#salihmirzabetoglu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
#salihmirzabetoglu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Şubat 2025 Pazartesi

“Düşünen Adam Heykeli’ne Komşu Oldum”

Haftasonu (10 Kasım 2012, Cumartesi) Bakırköy’e, Ruh ve Sinir Hastalıkları hastahânesinde bulunan Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nu yalnız bırakmayan arkadaşlarımın yanına gidiyorum. Hastahâne girişinde bir arkadaşımı arıyor ve nerede olduklarının tarifini alıyorum. Soruyor: “Heykeli geçtin mi?” Ne heykeli diye düşünürken, aklıma geliyor; öyle ya “düşünen adam” heykeli… Bugün de (12 Kasım 2012, Pazartesi) internet sayfasında Google’ı açtığımda “Düşünen Adam” heykeli ile karşılaştım. Meğer, Rodin’in doğum yıldönümü imiş.

Fransız heykeltraş Auguste Rodin’in (d. 12 Kasım 1840 – ö. 17 Kasım 1917) en meşhur eseri, herhâlde “Düşünen Adam” heykelidir. Aslında heykelin orijinal ismi, “Thinker” yâni “Mütefekkir-Düşünür”dür. Hikâyesi şöyle:

1880 yılında Fransız devleti, yeni açılacak Paris Dekoratif Sanatlar Müzesi için Rodin`e bir kapı ısmarladığında Rodin 40 yaşındadır. Müze açıldığında kapının yetişmemesinden dolayı bir skandal meydana gelir. Oysa Rodin, Dante`nin “İlahî Komedya”sından mülhem sözkonusu “Cehennem Kapısı” üzerinde 10 yıl boyunca çalışmış, kapının üzerindeki 200 figürü de tek tek, birbirinden bağımsız ele almıştır. Bu eserde “Düşünen Adam”, kapının en tepesine oturtulmuş, Âdem ve Havva figürleri ise kapının iki yanında yer almıştır. “Düşünen Adam” heykeli, daha sonra alçıdan yapılmış büyük hâliyle, ilk kez 1904 yılında Londra’da sergilenir.

İşte bu “Düşünen Adam” heykelinin, dünyanın dört bir köşesinde çok sayıda kopyası yapılır. Hepsi de ya müze ya bilim merkezi ya sanat galerisi ya üniversite ya akademi girişlerine, kısacası en seçkin “fikir-ilim-sanat” kurumlarının en güzel köşelerine konulur. Ne var ki bu heykel, YALNIZCA TÜRKİYE’DE, Ruh ve Sinir Hastalıkları hastahânesinin bahçesine “münasib” görülür. Ülkemizde “düşünen adam”a biçilen değeri buradan da süzmek mümkündür. Mütefekkir Mirzabeyoğlu’nun tam da bugünlerde “düşünen adam” heykeline komşu olmasındaki “ironi”yi de…

MÜTEFEKKİR Salih Mirzabeyoğlu’nun “Ölüm Odası-B Yedi” isimli eserinin -bundan yaklaşık iki yıl önce yazdığı- 26. bölümünde anlattığı “Düşünen Adam”ı hatırlamamak ne mümkün. Kendisinin TELEGRAM suikasti dolayısıyla daha önce de Bakırköy’e sevkedildiğini (2000) göz önünde tutarak okuyalım:

– «Gözalabildiğine dümdüz buzdan bir zemin; dörtbir yanınız, sonsuzluğa açılan bir yalnızlık hissinden başka hiçbir şey vermiyor. Şu ânda sıcak odanızda veya Kutub bölgesiyle kıyaslanamaz bir ortamda bu satırları okurken, sizi üşütmek istiyorum. Hiçbir canlı yaşamaz ve yön duygusunun kalmadığı o zeminde, küçük bir kaya çıkıntısı ve üzerinde Rodin’in meşhur “Düşünen Adam” heykelini andıran, eli çenesinde oturan çıplak bir adam. Bu adamın hâli, sosyal çevresi ve anlatmaya kalkacağı şey, hiçi yaşarken, onu anlatmak kadar zor ve söze döner dönmez alelâde veya mânâsızlık diye bakılabilecek soydan şeyleri ihtiva etmekte. O adam bendim. 18-20 yaşlarında yaşadığım ve 30 yaşlarında büsbütün kaybolmadan o döneme âit bir psikolojiyi ibtidaîliği ve safiyeti ile aktarmak üzere ele aldığım YAŞAMAYI DENEME isimli romanımda, kahramanım KİM hakkında geçen bir cümle, Kartal Cezaevi’nde yaşadığım TELEGRAM sürecine pek uygundur:

— “İlk kez duyuyordu yaşamanın da kahramanlık olduğunu!”

(…)

Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastahanesi’nde bulunan DÜŞÜNEN ADAM heykeli, bulunduğu mekân itibariyle “düşünen adam”ın hâlini de gösteriyor. “Deli ile dâhi arasında incecik bir çizgi var!” denilmesine nisbet, belki de o düşünen adam, dâhi idi; ıssızlığın ortasında. Düpedüz akıl hastası bir delinin hâli; dâhi için bir felâket daha. Tasavvuf’ta, bütün mertebeleri aştıktan sonra eşya ve hâdiseye tasarruf iradesini asli sahibi Allah’ın iradesine bırakmış ve O’nun karşısındaki HİÇLİK’inin hâlini, Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin ifâdesiyle “tam bir değersizlik” olarak yaşayan üstün velinin hâli ile, basbayağı değersiz olan arasındaki fark karışırsa? Kılık kıyafetleri ve bütünüyle yaşamaları şu dünyaya sırtını dönmek olan MELAMİLERLE, köprü altında yaşayan evsiz barksız gariban berduşların şahsiyetleri karıştırılırsa? Bugün hakikati kalmamış bir kemâl yolu olan “melamilik”i karşılayan kelime, KALENDER:

— “Dünyayı terkederek elini çekip Allah yolunda giden kimse. Dünya alâkalarından uzak, hakikat adamı. Filozof.”

Bu tabir, Batı’da Diyojen ve Epiktetos gibi filozofların, bizdeki karşılığı olarak “Kelbiyyun” mektebinin yolu mensublarını da kapsıyor. Sıradan insanlar için onların yaşadıkları şartlar, düşkün ve rezillerle aynı kefede mütalâa edilmelerine sebeb olabilir.

(…)

Telegram’ın, daha arkadan gelecek olan dehşetlerini yaşamamışken, olup bitenin verdiği şaşkınlık hâllerinde, onların vermesine lüzûm yok, kendime teselli ve ümit olarak zihnimden geçen düşünce:

— “Bütün bunlar geçecek ve yaşadığım değişik bir şeyi yazacağım!”

Mehmed, Kenan, Arar, her kimse, yaptığından emin ve güzel sesli biri, duvar dibinde gezinen ses:

— “Ha, haa! Şuna bak! Kurtulup yazacağını düşünüyor!”

Onlara cevab verebilme değil de, cevabın tafsili şartlarında değilim. Oysa ben, gözle görülür şekiller içinde olsun olmasın, varlığın yokluğa, bedenimizin nasılsız ve niçinsiz ruhumuza delil olması gibi, anlattığım ve yazdığım zaman o hâle delil getirmiş oluyorum. “Tahlil, kritik etmek, benim tabiî yapım!” demem, kendimi “uykusunda bile düşünen adam!” diye tarif etmem, Kartal gibi, Bolu’daki NYMPHALAR için de abartılı görünüyor: Çünkü ben, yiyorum, içiyorum, boş duruyorum, helâya gidiyorum, banyo yapıyorum, uyuyorum, yahud havalandırmaya çıkıyorum, vesaire, vesaire… NYMPHALAR’ın tekidli iğnelemeleri içinde olduğundan, onlara da cevab olmuş bir YEVMİYE’yi aktarıyorum: “Bir yazıda kendi kendimizle imtihan hâlinde olduğumuz için, mütemadiyen beğenmeyiz, yazarız… Farkında olmadığımız şeyler oluyor hayatımızda, içimizde bir şey pişiyor, biz farkında olmuyoruz, pişiyor, pişiyor ve birden detay gibi görünen, bir vesileyle patlayıveriyor… Patlama ânlarının mâziye doğru psikolojik pırıltıları; işte KAFA KÂĞIDIM’da düşündüğüm o!”

TİLKİ GÜNLÜĞÜ, muradım bakımından, tam 7 sene 24 saatime hâkim örtülü veya açık, mesaimi ifâde eder: “İçimizde bir şey pişiyor, pişiyor” da, bu dilden kim ne anlıyor ve hayatı böyle mi görüyor? Eğer, Tilki Günlüğü’nün açtığı yoldan gelen eserlerim olmasaydı, tıbkı kutubtaki bir kayaya oturmuş, temessülü gitmiş adam hâli, o eserin yazılış sürecindeki imkânsızı anlatırcasına bir tatsızlıktaki sıkıntım da anlaşılmayacaktı. TELEGRAM’da yaşadığım hâdiselerin kuru naklinin, bana neye mâlolduğu malûm. DÜŞÜNEN ADAM HEYKELİ’ne komşu oldum.»

Bizim ekleyeceğimiz ise şu kadarcık: “Düşünen Adam” heykeline aradan geçen bunca yılın ardından yine komşu olan MÜTEFEKKİR Salih Mirzabeyoğlu, ülkemizde düşünceye ve düşünce adamına verilen değerin, “düşünen adam”ın başkalarınca nasıl ve nereye lâyık görüldüğünün de “heykelleştiği” isimdir aynı zamanda. Bir ülke ve toplum adına “tarihe geçecek” ne büyük utanç!..

Mütefekkir Mirzabeyoğlu’nun ‘Yağmurcu’ Eseri Vesilesiyle

 Salih Mirzabeyoğlu’nun ilk baskısı 1996 yılında yayınlanan “Yağmurcu-Gerçekliğin Peşinde” isimli eserinin ikinci baskısı geçtiğimiz günlerde çıktı. Kitab, ismini, Carl Gustave Jung’un Çin’de yaşayan arkadaşından naklettiği bir “Yağmurcu” hadisesinden alıyor. Eserde, akıl ve mantıkla açıklanamayan ve Batılıların “Parapsikolojik” olarak adlandırdığı hadiseleri örneklendirerek, bunların İslâm tasavvufu ve tefekkürü zaviyesinden “hakikatini” ortaya koyuyor. Bu tür “mistik-sırra dair” hadiselerin (Batı’da bile çoktan aşılmış olan fakat bizdeki “kuru akılcı”ların hâlâ kumda oynadığı) olabilirliği üzerinden, hem insandaki “din ihtiyacının” merkezî rolünü, hem de insan ruhunun derinliklerinde olan bitenlerin hakikatini işaretliyor. Kuru akılcılığın, önünde apışıp kaldığı bu tür olağanüstülüklerin mânâsını, yine İslâm aklıyla-selim akılla ortaya koyuyor Mirzabeyoğlu. Böylece “ruhçuluğun hakikati”ni de…

Akıl ve mantıkla açıklanamayan “olağanüstü hâller” deyince, elbette “keramet ve istidraç” bahislerini de davet ediyor bu mesele. Bilindiği üzere Allah dostlarından sadır olan olağanüstü hâllere “keramet” deniyor. Salih Mirzabeyoğlu, bu konuyu; “Velilerde tecelli eden kerâmetler, bağlı oldukları Nebilerin tasarrufundadır; bu yüzden iradesi Allah’ın iradesi olmuş velilerde tecelli eden kerametler, onların şahsî isteği ve ihtiyarı ile olmuş değildir…” şeklinde açıklar. Malûm olduğu üzere Allah dostları “keramet”e değil istikamete kıymet verirler. İstidraç, “sahte keramet” olarak adlandırılır ki, Mirzabeyoğlu “keramet ve istidraç” arasındaki farkı da şu şekilde açıklar: “Biri Allah’a ve Allah’ta seyr istikametinde tecelli eden bir harika, diğeri tümevarımın zafiyeti ile malûl ve kendi kendinden ibaret hiçlik mesabesinde bir hüner…”

İslâmcı geçinen “kuru akılcıların” İslâm Tasavvufu’nu reddindeki sahtelik de, “istidraç” nevinden bir olağanüstülük olsa gerek. Nitekim onlar, “olağanüstü” hâllere, hatta Resul’den sadır olan mucizelere burun kıvırıp, yan gözle bakarken, Batı’da veya Doğu’da “istidraç” nevinden meydana gelen olağanüstü hadiselere bir “Müslüman”(!) olarak yapacakları açıklama nedir? Öyle ya Müslüman çağından sorumludur, “halife”dir ya?

Yukarıda bahsini ettiğimiz “Yağmurcu” hadisesi şöyle anlatılıyor eserde:

– “Kiautschau bölgesinde korkunç bir kuraklık oluyor ve yöre halkı umutsuzluk içinde… Katolikler, protestanlar, yağmur için dua ediyorlar, Çinliler kutsal ateş yakıyorlar… Fakat hiçbiri işe yaramıyor… O zaman “Yöre Konseyi”, iç bölgelerden, Schantung’dan bir uzman, bir YAĞMURCU getirtmeye karar veriyor… Kendisini şehir kapısında karşılamaya geliyorlar ve soruyorlar:

– “Sizin için ne yapabiliriz? Arzunuz nedir?”

– “Şehir dışında küçük bir ev verin ve beni rahatsız etmeyin!”

Yağmurcu, küçük bir bahçeyle çevrili evine çekilip üç gün ortalıkta gözükmüyor… Dördüncü günün sabahı lâpa lâpa kar yağmaya başlıyor; bu mevsimde kar, en iyimser umutları bile aşan bir hâdise… Halk büyük bir coşku ile sokaklarda bağırıyor:

– “Yağmurcunun işi bu, yağmurcunun işi!”

Şehirden geçen arkadaşım, bu adamı görmeye gidiyor ve kendisine bunu nasıl becerdiğini soruyor… Çinli, büyük bir tevazu içinde cevap veriyor:

– “Oh! Bunu çok kolay açıklayabilirim. Ben Schantung’tan geliyorum; orada yağmur düzenli yağar, herşey düzenlidir, bu sebeple ben de düzen içindeydim. Kuraklığın hüküm sürdüğü Kiatschau’ya geldim, burada herşey düzensizdi, benim de düzenim bozuldu. Bu sebeple, sakin kalabileceğim ve DERİN DÜŞÜNCEYE DALABİLECEĞİM bir ev istedim. Üç gün-üç gece kendi kendime çalıştım ve eksik olan düzen yeniden kuruldu; kurulunca da yağmur yağmaya başladı!”

İslâm’a, yani ruhçuluğun hakikatine karşı olanlar, misâl Batılı bir ilim adamından gelince hemen mayışıyorlar: “Ah ne harikulade!”. “Allahsız ruhçuluk” onlara daha “hoş” geliyor. Çünkü “İslâm’ın tekliflerinden nefs hoşlanmaz”.

Ancak İslâm’a değil de “ruhçuluğuna” karşı olanlar (nasıl oluyorsa), Batı’dan veya Doğu’dan bu tür olağanüstülükleri “kuru” akılları ile nasıl izah ediyorlar acaba? Öyle ya “miraç mucizesini” bile türlü çeşit açıklamalarla akla uygun hâle getirmeye uğraşanların, ona nisbetle “alelâde” bu hadiseler karşısında söyleyecekleri ne var?

Şöyle yazar Mirzabeyoğlu:

– «“Batı’da Psikoloji’nin üç büyüklerinden biri ve hattâ en büyüğü olarak karşılanan C. G. Jung, uzun süre Çin’de yaşamış bir arkadaşından naklen anlatıyor” kaydıyla, “Yağmurcu” vakıasını vermiştik… Kâfirin de zıddından ruhçuluğun hakikatine bağlılığını gösteren bu güzel misâl, aynı zamanda düpedüz basitliği temsil eden maddecilere karşı, her işin ruhta olup bittiğini göstermesi bakımından ne kadar mânâlı!

Herşeyi bir iç âlem düzeni peşindeki tertip gayesine bağlı bilen ve bunun hakikatini temsil eden biz, kaba maddeciliğe karşı, zıddımızı temsil eden bir ruhçuluktan misâl veriyoruz ki, İslâm’a karşı olanların birbirlerini görebilmeleri için ayrıca mühim!

Olur olmaz “gerçekçi, gerçekçi değil” klişesini geveleyen dört köşe kafalar, kendi anlayışları içinde de anlaşılabilecek gerçeklerin buudlarını anlasınlar: Sözkonusu hâdise, belirli saatlerde belirli şeyler yapmaya, meselâ belli saatte saatin ziliyle uyanmaya alışmış bir adamın, zil çalmasa da o saatte uyanmasına benzer şekilde ruhî bir programlamanın eşyaya yöneltilmiş şeklidir.

Efendim bu, Batı’nın, mevzuundaki en büyük bir ilim adamının tasdik ettiği bir hâdise, bir hakikattir!»

Yağmurcu’da, tenasühten-reenkarnasyondan uzaylılara, aniden kaybolan insanlardan Bermuda şeytan üçgenine, zaman kaymasından kara deliklere ve simyaya kadar, pek çok “açıklanamayan” olağanüstülüklere dair, İslâm tefekkürünün getirdiği mânâlandırmaları okuyacaksınız. “Allahsız ruhçuluğun” sınırını; ilk insanın cennetten yeryüzüne gönderilen Hazret-i Âdem olduğuna inanmayan ama “uzaydan gelen adamlara” inananları; “Miraç”ı yalanlayan ama kurgu filmlerinde Miraç hadisesini yağmalayanları; türlü çeşit temelsiz mistik görüşlere kapılan ama İslâm deyince “akla mantığa aykırı” bulanları enselerinden yakalıyor İbda Mimarı bu eserinde. Böylece tâ 1996 yılında, bugün Kuantum vesilesiyle ayyuka çıkmış “Allahsız ruhçu” görüşleri nasıl değerlendireceğimizin ipuçlarına yer veriyor.

Son olarak eserin “Takdim”inden şu bölümü aktarmadan geçemeyeceğim:

– “Her türlü başıboş arayış verimini ve tesbit olunmuş her hakikati yerli yerince koymak; bir nevi ruh kamaşması uyandıran ve küfre geçit veren harikalara dair hâdise nakillerindeki telkin gücünü, misliyle geri döndürecek gerçek imân ve din kutbundan pencere açmak… Bunu misâllendirdik; misâllendirmek istedik!..”

 

Haftalık Baran Dergisi, 4 Mayıs 2017

Kendini Arayan İnsan

 Seyyid Ahmed Arvasî Kimdir?

1932 yılında Ağrı’nın Doğubeyazıt ilçesinde doğdu. Ailesi Van’ın Bahçesaray kasabasına bağlı Doğanyayla (Arvas) köyündendir. Muhitlerinde ‘Arvasiler’ olarak tanınırlar. Soyadı kanunu çıktıktan sonra köylerinin adı Arvas oldu.

1952 yılında Erzurum Öğretmen Okulu’ndan mezun oldu. Bir süre ilkokul öğretmenliği yaptı. 1958’de Gazi Eğitim Enstitüsü Pedagoji Bölümü’nü bitirdi. Sırayla Balıkesir, Bursa ve İstanbul’daki Eğitim Enstitülerinde hocalık yaptı. 1979 yılında emekli oldu. Aynı yıl Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel İdare Kurulu’na seçilerek, bu partideki görevine, 12 Eylül 1980 ihtilaline kadar devam etti. MHP’den İstanbul Senatör Adayı da oldu.

Hergün Gazetesi’nde, ‘Türk-İslam Ülküsü’ başlığıyla günlük makaleler yazdı. 12 Eylül darbesinden sonra, MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası’ndan yargılandı. Mamak Cezaevi’nde işkence gördü. Tahliye olduktan sonra ülkücü gazete ve dergilerde yazılar yazdı. Türkiye gazetesinde Hasbihal başlığı ile makaleleri neşredildi. 31 Aralık 1988 tarihinde İstanbul Erenköy’deki evinde vefat etti. Vefat ettiğinde yaşı 56 idi.

Eserleri şunlardır: Türk-İslam Ülküsü (3 cilt), Kendini Arayan İnsan, İnsan ve İnsan Ötesi, Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz, Şiirlerim, Eğitim Sosyolojisi, Doğu Anadolu Gerçeği, İleri Türk Milliyetçiliğinin İlkeleri, Hasbihal (6 cilt). Hasbihal, daha sonra konularına göre şu isimlerde yayınlandı: Emperyalizmin Oyunları, Devletin Dini Olur mu, Kadın Erkek Üzerine, İnsanın Yalnızlığı.

Kendini Arayan İnsan

S. Ahmet Arvasî’nin “Kendini Arayan İnsan” isimli eserini, onun eserleri arasında biricik kılan nedir?

Bilindiği üzere Ahmet Arvasî bir “hoca”dır. Talebelerinin anlatımıyla çok mükemmel bir muallimdir. Günümüzde arasak da bulamayacağımız türden… Onun “Kendini Arayan İnsan”daki, mücerred meseleleri, temel kavram ve fikirleri tane tane anlatışı, tek tek izah edişi, biraz da onun “muallim” vasfı ile alâkalıdır.

Diğer yandan Salih Mirzabeyoğlu’nun tabiriyle devrinin aydın geçinenleri arasında “hariç” tutulabilecek bir fikir haysiyetine sahibtir. Ele aldığı kavramları titizlikle inceleyip, bilhassa “Kendini Arayan İnsan” isimli eserinde, İslâm tefekkürü dairesi içinde bir tefekkür ortaya koymuştur.

Yine Arvasî, “Büyük Doğu’nun ne anlama geldiğini bilerek Büyük Doğucuyum” der ve Üstad Necib Fazıl’ın eserlerini bütün talebelerine tavsiye ederdi.

Eserin önsözünde şöyle yazar Arvasî:

“Öyle anlaşılıyor ki “ilmin” bugünkü tutuşu insanı kuşatamamaktadır. Bu gidiş bizi kendimize ulaştıramayacaktır. Aklın kanunları, insan bilgisini kuşatacak bir kıvraklığa ve hayatîliğe sahip olmayan donmuş kalıpları ifade etmektedirler. İnsan bilgisinin prensipleri hayatîlik ifade edici bir kıvraklığa sahip olmalıdır.”

Eser, “İnsan ve heykeli”nin diyaloğu ile başlar. Burada “İnsan” ve “Heykeli” işte tam da yukarıda bahsedilen “hayatîlik ifade edici kıvraklığı” tartışırlar.

Eserde en mücerred meselelere el atarken bile tefekkürünü her zaman “selim akıl” çerçevesinde tutmuş, “muallim” vasfını eserin her köşesinde hissettirmiştir.

