tarihi” ders kitablarını aratmayacak “net”likteki bu dahiyane yoruma (!) söyleyecek sözümüz yok. Ama şu var ki, aslında yazar açıktan açığa güya demokrasi isterken, gizliden gizliye de Müslüman dünyaya bu demokrasinin “zorla” girmesinden yana olduğunu verdiği örneklerle ortaya koyuyor. Yani bizde artık deyim haline gelmiş “halka rağmen, halk için demokrasi”yi savunuyor. Bunu bir başka (“Yolların Başlangıcı”) kitabında, “Doğu’nun altüst oluşunu” görmek için hasretle bekleyen dedesinin Atatürk sevgisini açıklarken ifşa ediyor:

“Dedem o yıl Kemal Atatürk için neden yanıp tutuşuyordu! Bunu, yazışmalarının hiçbir yerinde açıklamıyor ama nedenini sezmek benim için güç değil. O ki, öteden beri Doğu'nun altüst oluşunu görmeyi düşlüyordu, o ki, hayatını geçmişe hayranlığa karşı, geleneklerin boğucu ağırlığına karşı ve giyime kuşama varıncaya kadar modernliğe ulaşmak için savaşmakla geçirmişti, savaş sonrasında Türkiye'de olup bitene duyarsız kalamazdı: Selanik'te doğan, orada eğitim gören, oranın ‘Aydınlanma'sı ile beslenen bir Osmanlı subayı, eski düzeni yıkacağını, imparatorluktan geriye kalanı, gerekirse zorla, yeni yüzyıla sokacağını ilan ediyordu.”

Yani, bir yandan geçmişinden, dedesinden gelen bir “Doğu-İslâm” düşmanlığını hem de “modernliğin” temsilciliğini yapan yazar, “Batı” hayranlığını gizlemiyor. Hadiseyi anlatırken kullandığı üslub her ne kadar yine bizim İnkılap Tarihi ders kitablarını aratmasa da (elinde bunlardan bir tane olduğunu ciddi ciddi düşünüyoruz), kafasının ardında yatan “aslan”ı görmemize yetiyor. Arab ülkelerindeki diktatörleri, eğer modern ve Batı yanlısı iseler “olumluyor”, eğer Saddam gibi bir “lider portresi” çiziyorlarsa hemen kıyasıya eleştirmeye başlıyor. “Hem Batılıyım hem Doğuluyum” diyor, ama bu lafta kalıyor; gönlü Batıdan yana…

“Medeniyetler çatışması”nın ne Batı’ya ne Doğu’ya yarayacağının altını çizen Maalouf, hem bugün gelinen “küresel kriz”, açlık, savaşlar ve felaketlerin sorumluluğunu Batıya yüklüyor, hem de Batıyı “değer” üreten bir medeniyet olarak takdim ediyor. Bize de “perhiz yapılacaksa, bu turşu ne?” diye sormak kalıyor:

“Kendi adıma, Batı uygarlığının diğer uygarlıklardan (Doğu’dan demek istiyor) daha fazla ‘evrensel’ değer ürettiğine inanıyorum hâlâ: ama onları başkalarına gerektiği gibi aktarmayı başaramadı. Bugün bütün dünyanın bedelini ödediği kusur bu.”

Batının ürettiği “evrensel değerler” nelerdir acaba? Hemen birini söyleyelim: Demokrasi. Batının bu “evrensel” demokrasi değerini pek samimi niyetlerle (!) ama gerektiği gibi aktaramayışı da yazar nazarında şöyle oluyor zâhir: Irak’ta Saddam’ı asması, kadınlara tecavüz etmesi, çoluk çocuk demeden öldürmesi gibi. Yahud Afganistan’da Taliban yanlısı diye köylere bomba yağdırması gibi. Hay Allah! “İnsanperver Batı” (!), bu kadar “yüce bir değer” olan demokrasiyi, bir türlü lâyıkıyla getiremedi zavallı Doğu’ya! Tek kusuru bu! Yoksa yazar için, aynı soydan diğer tüm yazarlar gibi, “pir-ü pâk”lar elbette (!).

Velhasıl Amin Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya” derken ve aslında Batı’yı eleştirir “gibi” yaparken, onun ürettiği değerlerin, dünyanın geri kalmış ve demokrasi nimetinden(!) mahrum “çoğunluğu”na, içinde “savaş” olmayan bir üslubla aktarılmasından yana olduğunu söylüyor. Eh buna da özetle “hoşgörü” diyorlar… Böylece bizdeki hoşgörücülerin de niyetlerini bilmeden ifşâ ediyor: Batılı değerlere sahip Müslüman(!)lar üretmek! Yazımızı okuyan (Batıyı, Batıcılığı ve Batının muharref dinlerini!) hoşgörürler hiç bekletmeden “Âmen” demiştir eminiz.

Bizim diyeceğimizse şu: “Sizin dininiz size!”

Aylık Dergisi, Temmuz 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com

Hiç yorum yok: