"Demek ki, aslında her çeşidiyle ilim, sadece eğrileriyle aczimizi ihtar etmiyor, doğrularıyla da aczimizi gösteriyor; aczin idraki için ilim... Hayret bu idrakten doğar!"
Salih Mirzabeyoğlu
– “Sağ, muhafazakâr, İslâmcı siyasetler, aslında öteden beri, bazı tarihsel kodlar üzerinden Cumhuriyet, modernleşme ve laikliği eleştiri konusu yapmaya çalışıyor. II. Abdülhamit’i İslâmcı bir sultan halife olarak kutsuyor, Vahdettin tartışması üzerinden Milli Mücadele anlatısına karşı çıkıyor, Lozan’ı bedeli halifelik ve İslâmi kimlik olan bir hezimet ve dahi ihanet vesikası olarak görüyor. Sağ, muhafazakâr, İslâmcı siyaset geleneği Kemalist resmi tarih yazımcılığına karşı, özellikle ellili yıllardan itibaren alternatif bir tarih anlatısı kurguluyor, siyasi iddialarını bu kurgu içine oturtuyor. Bu anlatıya göre, Osmanlı modernleşme hareketlerinin tümü, İkinci Meşrutiyet’in ilanı ve nihayet Cumhuriyet’in kuruluşu; İslâma karşı savaş yürüten Batılıların komplosu ve bu komploya hizmet eden bir ihanetler zinciri. Mesele özetle bu, “değil” diyen beri gelsin!””
Böyle demiş Nuray Mert, Cumhuriyet gazetesindeki 3 Ekim 2016 tarihli “Mesele Lozan Değil” başlıklı yazısında. Kendi zâviyesinden yaptığı genel bir “durum tesbiti” olarak doğru mu; doğru. Evet ama mesele sadece bu değil. Türkiye’de “İslâmcı siyaset” diye kestirip attığınız kesim kim? Ve bu kesimin bir “tarih muhasebesi” var mı?
Gayet açık ve kesin bir hüküm olarak söyleyelim: Türkiye’de Necib Fazıl’dan başka “tarih muhasebesi” diye bir konuyu “mesele” edinmiş biri daha yoktur. Bu anlamda O’nun ortaya koyduğu “tarih muhasebesi”nde “çöküş”, o bahsini ettiğiniz Lozan’la veya Tanzimat hareketleriyle filan başlamaz. Daha derinlerden, Kanuni’den itibaren başlar. Ondan sonra “aşkını ve ruhunu kaybetmiş” devirler başlar. Lozan gibi bir sürece nasıl gelindiği, “tarih muhasebesi” olmadan anlaşılamaz ve anlatılamaz. Ayrıntısına girmeyelim.
Dolayısıyla, İslâmcı denilen siyasetçilerin çoğu da, İslâmî bir dünya görüşünü (Büyük Doğu) ortaya koymuş bir mütefekkirin (Necib Fazıl’ın) “tarih muhasebesi”nden habersizdirler. Bu sebeble de Nuray Mert gibi köşe yazarlarının bile dilinde, sanki Müslümanların “tarih muhasebesi”nde “çöküş” Lozan’la başlamış gibi bir algı oluşur. İslâmcı mücadele de böyle köksüz ve gerekçeleri ortaya konmamış bir hareketmiş gibi algılanır ve sorguya çekilir. Aslen böyle değildir fakat gömlek yanlış yerden iliklenince, “söylediklerinden” yola çıkarak muhatabın tenkid eder seni.
Durum böyle olunca, devamı da şöyle gelişir tabiî olarak:
– “Peki, böyle düşünenler olamaz mı, tabii ki olur. Hadi geçmişte yasal sınırlar, baskılar sonucu görüşlerini açıkça dile getirmiyorlardı, ama artık daha açık konuşsunlar ki hakkıyla asıl tartışmayı yapabilelim. Zira, laiklik, modernlik, Cumhuriyet gibi temel kavramları açık ve dürüst bir biçimde tartışmadığımız sürece, didişme bitmediği gibi, ikiyüzlülük ortalığı kaplıyor. “Laiklik İslâma, bizim inancımıza ters” diyen açıkça söylesin, dahası alternatif olarak nasıl bir din-siyaset ilişkisi önerdiğini izah etsin, tartışalım. Kim ne kadar ikna oluyor ortaya çıksın, mesela Medeni Kanun’un yerini şeri kanunun almasına dindar, muhafazakâr, İslâmcılar ve bilhassa bu çevrenin kadınları ne diyor, bilelim. Hilafetten ne kastediyorsunuz? Velev ki arzuladığınız gibi Türkiye hilafetin merkezi oldu, dünya Müslümanları bu işe ne diyecek anlayalım. Velev ki, Lozan çok ama çok yanlış bir anlaşma, kandırmaca idi, Musul, Halep böylece elden gitti, Yunan adalarını alacakken gaflet ile Yunanistan’a terk ettiler, geri mi alacaksınız? Hem de daha Suriye’de 45 kilometre derinliğe ulaşılamamış, güvenli bölge gibi meşru bir talebi bile uluslararası çevreye kabul ettirememişken!”
Nuray Mert
Biz tartışmaya ve bu konularda görüşlerimizi açıklamaya hazırız. Üstelik Haliç Kongre Merkezi’nde Salih Mirzabeyoğlu her kesimi bu temel meselelerde “kendini ifade etmeye” davet etmiş ama hiçbir kesimden “ses” çıkmamışken… Tüm bu sessizliğe rağmen, hazırız. Ama İslâmcı siyasetin bu konuda “günübirlik refleksleriyle” de bu geminin yürümeyeceğini anlaması lazım değil mi?
Yani dünya görüşünüz yoksa, buna bağlı bir “tarih muhasebeniz” yoksa, günübirlik siyasi atraksiyonlarla ortalığa dökülürseniz, sözkonusu yazısının devamında yaptığı şekilde Nuray Mert gibileri sorarlar adama:
– “Saltanatın kaldırılmasına ne diyorsunuz, konu “Osmanlı gücüne ihanet”se o da ihanet mi, değilse niye? Neden Cumhuriyet’i tercih ediyorsunuz? Laiklik Batı icadı, milli bünyeye karşı da demokrasi “Batı icadı” değil mi? Niye halkımız “demokrasi” uğruna şehit oluyor, Şehitler Günü ilan ediliyor? Madem konu evrensel değerler falan değil, Batı icadı, “Batı’nın İslâm dünyasını boyunduruk altına alma aracı”, yüzyıldan uzun zamandır neden karar veremediniz “Batı’nın nesini alalım, nesini almayalım” meselesine. Kapitalizm de Batı icadı değil mi, neden ona karşı çıkmak bir yana, bunca sarılıyorsunuz?”
Açık söyleyelim: Bu soruların muhatabı olarak biz kendimizi görmüyoruz. Neden? Çünkü ne şehitlerimiz “demokrasi şehidi”, ne bizim mücadelemiz “laik cumhuriyeti” koruma kollama mücadelesi. Büyük Doğu-İBDA fikir ve aksiyon hareketinin hedefi-hedefleri bellidir. Biz “demokrasi”yi “en iyi yönetim biçimi” filan olarak görmeyiz. Dileyenler Salih Mirzabeyoğlu’nun “Başyücelik Devleti-Yeni Dünya Düzeni” isimli eserini okuyabilir. Bizim davamız belli, bizim derdimiz belli, yolumuz belli.
Üstelik “İslâmcı siyasetçiler”i bir kenara bırakırsak, Müslüman Anadolu halkının derdi de “laik cumhuriyet” filan değil. Bunu 15 Temmuz’da hep beraber gördük.
Bugün gelinen noktada, İslâmcı siyasetin kendini “muhasebe etmesi” gerekmez mi? 1950’lilerden bu yana Üstad Necib Fazıl’ı dinlemeyen siyasetçiler, bugün hâlâ aynı inatla Büyük Doğu-İBDA’yı, onun ortaya koyduğu fikri, aksiyonu, siyaseti, tarih muhasebesini görmezden gelmeye devam mı edecekler? Fetö gibi bugün artık ahtapot gibi her yanımızı sarmış bir “zihin sulandırma” örgütünü, yıllarca “hocaefendi” diye başımıza musallat edenlerin bir kısmı da, bu ülkenin siyasi, ahlâkî, İslâmî “güdücüleri” değil mi? İbda’yı da, ona tâ 1990’larda “Fettoş” dedi diye, onun “Batı ajanı” olduğuna dair yayınlar yaptı diye dışlayan aynı zümre değil mi?
Dünya görüşünüz yoksa, ferasetiniz yoktur, basiretiniz yoktur. Bugün söylediğinizi yarın yalanlamak zorunda kalmaktan bıkmadınız mı diye sormadan edemiyoruz.
Üstad Necip Fazıl “Benim Gözümde Menderes” isimli eserinde Celal Bayar’ın şu sözlerine yer verir:
“Fakat kaderin ne acı bir oyunudur ki, bütün hayatında meşruluğu bu ölçüde savunmuş, kanun içinde kalmak konusunda bu ölçüde titizlenmiş, milletten başka baskı kaynağı olmayacağına bu ölçüde iman etmiş bir devlet adamı, Anayasayı çiğnemek iddiasıyla darağacında can verdi!..”
Üstad Necib Fazıl’ın tarih görüşünü “keramet çapında” olarak değerlendirir İbda Mimarı. Üstad’ın “Benim Gözümde Menderes” isimli eserinin her cümlesinin de, “bugüne” ışık tutan keramet çapında değerlendirmeler olduğunu görebilirsiniz. Menderes’in iktidara gelmeden, iktidara geldikten sonra ve idam edilmesine kadar yaşanan süreci, tüm teferruatlarıyla anlatmakla kalmaz, her biri bir fikir, siyaset ve aksiyon dersi olan değerlendirmeler yapar. Bu değerlendirmeler, o günleri sanki bugün değerlendirmiş gibi tazedir ve her kesimin alacağı pek çok dersi muhtevidir. Mesela, Demokrat Parti iktidara gelmeden evvel tesadüfen Maraş’ta karşılaştığı iki genç DP’liyle ilgili şunları yazar:
“Bir aralık Fevzi Lûtfi ve Samed’i alarak kimsesiz bir odaya çekildim ve tepeden inme sordum:
— Demokrasi bir ideal değil, bir metottur. Sizin bu metot içinde güttüğünüz dünya görüşü nedir ve insanlarla mezhepler arası dost ve düşman kutuplarınız kimler ve nelerdir? Ve acaba bizim dost ve düşman kutuplarımızla alâkanız ne merkezdedir? İşte müzakere usulünü tâyin edici biricik vazediş budur! Demokrat Partiye fikir ve (doktrin) rengi verebilecek gençler arasında bu ikisinden daha yeterli bulunamayacağına göre, bana verdikleri cevabın sığlığı, onların da Celâl Bayar’dan ileriye bir fikir sahibi olmadıklarını ve partilerinden fazla bir şey beklemeye yer bulunmadığını gösterdi.”
Üstad’ın DP’ye ve iktidar olduktan sonra Menderes’e bakışı, ne menfaat, ne ikbal, ne de başka bir şeydir: Bir dava adamının, davasının istikbali ve hali gereği, gerektiği yerde şiddetle tenkid, gerektiği yerde de yol göstericilik yapmasından ibarettir. Her karşılaştığı durumu davası lehine semerelendirme…
Demokrat Parti’yi üç devreye ayırır ve şöyle değerlendirir Üstad:
“Demokrat Partinin 14 Mayıs 1950’de başlayıp 27 Mayıs 1960 darbesiyle sona eren tam 10 yıl 13 günlük iktidar hayatını, seçimlerle sınırlı üç devre içinde mütalâa etmek, son derece ayrıntılı çizgileri bakımından riyazi bir görüş olur.
Birinci devre: 1954 seçimlerine kadar 4 sene… Hedefsiz Gayret Devresi…
İkinci devre: 1957 seçimlerine kadar üç sene… Boşuna Zahmet Devresi…
Üçüncü devre: 1960 baskınına kadar üç sene… Boyuna Gaflet Devresi…”
Bu devreleri tek tek inceler ve bugün ders alınması gereken müthiş değerlendirmelerde bulunur. Bence en can alıcı bölüm şudur:
“Adnan Menderes, iktidara erdiği ilk günden itibaren, halkın kendisini öc alıcı olarak gönderdiğinden habersiz, kusuriyle «inkılâp» dediği şeyin ne olduğundan ve onun başında Halk Partisini tasfiye memuriyeti bulunduğundan gafil, ona normal bir muhalefet partisi mahiyetinde hayat hakkı tanımıştır. Milletin, bir silkelenişte boynundan söküp attığı yılana, Adnan Menderes hiç bir hamleye aklı ve gücü yetmez demokrasi softalığı içinde, sadece uslu durmasını şart koşarak kafeste yer vermiştir. Böylece, ilk günden itibaren kaatilini beslemeye ve onunla demokrasi prensipleri üzerinde anlaşmaya yönelmekle intiharını kendi eliyle imzalamış; üstelik 14 Mayıs 1950 zaferinin bir inkılâp değil, basit bir seyr içinde hazin bir muvaaza getirdiğini, 7 yıl sonra anlaşılmak ve Onuncu sene nihayetinde de kafalara dank diye çarpmak üzere o günden belli etmiştir.”
Nihayet, eserin sonunda, Üstad Necip Fazıl’ın yine bugüne hitap edici maddeler halinde sıraladığı değerlendirmeler:
“Nazik anlarda bir dostuna demişti ki, Adnan Bey:
“— Kardeşim! Şu Ankara’ya bak! Şu ufka bak! Şu Mehmetçiğe bak! İhtilâl olacak diyorlar! Bu Mehmetçik mi bana ateş edecek? Ben ki, onun köyüne yolu götürdüm, suyu götürdüm, makineyi, işi, parayı götürdüm… Onun için, onun Ayşe’si için, Fatma’sı için, anası için, babası için neler yapmadım? Ben gecemi, gündüzümü, bunlara adamadım mı?… Bunlar mı ihtilâl yapacaklar?…”
Bilmiyordu ki, sam yeli eserken sapsarı bozkırlara bakıp iç geçirerek köyünü ve tarlasını düşündüğü Mehmetçik, kılıç gibi, hançer gibi, balyoz gibi bir şeydir; ve anadan, babadan devralınan mutlak itaat, sorgusuz baş eğme hasleti yüzünden, kimin eline geçerse onun işini yapar… Ah Menderes, daha neler bilemedin sen, neler!..
Birincisi: Üzerinde toplanan bütün hıncın tam mânasıyle sivil olmandan ileri geldiğini bilemedin ve ona göre davranamadın!
İkincisi: Harbiye’den başlayarak ordunun içine girmek, oraya yeni bir mâna, bir çift göz ve kulak yerleştirmek gerektiğini, yoksa orduyu müdahalesiz ve kendi başına bırakmanın onca bir nevi düşmanlık sayılacağını bilemedin ve ona göre davranamadın!..
Üçüncüsü: Tanzimat’tan beri gelen sahte inkılâplara “dur!” demeyi, bu dâvada asıl sorumlu Halk Partisini topyekûn eseri ve tesiriyle iptal etmeyi, Allah’ın sana biçtiği memuriyete göre Türk’ün ruh köküne dayalı gerçek inkılâbın ne olduğunu göstermeyi bilemedin ve ona göre davranamadın!..
Dördüncüsü: Toprak ve köylü sermayesine yönelici millî bir iktisad politikası takip etmenin, mason, Yahudi ve kozmopolitler elindeki karanlık sermaye merkezlerini kudurtacağını ve aynen olduğu gibi, seni zaif düşürmek için partini hiziplere böldüreceğini ve seni zıtlarınla halkalayacağını bilemedin ve ona göre davranamadın!..
Beşincisi: Hesap sormayanlara mutlaka hesap sorulacağını, üstelik, aynen olduğu gibi, kendisinden hesap sorulmayanın kendi öz suçuna hesap sormayana devr ve havale edeceğini, onu aslında kendi suçiyle suçlandıracağını bilemedin ve ona göre davranamadın!..
Altıncısı: Ruhlara hâkim olunmadıkça ve orada bir imar sahası açılmadıkça madde imarının basit ve haris gözlere mirasyedilik gibi görüneceğini ve içtimaî sınıfları yeni refah şartları istemeye doğru tahrik edeceğini, ortalığa bir açgözlülük havası yayılacağını ve bazı sınıfların bu hava içinde müthiş yağmacılık hissine kapılacaklarını ve haklarını gasbedilmiş sayacaklarını bilemedin ve ona göre davranamadın!..
Yedincisi: Tepeden ve etrafındaki zıt kutupları tasfiye ve tevsiye edip partini yekpâreleştirmeyi ve bu yekparelikle bütün aykırılıkların üstünden silindir gibi geçmeyi, tezatsız bir kadro kurmayı bilemedin ve ona göre davranamadın!..
Sekizincisi: Partisine bağlı milliyetçi ve mukaddesatçı gençliği kendi elinle boğmak yerine, ne yapıp, dere, tepe, bunları dörtlü ümit yaprağı ararcasına bulmak ve demetlemek icap ettiğini bilemedin ve ona göre davranamadın!…
Dokuzuncusu: Sana hesap soranlara “asıl hesap soracak benim!” diye ölmeyi bilerek kahramanlaşmayı bilemedin ve ona göre davranamadın!..”
Adnan Menderes’e Allah’tan rahmet, 27 Mayıs darbe sürecinde yaşananların da bugüne ibret olmasını dileriz.
* “Zeybeğin Ölümü”: Üstad Necib Fazıl’ın Adnan Menderes’in idamından sonra yazdığı şiir.
1932 yılında Ağrı’nın Doğubeyazıt ilçesinde doğdu. Ailesi Van’ın Bahçesaray kasabasına bağlı Doğanyayla (Arvas) köyündendir. Muhitlerinde ‘Arvasiler’ olarak tanınırlar. Soyadı kanunu çıktıktan sonra köylerinin adı Arvas oldu.
1952 yılında Erzurum Öğretmen Okulu’ndan mezun oldu. Bir süre ilkokul öğretmenliği yaptı. 1958’de Gazi Eğitim Enstitüsü Pedagoji Bölümü’nü bitirdi. Sırayla Balıkesir, Bursa ve İstanbul’daki Eğitim Enstitülerinde hocalık yaptı. 1979 yılında emekli oldu. Aynı yıl Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel İdare Kurulu’na seçilerek, bu partideki görevine, 12 Eylül 1980 ihtilaline kadar devam etti. MHP’den İstanbul Senatör Adayı da oldu.
Hergün Gazetesi’nde, ‘Türk-İslam Ülküsü’ başlığıyla günlük makaleler yazdı. 12 Eylül darbesinden sonra, MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası’ndan yargılandı. Mamak Cezaevi’nde işkence gördü. Tahliye olduktan sonra ülkücü gazete ve dergilerde yazılar yazdı. Türkiye gazetesinde Hasbihal başlığı ile makaleleri neşredildi. 31 Aralık 1988 tarihinde İstanbul Erenköy’deki evinde vefat etti. Vefat ettiğinde yaşı 56 idi.
Eserleri şunlardır: Türk-İslam Ülküsü (3 cilt), Kendini Arayan İnsan, İnsan ve İnsan Ötesi, Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz, Şiirlerim, Eğitim Sosyolojisi, Doğu Anadolu Gerçeği, İleri Türk Milliyetçiliğinin İlkeleri, Hasbihal (6 cilt). Hasbihal, daha sonra konularına göre şu isimlerde yayınlandı: Emperyalizmin Oyunları, Devletin Dini Olur mu, Kadın Erkek Üzerine, İnsanın Yalnızlığı.
Kendini Arayan İnsan
S. Ahmet Arvasî’nin “Kendini Arayan İnsan” isimli eserini, onun eserleri arasında biricik kılan nedir?
Bilindiği üzere Ahmet Arvasî bir “hoca”dır. Talebelerinin anlatımıyla çok mükemmel bir muallimdir. Günümüzde arasak da bulamayacağımız türden… Onun “Kendini Arayan İnsan”daki, mücerred meseleleri, temel kavram ve fikirleri tane tane anlatışı, tek tek izah edişi, biraz da onun “muallim” vasfı ile alâkalıdır.
Diğer yandan Salih Mirzabeyoğlu’nun tabiriyle devrinin aydın geçinenleri arasında “hariç” tutulabilecek bir fikir haysiyetine sahibtir. Ele aldığı kavramları titizlikle inceleyip, bilhassa “Kendini Arayan İnsan” isimli eserinde, İslâm tefekkürü dairesi içinde bir tefekkür ortaya koymuştur.
Yine Arvasî, “Büyük Doğu’nun ne anlama geldiğini bilerek Büyük Doğucuyum” der ve Üstad Necib Fazıl’ın eserlerini bütün talebelerine tavsiye ederdi.
Eserin önsözünde şöyle yazar Arvasî:
“Öyle anlaşılıyor ki “ilmin” bugünkü tutuşu insanı kuşatamamaktadır. Bu gidiş bizi kendimize ulaştıramayacaktır. Aklın kanunları, insan bilgisini kuşatacak bir kıvraklığa ve hayatîliğe sahip olmayan donmuş kalıpları ifade etmektedirler. İnsan bilgisinin prensipleri hayatîlik ifade edici bir kıvraklığa sahip olmalıdır.”
Eser, “İnsan ve heykeli”nin diyaloğu ile başlar. Burada “İnsan” ve “Heykeli” işte tam da yukarıda bahsedilen “hayatîlik ifade edici kıvraklığı” tartışırlar.
Eserde en mücerred meselelere el atarken bile tefekkürünü her zaman “selim akıl” çerçevesinde tutmuş, “muallim” vasfını eserin her köşesinde hissettirmiştir.
İnsan nedir, zekâ, akıl, hakikat nedir gibi konuları incelediği eserinde, “İnsan Bilgisinin Bilimi” üzerine şöyle yazar:
“Sırf aklın kanunları ile yaşayan bir insan muhalfarz, mevcut olsa idi, bu insan için iyi, doğru, güzel, hürriyet, yaratıcı, yaratma, irade ve şuur gibi değerler ve endişeler mevcut olmazdı. Halbuki bütün insanlar arasında, değişik kılık ve kadrolarda belirmelerine rağmen, bu ortak kavramların ve mânâların tarih boyunca varolduklarını gözleyip duruyoruz. Bu var oluşun, bu ortaklığın kökleri insana bağlı olmak üzere, prensipleri de pek âlâ olabilir.”
İnsanı eşyaya göre değil, insana göre izah etme çabası olarak ortaya koyduğu anlayışı da şu sorularla hülasa eder:
“Beni bilgili olmaya zorlayan sadece dışımdaki varlıklar ve parçacıklar ise ve onların bana telkin edecekleri veya verecekleri şeyleri varsa onlar bunları nereden aldılar? O veriler, o varlıklarda kendiliğinden mi mevcut bulunmaktadır? Renk, ışık, hareket ve yer kaplama eşyanın tabiatından mı geliyor? O halde eşya şuuruna varamadığı bir bilgi deposu durumunda mıdır? Bilginin hem insanda doğuştan mevcut oluşu hem de insan tarafından bilinemeyişi bir çelişme ise, aynı çelişme burada da aranamaz mı? Eşya hem bilgi yüklü, hem de bilginin şuurundan yoksun ise, bu durum insan için de varit olamaz mı?”
Yine eserden varlığın mahiyeti ve hakikati hakkında şu bölüm:
“Öyle anlaşılıyor ki, biz zannettiğimiz kadar madde ile de, ruh ile de yüz yüze değiliz. Renk, ses, şekil, sühunet, hareket hep insana göre keyfiyetlerdir. Bunların gerisinde, içinde ve üstünde madde, hayat, ruh, insan zihnine ulaşan bilgilerdir. İnsan zihni bu keyfiyetlerden maddeye de, hayata da, ruha da ulaşmıştır. Biz, renk, hareket, şekil ve sühunet gibi keyfiyetle gözüken varlığı ve oluşu, oluş altı bir soyutlama ile dondurarak maddeyi, bu keyfiyetleri kendimizde yaşayarak hayatı, oluş üstü bir soyutlama ile keyfiyetleri Mutlak Varlığın bütün zamanı yakıp kül eden emir ve iradesinin bir ifadesi halinde duyarak ruh kavramına ulaşıyoruz. İnkâr edilemez ve fakat idrak ve tasavvur edilemez Mutlak Varlığı, yani Allah’ı bunlardan birine veya hepsine irca etmek çok büyük hata olur. Varlığın temeli ne madde, ne hayat, ne de ruhtur. Varlık sadece ve mutlak olarak varlıktır. Varlığın mana ve mahiyeti mutlak olarak nedir? Varlık hiç şüphesiz inkâr edilemez ve aynı derecede duyular ve tasavvurlarla da kavranamaz olandır. Madde, hayat ve ruh kısmen kavranabilen varlık tezahürleridir. Mutlak Varlık bunların arkasındaki ezeli ve ebedi varlık olup yokluğu imkânsız kılan yegâne varlıktır.”
Kendini arayan gençlerin, Seyyid Ahmed Arvasi’nin “Kendini Arayan İnsan” isimli eserini okumaları, onları, mücerred kavramlara yaklaşırken, kavramların nasıl incelenip sorgulanacağına, nasıl fikir yürütüleceğine dair bir antrenmana da hazırlamış olacaktır.
Kadın Hak ve hürriyetleri… Ülkemizde en çok tartışılan, en çok polemik konusu olan mevzulardan biridir. Osmanlı’da Batılılaşma hareketlerinin iyice gün yüzüne çıktığı 18. Yüzyıllardan bugüne bu durum değişmemiştir. Osmanlı’nın kuruluşundan yükseliş sürecine kadar kadını toplumdaki ahengin içinden ayırıp ayrıca değerlendirmek pek mümkün görünmemektedir. Osmanlı toplumsal hayatı ve sisteminde tutturulan ahenk, kadını bir kadavra gibi oradan ayırıp, tek başına incelememize imkân vermez. O ahengin bozulmaya başladığı yükseliş devrinden sonra gelen duraklama ve gerileme devirlerinde “kadın” bir mesele olarak ortaya çıkmaya başlar. Osmanlıda en tepeden en aşağıya bir ahenk tutturulmuştu ve o ahengin içinden bir notayı çekip, acaba bu nota şöyle mi olsaydı şeklinde bir değerlendirme yapmaya kalkmak abesle iştigaldi.
Osmanlının son dönemlerinde, Batı’nın fikrî, kültürel ve ahlâkî tesirine karşı hazırlıklı bir “aydınlar zümresi” olmaması, varolan aydınların da çoktan Batı tesirine girmiş olması, o bahsini ettiğimiz ahengin bozulması, bizim elimize çeşitli “doneler” ve incelemeye değer “argümanlar” verir. Belki de asıl üzerinde durulması gereken nokta, sistem meselesidir.
Temelde sistemin kendini “yenilememesi”, eşya ve hadiselerin her ân yeniliği karşında “donması”, Osmanlı’nın toplumsal ahenginin bozulması, ahengin bozulmasıyla da mesela kadının bu yenilenmemiş sistemde kendini “değersiz” hissetmesine yol açmıştır. Mesela erkeğin bir Batılı gibi giyinmesine, bir Batılı gibi davranmasına, hatta Batılıların hayat tarzına özenmesine mukabil, kadının bu durumdan etkilenmemesi mümkün değildi. Elbette bu durum, içtimai olarak bir “haksızlık” ortaya çıkarmıştır. Ama o “haksızlığın” muhtevası tartışılır. Tabiî ki, kadın hak ve hürriyeti meselesi bizde Batılı kadınlarla birebir aynı içtimaî şartlar altında ortaya çıkmamıştır. Batılılar bildiğiniz gibi tarihi de, bilimi de hep kendilerinin başlattıkları içtimai olaylara ve buluşlara dayandırırlar. Batılı feministler de bunu yapar ve dünyanın her yerinde, kültürel şartlar, dini şartlar veya geleneklere bakmadan, “ataerkil” denilen bir yapıdan bahsederler. Kadınların bu ataerkil sistemlere başkaldırmasını öğütlerler.
Oysa Batılı anlamda uygulanan monarşik sistemler, krallıklar ile Doğulu anlamda uygulanan monarşik sistem ve imparatorluklar aynı değildir. Buna bağlı olarak Doğulu kadının hayat şartları ile Batılı kadının hayat şartları da aynı değildir. Klasik örnek, Ortaçağda Batılılar, biraz okuyan, yazan, düşünen kadınları “cadı” ithamıyla yakmışlardır. Oysa Doğu, o tarih diliminde, kadın şairler, alimeler, mutasavvıflar yetiştirmekteydi.
Ne demiştik Batılı anlamda “haklar ve özgürlükler” meselesi, bizde Cumhuriyet devrinde daha fazla dile getirilmeye başlandı. Bu devrin önemli bir kadın aktivistinden bahsedeceğim. Pek bilinmez adı, bize öğretilen Cumhuriyet tarihi kitaplarında da adı geçmez.
Nezihe Muhiddin. Kimdir bu kadın? Aristokrat bir aileden gelir. 1889 yılında İstanbul, Kandilli’de doğar. Serasker Ağa Hüseyin Paşa’nın torunu, savcı Muhiddin Bey’in kızıdır. Eğitim hayatı Kandilli mahalle mektebinde başlamış, sonrasında kardeşiyle birlikte evde devam etmiştir. Farsça, Arapça, Fransızca ve Almanca ile bu dillerin edebiyatını özel öğretmenlerden öğrenir. Annesi ile ilk öğretmeni olarak andığı dayısının kızı Nakiye Hanım’ın gözetiminde eğitim hayatı sürer. Kadın sorunları üzerine düşünen, aynı zamanda ilk kadın gazetesi “Hanımlara Mahsus Gazete”nin “Zekiye” takma adıyla aktif yazarlarından olan Nakiye Hanım ile annesinin edebiyat ve toplumsal sorunlar üzerine yaptıkları tartışmalar, Nakiye Hanım’ın evde düzenlediği toplantılar, ilerideki düşüncelerinin ilk tohumlarını atacaktır. Henüz sekiz yaşındayken, annesiyle birlikte kadınların kurdukları hayır derneklerinin çalışmalarında bulunur; Nakiye Hanım vesilesiyle Fatma Aliye ile tanışma fırsatı yakalar. Fatma Aliye Hanım ile ilişkileri uzun yıllar sürecektir. Yüksek öğrenim görmediği halde kendi kendini yetiştirecek, yirmi yaşında Maarif Nezareti’nin fen sınavını kazanarak fen bilgisi derslerini vermek üzere kız idadisine atanacaktır. Aynı zamanda İttihat ve Terakki Kız Sanayi Mektebi’ne müdür olur. Çalışma hayatı oldukça üretken geçer. Maarif Bakanlığı’na eğitim hakkında raporlar yazar; birçok okulda müdürlük, ilkokul ve yabancı okullar için müfettişlik yapar. İki kere evlenir. Ancak yaşamı boyunca ikinci evliliğinin soyadını değil, babasının soyadı olan Muhiddin’i kullanacaktır. 1911 ile 1944 yılları arasında ulaşılabilen 17 romanı, 300 kadar öyküsü yayınlanmıştır.
Nezihe Muhittin bir feminist olarak adlandırılır. Kadınlara oy hakkı, “Hak verilecekse biz veririz” diyen tarafından henüz verilmeden 10 yıl kadar önce, 1923 yılında Cumhuriyet tarihinin ilk partisini kurmuştur: Kadınlar Halk Fırkası. Henüz Cumhuriyet Halk Fırkası kurulmadan evvel. Tabiî ki, bu girişime onay verilmemiş, hatta engellenmiştir. “Parti kurulacaksa biz kurarız” diyerek. Kadınların elinin hamuruyla siyasete karışmaması gerektiğini öğütlemişlerdir kendisine. 8 ay partisinin onaylanmasını beklemiş ve fakat beklediği onay gelmeyince, “Türk Kadınlar Birliği” adı altında dernekleşme yoluna gitmiştir. Kadınların oy hakkı için mücadele etmiş, asker, polis olmaları için teklifler sunmuştur. Çeşitli dergiler çıkarmış, makaleler kaleme almıştır. Gelin görün ki, bu faaliyetleri Atatürk tarafından yasaklanmış, Chp’nin yayın organı, Yunus Nadi’nin gazetesi Cumhuriyette ise “Havva’nın kızları, meclise girip yılın manto modasını tartışacak” şeklinde alaya alınmıştır.
Hatta “kadını aşağılayan” öyle karikatürler yayınlamıştır ki, komik bulunmuş mudur bilmem:
Nezihe Muhittin, siyasi hareketi engellenip, kendisi ve savunduğu fikirler “çok sert” bulunduğu için kendi kurduğu dernekten de çıkarılınca, edebi alanda eserler vermiş, hikâyeler, tiyatrolar romanlar yazmış ve tek başına bir akıl hastanesinde ölmüştür. Kadın derneği ise, kadınlara oy verme hakkı “verildiğinde”, kendini feshetmiştir.
Cumhuriyet gazetesinde şöyle yazılar çıkacaktır: “Salonda zarifane konuşmaktan, yahud gazetecilere resimlerini vermekten, yahud da balodan sinemaya, sinemadan dansa koşan hanımlara karşı, açık ve samimi konuşalım, biz erkekler hürmet de etsek yalandır. Bu hürmet ancak onların zarafetlerine daha ince bir çeşni vermek ve sonra da bu zarafeti şaşırmış ve hayran seyr ü temaşa (seyretmek) içindir.”
Genel olarak mücadelesi, her ne kadar “feminist” olarak adlandırılsa da, batılı muadilleri gibi bir muhtevaya sahip değildir. Kadın ve erkek arasında “tabiatlarından” gelen bir farklılık olduğunun altını çizmiş, “vatandaşlık haklarında” eşitliği savunmuştur. Cumhuriyetin “yenilikçilik” anlayışını yetersiz bulmuştur. 1926’da Türk Kadınlar Birliği, CHP’ye üye olmak için başvuruda bulunduğunda aldığı cevap, “kadınların hayır işleri ile uğraşmasının daha doğru olacağı” yönündeydi. Dernekteki Mustafa Kemal’e yakın bazı kadınlar da, yeni çıkan Medeni Kanun’la “kadınlara layık olmadıkları hakların bile verildiğini” söyleyerek siyasi taleplerde ısrar edilmesini eleştirmişlerdi. 1927 ile 1929 yılları arasında Nezihe Hanım hakkında birçok dava açılmış, hiçbirini kazanamamıştır. Bu davalardan ancak afla kurtulabilmiştir. Davalar ise genellikle Nezihe Muhiddin’in itibarına yönelik davalardır. Yolsuzluk, zimmetine para geçirme gibi…
Kadınların seçme ve seçilme hakkı için mücadele eden Nezihe Muhittin, İktidardaki Cumhuriyet Halk Fırkası tarafından susturulmuş, alay edilmiş ve itibarsızlaştırılmıştır. Nihayet tarihler 1934’ü gösterdiğinde, Atatürk’lü meclis kadınlara seçme ve seçilme hakkı “vermeyi” uygun bulduktan birkaç yıl sonra Nezihe Muhiddin bir akıl hastanesinde ölecektir.
Emmeline Pankhurst
Aynı dönemlerde belki biraz daha önce İngiltere’de ortaya çıkan bir kadın hareketi var: Sufrajet. Aslında “oy hakkı” anlamına gelen “suffrage” kelimesinden türetilmiş ve İngiliz basını bu hareketi alaya almak için Sufrajet adını takmışlar örgüte. Emmeline Pankhurst tarafından kurulan bir örgüt. Alt gelirli işçi sınıfı kadınlar arasında örgütleniyor. Ancak bu örgütün ortaya çıkışı oldukça anlamlı: İşçi kadınlar dediğimiz kesim, ülkenin en fakir kesimi. Kocaları çoğunlukla işçi. Çalıştıkları işler ağır ve fakat erkeklerden daha az ücret alıyorlar. Yarısı kadar bile değil. Üstelik işyerinde taciz ve tecavüz vakaları normal sayılıyor. Kadınlar, tıpkı köleler gibi çalışmak zorundalar fakat düşük ücretle. Üstelik onlara herhangi bir saygı da duyulmuyor. İşte böyle bir toplumsal destek buluyor hareket. Çeşitli şiddet eylemleri hatta bombalı eylemlere karışacak kadar hayatlarından bezmiş bir kesim.
Emmeline Pankhurst, İngiltere’de orta sınıf bir ailenin içinde büyür. Henüz 14 yaşındayken kadınların seçme ve seçilme hakkı üzerine yapılan bir toplantıya katılır. 1873-1879 yılları arası Paris’te bulunan bir kız okuluna gider. Geri dönüşünde, aynı yıl 24 yaşında olan avukat Richard Marsden Pankhurst ile evlenir. Beş çocuğu olur: Christabel Harriette, Estelle Sylvia, Frank, Adela ve Harry. Eşi Richard Pankhurst’un 1898’de vefatından sonra kocasından kalan cüzi miktardaki maaşı ile kıt kanaat çocuklarına bakmak zorunda kalır. 10 Ekim 1903 tarihinde kızı Christabel ve dört arkadaşı ile birlikte Manchester’da radikal kadın hareketleri çerçevesinde Kadınların Sosyal ve Politik Birliği’ni (WSPU) kurar. Kızları Sylvia ve Christabel de kadın hareketlerinde aktif bir şekilde çalışır. Kısa zamanda yaygınlaşan hareketin yöntemi gittikçe radikalleşir, basında hiç yer alamayan hareket dikkat çekmek için şiddete başvurur. Yangınlar çıkarılmış, bombalı saldırılar düzenlenmiş ve bu yüzden Pankhurst birçok defa tutuklanmıştır. Gazeteler elbette bu hareketi alaya almak için tıpkı Cumhuriyet gazetesinin yaptığını yapıyor, Sufrajetleri yaşlı, çirkin kadınlar olarak karikatürleştiriyorlardı.
1913’te Pankhurst, Britanya Bütçe Başkanı David Llyod George’un villasına yapılan bombalı saldırının azmettiricisi olarak üç yıl hapis cezası alır. Bu karar kadın hakları savunucularının polis ile sokak çatışmalarına girmesine neden olur, resmi kurumlara ve başbakan Herbert Asquith gibi tanınmış kişilere saldırılar düzenlenir. Olaylar kundaklama ve bombalı saldırılar şeklinde bütün ülkeye yayılmıştır. 1913’te açlık grevi sebebiyle sağlık durumunun kötü olmasından dolayı Emmeline Pankhurst tekrar serbest bırakılır. Ancak süfrajetlerin eylemleri devam eder: Bombalı saldırılar düzenlenir, posta kutularına asit dökülür, kiliseler kundaklanır ve toplu taşıma araçlarına zarar verilir.
Olaylar, 1 Haziran 1913 tarihinde Epsom’da düzenlenen at yarışında, kralın atının önüne atlayan, ağır yaralanan ve kısa bir süre sonra ölen süfrajet Emily Davison’un ölümü ile iyice etkisini artırmıştır. Emily, Pankhurst tarafından kadın haklarının şehidi ilan edilir ve bildirilerinin manşetlerinde hipodromun meleği olarak gösterilir. Aynı yıl, 1913’de parlamento, tutuklu süfrajetlerin artan açlık grevleri nedeniyle “Kedi ve Fare Antlaşması” adlı kanun tasarısını kabul eder. Açlık grevi sebebiyle, zorla beslenmelerine rağmen ciddi derecede hasta olan tutuklular serbest bırakılır. Sağlığına kavuşan tutukluların ise tekrar tutuklanması istenir. Bu anlaşmayla sağlığına kavuşan Emmeline Pankhurst, Şubat 1914’de tekrar tutuklanır, bunun üzerine tekrar açlık grevine başlar, hastalanır ve tekrar serbest bırakılır.
22 Mayıs 1914 tarihinde ise, Birleşik Krallık hükümdarı V. Georg’a dilekçe vermeye çalışırken Buckingham Sarayı önünde tekrar tutuklanır. Orada bulunan fotoğrafçılar da, bu kadın hakları savunucusunun emniyet müdürü Rolfe’nin kollarındaki hâliyle tutuklanmasını çeker. Fotoğraf, aynı gün Londra’daki birçok gazetede manşet ve kadın hareketlerinin “görsel” ilk fotoğrafı olur.
Birinci Dünya Savaşı’nın çıkması ile radikal kadın hareketlerinin faaliyetleri durur, Pankhurst propagandasını Britanya’nın savaş mücadelesine çevirir. 1918 yılında Emmeline Pankhurst Muhafazakâr Parti’ye katılır; fakat fazla aktif olmaz. Kasım 1918’den itibaren 21 yaş üstü kadınlar parlamentonun üyesi olabilmişler; fakat seçme hakları henüz verilmemiştir. Emmeline Pankhurst 1928 yılında vefat eder ve aynı yıl kadınlar için genel oy hakkı yürürlüğe girer.
