#tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
#tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Şubat 2025 Pazartesi

Tarih Muhasebesiz Bir Tarih Didişmesi

 – “Sağ, muhafazakâr, İslâmcı siyasetler, aslında öteden beri, bazı tarihsel kodlar üzerinden Cumhuriyet, modernleşme ve laikliği eleştiri konusu yapmaya çalışıyor. II. Abdülhamit’i İslâmcı bir sultan halife olarak kutsuyor, Vahdettin tartışması üzerinden Milli Mücadele anlatısına karşı çıkıyor, Lozan’ı bedeli halifelik ve İslâmi kimlik olan bir hezimet ve dahi ihanet vesikası olarak görüyor. Sağ, muhafazakâr, İslâmcı siyaset geleneği Kemalist resmi tarih yazımcılığına karşı, özellikle ellili yıllardan itibaren alternatif bir tarih anlatısı kurguluyor, siyasi iddialarını bu kurgu içine oturtuyor. Bu anlatıya göre, Osmanlı modernleşme hareketlerinin tümü, İkinci Meşrutiyet’in ilanı ve nihayet Cumhuriyet’in kuruluşu; İslâma karşı savaş yürüten Batılıların komplosu ve bu komploya hizmet eden bir ihanetler zinciri. Mesele özetle bu, “değil” diyen beri gelsin!””

Böyle demiş Nuray Mert, Cumhuriyet gazetesindeki 3 Ekim 2016 tarihli “Mesele Lozan Değil” başlıklı yazısında. Kendi zâviyesinden yaptığı genel bir “durum tesbiti” olarak doğru mu; doğru. Evet ama mesele sadece bu değil. Türkiye’de “İslâmcı siyaset” diye kestirip attığınız kesim kim? Ve bu kesimin bir “tarih muhasebesi” var mı?

Gayet açık ve kesin bir hüküm olarak söyleyelim: Türkiye’de Necib Fazıl’dan başka “tarih muhasebesi” diye bir konuyu “mesele” edinmiş biri daha yoktur. Bu anlamda O’nun ortaya koyduğu “tarih muhasebesi”nde “çöküş”, o bahsini ettiğiniz Lozan’la veya Tanzimat hareketleriyle filan başlamaz. Daha derinlerden, Kanuni’den itibaren başlar. Ondan sonra “aşkını ve ruhunu kaybetmiş” devirler başlar. Lozan gibi bir sürece nasıl gelindiği, “tarih muhasebesi” olmadan anlaşılamaz ve anlatılamaz. Ayrıntısına girmeyelim.

Dolayısıyla, İslâmcı denilen siyasetçilerin çoğu da, İslâmî bir dünya görüşünü (Büyük Doğu) ortaya koymuş bir mütefekkirin (Necib Fazıl’ın) “tarih muhasebesi”nden habersizdirler. Bu sebeble de Nuray Mert gibi köşe yazarlarının bile dilinde, sanki Müslümanların “tarih muhasebesi”nde “çöküş” Lozan’la başlamış gibi bir algı oluşur. İslâmcı mücadele de böyle köksüz ve gerekçeleri ortaya konmamış bir hareketmiş gibi algılanır ve sorguya çekilir. Aslen böyle değildir fakat gömlek yanlış yerden iliklenince, “söylediklerinden” yola çıkarak muhatabın tenkid eder seni.

Durum böyle olunca, devamı da şöyle gelişir tabiî olarak:

– “Peki, böyle düşünenler olamaz mı, tabii ki olur. Hadi geçmişte yasal sınırlar, baskılar sonucu görüşlerini açıkça dile getirmiyorlardı, ama artık daha açık konuşsunlar ki hakkıyla asıl tartışmayı yapabilelim. Zira, laiklik, modernlik, Cumhuriyet gibi temel kavramları açık ve dürüst bir biçimde tartışmadığımız sürece, didişme bitmediği gibi, ikiyüzlülük ortalığı kaplıyor. “Laiklik İslâma, bizim inancımıza ters” diyen açıkça söylesin, dahası alternatif olarak nasıl bir din-siyaset ilişkisi önerdiğini izah etsin, tartışalım. Kim ne kadar ikna oluyor ortaya çıksın, mesela Medeni Kanun’un yerini şeri kanunun almasına dindar, muhafazakâr, İslâmcılar ve bilhassa bu çevrenin kadınları ne diyor, bilelim. Hilafetten ne kastediyorsunuz? Velev ki arzuladığınız gibi Türkiye hilafetin merkezi oldu, dünya Müslümanları bu işe ne diyecek anlayalım. Velev ki, Lozan çok ama çok yanlış bir anlaşma, kandırmaca idi, Musul, Halep böylece elden gitti, Yunan adalarını alacakken gaflet ile Yunanistan’a terk ettiler, geri mi alacaksınız? Hem de daha Suriye’de 45 kilometre derinliğe ulaşılamamış, güvenli bölge gibi meşru bir talebi bile uluslararası çevreye kabul ettirememişken!”

Nuray Mert

Biz tartışmaya ve bu konularda görüşlerimizi açıklamaya hazırız. Üstelik Haliç Kongre Merkezi’nde Salih Mirzabeyoğlu her kesimi bu temel meselelerde “kendini ifade etmeye” davet etmiş ama hiçbir kesimden “ses” çıkmamışken… Tüm bu sessizliğe rağmen, hazırız. Ama İslâmcı siyasetin bu konuda “günübirlik refleksleriyle” de bu geminin yürümeyeceğini anlaması lazım değil mi?

Yani dünya görüşünüz yoksa, buna bağlı bir “tarih muhasebeniz” yoksa, günübirlik siyasi atraksiyonlarla ortalığa dökülürseniz, sözkonusu yazısının devamında yaptığı şekilde Nuray Mert gibileri sorarlar adama:

– “Saltanatın kaldırılmasına ne diyorsunuz, konu “Osmanlı gücüne ihanet”se o da ihanet mi, değilse niye? Neden Cumhuriyet’i tercih ediyorsunuz? Laiklik Batı icadı, milli bünyeye karşı da demokrasi “Batı icadı” değil mi? Niye halkımız “demokrasi” uğruna şehit oluyor, Şehitler Günü ilan ediliyor? Madem konu evrensel değerler falan değil, Batı icadı, “Batı’nın İslâm dünyasını boyunduruk altına alma aracı”, yüzyıldan uzun zamandır neden karar veremediniz “Batı’nın nesini alalım, nesini almayalım” meselesine. Kapitalizm de Batı icadı değil mi, neden ona karşı çıkmak bir yana, bunca sarılıyorsunuz?”

Açık söyleyelim: Bu soruların muhatabı olarak biz kendimizi görmüyoruz. Neden? Çünkü ne şehitlerimiz “demokrasi şehidi”, ne bizim mücadelemiz “laik cumhuriyeti” koruma kollama mücadelesi. Büyük Doğu-İBDA fikir ve aksiyon hareketinin hedefi-hedefleri bellidir. Biz “demokrasi”yi “en iyi yönetim biçimi” filan olarak görmeyiz. Dileyenler Salih Mirzabeyoğlu’nun “Başyücelik Devleti-Yeni Dünya Düzeni” isimli eserini okuyabilir. Bizim davamız belli, bizim derdimiz belli, yolumuz belli.

Üstelik “İslâmcı siyasetçiler”i bir kenara bırakırsak, Müslüman Anadolu halkının derdi de “laik cumhuriyet” filan değil. Bunu 15 Temmuz’da hep beraber gördük.

Bugün gelinen noktada, İslâmcı siyasetin kendini “muhasebe etmesi” gerekmez mi? 1950’lilerden bu yana Üstad Necib Fazıl’ı dinlemeyen siyasetçiler, bugün hâlâ aynı inatla Büyük Doğu-İBDA’yı, onun ortaya koyduğu fikri, aksiyonu, siyaseti, tarih muhasebesini görmezden gelmeye devam mı edecekler? Fetö gibi bugün artık ahtapot gibi her yanımızı sarmış bir “zihin sulandırma” örgütünü, yıllarca “hocaefendi” diye başımıza musallat edenlerin bir kısmı da, bu ülkenin siyasi, ahlâkî, İslâmî “güdücüleri” değil mi? İbda’yı da, ona tâ 1990’larda “Fettoş” dedi diye, onun “Batı ajanı” olduğuna dair yayınlar yaptı diye dışlayan aynı zümre değil mi?

Dünya görüşünüz yoksa, ferasetiniz yoktur, basiretiniz yoktur. Bugün söylediğinizi yarın yalanlamak zorunda kalmaktan bıkmadınız mı diye sormadan edemiyoruz.

Haftalık Baran Dergisi, 6 Ekim 2016

Fuat Sezgin Hoca’nın Bize Mirası

 Hayreddin Soykan’la her hafta yaklaşık 40 dakika kadar görüşebiliyoruz. Her görüşmemizde dil öğrenmenin özellikle kadîm dilleri öğrenmenin öneminden bahsedip kendi çalışmalarını anlatır. Geçtiğimiz pazartesi günü de rahmetli Fuat Sezgin Hoca hakkında sohbet ettik. Onun neredeyse kaybolmuş pek çok dili de bildiğinden bahsederek şu anekdotu aktardı:

“Fuat Sezgin’in hocası ona şu suali sormuş: Kaç dil biliyorsun? Fuat Hoca, az bildiklerini de ekleyerek “11 dil biliyorum” demiş. “İlim adamı olmak için bu yeterli değil” demiş. Bunun üzerine kendini bir yıl bilmediği dilleri öğrenmeye vermiş ve onlarca dili daha hafızasına nakşetmiş.”

Süryanice de dahil 27 dil bilen Fuat Sezgin’in hocası Helmutt Ritter 32 dil biliyordu. İspanyol oryantalist Nicel 54 dile hakimdi.

Fuat Hoca’nın herhalde en önemli vasfı “çalışma disiplini” olsa gerek. Günde 14 saat çalıştığını söylemişti bir röportajında. Ve bunu da az bulduğunu, gençliğinde 17 saatten fazla çalışabildiğini… 

Günde 17 saat çalışarak 6 ayda 30 ciltlik Taberi Tefsirini okuyarak Arapça öğrenmiş bir ilim adamından bahsediyoruz.

Ansiklopedik çapta ortaya koyduğu İslâm Bilim Tarihi üzerine eserleri, (ki bir kısmı hâlen Türkçe’ye tercüme edilmeyi bekliyor) her ilim adamının elinin altında olması gereken çok önemli eserler. 18. cildi üzerinde çalışmaya devam ettiği “Arap-İslâm Bilim Tarihi” isimli eseri de alanındaki en ciddi çalışmalardan birisi.

Coğrafya, tıp, matematik, astronomi, müzik, felsefe gibi orijinal eserlerin tıpkıbasımlarını ve bu konuda araştırmalar yapmış batılı bilim adamlarının çalışmalarının yeniden basımlarını içeren 1300 cilt civarındaki eser, Fuat Hoca’nın hayatını nasıl geçirdiğini anlamamıza yardımcı olur sanıyorum. Bunların dışında “Geschichte des Arabischen Schrittums (GAS)” adıyla dünyada tanınan 13 ciltlik eseri;

Wissenschaft Und Technik im Islam (İslâm’da Bilim ve Teknik) adlı 5 ciltlik katalog çalışmasını da eklemek gerekiyor. Bu eserlerin onlarca dile çevrildiğini de kaydedelim.

Ayrıca dil ile bu kadar meşgul bir insan olarak filoloji, iştikak ve ebced konularında da uzmanlığı olduğunu talebeleri anlatıyor. Mesela bir dönem talebesi olduğunu söyleyen Celal Şengör, “ebced hesabını” Fuat Hoca’dan öğrendiğini söylüyor.

Kısaca Hayat Hikâyesi

Fuat Sezgin 1924’te Bitlis’te dünyaya geldi. 1943’te İstanbul’a geldi. İstanbul Üniversitesi Şarkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nde alanında en tanınmış uzmanlardan Alman şarkiyatçı Helmut Ritter’in öğrencisi olan Sezgin, Ritter’in tavsiyesi üzerine İslâm bilimlerine yöneldi. Sezgin, 1951’de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirdikten sonra, Arap Dili ve Edebiyatı üzerinde doktora yaptı. “Buhari’nin Kaynakları” konulu doktora tezini tamamlayan Sezgin, 1954’te doçent oldu. Sezgin, bu çalışmasıyla hadis kaynağı olarak önemli bir yere sahip olan Buhari’nin, sadece sözlü kaynaklara değil yazılı kaynaklara dayandığı tezini ortaya attı. 

Türkiye’de 1960’ta askeri darbenin iktidara getirdiği hükümet tarafından hazırlanan ve 147 akademisyenin üniversitelerden men edildiği listede kendi adının da bulunması üzerine Türkiye’den ayrılarak Frankfurt Üniversitesi’nde çalışmalarına devam etti. Cabir ibn Hayyan konusunda 1965’te yazdığı ikinci doktora tezini Frankfurt Üniversitesi “Institut für Geschichte der Naturwissenschaften”a sunan ve bir yıl sonra profesör unvanını kazanan Sezgin, aynı yıl kendisi gibi şarkiyatçı olan Ursula Sezgin ile evlendi. Sezgin’in kızı Hilal, 1970’te dünyaya geldi. 

İnsanlık tarihinin başlangıcından bugüne kadar sahasında yazılan en kapsamlı eser olan Arap-İslâm Bilim Tarihi’nin ilk cildini, 1967’de tamamlayan Fuat Hoca, 17 ciltten oluşan eserin 18. cildini yazıyordu. Süryanice, İbranice, Latince, Arapça ve Almanca da dahil 27 dili çok iyi derecede biliyordu. İstanbul İslâm Bilim ve Teknoloji Müzesi’nin faaliyetlerini desteklemek amacıyla 2010’da “Prof. Dr. Fuat Sezgin İslâm Bilim Tarihi Araştırmaları Vakfı” kuruldu. Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi bünyesinde kurulan Prof. Dr. Fuat Sezgin İslâm Bilim Tarihi Enstitüsü ise 2013 yılında faaliyetlerine başladı.

