2 Eylül 2009 Çarşamba

ELİF ŞAFAK'IN "AŞK" İSİMLİ ROMANI ÜZERİNE



-->
“Gerçek, Kurgu’dan daha acayibtir, çünkü Kurgu, olabilirlikleri gözetmek durumundadır; gerçeğin öyle bir zorunluluğu yoktur!”
Mark Twain

Elif Şafak’ın “Aşk” isimli romanı, iki Allah dostunun, Mevlana ve Şems’in kelimelerin ifâdede aciz kaldığı dostluk ve aşkını tasvir ediyor. Buna paralel olarak devam eden başka bir hikâye daha anlatıyor roman; günümüzde yaşayan Amerikalı, Yahudi, evli, çocuklu, kocası tarafından aldatılan bir kadının, sonradan Müslüman olmuş bir sufi ile aşkını…
Aslında roman tam tersi şekilde kurgulanmış, Ella ve Zahara’nın ilişkisi içinden geçen bir roman olan “Aşk Şeriatı”nda Mevlana ve Şems anlatılmış. Fakat roman bittiğinde aklınızda ne Ella ne de Zahara kalıyor, sadece Hz. Mevlana ve Hz. Şems’in muhayyilemizdeki büyülü dostluğunu sadeleştiren kekremsi bir tat kalıyor.
Oysa bir romanın muhayyilemizdeki büyüyü bozmasını değil, onu daha da derinleştirmesini bekleriz, halbuki bu romanda öyle olmuyor. Meselâ, ortadan nasıl kaybolduğunu, öldürülüp öldürülmediğini bilmediğimiz (belki de bilmek istemediğimiz) Şems, öldürülüyor. Roman bittiğinde Mevlana ve Şems’in karşılaşmaları, dostlukları ve ayrılmaları, sebeb-sonuç kafesinde cereyan ederek son buluyor. Romancı, “zamanüstü gayesine” mıhlı, zamanı aşmış velileri, zamanımıza indirip sınırlarımızla kuşatıyor.
Biz, eğer Mevlana ve Şems mevzu ise bir romana, o romanın klasik kalıbları kırmasını, bambaşka bir forma bürünmesini beklerdik; ama olmuyor. Klasik aşk, nefret ve entrikalarla süslü roman, roman kahramanlarının hakkını veremiyor. Velhasıl, Doğu’nun (İslâm’ın) aşkını, Batı’nın aşk anlayışına “muhteva vermek” için (Mevlana ve Şems üzerinden) kullanmış gibi bir hisse kapılıyoruz…
Kitabı yayınlayan yayınevinin yazarın fizikî albenisinden faydalanarak yaptığı reklâm kampanyalarına yazarın “gönüllü” modellik yapması, pembe kapaklı bir kitab olması, Sinan Çetin’in sinemaya uyarlayacak olması, İngilizce yazılıp Türkçeye tercüme edilmesi gibi konularda tenkid ediliyor roman. Bu tenkidlerin de kitabın satış rakamlarına katkısı oluyor ve “çok satan kitablar listesi”nden inmiyor. Elbette yalnızca bunlar Elif Şafak’ın kitabının değersiz olduğunu göstermez, sadece kitabın satılması için kullanılan kapitalist metodun kitabı umum nazarında değersizleştirdiğini gösterir.
Bizim bu roman için söyleyebileceğimiz şeyler, şu cümlenin teferruatı olacaktır: Elif Şafak, bu romanı bize değil, Batılı okuyucuya yazmış. Bunu sadece, romanı İngilizce kaleme aldığı için söylemiyoruz, muhteva da buna işaret ediyor, kitabı yazarken yararlandığı kaynaklar da… Peki, bu tenkid edilecek bir şey midir? Yakından bakalım.
Eğer Elif Şafak, kendisinin kurguladığı, hayalî karakterlerin yaşadığı bir hikâye anlatıyor olsaydı, roman için söyleyebileceğimiz bir şey olmaz, bu yazıyı da kaleme almazdık. “Batılı okur için yazılmış, İslâm’ın bâtını tasavvufun insan ruhunu iyileştirici yönünü vurgulayan vasat bir roman” deyip geçerdik. Bunlardan bolca var çünkü. Ancak hikâye edilen kişiler “gerçek” kişiler, hem de Hz. Mevlana ve Hz. Şems gibi iki büyük velî olunca iş değişiyor. İslâm’ın hiçbir zerresinden (Şeriat ve Tasavvuf) taviz vermeyen bâtın yolu kahramanlarını bir roman kahramanı haline getirmek, sanki onları İslâm’ın şer’î kısmı ile ilgilenmeyen ve Batıda bugün çokça yaygınlaşmış “Şeriatsız Tasavvufçular” gibi sakat bir karaktere büründürmek, “benim anladığım budur” kolaycılığı ile izah edilemez olsa gerek.
Elif Şafak’ın bu romanla Batılı okura söylemek istediği “şey”, özetle, romanda geçen şu cümlelerde saklı:
«Şu dünyada yaşanan çatışma ve savaşların bir "din sorunu" değil, "dil sorunu" olduğuna inanıyordu. İnsanlar sürekli birbirlerini yanlış anlıyor, birbirleri hakkında yanlış hükümlere varıyordu. “Yanlış çevirilerle" yaşıyorduk. Böyle bir dünyada herhangi bir konuda ısrarcı olmanın ne anlamı vardı? En güçlü kanaatlerimiz dahi basit bir yanlış anlamadan kaynaklanıyor olabilirdi. Zaten hayatta hiçbir konuda sabit fikirli ve katı olmanın gereği yoktu; zira yaşamak demek habire değişmek demekti.» (1)
İyi niyetli görünen bu cümledeki “yanlış anlama” ve “yanlış çeviriler” ile neyi kasdettiğini ise romanın bütününden çıkarabiliriz. Roman bittiğinde şöyle bir düşünce beliriyor zihninizde:
“İslâm Şeriatı ve İslâm Tasavvufu birbirinin aynı değildir; Tasavvuf bütün dinlerden, bütün inanışlardan ve düşüncelerden insana açıktır ve Aşk, ortak dilimiz olan ruhumuza şifadır. Bakmayın siz Şeriatçılara, İslâm’da “Aşk Şeriatı” diye de bir şey var”.
Halbuki İslâm’ın zahiri Şeriat, bâtını ise Tasavvuftur. Bunları birbirinden ayırmak, ruha şifa değil, olsa olsa zehirdir. Nitekim Allah dostlarının sözleri ve tecrübeleri, İslâm’dan ayrıymış gibi olur olmaz yorumlanırsa, uzakdoğu inanışlarından ve onların tecrübelerinden bir farkı kalmaz. “Aşk Şeriatı” tabirine itirazımız yok; çünkü İslâm baştan sona aşktır.
Elif Şafak günümüz Mevlevîliğine bakarak Hz. Mevlana’yı ve dönemini anladığını zannetmiş ki, yanılmış. Meselâ, Hz. Mevlana’nın bir aşk ânında kendinden geçerek dönüşünü (semâ), sanki Hz. Şems ve Hz. Mevlana bunu planlı bir merasim (ritüel) olarak hazırlamış gibi anlatmış ki, bizce yanlış. Semâ’nın günümüzde bir “gösteri” hâline gelmesinden yola çıkarak böyle bir kurguya varılamaz. Bu ancak Batılıların “Sema” gösterisi ile aynîleştirdiği Mevlana imajını pekiştirir.
Diğer yandan, romanda tasvir edilen Şems de bizce Batılı okura göre tasvir edilmiş. Hani şu “Simyacı” tarzı romanlarda anlatılan “gezgin dervişler” türünde bir karakter. Dilimiz varmıyor ama neredeyse -hâşâ!-“hippi derviş” diyeceğiz.
Son olarak, Ömer Tuğrul İnançer, romanda geçen bazı tarih ve usul hatalarına temasla kitabı eleştirmiş ki, bizce tenkidinin en can alıcı noktası şu:
“Siyasetin ve ticaretin yani menfaatin olduğu yerde ne ilim olur ne sanat. Dolayısıyla bugünkü yazılan kitablar ticari amaçlı kitablardır. Ne yazık ki dünyanın ölçüsü ve bize de tâ Islahat döneminden beri Batıdan gelen bu zihniyet, meseleleri doğru tartamaz hâle gelmiştir. Başarı maddi kazançla ölçülür hale gelmiştir. Adam ilmihal bilmiyor, Mesnevi okuyorum ben diyor. Ne anlayacaksın? Bu neye benzer? (…) Nasıl anayasayı okuyup hukuk, anatomi kitabı okuyup tıb öğrenilmezse, (zahiren) Kur’an okuyup Müslümanlık da öğrenilmez. Kur’anı öğrenmek için evvel tahsil lazım. Kezâ Mesnevi-i Şerif’i, Fütuhat-ı Mekkiye’yi, Füsusul Hikem’i okumak için de evvel tahsil lazımdır. O evvel tahsil olmadan olmaz, böyle saçmalıklar ortaya çıkar.” (2)
Her önüne gelenin Tasavvufî metinlere, sanki bir edebiyat eserine bakıyormuş gibi el atmasına neredeyse alıştık; ancak bu kadar ayağa düşmesine itiraz etmek de hakkımız. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, “İnsan-Erkek ve Kadın” isimli eserinde şöyle bir misâl verir:
“Gezip gördüğü yerlerin haritasını, gezip görecekler için çıkarmış adamlarla, haritaya bakıp da gezmiş görmüş gibi tasvire yeltenen adam arasındaki fark… Bu fark anlaşılırsa, o haritanın bulunduğumuz yere nisbetle filân yerdeki dağ, nehir, göl, denizi işaretinin, bizim muradımıza göre yön tâyini işine yarayacağını anlamak, fazla zekâ istemese gerek.”
Elif Şafak’ın üç-dört romanını beğenerek okumuş, dilini ve üslubunu takdir eden bir okur olarak, yazarın bu romanında haddini aştığını ve dersine çalışmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
1) Elif Şafak, Aşk, Doğan Kitap, İstanbul 2009, s. 204
2) Ömer Tuğrul İnançer ile Söyleşi, Gerçek Hayat Dergisi, Nisan 2009
3) Salih Mirzabeyoğlu, İnsan – Erkek ve Kadın, İBDA Yay., İstanbul 2008, s. 43

Gülçin Şenel
gulcinsenel@gmail.com
Baran Dergisi, 8 Mayıs 2009

1 Eylül 2009 Salı

LAPLACE’IN ŞEYTANI, KUANTUM FİZİĞİ VE “İHTİMAL DIŞI"



“Kuantum mekaniği konusunda çok çalışmak gerekir. Ama içimden bir ses bana bunun her şeyin çözümü olmadığını söylüyor. Bu teoriyle birçok şey açıklanıyor ama hâlâ O’nun sırrını çözebilmiş değiliz. Ben yine de, O’nun zar atıp kumar oynayacağını hiç mi hiç sanmıyorum.”

Einstein

“Çok satanlar listesinde bir numara” türü reklamlar, aslında bir kitabı “okumamak”, bilâhare okunsa da baştan o derece mühimsememek için yeterli bir kriter olarak da görülebilir. Belki içten içe böyle düşündüğümüz için, şimdi bahsini edeceğimiz ve Batılıların “bestseller” dediği “çok satanlar” dairesindeki Adam Fawer’ın kitabını da, pek âdetimiz olmamasına rağmen, bir yakınımızın ısrarlı tavsiyesi üzerine okuduk. “Çok satan bir roman” olması yetmiyormuş gibi, mütercim tarafından ziyadesiyle kulak tırmalayıcı bir de ad seçilmiş kitaba: “Olasılıksız”. Bize sorarsanız, kitabın isminin “İhtimal Dışı” olması gerekirdi aslında. Çünkü İngilizce orijinal ismi “Improbable”. Demek ki, Türkçeye “Olasılıksız” olarak değil de, o da uydurukçayla malûl biçimde “Olasılık Dışı” olarak tercüme edilebilirdi belki en fazla. “İhtimalsiz” diye bir kelime nasıl kulağımıza ve dil zevkimize yabancı geliyorsa, işte “olasılıksız” da böylesine ve hatta daha da ilerisinde “zorlama” bir kelime. İşte bu sebeble, kitabtan yazımızın bundan sonraki kısmında İngilizce aslına bağlı kalarak “İhtimal Dışı” şeklinde bahsedeceğiz.

Kitabın yazarı Adam Fawer, bir Amerikalı. Sözünü ettiğimiz roman da, yazarın ilk eseri. 2006 International Thriller Writers Award (En İyi İlk Roman) ödülünü almış ve sonrasında beş farklı dile tercüme edilmiş. 2008 yılında ise, yazarın ikinci kitabı “Empati” yayınlanmış.

“İhtimal Dışı” (Improbable), hakkında bir makale yazacak kadar önemli bir roman mı peki? Kanaatimiz pek öyle olmadığı yönünde. Ne edebiyat ne de dil ve üslûb açısından göz kamaştırıcı bir nitelik taşıyor. Konusuna gelince, kabaca ifade etmek gerekirse, bildik bir aksiyon filmini andırıyor çoğu. Ancak tüm bunların ötesinde, Heisenberg’in “belirsizlik teorisi”, Determinizm, “Laplace’ın Şeytanı”, Jung’un “kollektif şuuraltı” meselesi, Tekâmül (evrim) teorisi, Epilepsi nöbetleri, İhtimal Hesabları ve tüm bunların birbirleriyle bir şekilde alâkası romanın belkemiğini oluşturuyor. Bu sebeble, romanda ileri sürülen tezlere bir göz atmakta fayda gördük.

Burada bir parantez açarak, yukarda bahsi geçen "Laplace'ın Şeytanı" meselesini bir nebze açıklığa kavuşturalım. Laplace, "İhtimal Hakkında Felsefî Denemeler" isimli kitabında şöyle diyor:

"Bir ân için tabiatın tüm güçlerini ve bunu oluşturan tüm varlıkların mevkîlerini anlayabilen bir canlı olduğunu düşünürsek -ve onun bu verileri inceleyebileceğini de göz önüne alırsak-, aynı ânda kâinattaki en büyük varlıkları ve en küçük atomları da hesaba katarak bir hesab yaparsa, hiçbir şey belirsiz değildir ve gelecek de aynen geçmiş gibi gözlerinin önündedir."

Zamanla bilim adamları, bu düşüncede sözü edilen sanal varlığa "Laplace'ın Şeytanı" adını vermişler. Peki ama niçin? Yani, bu düşünce tecrübesindeki varlığa niçin “Şeytan” denilmekte? Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun işaretlediği şu husus belki bir fikir verebilir:

«Akıl yürüterek Allah’a ilk karşı gelen, malûm olduğu üzere Şeytan. Allah kendisine Âdem’e secde etmesini söylediği zaman, “ben ateşten yaratıldım, o ise topraktan!” diyerek isyan ediyor. Bugün Batı dillerinde “şeytan” ve “hürriyet!” kavramlarının aynı kökten olmasına dikkat.» (1)

Konuyla ilgili yapılan yorumlarda, Heisenberg’in “belirsizlik teorisi” ile Determinist düşünceye sahib Laplace’ın bu tezinin artık geçerliliği kalmamıştır, deniliyor. Diğer yandan roman, «Laplace’ın Şeytanı “ihtimal dışı” bir şey ancak imkânsız değil» düşüncesini savunarak çeşitli yorumlarla bunu isbatlamaya girişiyor ve bu noktada romanı filân geçip felsefî bir esere dönüşüyor:

"Diyelim ki hem senin aklından geçenleri ve beynini, hem de arkadaşınınkileri okuyabilen bir bilgisayar olsun. Eğer o bilgisayar aynı zamanda tüm dünyadaki tüm çevre şartlarını da bilse, o zaman nerede ve nasıl karşılaşacağınızı da bilirdi. Yani şans eseri karşılaşma aslında şans eseri bir şey değil, tahmin edilebilir bir gerçek. (...) Böyle bir bilgisayar olmadığı için böyle bir olayı önceden göremeyiz, yahut bilemeyiz; ama bu, olayı bilinemez kılmaz, bu bizim bilemediğimizi gösterir sadece. Aradaki farkı anlayabiliyor musun?" (2)

Böylece Laplace'ın Şeytanı, bizim bilemediğimizi bilebilen ve görebilen bir varlık olarak tasvir ediliyor ve Heisenberg'in "belirsizlik teorisi"yle bakın nasıl alâkalandırılıyor:

"Eğer Heisenberg'in teorisine inanıyorsan, o zaman her şey mümkün, o zaman da elektronların hareketlerinin rastgele olmama ihtimalini de kabul etmeliyiz. (...) Eğer elektronların hareketlerinde bir amaç olduğunu kabul edersen, o zaman bu amacı belirleyen ve öngören bir güç olduğunu da kabul etmek zorundasın. Eğer şimdiye kadar saptanmamış daha ölçümü yapılamayan o güç varsa, o zaman ışık dalgası olmadan da bir elektronu müşahede etmenin bir yolu daha vardır. (...) Yani diyorsun ki, ihtimallerle yönetilen bir kâinatta herşey olabileceği için, kâinat ihtimallerle değil de mutlaklarla yönetiliyor. Heisenberg'in ihtimal teorisini kullanarak teorinin kendisini çürütüyorsun." (3)

Belirsizlik Teorisi’nden bir zıplayışla Jung’un “Kollektif Şuuraltı”na geçerek, onu da tezine delil kılıyor Fawer. Bunu da bir taraftan kuantum fiziğindeki, düşüncenin de madde gibi enerji oluşu teorisinden, zamanın hem ileriye hem de geriye doğru hareketi düşüncesinden yola çıkarak yorumluyor. Meselâ, Tekâmül (evrim) teorisindeki tek hücreli canlıdan meydana gelen ilk bebek, annesini emmeyi kalıtımla öğrenemeyeceğine göre, zamanın ileri-geri hareketi sayesinde, efendim bu “kollektif şuur”dan faydalanarak öğreniyormuş bunları. Yani, Laplace’ın Şeytanı, aslında bu “kollektif şuuraltı”nı görebiliyor-kontrol edebiliyor ve zamanın ileri-geri hareketini de göz önünde tutarsak, bedeni burada olduğu hâlde bir nevî zihnen “zamanda yolculuk” yapıyor demeye getiriyor. Dehâların da aslında kollektif şuuraltını daha iyi görebilen insanlar olduğunu vurgulayarak, doğu ve uzak doğu mistik görüşlerinin veya dinlerinin kuantum fiziğinin yeni ulaştığı bilgilere nasıl ulaştığını da açıklamış oluyor: E onlar da “kollektif şuuraltı”nı kullanabilen ve bir bakıma zamanda yolculuk yapabilen “Laplace’ın Şeytanı” idiler de ondan!

Garip ama gerçek, Laplace bile bu kadarını düşünemezdi herhalde. Şimdi bu karmaşadan düzlüğe çıkmaya çalışalım.

Birincisi, Laplace, bu düşüncesiyle aslında bir şeytandan filân değil, “Kâinatı Yaratan”dan bahsediyor ve O’nun varlığını bu determinist düşünce tecrübesi ile kendince isbatlamaya çalışıyordu. Adam Fawer ise, “Yaratıcı” inancından fersah fersah uzakta olduğundan olsa gerek, bunu “insanı ilâhlaştırma” yoluyla izaha davranıyor.

İkincisi, Kuantum fiziğinin ortaya çıkardığı ve Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “müdahil insan” olarak vurguladığı, insanın maddenin hareketlerini müşahid olarak belirleyici rolü, ne yazık ki roman yazarının istediği gibi insanın ilâhlaşması neticesine varmıyor. Ve kaderini değiştirme gücünü, “ihtimallerden birini veya diğerini seçerek” elinde tutuyor da olmuyor insan. Çünkü kader, ancak bir “imân” mevzuu. Dolayısıyla, mesele yine dönüp dolaşıp “imân”a dayanıyor. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu “Berzah” isimli eserinde, Adam Fawer gibilerinin “gariban” durumunu şöyle işaretlemekte:

«“Kader, bir amel meselesi değil, imân mevzuudur”; her düşünce için geçerli ölçülendirme, netice. Burada, kader ve iradî davranışı-hürriyeti, birbirine karşı olarak görüyoruz. “Dehr ve Zaman” bahsinde, insan aksiyonunun “zamanda” ve “zamanüstü” oluşuna nisbetle “zorunluluk” ve “hürriyet”ten bahsetmişken, “kader” ve “iradî davranış” zıtlığında “hürriyet” meselesinin tersine döndüğünü görüyoruz; “kader-zorunluluk” ve iradî davranış-hürriyet”… Ne yaparsak yapıyoruz ve yaptığımız kaderin gerçeklenmesi oluyor. Tıpkı, ruhîlikle ruh’un gerçeklenmesi gibi. Bu durum, “irade-seçme yapabilme”yi, bir bakıma vücudumuzun gayri iradî faaliyetlerini andırır hâle getiriyor: Kader ve iradî davranış aynı. Nerede ve nasıl, berzah sırrında. “Efendim, söylediklerin mübhem!”… İşte mübhemlik de bir hakikat veya hakikatlerin niteliği ya! Hakikatler, Allah’ın muradıdır, mahlukudur; biz söyledik, peki söylesinler, “hiç”le yok’un muradı nedir? Hem “hiç”, hem “yok”, hem murad sahibi?”» (4)

Batılıların anladığı mânâda bir “Tanrı” inancı, determinizmin çöküşü ile temel paradigmalarını kaybetmiştir. Bu yüzden pek çok Batılı Kuantum Fiziği’nin neticesinde, gerçekliği kabul edilmek zorunda kalınan mistik görüşlere ve tabiî panteist inanışlara kuantum düşüncesi çerçevesinde çorba edip yaklaşmakta sakınca görmemiştir. “İhtimal Dışı” romanı da bu çorbalardan biri olarak satış rakamlarını garantiliyor ve yarım yamalak fizik, matematik, biyoloji bilgisiyle öne sürdüğü tezler, bu meselelere âşina olmayan okuyucuya “vay be!” dedirtiyor ki, çok satıyor. Öyle havaya girip, insan aksiyonunu ön plana çıkaran bir “mutlak” inancıyla ve bazı nevzuhur usûllerle insanın geleceği görebileceği, kaderini belirleyebileceği tarzında “uçuk fikirleri”, çeşitli ilmî gelişmelerle ve mistik inanışlarla harmanlayarak bir kitab yazmak ve sonra da kenara çekilmek yok; şunun cevabı verilmeli öncelikle:

“Mutlak Varlık’ın, Mutlak Kelâm’ı; şuurumuzun muhatab olduğumuz hakikatler yönünden, tabiî olarak tek ölçü olduğunu, Zorunlu Varlık ve O’nun kelâmının gerekliliğini de şuurumuzun gösterdiğini söyledik. Allah, Kur’ân’da, ona misil kelâm olamayacağını söylerken, kâfirler bir meydan okuma olarak kabul ederek, karşılığında neyi gösterebilmişlerdir, gösterebilirler? Evvelâ, kim, “ben Mutlak Varlık’ım-Mutlak Şuur’um” diyebilecek; tevilsiz ve nisbetsiz ve söylediği ne?” (5)

1) Salih Mirzabeyoğlu, Berzah –Bütün Dalların Birleştiği Kök’e-, İBDA Yayınları, İstanbul 2006, s. 193

2) Adam Fawer, Olasılıksız, April Yayınları, s. 254

3) A.g.e., s. 117

4) Salih Mirzabeyoğlu, A.g.e., s. 240-241

5) Salih Mirzabeyoğlu, İmân ve Tefekkür –İmân ve İki Âlem-, İBDA Yayınları, İstanbul 2007, s. 291


Aylık Dergisi, Şubat 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com