Çok yakın bir tarihten bahsediyoruz aslında. İngiltere’de kadınların, özellikle “işçi kadınların” gerçekten “ikinci sınıf” vatandaş ve “köle” muamelesi gördüğünü; Fransa’da, ABD’de ve hattâ tüm Avrupa’daki durumun bundan hiç de farklı olmadığını, feminist literatürü okuyanlar az çok bilir. Verilen mücadeleyi de… Batının “kadın hakları karnesi” oldukça kötüdür bu bakımdan. Zencileri “köle” olarak çalıştıran zihniyet açısından, kadınları da ikinci sınıf görmekte bir beis yoktu. Şimdi bizde, “Batılı bir çok ülkeden önce Türk kadınlarına seçme ve seçilme hakkı Atatürk tarafından verildi” diye ilkokulda öğretilmeye başlayan motto var ya, işte o, bu Süfrajetleri filan görünce “komik” geliyor. Batıda “söke söke alınan hak”, bizde birileri tarafından “verilen”…
ŞALCI BACI
Nezihe Muhittin’den bahsettik. İstiklal Mahkemelerinin kurulduğu dönemde “oy hakkı” isteyen yalnız bir kadın. Geldiği aristokrat çevre sebebiyle birkaç dava ve itibarsızlaştırma ile kurtarıyor yakasını ama o sırada şapka kanunu muhalefeti sebebiyle asılanlar filan var, biliyorsunuz. Şalcı Bacı hakkında resmi bir kayıt bile yok.
Kısaca özetlersek durum şudur: Türkiye’de kadın hakları hikâyesi, Cumhuriyetle başlamaz. Kadın hareketleri Cumhuriyet öncesinde başlamakla beraber, Batılı muadilleriyle aynı muhtevada değildir. Osmanlı’daki kadın hareketleri, Batılı muadillerinden etkilenmekle beraber, iktisadî, sosyal, kültürel meselelerde (meselâ Batıda “kadın işçi” denilen, sanayi devrimiyle ortaya çıkan durumun Osmanlı’da henüz mevcut olmaması gibi) toplumda bir karşılık bulamamıştır.
Bu, “Cumhuriyet”in kurucu iradesinin, üstelik “Cumhuriyet kazanımlarını savunan” bir kadına layık gördüğü muamele. Aynı dönemde bir de Şalcı Bacı var. Son yıllarda ortaya çıktı bu kadıncağızın “şapka kanununa muhalefet etmekten” idam edilmesi. Kimdir bu kadın? Şal satan, eskilerin bohçacı dediği bir kadın. Hakkında fazla bilgi yok ama pek çok rivayet var. Şalcı Bacı, Erzurum’da şapka kanununa muhalefetten asılan onlarca Müslümandan biridir. Devamını Üstad Necib Fazıl’dan dinleyelim:
“Çarşıda kapatılan dükkânların kepenk sesleri… Heyecanlı bir kalabalık… Kalabalık Vilâyet binasının önünde…
Sesler:
– Şapkayı istemiyoruz! Gâvur kılığına giremeyiz!
Kalabalık süngülü jandarma zoruyla dağıtılıyor. Erzurum’da Sıkı Yönetim… İstiklâl Mahkemesi… Başta Gavur İmam lâkaplı bir hoca ile Hoca Osman isimli bir din adamı, aralarında da bir kadın, sehpada 33 ceset…”
Darağacı yolunda şaşkınlık içinde, “Kadın şapka giye ki asıla!” diye sorar hatta. Yani kadın şapka giymez ki asılsın der. Şaşkınlığı da bunadır. Bu idamın, kadınlara şapka giyme yolunun hazırlanmasında fayda sağladığından söz edenler olur. Hatta derler ki, Erzurum’da Vali ve Kumandan Paşa bir araya gelmiş, Şapka Kanunu’nun muhayyilelere dehşet salmak suretiyle kabulü için bir kadını asma gibi bir karara varmışlardır.
Biri Cumhuriyet değerlerine sahiptir fakat fikirleri beğenilmez, diğeri ise halktan garip bir kadındır, ibreti âlem için idam edilir. Görüldüğü gibi Cumhuriyet kendi çocuklarını yemekten çekinmemiştir. Halide Edipler, Fatma Aliyeler, hep bu rejimin sert yüzü ile mücadele etmişlerdir.
Günümüze geldiğimizde, sosyalist feministinden, Kemalist veya Marksist feministine hatta İslâmcı feministine pek çok ideoloji altında örgütlenmiş kadın hareketleri var ülkemizde. Feminist literatür ne yazık ki yukarıda değindiğimiz gibi nerede gelişirse gelişsin, “Batı merkezli” bir bakış açısına sahiptir. Mesela Batılı feministler, “Hristiyanlık” temelinde Hristiyanlığın kadına bakışına karşı tenkid geliştirmişse buradaki feminist hareketler de İslâm’ın “kadın düşmanı” olduğunu ispatlamaya gayret etmişlerdir. Feminizm Batı’da temelinde sağlam gerekçelerle ortaya çıkmış, büyük mücadeleler verilerek kazanılmış hakların savunucu ve geliştiricisi olmuşsa, burada o nisbette “taklit”ten öteye geçmemiştir. Bu topraklarda içtimai altyapısı olmayan köksüz bir hareket olarak feminizm, “sonradan görmeliğin” adıdır. Cumhuriyet ideolojisinin desteklediği kadın hareketlerinden, bugüne durum değişmemiştir.
Misal Anadolu’da devlet anadır bizde. Devlet baba demeye cumhuriyetle birlikte başlamışızdır. Bunun üzerine olsun tek bir düşünce üretememiş bizdeki feminist hareketlerin en temel çıkmazı, Hristiyanlığı İslâm’la eşitlemeleri olmuştur. Toplumdaki yozlaşmadan İslâm dinini sorumlu tutmak gibi “sapıkça” bir anlayış yerleşmiştir. Müslüman bir toplumun Batı fikir ve ahlâkı ile kirletilmiş zihni, bozulmuş ahengi ile yaptığı her “kötülük” her nedense İslâm’a kesilmiştir.
Ben feminist literatürü elimden geldiğince takip ederim. Geçmişin bazı sıkı feministlerinin, yaşları ilerledikçe, bazı sert fikirlerinden bütün bütün vazgeçtiklerini gördüm. Kimisi, kadının erkekle eşit haklara sahip olması için mücadele ederken, kadını budadıklarını, etekli erkekler yetiştirdiklerini itiraf etmek zorunda kalmışlardır. Kadının kendine has tabiatını tahrip etmenin içtimai problemlere sebeb olduğunu kabul etmek zorunda kalmışlardır. Bizde ise Amerika’yı yeni keşfeden feministler hâlâ şu “söylemle” başlarlar konuşmaya:
“Günümüzde kadınların karşı çıktıkları ve mücadele etmek zorunda kaldıkları birçok sorun, kadın ve erkek kimlikleri ve rolleri konusunda toplum ve kültür tarafından belirlenmiş ön kabuller ve kalıp yargılarla, başka bir deyişle toplumsal cinsiyetle {gender)* ilişkilidir. Bu, toplumsal olarak verilmiş kadınlık ve erkeklik kalıplan ve imgeleri, varoluşumuz açısından can alıcı bir önem taşır. Bu imgeler, dinlerin ve kültürlerin uzun yüzyıllar boyunca oluşturduğu geleneklerin hem ürünü, hem de parçasıdırlar.”
Oysa “eşitlik hak ve hürriyet”, günümüzde bunlar sadece kelimelerdir. Muhtevası bomboş kelimeler. Nereden bakıyorsan, ona göre anlamlandırılacak kelimeler… Kadının Batı’da ilkesel olarak “aşağı” görülmesi, Hristiyanlıkta “mutlak” olarak “aşağı görülmesi”, İslâm’da ve İslâm medeniyet ve toplumlarında da kadının “aşağı” görüldüğü anlamına gelmez. Kur’ân’da “mümin kadınlara ve mümin erkeklere” hitap vardır. Emirler ve yasaklar konusunda kadın ve erkek arasında kıl kadar bir ayrım yoktur. Zina her iki cinse de haramdır. Kusur araştırmak her iki cinse de haramdır. İçki içmek, yalan söylemek, faiz yemek, her iki cinse de haramdır. Her iki cins de harama bakmaktan men edilmişlerdir. İslâm’da sadece kadına tesettür emri gelmiş zannedenler vardır mesela. Oysa her iki cinsin de tesettürü vardır. Allah katında kadın ve erkeğin eşit olduğunu üstünlüğün ancak takva ile olduğunu bütün Müslümanlar bilirler.
Yaklaşık yüz yıldır İslâm’ın hâkim olmadığı, İslâmî bir hayat tarzının hâkim olmadığı Müslümanların, yaşadıkları ülkelerde Müslümanlar ikiyüzlü bir hayat yaşamaya zorlanmıştır. Ne bekleniyordu ki Müslümanlardan? Ortaya çıkan felaket ve yozlaşma, İslâm hâkimiyetinin son bulmasından sonra ortaya çıkmıştır. Şimdi bazı hoca ve vaizlerin çıkıp “kızlarınızı üniversiteye göndermeyin, pantolon giydirmeyin, açık saçık gezdirmeyin” demesi, infiallere sebeb oluyor. Çünkü aynı vaiz Müslüman erkeklere dönüp aynı uyarılarda bulunmuyor.
Bu “ahlâkın, edebin, namusun” sadece kadına yüklenmiş bir sorumluluk olduğu algısı, İslâm’ın vazettiği bir şey değildir. Eğer İslâm’ın hâkim olduğu bir düzende olsaydık, hiçbir hoca çıkıp da böyle bir şeyi tebliğ etme ihtiyacı duymayacaktı. Problem temelinde bir sistem dolayısıyla bir hayat tarzı meselesidir. Şimdi şu şartlarda bütün meseleler ortada işlenmeyi beklerken, İslâm’ın dünya görüşünün eşya ve hadiseleri zaptı ve meselelere çözüm üretmesi gerekirken, tüm bunlar öylece ortada dururken, çıkıp “kızları üniversiteye göndermeyin” derseniz zulüm etmiş olursunuz.
İşte kızlar böyle giyiniyor, şöyle giyiniyor. Peki ya erkek evlatlarımız nasıl giyiniyor? Pembe daracık pantolonlarla ortada salınmıyor mu? “Gözünüzü haramdan sakının.” Ölçü öyle değil mi? Kim sakınıyor? Sakınmıyor ki, başkalarının kusurlarını görüp araştırıp bir de bunu cümle âleme ifşa ediyor.
Müslümanlar, Türkiye’de “laik demokratik bir cumhuriyet”te yaşadıklarını unutuyorlar. Bu ülkede Allah demenin yasak olduğu, camilerde ezanların Türkçe okunduğu zamanlardan bugüne gelince, iktidardaki hükümetin muhafazakar olmasından dolayı zannediyorlar ki, İslâm hâkimiyeti ve yaşam tarzı geldi ülkeye. Öyle bir şey olmadı arkadaşlar. Oturduğunuz yerden olmaz o işler. Kültürde, sanatta, fikir de edebiyatta yoksun, akademide ortaya koyacak bir sözün yok ama başörtünle üniversite okuyabiliyorsun. Bu bize yetti. Açık konuşalım. Bu bize yetiyorsa, orada bir problem var demektir. Kimse bunu görmüyor, tutturmuşlar Müslüman kadın şöyle olmalı böyle olmalı. İyi de Müslüman erkek sen de şöyle ve böyle olmalıydın ama olmadın.
Şimdi biz Büyük Doğu-İBDA dünya görüşünü hayata hâkim kılmanın mücadelesini verirken, üniversitede de olacağız, sokakta da olacağız, akademide de olacağız, hayatın gerektirdiği her yerde olacağız. Öyle değil mi? Müslümanların kılığı kıyafeti ile uğraşmaya vakti olmaması gerekir bu şartlarda. Çünkü eksik ve yanlış olarak gördüğümüz her şey bizim adam olamamamızdan kaynaklanıyor. Suçu dışarda aramaktan vazgeçmeliyiz bir an evvel. Hak, hürriyet ve eşitlik. Kadınlar konusunda yüzyıldır tartışılan bu mevzuda bizim görüşümüz, taşlar yerine oturmadan kimsenin hakkı da hürriyeti de eşitliği de su götürür demekten ibaret.
Alev Alatlı’nın “Gogol’ün İzinde” serisinin ikinci kitabından “Dünya Nöbeti”nden bir iktibasla bitirelim. Çok naif, naifliği nisbetinde de çarpıcı birkaç cümle. Şöyle diyor:
“Rus kadınlarının yaşadıkları, çağdaş dünyanın kadınlarına ışık tutacak mahiyettedir. Bizler kadın meselesinin ne ezilmek, hatta ne de ekonomik eşitsizlik olduğunu gördük. Bunu kadınlar eşit çalışma için eşit ücret almasalar da olur anlamında söylemiyorum. Kim böyle bir şey söyleyebilir ki? Bizim tecrübemiz bize sorunun ruhanî bakış açısının kaybında, kimliğimizin İsa’dan kopmuş olmasında yattığını söylüyor. Tanrı’nın gözünde kadınla erkek eşittirler. Kendilerinde evrensel hiyerarşide belirli yerler tahsis edilmiştir. Kadınlar kendilerine tahsis edilen yerin daha aşağıda olduğunu düşünüyorlarsa, bunu alçakgönüllü olmayı öğrenmek için bir fırsat olarak da değerlendirebilirler.”
Salih Mirzabeyoğlu’nun Haliç Kongre merkezinde verdiği “Adalet Mutlaka” konferansında hiç aklımdan çıkmayan şu veciz sözü:
“Biz dünyaya birbirimizle didişmeye gelmedik, hani yaşama hakkı diyoruz ya, biz aslında dünyaya yaşama görevi ile geldik. O hak da o görevden doğuyor.”
Sanıyorum bunun üzerine başka bir şey söylemeye gerek yok.
[*] “Akademya Sohbetleri” kapsamında Gülçin Şenel’in “Kadının Hak ve Hürriyetine Farklı Bir Bakış” başlığı altında yaptığı konuşmanın metnidir.