Uluslararası çeşitli akademilerin üyesi de olan Prof. Dr. Fuat Sezgin, yaşamı boyunca Kahire Arap Dili Akademisi, Şam Arap Dili Akademisi, Fas Rabat Kraliyet Akademisi, Bağdat Arap Dili Akademisi, Türkiye Bilimler Akademisi şeref üyeliği de dahil olmak üzere çok sayıda önemli ödül ve nişana layık görüldü. Türkiye’de de pek çok üniversiteden ödüller almıştır. 

Prof. Dr. Fuat Sezgin’in öncülüğünde kurulan İstanbul İslâm Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi de üstün nitelikli eser ve ortaya konan özgün çalışmalardan dolayı kurum statüsünde Kültür ve Turizm Bakanlığı 2016 Özel Ödülü’ne layık görüldü. Bu müze Gülhane Parkı içinde bulunmaktadır.

Bilim Yobazlığı

Sohbetlerinde dert yandığı en önemli konulardan biri “yobazlık”. Evet hem “din” hem de “bilim yobazlığı”ndan dert yanıyor Fuat Hoca. Ömrünü adadığı, Müslümanların Bilim çalışmalarını anlattığı eserleri, tüm dünyada onu saygın bir bilim adamı yapıyor fakat tesiri “Bilim Tarihi”nin dipnotlarında geçiyor ancak. Ortaya koyduğu ve Müslümanların yaptığını ispatladığı pek çok “keşif”, gazete sayfalarında “iddia” olarak yer alıyor. Oysa onlar iddia değil pozitif bilimin kabul ettiği yöntemlerle ispatlanmış bilgilerdir.

Ülkemizde de Fuat Hoca’nın “Amerika’yı Müslümanlar keşfetti” şeklindeki sözleri çok gündem oldu ama her nedense hep bir alaycı üslupla karşılandı. Oysa karşılarında gerçek bir ilim adamı vardı ve bunu ispatlamıştı. Fuat Hoca’nın bir röportajında söylediği söz herhalde yeterlidir bu durumu açıklamaya:

– “İslâm medeniyetinin büyüklüğünü kendi insanımıza anlatmak Batılılara anlatmaktan daha zor.”

Evet, 94 yaşında vefat eden, hayatını mevzuuna adamış, bir nevi dervişi olmuş böyle bir ilim adamı hâlâ bu “yobazlıklar”dan yakınıyor. Hala “ileri medeniyet” ve “geri medeniyet” hikayeleri ile doluyor ortalık. Bitlisli bir ilim adamı İslâm medeniyetinin buluşlarını bir takım “ilmi verilerle” ispatlasa bile, ruhunu Batı’ya ve Batılı değerlere satmışlar, hurafeleri “ilim” gibi değerlendirmeye devam ediyor.

Bir Not: Çok ileri (!) medeniyet seviyesine ulaşmış bir dünyada (!), ilerlemenin teknik ve teknolojik bir takım ürünlere erişebilmek olmadığını anlatan güzel bir misal. Eğer bir sabit-değişmez-mutlak değeriniz yoksa, “ilerleme” ve “gerileme”nin “neye göre” suali ortada kalır. “Batıya göre” dediğiniz yerde, Batı’nın “mutlak” olduğunu kabul etmeniz gerekir. Çok basit bir muhakemedir bu… Batı’nın yazdığı bilim tarihini altüst eden Fuat Sezgin Hoca’nın başarısı da burada gizli olsa gerek.

Bilindiği üzere Batılılar kendi düşünce formları üzerinde konuşurken, sanki mevzunun kendisi de onlara aitmiş gibi bir anlayış içinde olurlar. Bu mevzudan Salih Mirzabeyoğlu “Necip Fazıl’la Başbaşa” isimli eserinde bahsediyordu. Yani Batılılar bir mevzuda bir düşünce kalıbı veya düşünce üretince, o mevzuda sanki sadece kendileri konuşabilirmiş gibi davranıyorlar. 

Bence Fuat Sezgin Hoca’nın en büyük başarısı, kendi mevzuunu, yani İslâm Bilim Tarihini, Batılıların ortaya koyduğu “Pozitif bilim” kuralları ile ispatlayarak eserlerini ortaya koymuş olmasıdır. Karınca gibi çalışarak devler gibi eser vermek; Fuat Hoca’nın bize bıraktığı en büyük miras bu olsa gerek…

Baran Dergisi 599. Sayı

Semih Kaplanoğlu ile Hayat, Sinema ve “Buğday” Üzerine

Röportaj: Gülçin Şenel | Fotoğraf: Yağmur Dinç Semih Kaplanoğlu Kimdir? Semih Kaplanoğlu, 4 Nisan 1963 tarihinde İzmir’de dünyaya geldi. Dok...