İnsan nedir, zekâ, akıl, hakikat nedir gibi konuları incelediği eserinde, “İnsan Bilgisinin Bilimi” üzerine şöyle yazar:

“Sırf aklın kanunları ile yaşayan bir insan muhalfarz, mevcut olsa idi, bu insan için iyi, doğru, güzel, hürriyet, yaratıcı, yaratma, irade ve şuur gibi değerler ve endişeler mevcut olmazdı. Halbuki bütün insanlar arasında, değişik kılık ve kadrolarda belirmelerine rağmen, bu ortak kavramların ve mânâların tarih boyunca varolduklarını gözleyip duruyoruz. Bu var oluşun, bu ortaklığın kökleri insana bağlı olmak üzere, prensipleri de pek âlâ olabilir.”

İnsanı eşyaya göre değil, insana göre izah etme çabası olarak ortaya koyduğu anlayışı da şu sorularla hülasa eder:

“Beni bilgili olmaya zorlayan sadece dışımdaki varlıklar ve parçacıklar ise ve onların bana telkin edecekleri veya verecekleri şeyleri varsa onlar bunları nereden aldılar? O veriler, o varlıklarda kendiliğinden mi mevcut bulunmaktadır? Renk, ışık, hareket ve yer kaplama eşyanın tabiatından mı geliyor? O halde eşya şuuruna varamadığı bir bilgi deposu durumunda mıdır? Bilginin hem insanda doğuştan mevcut oluşu hem de insan tarafından bilinemeyişi bir çelişme ise, aynı çelişme burada da aranamaz mı? Eşya hem bilgi yüklü, hem de bilginin şuurundan yoksun ise, bu durum insan için de varit olamaz mı?”

Yine eserden varlığın mahiyeti ve hakikati hakkında şu bölüm:

“Öyle anlaşılıyor ki, biz zannettiğimiz kadar madde ile de, ruh ile de yüz yüze değiliz. Renk, ses, şekil, sühunet, hareket hep insana göre keyfiyetlerdir. Bunların gerisinde, içinde ve üstünde madde, hayat, ruh, insan zihnine ulaşan bilgilerdir. İnsan zihni bu keyfiyetlerden maddeye de, hayata da, ruha da ulaşmıştır. Biz, renk, hareket, şekil ve sühunet gibi keyfiyetle gözüken varlığı ve oluşu, oluş altı bir soyutlama ile dondurarak maddeyi, bu keyfiyetleri kendimizde yaşayarak hayatı, oluş üstü bir soyutlama ile keyfiyetleri Mutlak Varlığın bütün zamanı yakıp kül eden emir ve iradesinin bir ifadesi halinde duyarak ruh kavramına ulaşıyoruz. İnkâr edilemez ve fakat idrak ve tasavvur edilemez Mutlak Varlığı, yani Allah’ı bunlardan birine veya hepsine irca etmek çok büyük hata olur. Varlığın temeli ne madde, ne hayat, ne de ruhtur. Varlık sadece ve mutlak olarak varlıktır. Varlığın mana ve mahiyeti mutlak olarak nedir? Varlık hiç şüphesiz inkâr edilemez ve aynı derecede duyular ve tasavvurlarla da kavranamaz olandır. Madde, hayat ve ruh kısmen kavranabilen varlık tezahürleridir. Mutlak Varlık bunların arkasındaki ezeli ve ebedi varlık olup yokluğu imkânsız kılan yegâne varlıktır.”

Kendini arayan gençlerin, Seyyid Ahmed Arvasi’nin “Kendini Arayan İnsan” isimli eserini okumaları, onları, mücerred kavramlara yaklaşırken, kavramların nasıl incelenip sorgulanacağına, nasıl fikir yürütüleceğine dair bir antrenmana da hazırlamış olacaktır.

Seyyid Ahmed Arvasî’ye rahmet ile…

Baran Dergisi 573. Sayı

Semih Kaplanoğlu ile Hayat, Sinema ve “Buğday” Üzerine

Röportaj: Gülçin Şenel | Fotoğraf: Yağmur Dinç Semih Kaplanoğlu Kimdir? Semih Kaplanoğlu, 4 Nisan 1963 tarihinde İzmir’de dünyaya geldi. Dok...