2 Haziran 2009 Salı

BEDEN Mİ İHTİYARLAR, RUH MU?


“Her meyvenin kendi içinde çekirdeğini taşıması gibi, insan da kendi içinde taşır ölümü”

Rilke


Batılı eleştirmenler, Simone de Beauvoir’ın en güzel kitabının “Yaşlılık” isimli eseri olduğunu söylüyorlar. Kadın üzerine yazdığı onlarca kitab bir yana, “Yaşlılık” bir yana… Niçin? Yaşlanmaya başladığı bir dönemde kaleme aldığı bu kitab, feminist bakış açısıyla yazdığı kitablardan daha içten, daha samimi gelmiş olabilir mi? Olabilir:

“İnsanlar yaşlılıkta ölümü daha kolay benimsiyorlar. Sonra erkekler de, kadınlar da yaşlılıkta bir aşağılık durum, bir düşüş buluyorlar; insanın yaşlanınca kendi kendinin karikatürü olacağını düşünüyorlar. (İçinde bulunduğumuz dünyanın şartlarına göre çokluk doğrudur bu.) Toplumumuzda yaşlı kişilerle ilgilenen, ilgilenmesi gereken kurumlarca onlara sağlanan yaşama şartları utanılacak seviyededir. Bir şey daha itti beni bu kitabı yazmaya: Kırk yaşımdayken kendimi öbür kadınlar gibi bir kadın olarak görüyordum. Bir erkek nasıl erkekse, ben de kadındım. O sırada “İkinci Cinsiyet”i yazdım. Yaşım altmışa gelince de kendimi artık yaşlılar arasında görmeye başladım. Onların sorunları benim sorunlarım oldu. (…) Amerika kendi sözlüğünden “ölü” kelimesini çıkarmıştır. Amerika’da “kaybolmuş sayın kişi”den sözedilir. Hatta bu ülke ileri yaşlara her türlü referansı vermekten kaçınır. Bugün Fransa’da ihtiyarlık yasak bir konudur. Nesnelerin Gücü’nün sonunda bu yasağı çiğnediğimde, amanın nasıl da şimşekleri üzerime çektim anlatamam! Kabul etmeli, yaşlılığın eşiğindeydim, bu, yaşlılığın bütün kadınları gözlediği, onlardan pek çoğunu da pençesinin altına aldığı ân demekti.” (1)

Eserinde biyolojik, tarihî ve kültürel olarak “yaşlılık”ı inceleyen yazar, kapitalist batı toplumunun ihtiyarlara biçtiği rolden rahatsızdır. Onları toplumun yükü halinde gören anlayışı şu sözlerle eleştirir:

“Emekliler, yalnızlık ve can sıkıntısı içine atılıp, tam bir gözden düşmeyle nebatî (bitkisel) bir hayata mahkûm edilir. Hayatının son onbeş veya yirmi yılında bir insana artık “hiç” gözüyle bakılması, bizim medeniyetimizin başarısızlığı değil de nedir? İhtiyarları yürüyen ölüler değil de, yaş yaşayıp güngörmüş insanlar yerine korsak; anlattığımız bu apaçık durum bizi boğar, bunaltır.” (2)

Eseri boyunca verdiği örnekler, batı idrakinin yaşlılık halini menfi bir durum olarak gördüğünü gösteriyor. Öyle ki, “yaşlıların Roma’da bir çukura atılıp öldürüldüğü muhtemeldir” diyor.

İhtiyarlık konusunu Simone de Beauvoir gibi bir feminist yazarın dilinden okumamız boşuna değil. Günümüzde kadınların yaşlanması, kırışıklıklarının artması, kilo alması, bedeninin bozulması kabul edilir bir şey değil çünkü. Her yaşta güzel olmanın formüllerini veren kozmetik dünyası, estetik cerrahi, tıbbî gelişmeler, bir nevî “ölümsüzlüğün” çaresini bulduğunu söylüyor. Günümüzde kadınlar için yaşlanmak ayıb, kırışıklıkların artması felaket, kilo almak ise facia olarak değerlendiriliyor. Simone de Beauvoir, yaşlanmış bir feminist kadın olarak, yaşlılığı kabullenmek ve hor görmemekten bahsederken, günümüz kadınları yaşlanmak istemiyor. Beauvoir’in bu kitabı yazmasının üzerinden sadece 39 yıl geçmiş olmasına rağmen, günümüzde “yaşlılık” idraki, onun bıraktığı yerden daha kötü bir durumda. Genç nüfusu gittikçe azalan yaşlı Avrupa, kendini daha genç göstermek istemekte belki de haklıdır. Ancak bu durum sadece batılı idrak için geçerli değil artık, ülkemizde de yaşlılığa uzak durulması gereken bir illetmiş gibi bakılıyor.

Sonsuz bir mutluluk ve gençlik vaadeden kapitalist hayat tarzı, ihtiyarlamayı yok sayıyor ve “genç görünmenin sırları”nı fısıldayıp duruyor. Görünmek “olma”nın önüne geçtiğinden beri, artık insanlar, “yaşı 80 ama 50’sinde gibi duruyor”, “estetikle 40 yaş genç görünüyor”. Nerde kaldı bizim “ruhu genç” tabirimiz? Kimse yaşlanmak, yaşlı görünmek istemez. Ancak eğer bu bir propaganda hâline gelirse, kimse yaşlıları da görmek istememeye başlar. Sokağa terkedilmiş, yalnız bırakılmış, huzurevlerine emanet edilmiş yaşlılar, bu görmek istememenin sadece bir sonucudur.

Hâlbuki biz Müslümanlar için ihtiyarlık, derin bir saygı ve hürmet uyandırırdı. Sadece Müslümanlar için değil elbet, belki bütün bir doğu toplumu için böyleydi bu. Onların hayat tecrübeleri, gençlerin rehberi olur, ailenin başköşesinde onlar oturur, yaşı ilerlemiş âlimler daha bir saygı görür, yaşlı bilgeler, aksakallı dedeler, halk masallarımızın başkahramanları olarak anlatılırdı. Köylerimizde “Yaşlılar Heyeti”nin sözü geçer, evlerimizde dedelerimizin nasihatleri dinlenirdi. Velhasıl, bir zamanlar ruhları gencecik nice yaşlılar vardı; bugünse ruhları yaşlanmış gençler, genç kalmak için çırpınanlar var artık. Gerçi kendi ruhlarına bir baksalar! Çoktan ölmüş bir ruhun, genç bir bedenle yapabileceği doğrusu fazla ne var? Hâlbuki sonsuz gençlik ruhtadır, beden yaşlansa da eğer gıdası kesilmezse ruh bir çocuk kadar genç kalır…

Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünyaya yapışmış, yarın ölecekmiş gibi öte dünyaya çalışmayı boş vermiş günümüz insanı (müslümanı da), dinin-İslâm’ın, bu dünya için manevî huzur vaat etmekten başka bir mânâsı olmadığını düşünüyor ve öyle yaşıyor. Bu sebeble ruhunun yaşlandığını bilmeden, bedeninin yaşlanmasını istemiyor, yaşlıları gözünün önünden kaldırmaya bakıyor.

İhtiyar kelimesi “yaşlanmış kimse” anlamına geliyor. Ancak yine aynı kelime ıstılahî olarak, razı olmak, katlanmak, seçmek, uygun görmek, seçilmek mânâlarına geliyor. Yani ihtiyarlamayı ihtiyar etmemiz gerekiyor, yoksa ihtiyarlık bizi zaten gelip buluyor.

1) Simone de Beauvoir, Yaşlılık –İlk Çağı-, Milliyet Yay., İstanbul 1970, s. 9-11

2) A.g.e., s.19


Aylık Dergisi, Haziran 2009

Hiç yorum yok: