26 Haziran 2009 Cuma

“HOLLYWOOD’U KAPATTIĞIM GÜN”

Türkiye’de sinemaya gitmek genel bir alışkanlık değildir. Fakat çoğu kişinin hemen hemen tüm Hollywood filmlerinden haberi vardır. Bunun sebebi, gerek televizyon, gerek DVD piyasası ve gerekse internetin, sinemaya gitmeden de film izlemeyi kolaylaştırmasıdır. ABD’de vizyona giren filmler, Türkiye’de vizyona girmeden, ya internete düşüyor yahut kaçak DVD raflarında yerlerini alıyor. Bu yollardan Hollywood sinemasını takib edenlerin sayısı da azımsanmayacak kadar çok. Tabiî TV’lerde yayınlanan filmleri de unutmayalım. Velhasıl, ülkemizde Amerika’yı sevmeme oranı çok yüksek olsa da, Hollywood filmlerini izleme oranları bir o kadar yüksek. Hiçbir antiemperyalist yoktur ki Hollywood filmi izlememiş olsun.

Şimdi diyeceksiniz ki, Amerika’yı sevmemek ile Hollywood filmi izlememek aynı şey midir? Eğer, Amerikan politikalarından ve siyasetinden ayrı duran bir Hollywood düşünebiliyorsanız haklısınız, fakat bu haklılığınız saflık derecesinde bir haklılıktan öteye geçmez. Çünkü Amerikan emperyalizminin en önemli kültürel ayağıdır Hollywood sineması. Hollywood sinemasını boykot etmek de öyle kolay değildir. Çünkü geriye sinemanın “sanat” olduğunu hatırlatacak Doğu, Uzak Doğu, Afrika, Balkan ülkeleri ile bir kısım Avrupa filmleri kalacaktır ki, bu da kitab okumak kadar zorlu bir izleme süreci demektir.

Geçtiğimiz günlerde Alev Alatlı’nın bir kitabı yayınlandı: “Hollywood’u Kapattığım Gün”. Gazetelerde yer alan haberlere göre, kitabında yarı mizahî, yarı ciddi bir üslubla Hollywood sinemasının hem Amerika’ya hem de dünyaya ettiklerini bir bir anlatıyor Alatlı. Ondokuzuncu yüzyıldan günümüze Hollywood filmlerinin toplum üzerindeki etkisi, siyasetin sinemayı nasıl şekillendirdiği, Hollywood’un toplumda nasıl kadınlar ve erkekler oluşturduğunu düşündürüyor. Kitab arkası metni, kitabın muhtevası ve üslubu hakkında ipucu veriyor:

«Herkesten çok da Obama teşekkür üstüne teşekkür etti, biliyor musun?! Niye mi? Belli değil mi, niye olduğu?! Genç adamın en büyük korkusu, iktidarının fare doğurması. Dakka bir, gol bir, Gazze de dikildi mi, karşısına?! Bakar mısın, kör talihe?! Bu saatten sonra da kim yutar, yok Hamas terör örgütüydü de, yok İsrail'in Gazze katliamı meşru müdafaaydı da şeklindeki lâfazanlıkları?! Ben sana söyleyeyim: Miss "Mommy! Who is doing this to us?" Mc Kee, bile yutmaz! Endonezya'da büyüdü Hüseyin, kimsenin yutmayacağını, o çocukluğundan beri biliyor. Amerika'yı düştüğü kuyudan çıkarabilmesinin fellow American citizens'e gerçekleri anlatabilmesine bağlı olduğunu da biliyor.»

Bir röportajında, kitabı kaleme almasının sebeblerini şöyle açıklıyor Alatlı:

“Dünyaya dair gerçeklerin üstünü örttüğü, olayları saptırdığı, başta Amerikalılar olmak üzere, hepimizi sanal bir ortama sürüklediği için! Bu sanal ortamda akla karayı ayıramaz, haklıyı haksızdan ayırt edemez olduk. Estetik, etik değerlerimiz de hakgötüre olunca, Hollywood’un ‘reboot’ edilmesi gerektiğine karar verdim ve yaptım! Kitabımda Amerikan tarihinin Amerikan sinema endüstrisi tarafından nasıl yazıldığını anlatıyorum. Örneğin, en vahşi ırk ayırımcılığının yaşandığı Güney eyaletlerinde köle sahiblerini ‘soylu’ leydi ve centilmenler olarak takdim eden ve de belleklere kazıyan Rüzgar Gibi Geçti türünden filmlerin ardında yatanları anlatıyorum. Gerçek Amerika obezite ile boğuşan, yüzde 40’ı karaderililer ve Hispaniklerden oluşan bir halk iken, beyazperdeyi dolduran uzun bacaklı, sarışınların nereden çıktığını irdeliyorum. Nasıl keşfettiğime gelince, öğrenimimi o ülkede yaptım.”

Kitabında, Amerika’da sinemanın bir sanat dalı olarak değil, bir endüstri kolu olarak başladığını, ilk stüdyoların Henry Ford’un seri üretim yapan otomobil fabrikalarından yola çıkılarak kurulduğunu, filmlerin ise, “siyasi konjonktüre göre Arabların mesela mutlak surette karanlık yüzlü, vahşi tabiatlı insanlar olduklarını öğreterek (…) Rusları kaba adamlar, Almanları kötü faşistler olarak pazarlayarak, “Idiograph’ dedikleri tipolojilerl oluşturarak” tasarladıklarını vurguluyor.

Kitabının sonuna bir de film listesi eklemiş ki, bu liste, 50’li-60’lı yıllarda çekilen filmlerin 10 yılda bir tekrar çekildiğini gözler önüne seriyor; onca para ve teknolojiye rağmen, Hollywood endüstrisinin çekecek konu bulmakta zorlandığını ve kısırlaştığını söylüyor. Aslında bu tekrarlar Hollywood’un bir politikası olarak da okunabilir; aynı senaryoları güncelleyerek, toplumda oluşturduğu imajları tazeliyor.

Kitabında geçen “Amerikalıları gezegenimize beyazperdeden katılmaktan kurtarıyorum” sözünü de şöyle açıklıyor Alatlı:

“Mesela, Ebu Garib askerî hapishanesinin o aşağılık kadın polisini, Iraklı esirleri seks fantezilerinin tatmininde kullanan Lynndie England ve avanesini hatırlayın. Benzeri fantezilere ‘seyirlik öyküler’ olarak revaç veren ‘Reservoir Dogs’, ‘Natural Born Killers’, ‘Pulp Fiction’, ‘Killing Zoe’ gibi filmleri hatırlayın. Kadının dehşet verici bir fütursuzlukla “Neden pişman olacakmışım? Onlar düşmanlarımızdı!” derken, Vietnam’dan Güney Amerika’ya, Afganistan’dan Irak’a, Amerikan halkının ‘düşman’ algılamasını şekillendiren Hollywood ve Hollywood çıkışlı televizyon ürünlerini hatırlayın. Irak yahut bir diğer ‘Demokrasi ve özgürlük’ operasyonuna (Bunlar Bush’un laflarıydı), ‘Decapitation Strike’ (Boyun Vurma Operasyonu) gibi, Ortaçağ engizisyonlarından esinlenen vahşi bir isim verebilmiş olmalarının ardında yatan Amerikan dünya görüşünü hatırlayın. Ve nihayet Lynndie England ve avanesini birkaç ‘çürük elma’ya indirgeyip Ebu Garib sürecini vakayı adiyeden sayan 2007 yapımı ‘Ghosts of Abu Ghraib’, efendim, 2008 yapımı ‘Standard Operating Procedure’ dokü-dramalarını hatırlayın. Sonra da aynı sürece eleştirel yaklaşan ‘The American Soldiers’, ‘Rendition’, ‘In the Valley of Elah’, ‘Lions for Lambs’ gibi filmlerin, ki Robert Redford, Brian De Palma gibi isimlerin işleriydi, hiç mi hiç gişe yapmadıklarını, hezimete uğradıklarını hatırlayın. Bunlar ve burada konuşamadığımız olguların Amerikan halkının dünyayı Hollywood aracılığı ile algıladığını kanıtladıklarını anlatmaya çalışıyorum. Kapattım ki, insancıklar gerçekliğe avdet edebilsinler!”

Amerikan emperyalizminin ilk tohumlarını Theodore Roosevelt’in attığını savunan Alatlı, Roosevelt’in Hollywood sayesinde kahramanlaştırıldığının altını çiziyor:

«Theodore ya da ‘Teddy’ Roosevelt, ki 1858-1919 yılları arasında yaşadı, bence Amerika’nın masumiyetini yitirdiği, mazlumdan zalime kırıldığı yılları simgeleyen politikacıdır. Bir kere, “En sefih (vicious) bir kovboy bile ortalama bir Kızılderili’den daha ahlaklıdır” diye başlayan, “Bu büyük kıta, sefil vahşilerin avlakları olsun diye bırakılamazdı” diyerekten Kızılderili soykırımını aklayan, “Savaşların en erdemlisi vahşilerle yapılan savaştır”, çünkü “Amerika’nın, Avustralya’nın, Sibirya’nın kızıl, kara, sarı aboriginal sahiblerinin ellerinden çıkıp dünyanın egemen ırklarına miras kalmaları, hesablanamayacak kadar önemlidir” diye sürdüren, Germen kökenli halklar için “Yabancı diyarları fethetmeselerdi dünyanın sonu gelirdi. Nitekim, Müslümanların Hıristiyanlar karşısındaki zaferlerinin her zaman bela ile sonuçlandığı da görüldü. Türklerin ve Tatarların zaferlerinden ‘sheer evil’dan başka bir şey çıkmadı” buyuran, katıksız bir ırkçıdır. Siz bakmayın 1906’da Nobel Barış Ödülü aldığına... “Şiddet bir erkeklik ayinidir” diyerekten savaşı ululamış, bizzat kendi Dışişleri Bakanı John Hay’in demesiyle “A splendid little war” (Mükemmel bir küçük savaş) icad edip Porto Riko, Filipinler ve Guam’a el koyan emperyalisttir. Dahası, Küba savaşında kendisini kahraman ilan edebilecek kadar cüretkâr olabilmiştir vb. Ne yazık ki, Theodore Roosevelt tipolojisi sonraki yıllarda Amerikan erkeğinde arzu edilir nitelikler olarak kabul gördü ve tabii sinema endüstrisi sayesinde.»

Şimdilerde Obama’nın ABD’nin sarsılan imajını toparlamak ve değişmeyecek olan ABD siyasetini daha “tatlı” bir üslubla dünyaya anlatmak için sarfettiği çabaya bakınca, Alatlı’ya hak veriyoruz: Obama her şeyden önce Hollywood’a el atsın…

Yararlanılan Kaynaklar:

Radikal Gazetesi, 22 Haziran 2009

Star Gazetesi, 21 Haziran 2009


Baran Dergisi, 26 Haziran 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com

Hiç yorum yok: