"Demek ki, aslında her çeşidiyle ilim, sadece eğrileriyle aczimizi ihtar etmiyor, doğrularıyla da aczimizi gösteriyor; aczin idraki için ilim... Hayret bu idrakten doğar!" Salih Mirzabeyoğlu
20 Şubat 2009 Cuma
İSLÂM TEFEKKÜRÜ “TEKÂMÜL NAZARİYESİ” HAKKINDA NE DİYOR?
Bu çerçevede tekâmül nazariyesine karşı geliştirilmiş bir “akıllı tasarım” tezi var. Merkezi ABD’de olan “Keşif Enstitüsü” tarafından ortaya atılan bu tez, Hıristiyanların “yaradılışçılığı” savunduğu ve tekâmül nazariyesini eleştirdiği bir takım ilmî argümanlardan oluşuyor. ABD eski başkanı Bush’un da bu tezi desteklediği, hatta okullarda “akıllı tasarım” kitablarını okutmak istediği için eleştirilere maruz kaldığı söyleniyor. Türkiye’de de benzer çalışmalar yapılıyor.
Peki, “tekâmül nazariyesi” hakkında İslâm tefekkürü ne diyor? Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, “Berzah” isimli eserinin “Hayatiyat-Biyoloji” başlıklı bölümünde bu soruya cevab veriyor ve yıllarca “Darwin düşmanlığı” yapmayı “imândan” sayanları çarpıcı bir teşhisle başbaşa bırakıyor:
«Darwin hakkında şu düşüncemizi peşinen bildirelim: Ezbere tarafından kabul veya red tavrı bir yana, “en kötü sistem, sistemsizlikten iyidir!” hesabı, tekâmül nazariyesinin biyoloji alanındaki önemi, diğer hiçbir teoriyle kıyaslanamayacak kadar büyük olmuştur. Hâlâ. Biyolojinin temel prensiblerini içine alır. Diğer bütün biyolojik bilgileri birleştiren, onlara bir anlam kazandıran nazariyedir. Onsuz, biyoloji anlaşılamaz. Bu önemin derecesi şu sözlerle belirtilmektedir: “Fizik ve kimya için atom teorisinin önemi ne ise, biyoloji için de, tekâmül teorisinin önemi aynıdır!”... İşin asıl önemli ve püf noktası şudur: Canlıları sınıflandırmanın tekâmüle dayalı olması... İnsanlar pekâlâ yanlışlarla da işini görebilmektedirler misâli, sözkonusu sınıflandırma adına başka ne teklif ediyorsun? Yok! Bugün, sınıflandırma işi bir yana, hiçbir “kâinat, insan ve toplum” meselesine, bunlara dair hakikatlere birşey söyleyemeyen, kendi kendinden ibaret ve üstelik hiçbir bütünün içinde yer alamayan “teori”, bu hâliyle hem ilim ve hem de fikir gözünde, beşinci sınıf değerde bile değildir. Ama şu gün için pratikte, canlıları sınıflandırmanın araştırma ve müşahede safhasında, “koyunun olmadığı yerde keçiye abdurrahman çelebi” denmesi hesabı, ondan başkası yok! Darwin’in büyüklüğü de burada. “Teferruatı gösteren asıl” davası; asıl kof, ama teferruat müthiş zengin ve aslın ucuzluğu ve kolaylığı ile bu göze hitab ediş, kolayından kabulü sağlıyor. Üstelik başka da yok! Evet; Darwin’i büyük kılan, ilminin vecdini yaşayan bir adam olması, bunun merakı ve tükenmez enerjisi...» (1)
Peki İslâmcı cenahta benzerine rastlayamadığımız bu çarpıcı tesbit acaba ne anlama geliyor? Bizce, Darwin’in “ilminin vecdini yaşayan” ve “ilmini kendince sistemleştiren” tavrını, ona “karşı” oluşlarda göremeyen bir mütefekkirin, “yiğidi öldürmesi ama hakkını vermesidir”. Aslında tekâmül nazariyesine karşı, “yaradılışçılığı” savunma refleksinin gelişmesi tabiîdir. Ancak öne sürülen karşı tezlerde “yaratıcının varlığı”nın “bilimsel” olarak isbat edilmeye çalışılması abestir, çünkü bu bir “imân” mevzuudur ve inanan için apaçık bir bedahettir. Fakat mesele baştan yanlış konmaktadır: “Evrim-Tekâmüle inanmak” veya “Allah’a inanmak”. Hâlbuki tekâmül nazariyesi, adı üstünde bir “nazariyedir” ve isbata muhtaçtır. Allah’ın varlığı ise bir itikad mevzuudur ve “imânın olduğu yerde isbata gerek yoktur.” Selîm akılla meseleye yaklaşıldığı zaman, tekâmül nazariyesinin tenkid edilmesi gereken asıl noktası da bu çerçevede beliriyor. Şöyle diyor Mütefekkir:
«Burada, Darwin’in serüvenine geçmeden önce, dikkati çekmek istediğimiz iki nokta var... Birincisi Charles Lyell’in görüşlerinin ilgi çekiciliği, Avrupa’nın o günkü şartları içindir. Çünkü dünyanın bildiğimiz şekli, belirttiği nizam ve düzen, “anarşi eşyanın babasıdır!” diyen ve zıtlar içinde milyarlarca tesadüfün –sayısız diyelim!- bir araya gelmesiyle işi maddeye bağlayan Heraklit’ten beri gelen Allahsız kâinat görüşüne karşı, kâinatın bir ânda ve bildiğimiz şekliyle yaratıldığını müdafaa, dinî ve hâkim fikirdi. Çoğu ilmî verilerin ateist çizgide gelişmesinin sebebi de bu minvaldedir. Halbuki İslâm’da, dünyanın bir günde mevcut hâliyle yaratıldığı diye birşey yoktur. Aslında değişim nüvesi de İslâm’dan aparmadır; bunun örneklerini vermeden önce, kısa yoldan bu hususta Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin, “dünya, öyle dendiği gibi birkaç günde yaratılmamıştır!” sözünü hatırlatalım... Bundan sonra Charles Lyell: Onun belirttiği hakikat, fikir değil, fikrin doğrulayıcısı ilim, -arziyyat ilmi- dairesindedir. Bu hâliyle mahallî idraktir. Bu idrakin müntehasında kendini empoze eden bir mesele olarak hangi üst normu doğruladığı veya doğurduğu şartı ortaya çıkınca iş değişir. Üst normun onu nasıl değerlendirdiğine gelince, o da üst normlara göre değişir. Bu ölçülendirme içinde değerlendirmek gerekirse, sözkonusu arziyyat ilmi içinde bir tesbit olarak, bugün herkesin apaçık bilgi diye bildiği ve gördüğü bir husustur değişim... İkinci mesele: “Çocuk nasıl doğar?”... Şöyle doğar, böyle doğar... “Ya niçin doğar?”... Meselelerin davet ettiği meseleler hâlinde küllün sonsuzluğuna açıldın mı! Aynı şekilde, arziyyat, kendini tarif eder bir hudut içindedir, genel geçerli kural koyamaz; genel geçerli addedilen her keşfî kural, meselelerin davet ettiği meseleler berzahında, “Mutlak Fikir Gerekli” şartına çatar ki, o da kurulamaz, sadece imâna mevzu oluşuna göre sadece doğrulanır; doğruyu ve yanlışı gösteren “Mutlak Doğru”... Aynı eleştiriyi Darwin’e de yapmış olarak, tanıtmaya geçebiliriz.» (2)
Gerek bahsin uzmanı olmayışımız gerekse makale sınırları sebebiyle tafsilâtına giremediğimiz bu mevzuda, sadece şunun altını kalın hatlarla çizmekle yetiniyoruz: Biyoloji ilminin bugünkü temel prensiplerini belirleyen tekâmül nazariyesini, “yaradılışçı” etiketinden sıyrılarak, Müslüman ilim adamı edasıyla yerli yerine oturtacak (Yusuf Kaplan’ın ifadesiyle) “öncü kuşak”ın başucu kitabı, meseleye nasıl yaklaşılacağına dair ipuçları veren Salih Mirzabeyoğlu’nun BERZAH isimli eseri olacaktır:
«Dikkat: Bizim işimiz, doğruyu bilmeden sadece yanlışı çıkarma değil, yanlışı içindeki doğrularıyla doğrumuza vesile ve malzeme kılma işidir; tasarruf işi. Bunun için de, ona dair kılacağın doğrun olacak. Meselâ, 1970-1980 sıralarında boyuna “İslâm’da Devlet”, “İslâm’da İktisat” diye bir sürü kitab çıkar, içinde büsbütün sümüklü olanları bir yana, şöyle fikir ve ilim seviyesinde konuşmak isteyenleri bile, mevcutların tenkidlerini sıraladıktan sonra, “iyi yönleri İslâm’da, iyi yönlerini alalım!” sadedinde sade suya tirid lâflarla işi bağlarlardı... Aynı şey, bütün genişliğiyle “Tekâmül nazariyesi” adı altında ileri sürülenlere karşı da: Üstelik büsbütün sefil, rezil ve “ağız yolunu bilmez, kaşık çalar pilâva” hesabı... Netice olarak: Küll hâlinde inancı ve öğrendiği ve tatbik ettiği başka başka –meselâ biyolog ve doktor- olanlara, iç dünyalarında bu tezadı aşırıcı ve gerçek ilim adamı olabileceklere de, istikamete dair birtakım işaretleri verdiğime inanıyorum. Gerisi, mevzuun ehline kalmış!» (3)
1) Salih Mizabeyoğlu, BERZAH -Bütün Dalların Birleştiği Kök’e-, İBDA Yay., İstanbul 2006, s. 81-82
2) A.g.e., s. 83-84
3) A.g.e., s. 127
Baran Dergisi, 20 Şubat 2009
Gülçin Şenel
gulcinsenel@gmail.com
7 Şubat 2009 Cumartesi
SEYYİD HÜSEYİN NASR’DAN “KURTULUŞ FORMÜLÜ”(?)
Kimdir?
Ansiklopedik çerçevede biyografisi şöyle:
“Seyyid Hüseyin Nasr, 1933 Tahran doğumludur. Yüksek öğrenimini Massachusetts Institute of Technology’de fizik dalında yaptı. (1954). Harvard Üniversitesi’nde jeofizik alanında yüksek lisans (1956), bilim tarihi alanında doktora yaptı (1958). İran Devrimi’nden sonra ülkesinden temelli ayrılıp Amerika'ya yerleşti. Çeşitli üniversitelerde öğretim üyeliği de yapmış olan Nasr, hâlen George Washington Üniversitesi’nde İslâm Araştırmaları profesörüdür (1984-). İslâm, felsefe, karşılaştırmalı din ve çevre konularında konferansları ve çoğu İngilizcede olmak üzere pek çok kitabı bulunan ve 250 civarında makalenin yazarı olan Nasr, Réne Guénon’un başını çektiği gelenekçi akımın önemli temsilcilerinden biridir. (Bir Not: Nasr’ın, İran devrimi öncesinde Şah ile iyi ilişkileri vardı ve İran Felsefe Akademisi'nin başında bulunuyordu. Bu durum devrim sonrası mollaların Nasr ile arasını bozmuş ve ülkesine girmesi yasaklanmıştı.)” (1)
Teşhis Doğru Ama…
S. Hüseyin Nasr, İstanbul CRR’de verdiği konferansta İslâm düşüncesinin yaşadığı kriz çerçevesinde çok önemli teşhislerde bulundu. Kısaca derlediklerimiz şöyle:
"İslâmî geleneğin içerisindeki güç, bugün bütün alanlardaki problemlere ve ihtiyaçlara cevab verebilecek özelliktedir. Kişinin dünyayı algılamasında önemli olan DÜNYA GÖRÜŞÜ, batı propagandalarıyla ve batılı bir eğitim sistemi içerisinde oluşturulmaktadır. Ve İslâm dünyası sömürgeleştirilmektedir. Kültür gibi İslâm anlayışının vazgeçilmez bir unsuru değişmektedir. Başka medeniyet müntesibleri gibi yiyerek, giyinerek ve yaşayarak ayakta kalınamayacağını anlamamız gerekmektedir.”
"Bugün dünyanın yaşadığı ekonomik krizin üzerini biraz kazıyacak olursak, medeniyetin merkezindeki insan tipine kadar uzanırız… İnsan-ı Kamil olmaya çalışan insan tipinin yerine haris, mütekebbir insan tipi konmuştur… Dünya, Allah düşüncesinin uzağında yeniden kurgulanmış, her şeyin kaynağı olarak insan kabul edilmiştir. Bugün yaşadığımız çevre krizinden, ahlâkî değerlerin aşınmasına ve ekonomik krizlere varıncaya kadar bütün problemlerin kaynağı burasıdır…"
"Ahlâktan bağımsız bir ekonomik sistemin kurulamayacağını hâlâ kimse anlamıyor."
"İslâm medeniyetinin, kendi öz siyasî yapısının ve kurumlarının ortaya çıkması için bu konuda biraz araştırma yapması lazım."
"Batılı mantığı özetleyen bir söz vardır; bir şey hoşunuza gitmiyorsa, birkaç gün bekleyin düzelir, diye. Ancak bizim meselemizin böyle ucuz bir çözümü yok. İslâm dünyasındaki problemlerin aşılması için pratik olarak insanların önce kendilerinden başlaması gerekir. Kendisini değiştiremeyen, dünyayı da değiştiremez… Önce kendimizden, evimizden başlamak zorundayız…"
Nasr’ın bu konuşmalar çerçevesinde değerlendirilebilecek başka bir tesbiti:
“Tasavvuf, geçmişte olup bitmiş bir olay değil tabiî. Bugün de, bu teknoloji toplumunda bile tasavvuf, önemli bir araç, büyük bir imkândır. Çağdaş dünyaya İslâm'ı anlatacak olan Müslüman yazar, bu yolla birçok şeyi daha kolaylıkla ifâde edebilir. İslâm'ın derûnî yönünü tasavvuf diliyle daha iyi ifâdelendirebilir. Çağdaş dünya, özellikle buna muhtaçtır. Modern dünyaya, çağdaş batı medeniyetine meydan okuyabilecek yegâne güç, bu dildir. Batılılara “emperyalistler” filan gibi suçlamalar yöneltmek kolaydır. Ama bunlar tamamen hissî cevablar, hissî tepkiler. Gerçek meydan okuma, batının felsefesine, antropolojisine, sosyolojisine, psikolojisine, tıbbına, yani batının bilimine karşı olursa bir anlam ifâde eder. Sonuç, ancak böyle alınır. Ucuz meydan okuyuşlar, bir yere götürmez. İslâm düşüncesinin zengin hazinelerini keşfetmedikçe, meydan okuyuşlar, içi boş ve kof bir meydan okuyuştan öteye gidemez, İslâm düşüncesinin hazineleri, tasavvuf geleneğiyle yakından ilgilidir. İslâm düşüncesinin mantığı, tasavvufun mantığıdır. Bugün de, psikolojinin, sosyolojinin, antropolojinin İslâmî versiyonu üzerinde düşünceler yürütülmüyor mu? Marksizm'in diyalektiğine nasıl cevab vereceksiniz? Onlara küfr içinde olduklarını söylemek kolaydır. Zor olan, gerekli fikrî cevabı verebilmektir. “Tebliği ulaştırdık” diyebilmemiz için, bu cevabı vermek zorundayız.”
“Nasıl” Yapmalı?
Seyyid Hüseyin Nasr’ın söyledikleri “ihtiyaç”ın ne olduğunu işaretlemesi bakımından önemli. Ancak bütün bunlar teşhisi aşıp, tedavi için harekete geçilmesi gerektiğini de söylemeyi gerektirmiyor mu? Hatta, artık bu işin “nasıl”ının halledilmesi gerektiğini?
Evet, elbette batılı düşünce biçimini aşıp, kendi düşünce biçimimizi oluşturmamız gerekmektedir. Yani, İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun “şuur süzgeci değişimi” olarak ifâdelendirdiği ihtiyaçtır bu. Peki cevabın adresi? Bizim için bu “ihtiyaç” kadar, asıl bu ihtiyaca cevab veren “fikir merkezi” de besbellidir. Önce “ihtiyaç”:
“Doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olamayacağı gibi, yeni bir şuur terkibi ifâde eden “Mutlak Fikir”’e muhatab “vasıta sistem” olmadan ve bu kuşanılmadan, “şuur”un kendisini belirleyen “nizam, akıl ve ahlâk” unsurlarını eleştirmesiyle, o şuurun bakış açısı dışına çıkılamaz. Kısacası; şuurun kendini eleştirmesi de eleştirdiği süzgeçten geçmektedir.”(2)
Ya “cevab”? Evet, doğrudur, batının felsefesine, antropolojisine, sosyolojisine, psikolojisine, tıbbına, yani batının ilmine-bilimine gerekli meydan okumayı, fikrî cevabı vermeliyiz ki, “Bu adam hasta!” demekten öte sadra şifa bir çözüm teklifimiz olsun. “Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu arasında kanatlarını açan ve birinciyi ikincinin önünde hesaba çeken” İBDA Fikriyatı, işte tam da bunun “nasıl yapılacağını” gösteriyor bize.
Seyyid Hüseyin Nasr’ın bağlı olduğu ve “Ebedî Gelenek” de denilen ekole bazı akademisyenlerin getirdiği eleştiri de bu istikamette; teşhisleri doğru ve eleştirileri yerinde fakat “çözüm için dörtbaşı mâmur alternatifleri ne?”. Böyle bir “cevab” teklif etmeksizin, sadece “İslâm” yahut “İslâm Medeniyeti” deyip geçen Türkiye’deki muadillerinin de kulaklarına küpe olsun bu tesbit:
“(…) Gelenekçilerin, modernizmi eleştirdikleri halde modernite yerine herhangi bir alternatif sistem getirmedikleri şeklinde eleştiriler yöneltilmiştir.”(3)
Velhâsıl, bütün bu “yapmalıyız-etmeliyiz” vezninde söylenenler, bu vesileyle haklı olarak dile getirilen problemler, Büyük Doğu-İBDA Fikir Sistemi’ne olan ihtiyacı işaretliyor yalnızca. O ise ortada! Demek ki gereğini yapmakta artık sıra: Büyük Kültür İnkılâbında!
1) Wikipedia.org (Seyyid Hüseyin Nasr)
2) Salih Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız –Süzgeç ve Şekil-, İBDA Yayınları, s. 35
3) Wikipedia.org (Tradisyonalizm)
Baran Dergisi, 6 Şubat 2009
Gülçin Şenel
gulcinsenel@gmail.com
3 Şubat 2009 Salı
GAZZE’NİN ÇOCUKLARI YETİM DEĞİLDİR!
“çığlık içimde düğüm
çığlık gözümde yaş
bekle çocuğum
yeni bir dünya için
verdiğim savaş…”
Salih Mirzabeyoğlu
Gazze’de vahşice öldürülen, annesiz-babasız veya akrabasız kalan yüzlerce çocuk…
Okullar açılmış Gazze’de, ancak sınıfları dolduramayacak kadar azalmış çocuk sayısı; böyle haberler geliyor.
Bir yanda direnerek kazanan Gazze, bir yanda acısını yüreğine gömmeyi bilemeyecek kadar küçük, hafızasını yitiren, psikolojileri altüst olmuş, ruhları delik deşik edilmiş çocuklar…
Bir film izlemiştim, ismini hatırlayamıyorum, sanırım Rus yapımıydı. Bir katliama şahid olan küçük bir oğlan çocuğu âniden yaşlanıyordu; birden bire yüzü çizgilerle doluyordu. Aslında sembolik bir anlatımla çocuğun ruhunun resmini çiziyordu yönetmen.
Gazzeli çocuklar, küçücük bedenlerinde kocaman acılar taşıyan, “büyüyünce ne olacaksın?” sorusuna hiç beklemeden “şehid olacağım” diyen ve aslında küçücük bedenlerinde kocaman ruhlar taşıyan kahramanlar…
Çocuk kahramanlarımız bütün dünya Müslümanları adına direniyor, savaşıyor, şehid düşüyorken, buralarda başka bir telaş yaşanıyor.
Önce, bazı Türk sanatçılar Gazzeli kimsesiz çocukları evlat edinmek istediklerini açıkladılar. Ardından Türk Kızılayı girişimlerde bulundu. Fakat Filistin yönetimi olumsuz cevab verdi: Çocuklarımızı Filistin’den ayırmayız!
Ancak bu yönde haberler devam etti. Türk Kızılayı bu sefer Gazze’de bir yetimhane kurma kararı aldı, kimsesiz çocuklara bakmak isteyenler, yardımlarını bu yetimhaneye göndereceklerdi. Filistin yönetimi bu kez teklife olumlu yaklaştı.
Ancak meselenin çarpıcı tarafı da bu noktada başlıyor asıl. Türk Kızılayı Genel Başkanı Tekin Küçükali şöyle diyor:
“600 civarında çocuk öldü. Bir o kadar da yaralı çocuk var. Bu çocukların düzgün eğitim alması ve barışçı bir ortamı sağlamalarını istiyoruz. 10 yaşındaki çocuğa soruyoruz 'Büyüyünce ne olacaksın?' diye. Bizim ülkemizde öğretmen, doktor olacağım der, ama orada şehid olacağım diyor. Çocuklar sadece bir yere odaklanmışlar; ölmek yahut öldürmek. Bu önyargıyı çocukların kafasından silmek lâzım. Oraya göndereceğimiz pedagoglarımızın Arabça'yı da iyi bilmeleri gerekiyor ki çocukları dünya barışına hazırlayalım. Kızılay bunların üstesinden gelir."
Çocukların kafasındaki “önyargı”yı sileceklermiş, onları “dünya barışı”na hazırlayacaklarmış. Oysa o çocuklar bir “önyargı”yı değil, bizzat ve bilfiil bir “katliam”ı, “şiddet”i ve “işkence”yi yaşıyorlar ama bizim “önyargılı” beyefendiye ne gam! Birkaç hafta önce 600 çocuğun katledildiği bir bölgede “dünya barışı”ndan bahseden adamı taşlarlar!
Gazzeli çocukların bir daha böyle bir acı yaşamaması için yapılması gereken nedir? Onlara “dünya barışı” masalları anlatıp kandırmak mı, yoksa bu katliamı yapanlara haddini bildirmek mi? Ama görüldüğü gibi dertleri zaten Gazzeli çocuklar değil bu adamların; aksine, zalime karşı kin ve öfke biriktirip, savaşmalarına engel olmak!
Ancak bunu kendi adına söylemiyor Küçükali, nitekim dünya medyası, bu çocukların büyüyünce “terörist” olacaklarının altını çizmeye başladı ya, önlem alıp, çocukları “dünya barışı”na hazırlayacak Kızılay! Dikkat buyurunuz:
“Gazzeli çocukların yaşadığı travmaya dikkat çeken İngiliz Guardian gazetesi, ‘Şok içindeki çocuklar şehidlik hevesine sürükleniyor’ diye yazdı. Guardian’ın haberinde, 20 yıldır şiddet ve travmanın çocuklar üzerindeki etkilerini araştıran Gazze‘nin önde gelen çocuk psikoloğu Abdülaziz Musa Tabet’in açıklamalarına yer verildi. 1990’lı yıllarda incelediği çocukların şu anda yetişkin olduğunu belirten Tabet, ‘O çocuklar savaşçı oldular. 15 yıl önce, bu çocukların daha agresif olacağı, savaşmak isteyeceği ve toplumda daha fazla şiddet olacağı uyarısında bulunmuştum’ dedi. Bugün Gazze’de yaşayan çocukların da şiddet ortamında büyüdüklerine dikkat çeken Tabet, ‘Bu yüzden daha agresif davranan başka bir nesil geliyor. Onlar daha da aşırı uçlara gidecekler, çünkü gelecekleri olmadığını düşünüyorlar. Çocuklar, anne babalarının öldürüldüğünü görüyorlar. Ne bekliyorsunuz ki?’ diye konuştu.
Financial Times, Gazze’deki durumun bedelini çocukların ağır şekilde ödediğini belirterek, bombardıman ve abluka yüzünden şiddete yönelecek bir neslin yetişmekte olduğu şeklindeki uyarılara yer verdi. Gazze’deki El Mezan İnsan Hakları Merkezi’nden Mahmud Ebu Rahma, ‘Benim çocukluğum, ilk intifada sırasında taş atmakla geçti. Bir sonraki Filistin nesli intihar bombacılarını üretti. Bir sonraki neslin daha ılımlı olması şansını görmüyorum’ diye konuştu.”
Şu rezilliğe bakınız; bir milyondan fazla insanın öldüğü, bunların büyük bir bölümünün çocuk ve kadın olduğu bir katliamdan sonra endişe duydukları tek şey, bu çocukların büyüyünce zalime karşı savaşacak olması! Ve Türk Kızılay’ında, “bunu nasıl engelleriz?” telaşı!
Gazzeli Gazeteci Basim en-Nabris’in internette dolaşan günlüklerinde söylediği şu sözler ve o sözlerden taşan ruh yeter:
“Eğer girerlerse Gazze bataklığına saplanacaklar. İnsanlar göğüs göğüse çarpışacak. Onlar son ana kadar bundan kaçınacaktır. Askerlerinin morali ve daha fazla asker kaybı olmaması için bundan kaçınıyorlar. Onlar Gazze’yi ve Gazze halkını tanıyorlar. Gazzeliler canlarını, evlerini şartlar ne olursa olsun en çetin şekilde savunacaklardır. Şunu rahatlıkla iddia edebilirim: Bizim çıplak cesaretimiz onların bu korku ve hırsını yenecektir!”
Evet, Gazze’nin çocukları yetim değildir! Onların anaları, babaları, ekmekleri, aşları Filistin’dir. Asıl yetim ve mahrum olan, ruhları çürümüş, vatanlarının neresi olduğunu unutmuş, kendi çocuklarına işgal altında sömürge olarak yaşamayı ve asla başkaldırmamayı öğretmiş işte bu zihniyettir!
Son söz, Müslüman İngiliz Gazeteci Yvonne Ridley’den:
“Birkaç yıl sonra Ortadoğu’daki çocuklar Gazze halkının kahramanlık ve sergüzeştini dinleyerek büyüyecekler. Emin ellerde yatağa yatırılırken belki de soracaklar: ‘Peki İsrail’e ne oldu? Gerçekten var mıydı?’"
Baran Dergisi, 13 Şubat 2009
Gülçin Şenel
gulcinsenel@gmail.com
31 Ocak 2009 Cumartesi
Bir Bilgi Notu: NASREDDİN HOCA VE SEYYİD MAHMUD HAYRANİ
Malûm olduğu üzere, Seyyid Mahmud Hayranî Hazretleri Akşehirli bir velî. Tilki Günlüğü’nde bahsi şöyle geçiyor:
“Hayran Hanım’dan aldığım kitabın ismi: Akşehir... Müellifi, tarihçi İbrahim Konyalı... 1946 tarihli basım... Kader, onu elime tutuşturdu... İçinde mühim bir bölüm var... Seyyit Mahmut Hayran ile Celaleddin-i Rumî arasında bir dostluk ve bağlılık tablosu... Ahmet Eflâkî’nin menakıbından alınmış... Şöyle... Şeyh Sinaneddin, uzun bir geziden sonra Mevlâna’ya erişir ve şu soruya muhatab olur: “Seyahatlerinde hiçbir merde eriştin mi, Seyit Mahmut Hayran Hazretlerini nasıl gördün, ne ile meşguldür?”... Şu cevabı veriyor: “Onu tilki gibi, saçı sakalına karışmış bir hâlde oturur gördüm; sizin temiz âleminize göz kapamış!”... Bu cevab üzerine Mevlâna güldü ve hiçbir şey demedi... Şeyh Sinaneddin Akşehir’e döndüğü zaman, Mahmut Hayran’ı çarşı başında uyuyor gördü... Mahmut Hayran, Şeyh Sinaneddin’e bağırdı: “Şeyh Sinaneddin!.. Ahrar reislerinin zamanında tilki gibi olmayı cana minnet biliriz!”... Şeyh Sinaneddin, Seyyit Mahmut Hayranı öptü ve gönlünü açacak sözler söyledi... Şeyh Sinaneddin başka bir zaman tekrar Mevlâna’nın yanına vardı ve şunları dinledi: “Alemde kalbleri uyanıklar çoktur!”... Ve şu beyitleri dinledi: “Eğer o deli hayatta ise ona de ki, nadir bulunur deliliği benden öğren!.. Eğer sen divane olmak istersen, benim benzerimin nakşını elbisenin üstüne dik!”... Ve sonra şu: “Her delilik için bir müddet sonra iyilik vardır. Fakat ey deli!.. Ne oluyor ki sen ifakat bulmuyorsun?”... Feci bir yorgunluk ve kesif bir mutluluk içinde, “Tilki Günlüğü”nü aksatmamaya çalışıyorum!..” (1)
Mahmud Hayranî Hazretleri’nin kısaca hayat hikâyesi de şöyle:
“Seyyid Mahmud Hayranî, Mesut Paşa’nın oğludur. Harran’dan Anadolu’ya göçmüş ve Konya’ya gelip yerleşmiştir. Bir süre Hazreti Mevlana’nın yanında kalmış, onun hizmetinde bulunmuş ve ondan feyz almıştır. S. Mahmud Hayranî, daha sonra, Akşehir’e giderek inzivaya çekilmek istemişse de kapıldığı ilahî aşkın tesiriyle cezbeye tutularak dağlara düşmüş, bir süre dolaştıktan sonra, meczub bir halde Akşehir’e dönmüştür.
Seyyid Mahmud Hayranî’yi çok seven Hz. Mevlana, vefatına kadar onu hiç unutmamış, gelip gidenlerden hep sormuştur. Pek çok kerametinden bahsedilen Hayranî, Hicri 667 Miladi 1268 tarihinde vefat etmiş, Sultan Dağı’nın eteklerinde, adını taşıyan, Sultan mahallesindeki türbesine defnedilmiştir. Sanduka kitâbesinin Türkçesi şöyledir. “Velilerin kutbu mesud şehit, merhum ve mağfur senedim ve efendim Seydi Mahmud İbni Mesut H. 667 yılında ölmüştür. Allah’ın geniş rahmeti üzerine olsun.”
Türbede mevcut, Türk tahta işlemecilik ve oymacılık sanatının şaheseri olarak kabul edilen üç veya dört sanduka, Konya’da oturan Alman Konsolosunun teşviki ile bir Ermeni tarafından çalınmış, bunlar yurt dışına çıkarılırken ikisi yakalanarak İstanbul’da Türk ve İslam Eserleri Müzesine’ne kaldırılmıştır. Büyük sanat özelliği taşıyan S. Mahmud Hayranî Türbesi’nin daha sonra yapılan Mevlana türbesine örnek olduğu ve aynı mimarın elinden çıkmış olabileceği ihtimali üzerinde durulmaktadır.” (2)
Diğer Taraftan Nasreddin Hoca da Akşehirli bir velî ve kaynaklarda Seyyid Mahmud Hayranî Hazretleri’ne intisab ettiği yazıyor. Onun da kısaca hayat hikâyesi şöyle:
Nasreddin Hoca, 1208–1284 yılları arasında yaşamış bir halk kahramanı. Aslen Sivrihisarlı olduğu ileri sürülse de Akşehir’de yaşar ve orada vefat eder. Babası Hortu köyü imamı olan Abdullah Efendi, annesi de aynı köyden Sıdıka Hatun’dur. Önce Sivrihisar’da medrese eğitimi gören Nasreddin hoca, babasının vefatı üzerine Hortu köyü imamı olur ve Akşehir’e 1237’de yerleşir.
O devirde önemli bir kültür merkezi olan Akşehir`de zamanın ünlü âlimleri Seyyid Mahmut Hayranî ve Seyyid Hacı İbrahim Sultan’dan dersler alır ve Seyyid Mahmut Hayranî`ye intisab eder. Medresede ders okutmuş ve Kadılık vazifesinde bulunmuştur. Bu görevlerinden dolayı kendisine Nasuriddin Hace ismi verilir ve bu isim zamanla Nasreddin Hoca’ya dönüşür. Derler ki, Nasreddin Hoca, derslerini dinlediği bu İslâm büyüklerinden birinin “hep gülesin ve güldüresin” duasına muhatab olduğu için, hikmetleri mizahî bir dille ifâdelendirmiştir.
«Nasreddin Hoca ile ilgili en eski kaynak olan Ebu’l-Hayr Rûmî’nin Saltuknâmesi’nde (M. 1495) Sarı Saltuk, Nasreddin Hoca’ya bir hediye göndererek dua talebinde bulunur. Hoca evde olmadığı için hocanın hanımı, onun yerine dua eder. Bu duanın bazı cümleleri şu şekildedir: “… Dünyada fâsık, fâcir ile alâka eyleme, ve dahi kötü kişiye karşı kendini ve hem malını güvenip emanet etme ve dilinden tevbe ve istiğfarı koma, kendin için isteyeceğini başkası için de iste, Allah’tan korkup Resûl’den utanasın ve ahiret için burada güzel amel işleyesin, yaramaz işlerden kaçasın, günahlarını çoğaltmayasın ki gönlün kararmasın. Böylece gönül aynanda gizli sırları keşfedebilesin, Hakk’ı müşahede edebilesin.”» (3)
Allah, büyüklerimizin ruhâniyetini hiçbir ân üzerimizden eksik etmesin.
1) Salih Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü –Ufuk ile Hafiye-, İBDA Yayınları, c.3, s. 557
2) Av. M. Ali Uz, Baha Veled’den Günümüze Konya Alimleri ve Velileri, Konya, Mayıs 1993
3) Fahir İz, Türk Edebiyatında Nesir, c. l, s. l7’den aktaran: Yağmur Dergisi, Sayı: 26, Ocak-Şubat-Mart 2005
Baran Dergisi, 30 Ocak 2009
Gülçin Şenel
gulcinsenel@gmail.com
23 Ocak 2009 Cuma
MÜJDELERİN MÜJDESİ: SALİH MİRZABEYOĞLU
“SUDA BOĞULAN BALIK”
«Mümkün müdür, icatlara, ilerlemelere rağmen, kültüre, dine, felsefeye rağmen hayatın sathında-yüzeyinde kalınsın? Mümkün müdür, bilinmesi yine de bir kazanç olan bu satıh bile, yaz tatillerinde salon mobilyaları gibi, aklın alamayacağı kadar yavan bir kılıfla kaplansın?
Evet, mümkündür.
Mümkün müdür, bütün dünya tarihi yanlış anlaşılmış olsun? Mümkün müdür, ölen yabancıdan söz edeceği yerde, çevresine üşüşen kalabalığı anlatır gibi, hep yığınların lafı edildiği için, geçmiş yanlış anlaşılmış olsun?
Evet mümkündür.» (1)
Rilke’nin işaret ettiği “mümkünler”in gerçekliğini yaşarken biz, hayatın sathında kalmışlığı, bu satıhta kalmışlığı işaretlerken bile yavan kılıfları aşamayışı, bu aşamayışı dert etmemeyi öğrendik.
Biz ki, müslümandık; İslâm’la müşerreftik… Tatlı suda yaşamayı bilmezdik, akvaryum balığı olduk… Belki biraz debelendik ama boğulmayı bile beceremedik!..
«Âdem bina yıkıntısının kıyısında acı ve hüzün duygusunun açtığı o garib aydınlığına kaçıcı bir yerde gizliden gizliye keyif sürüyor… Osman birden haykırdı:
-“Akvaryuma bakın efendim?”
Âdem, müthiş bir manzarayla karşılaştı; akvaryumun tatlı suyunda bir istavrit balığı çılgınca çırpınıyor, ağzını alabildiğine açmış, başını sudan çıkararak nefeslenmeye çalışıyor!
-“Suda boğulan balık!”
Öyle ya!.. Aynen!..» (2)
Bir adam düşünün ki, bütün insanlığın ona yüklenen sorumluluğunun ıztırabından izlerle-eserlerle yepyeni bir dünya kuruyor...
«Sokağa çıkacak hâle gelme ve sokağı gerçekten insanların gezdiği hâle getirme hayâlinin, ümidinin, çabasının ve bunların tam zıddı duyguların, mevsimler boyu süren koza hayatı; bazen fildişi kule, bazen canlı cenaze olarak içinde bulunulan tabut, bazen yanıp kül olmuş ve şuracıkta süpürülmekten kurtulmuş veya unutulmuş kâğıdın mekânı… Evdeyken içindeki sokaklarda gezme ve dostlukları yaşamanın, sokaktayken içe bakma ve eve kaçmanın gidiş gelişlerinde geçen hayat.» (3)
Bir adam düşünün ki, bütün insanlar-müslümanlar onun fikrine hem ölesiye muhtaç, hem de ondan ölesiye mahrum…
«İşte bu saatler, güneşin sulara veda saatleri, sözleri suskunluğa emanet edip gidiyorum. Mekânda varolmak vehminin de olmadığı bir vehmi duyuyorum; “sakın zaman büsbütün tükenmiş, mekân dürülmüş olmasın!”
Madem ki karanlıkla aydınlığı ayırdedebiliyorum –ki, hâli duyuyorum-, öyleyse geliyorum!
Açılan kapı. Henüz tamamlanmamış evdeyim.
Evdeyim. Mânâda bir çizgi daha beyaz yaprak üstüne.
Düşünün, neden bir kumaş gibi dokunamadığını ruhların ve nasıl dokunacağını. Beyaz kâğıt; üzerine bir siyah çizgi, sonra sarı, sonra lacivert, sonra falan ve filân… rengarenk oldu kâğıt. Hani HÂKİM renk?
Bir de şunu düşün: Hâkim rengi BULMUŞSUN. Bir çizgi; bir eser. Sonra bir çizgi daha; bir eser daha. Ve beyaz zemin, üstüste çizgilerle kapanıyor!..
Evdeyim. Mânâda bir çizgi daha beyaz yaprak üstüne; onun üzerindeyim. İşim acele mi, acele. Dünya bir inkılâb bekliyor ve ben beklenendenim!» (4)
Mümkün müdür, dünya büyük altüst oluşlar yaşasın, bütün insanî değerler, ahlâk-din, fikir, sanki hiç olmamışlar gibi, ekmeğe, aşa, mevkiye meze yapılsın?
Mümkün müdür, dünyada “insan olmak” namına tek bir ideal kalmasın, insan denen şey ruhu olmayan bir kadavraya, bir Frankeştayn ucûbesine dönüşsün?
Mümkün müdür, her gün, her dakika, her saniye meydana gelen mûcize, yani “yaşamak”, bir “akıllı füze” kadar hayrete düşürmesin insanı?
Mümkün müdür, dünyayı yeniden, insanca-müslümanca “yaşanacak” bir hâle getirmenin mecnunca sevdasıyla bir adam çıksın ortaya; bütün diller sussun, gönüller başlasın konuşmaya; bütün kelimeler, bütün lûgatler onu çağırsın? Kütübhaneler dolusu eseri, dünyayı sarsan-sarsacak fikirleri insanların ruhlarında mânâ helezonları oluştursun, dalga dalga uyansın insanlar “insanlığa”?
Mümkündür!
«Bütün bunlar mümkün olduğuna göre, ne pahasına olursa olsun bir şey yapmalı. İnsanı tedirgin eden bu şeyleri düşünen herhangi birisi, ihmal edilmiş işleri aradan çıkarmaya başlamalı; hatta rastgele birisi olsun, bu işin tam ehli olmasın: BU İŞİ YAPACAK BAŞKA KİMSE YOK Kİ.» (5)
BİR RÜYA’NIN HİKÂYESİ
Yıl 1999… Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu Metris cezaevinde… Bu demde, Konya’da bir genç tutuklanır… Bu genç adamın eşi, bir gün komşuları ile dertleşirken, komşusu olan Fikriye hanım şöyle sorar:
“Kim bu adam? Televizyonlar ona terörist diyor, ne işiniz var teröristlerle?”
Genç hanım cevablar:
“O çok büyük bir adam, terörist değil.” Komşusu, tanıdıklarının derman kapısı, dindar bir hanım. Yakınları bir müşkülleri olduğunda, bir işin hayırlı olup olmadığı hakkında istihareye yatması için ona gelirmiş; böyle bir hanım. Akabinde, mezkûr hanım şöyle bir teklifte bulunur:
“Madem öyle diyorsun, ben bir istihareye yatayım. Eğer bu adam dediğin gibi büyük bir zât ise, tamam. Yok değilse bu adamın peşini bırakacaksın.”
Genç hanım kendinden emin bir edayla kabul eder teklifi. Ertesi gün, komşu hanım sabahın erken bir vaktinde kapısına dayanır genç hanımın. Ve büyük bir şaşkınlıkla, “Ben böyle rüya görmedim hayatımda” diyerek başlar anlatmaya:
“Bir evdeyim. Bu ev, daha önce dua etmeyi, istihareye yatmayı öğrendiğim, yıllar önce vefat etmiş hoca hanımın evi. Onunla konuşurken, birden pencerede bir adam peydahlanıyor ve içeriye bakıyor. Pencereye koşuyorum, bu adam O adam: Salih Mirzabeyoğlu! Pencereyi bir açıyorum ki, ne göreyim. Kelimelerle ifade edilemeyecek bir nur, bir beyazlık. Bambaşka bir âlem… Her taraf bulut, anlatılamayacak kadar güzel bir âlem… Bakıyorum, ileride erkek çocuklar var, sıraya girmişler. Etrafta üstüste yığılmış beşikler, yataklar dikkatimi çekiyor… Ne oluyor burada diye anlamaya çalışırken öğreniyorum ki, bu sıraya girmiş erkek çocukları sünnet olmayı bekliyor. Sünnet eden de o adammış: Salih Mirzabeyoğlu!”
Müjdelerin Müjdesi: Salih Mirzabeyoğlu!..
1) Maria Rainer Rilke, Malte Laudris Brigge’nin Notları, Adam Yay., s. 18
2) Salih Mirzabeyoğlu, Müjdelerin Müjdesi-Mim Mim’in Hikâyesi-, İBDA Yay., İstanbul, s. 95
3) A.g.e., s. 24
4) A.g.e., s. 83
5) Maria Rainer Rilke, a.g.e., s. 19
Baran Dergisi, 23 Ocak 2009
Gülçin Şenel
gulcinsenel@gmail.com
3 Ocak 2009 Cumartesi
KAPİTAL, HÜRRİYET VE ÜÇÜNCÜ GÖZ
Marx’ın “Kapital”inden bahsediyoruz elbette. Japonya’da uyanık bir yayıncı, Marx’ın bu eserini “çizgi roman” formunda yayınlamaya başlamış. Ortaya nasıl bir şey çıkmıştır bilemiyoruz fakat gazetelerde yer alan haber kısaca şöyle:
“Küresel ekonomik krizle birlikte aranan kitablar listesine giren Karl Marx’ın şaheseri Kapital, Japonya’da çizgi roman olarak yayımlandı. Kitabı yayımlayan EastPress Yayınevi yöneticisi Yusuke Maruo, Kapital’in birinci cildinin Manga (Japon çizgi romanı) versiyonunun, piyasaya sürüldükten sonraki ilk birkaç günde 6 bin adet satıldığını söyledi. Manga versiyonunun Kapital’in orijinaline ilgiyi artırmasını umduklarını belirten Maruo, "Açık ki, son küresel kriz sistemin düzgün biçimde işlemediğine işaret ediyor. İnsanların kapitalist toplumun sorunlarına cevab bulmak için Marx’a başvurduğunu düşünüyorum" dedi. Maruo, hedef kitlelerinin 30’lu yaşlarındaki büro çalışanları olduğunu belirtti. Japonca yayımlanan Kapital’in 1. cildinin Manga versiyonunun İngilizce, Almanca ve Çince çevirilerinin de hazırlandığı ve gelecek yıl piyasaya sürüleceği, Kapital’in diğer ciltlerinin Manga versiyonlarının da yayımlanacağı belirtildi.”
Marx’ın “Kapital”ini tam da karşısında olduğu kapitalizmin bir ürünü haline getirmek, “küresel ekonomik kriz”e ve kapitalist toplumun dertlerine devâ olacakmış. İşte biz buna, tutarlı bir “şuur süzgeci”nin yokluğu diyoruz. Kapitalist dünyanın düşünce ve fikir kalıblarına uygun olarak ürettiğin bir “Marx-Kapital” ürünüyle, Marx’ın kendi toplumuna yaptıramadığı “sıçramayı” yaptıracaksın öyle mi? Ne yazık ki, buna ancak Marx’ın ve Kapital’in karikatürleştirilmesi ve liberal ekonominin dümen suyuna sokularak yok edilmesi denir. “Küresel ekonomik kriz” dalga dalga yayılır ve kan emici emperyalist hegemonyanın canhıraş batışını simgelerken, “bir tekme de sen savur!” demek lâzım; “Artık yeni şeyler söylemek lazım cancağızım”. (Mevlânâ)
“Hürriyet tablosu çarşafa büründü”
Bir grup Batılı fotoğrafçı, ünlü ressamların 10 farklı tablosunu, üzerlerinde “rötuşlar” veya “oynamalar” yaparak yorumladıkları bir sergi düzenlemişler. Bu fotoğraflardan biri de Delacroix’in meşhur “Halka Yol Gösteren Hürriyet” isimli tablosuna göndermede bulunuyor. Hâdise de burada meydana geliyor. Çünkü orijinal tabloda göğüsleri açıkta olarak resmedilmiş kadın figürü, fotoğrafçılar tarafından çarşaf ve peçeye büründürülerek yorumlanıyor. Medyada yer alan haber şöyle:
«Ünlü fotoğrafçı Gérard Rancinan, sık sık sansüre uğrayan Delacroix’nın tablosundaki kadını çarşaflı olarak tasvir etti. 19. yüzyıl Fransız ressamı Eugene Delacroix’nın “Halka Yol Gösteren Hürriyet” eserinin, hürriyeti sembolize eden kadının “göğüslerinin çıplak olduğu” gerekçesiyle 2 yıl önce Türkiye’de ders kitablarından çıkarılması dünyaca ünlü fotoğrafçı Gérard Rancinan’ın orijinal bir fotoğraf çalışmasına yansıdı. Paris-Match dergisinde yer alan fotoğrafında Rancinan’ın 1830 Temmuz ayaklanmasının anlatıldığı Delacroix’ya ait tablodaki hürriyeti sembolize eden kadını, sık sık sansürlenmesi sebebiyle bu şekilde tasvir ettiği belirtildi. Rancinan’la birlikte projeyi tasarlayan gazeteci Caroline Gaudriault, Milliyet’e yaptığı açıklamada, “Aynı tablonun değişik ülkelerde (Japonya ve Körfez ülkeleri) çeşitli biçimlerde engellendiğini, Türkiye’deki ders kitabı olayının tek olmadığını, olayın tek başına söz konusu fotoğraf çalışmasına esin kaynağı olduğunun iddia etmenin doğru olmayacağını” dile getirdi.»
Delacroix tablosu, Türkiye’deki lise ders kitablarından sözkonusu resimdeki kadının “göğüslerinin açık olması” sebebiyle çıkarılmış, tabiatiyle buradaki kimilerine bu pek dokunmuş, derken böyle bir sergiyi haber alır almaz bizim acar lâik gazeteciler heyecanlanmış, bundan bize de bir “sermaye” çıkar mı diye habere atlamış ve hiçbir fedâkarlıktan kaçınmayıp Avrupa’ya kadar uzanarak sergi tertibçilerine mikrofon tutmuşlar. Gerçi umdukları cevabı alamamışlar ama, umdukları haberi yapmaktan yine de kaçınmamışlar.
Diğer taraftan, lise ders kitablarından malûm resmi çıkartarak güya hassasiyetlerini gösteren “resmî” ahlâk fedailerine de şunu sormak gerek: Hergün televizyonda, internette, gazetelerde, sadece göğüs de değil, tamamen çıplak kadın resimleri gören bir gencin ahlâkının yalnızca Delacroix tablosunu gördüğünde bozulacağını mı tahayyül ediyordunuz? Bunu kitablardan kaldırarak, tüm sokaklarından kanalizasyon akan bir cemiyetin ve gençliğinin ahlâkını mı kurtarmış oldunuz? Siz bizimle dalga mı geçiyorsunuz?
Son olarak, sansürlenen resme tepki olarak ortaya konduğu (sergi tertibçilerine doğrulatılamasa dahi) iddia edilen fotoğrafla ilgili olarak söyleyelim ki, Batılı bir resmin ve onun ifade ettiği “hürriyet” anlayışının Doğululara (Japonya ve Körfez ülkelerinde de sansürleniyormuş ya!) dayatılması, Doğunun bu “hürriyet” anlayışını tabiî olarak kusmasına sebeb olur. Fotoğrafçının resimdeki kadına çarşaf giydirerek Doğulularla “inceden” dalga geçmesi de abesle iştigâl. Eğer birazcık sanatçı haysiyeti varsa, “Batı tipi” hürriyetin Irak’a ve bilhassa Iraklı kadınlara yaptıklarını da aynı Delacroix tablosuna yerleştirsin ki, bu sayede herkes öğrensin katliam, işkence, tecavüz ve zulmün Batıcı “hürriyet” ve “sanat”a düşen payını!
“Körlerde üçüncü göz açılıyor”
“Bilim insanları, görme özürlü bir adamın altıncı hissini kullanarak, önüne konan engelleri aşabildiği ve karşısındaki kişinin yüz ifadesini okuyabildiğini tesbit etti. Tamamen kör olan T.N. adlı hastanın, şuuraltı kabiliyetlerini kullanarak etrafındaki masa ve kutuları aşabildiği, karşısında duran kişilerin yüz ifadeleri ile ortaya koyduğu mutluluk, üzüntü ve endişe hislerini farkedebildiğini ortaya koydu. Araştırmayı yapan bilim adamları, bu kişinin sağlıklı kişilerin bile görmediği şeyleri hissedebildiğini ortaya koyarak, ‘kör görüşü’ dedikleri şuuraltı kabiliyetleri ile altıncı hissini kullanarak normal fert gibi hayatını devam ettirebildiğini belirtti. ‘Current Biology’ adlı dergide, ilk ilmî açıklama tarzında sunularak yayımlanan ve bilim adamlarının ortaklaşa çalıştıkları bu projenin sonuçları, T.N. adlı hastanın objelerin yerini bire bir tesbit edemese bile beyninin şuuraltı seviyesinde reaksiyon gösterdiğini ortaya koydu. Araştırmanın insan istidat ve kabiliyetlerini gösteren ilk çalışma olduğunu ifade eden Tilburg Üniversitesi’nden Prof. Beatrice de Gelder, bu araştırmanın sonuçlarının insanoğlunun gücünü bir kez daha ortaya koyduğunu, insan istidatlarının tahmin edilenden daha fazla fonksiyonlara sahip olduğunu belirtti.”
Bu çarpıcı haberin tedâisi: Batılı 21. yüzyılda, “görme duyusu holografiktir” diyedursun, İmam-ı Gazalî hazretlerinin yüzyıllar önce işaretlediği hikmet şu meâlde: “İdrak ‘görme’den önce gerçekleşir”. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, bu çerçevede, “Hiss-i Müşterek” başlığı altında şöyle diyor: “Bir kimsenin görmesi ve bir sesi duymasında, iki gözle iki suret ve iki kulakla iki ses olmasına rağmen onların bir tek olduğunun kavranması, gözlerin ve kulakların ötesinde (duyu idrakinden önce) bir batınî idrak mahallinin bulunmasındandır. Hasselerin ayrı ayrı ve bir bütün olarak idrak edildiği bu kuvvet, hiss-i müşterektir. Ruhun müdrik-idrak edici olması, mahsusatın (duyularla algılananların, hislerin) bu kuvvette toplanması dolayısıyladır; ve sözkonusu kuvvetin idrak etmeden başka bir vazifesi yoktur.” (Sefine – Suver-i Hayâl Âlemi, İBDA Yayınları, s. 139)
Sözün özü, belki de, idrâk eden “ruh”tur; ve yine idrâk edilen de! “Ruhun ruhla bilinişi” ki, ne varsa içimizde!..
Baran Dergisi, 2 Ocak 2009
Gülçin Şenel
gulcinsenel@gmail.com
DÎVÂN EDEBİYATI’NIN MEŞHURU, GÜNÜMÜZÜN MEÇHULÜ BİR ŞAİR: ŞEYH AHMED EL CEZERÎ
Şiirleri okudukça anlıyoruz ki, Dîvân Edebiyatı, bugünün dünyasına yabancı bir ruh ikliminde gelişmiştir. O ruh iklimi, diliyle, kültürüyle, sanatıyla, edebiyatıyla kökünden kazındığı zaman, Dîvân Edebiyatı’ndan zevk ve şevk alacak idrak de ortadan kalkmıştır. Günümüzde “Türk Edebiyatı”nın bir türlü gelişemeyişinden şikâyet edenlerin, ruh köklerinden kopuk bir edebiyatın nasıl gelişebileceğini kendilerine sormaları gerekir. Dîvân Edebiyatı’nın eserlerini okuyamayan, anlayamayan, mânâlandıramayan bir nesil, “edebiyattan” bahsediyor. Böylece, sadece “edebiyat yapıyorlar”!
Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, Dîvân Edebiyatı’ndan kopmuş-koparılmış nesillerin acınası hâlini (hâlimizi) bir nükteyle özetliyor:
“Dîvân edebiyatımıza bakışa dair bir nükte olsun diye, şair Attilâ İlhân’ın bir hatırasını nakledelim: 1970’li yıllarda olsa gerek, Atina’da yapılan bir şiir şölenine katılıyor. Dünyanın çeşitli yerlerinden gelen şairler, şiirlerini okuyorlar… Sonra kendi aralarında sohbet… “Bizim şairlerden hangisine âit bir şey okusam, nezaketle beğendiklerini söylüyorlardı ve lafın arasına da, Avrupalı filân şâire benzediğini sıkıştırıyorlardı. Bunun üzerine bizim Dîvân edebiyatının ağır toplarına başvurdum. Bir beyit okuyorum, şaşırıyorlar, bunu kendilerinden filâncanın 150 sene sonra farkettiğini söylüyorlar. Başka bir beyit okuyorum, şaşırıyorlar, bunu kendilerinden filâncanın şu kadar devir sonra farketmiş olduğunu söylüyorlar!”… Neticede, hazine belli de, onu takdir edecek ehiller lazım; ki, hayatımızın içine girebilsin.” (1)
Yine Mütefekkir, aynı eserde Fuzûlî bahsinde şöyle diyor:
“Fuzulî, bizde, Batı’da çok sonra sözkonusu olan ve batı patentli sanılan “fikirden süzülme şiir” anlayışının –ki sadece o değil, Dîvân edebiyatının bütün büyük şairleri bu soydandır-, yalnız temsilcisi değil, bunu Dîvânlarında da açıklamış, yâni işin “poetika-şiir hikmeti” bahsini de ortaya koymuş biridir: Hani şu, “bir yanda şiir, diğer yanda sanatı üzerine düşünme” meselesi.” (2)
Divan Edebiyatı’nın genel olarak hayatımızda yer almaması bir yana, belki de resmî ideolojinin Kürt dili ve kültürü üzerindeki sansürü sebebiyle adını duymadığımız Kürt Dîvân şairleri de var. Nûbihar Yayınları arasında çıkan “Melaye Cızîrî, Türkçe-Kürtçe Diwan” isimli eser, bilinmeyen bir Kürt şairini, hem de dönemin oldukça meşhur, fakat bizce meçhul bir şairini, Kürt Dîvân Edebiyatı’nın önemli şahsiyetlerinden biri olarak takdim ediyor: Şeyh Ahmed el Cezerî (Melaye Cizîrî).
Hayatı hakkında çok fazla malûmat olmamakla beraber, araştırmacılar, onun 1589-1570’li yıllarda Cizre’de doğduğunu söylüyor. İlk eğitimini babasından alan Cezerî, Diyarbakır, Bingöl, Hasankeyf gibi bölgelerde eğitimini sürdürür. Diyarbakır’da, dönemin önemli âlimlerinden Molla Taha’dan icazet alır. Bağdat’ta dil, felsefe, edebiyat ve astronomi üzerinde çalışır.
Radikal Gazetesinin kitab ekinde Cezeri’den şöyle bahsediliyor:
“Cizîrî’nin hayatının kronolojisi etrafında örülen efsaneler onu Şark’ın diğer âlimleriyle yan yana getirir. Önceleri Kur’an eğitimi, daha sonra an’anevî eğitim sistemi, bilgi almak için çıkılan uzun yolculuklar ve camide vaiz olarak yahut saray şairi olarak yapılan görevler. Nitekim Cizîrî’nin hayatını bu kronolojiden ayıran ve onu biraz da Mevlânâ’ya yaklaştıran en önemli benzerlik ise aşkta yatmaktadır. Mevlânâ, Şems-i Tebrizî’yle karşılaştıktan sonra aşkın çeşitli buudlarını yaşamaya başlar ve o zamana kadar sürdürdüğü an’anevî âlimliği bir kenara bırakır. Cizîrî’de de aynı durum söz konusudur. Cizîrî’nin hayatının kırılma noktası onun Hasankeyf mîrinin kızı Selma’ya olan aşkıyla başlar. O döneme kadar an’anevî bir din âlimi olan Cizîrî, Selma’yla karşılaştıktan sonra aşk üzerine şiirler yazmaya başlar. Selma’nın aşkını ilahî bir aşka dönüştürür. ‘Sureti öz’e yaklaştırır. Tasavvufî şiirlerinin de bu zamanda yazıldığı söylenir. Cizîrî, Divan’ında Mela, Melê ve Nişanî gibi mahlaslar kullanmıştır.”
(Bir not olarak kaydedelim ki, “Mele” veya “Mela”, “bir toplumun ileri gelenleri” anlamında kullanılan bir kelimedir ve Kürtçe’de saygı duyulan kişilerin isimlerinin başına getirilerek kullanılmaktadır.)
Cizreli araştırmacı-yazar Abdullah Yaşın’ın, Cezerî’nin eserleri hakkında verdiği bilgilerse şöyle:
“Eserlerini Kürtçe kaleme almıştır. Cezerî’nin adı Ahmed, tanındığı ismi Mella-i Cizirî, lakabı ise Nişanî’dir. Nişanî, birkaç anlama gelir; Nişan, ok veya tüfeğin atılacak hedef yeridir. Buna göre Ahmed Cezerî, ya belâ ve musibetlerin hedefi veya aşk sebebiyle bir hedeftir. Nişan, Kürtçe’de vücuttaki benlere de denir. Nişanî, benli demektir. Ayrıca, Nişanî “alametli, belli kişi” demektir. Kendisi çok güzel yüzlü, yakışıklı ve orta boyluydu. Babası, Şeyh Muhammed adında büyük bir âlimdir. Kendisi aslen Cizreli olup, Bohtan aşiretindendir. 75 yıl yaşamış olup, hiç evlenmeden bekâr olarak Cizre’de vefat etmiştir ve Cizre Kırmızı Medrese’de medfundur.
Cizre’de, halk arasında, merhum Mellayi Cizirî hakkında binlerce hikâye, menkıbe, ciltler dolusu keramet ve rivayet yaygın olup, divânında bunlar açıkça görülebilir. Cizre’de önce babasından okumuştur. Daha sonra Diyarbakır, İmadiye ve Hakkâri’de okumuş, Malatya, İstanbul ve Doğu-Anadolu’nun birçok il ve ilçelerini dolaşıp görmüştür. İcazetini Setrabas’ta (Diyarbakır) almıştır. Kürtçe’nin bütün lehçelerinin yanısıra Arabça, Farsça, Türkçe’yi çok mükemmel öğrenmiştir. Irak, İran, Suriye, Ermenistan, Lübnan, Gürcistan ve Avrupa’nın birçok ülkesinde eserleri okunmakta ve edebiyatta tez olarak alınmaktadır.” (3)
Cezerî’den günümüze gelen tek eseri 2000 beyitlik Dîvân’ıdır. İlk basımı Petersburg’da yapılır. Daha sonra Stockholm’de de basılan eser, en son Türkçe ve Kürtçe olarak bu yıl Nubihar Yayınları tarafından basılmıştır. Bir başka Kürt şairi olan Ahmed Hanî’nin Mem-u Zin isimli eserinin girişinde, Cezerî’nin de adının geçtiği bir beyit bulunmaktadır.
Kendilerinden iktibas ettiğimiz yerlerde mevcut ve tercümeden kaynaklanan kimi uslûb sakilliklerini bizzat şairden bilmemek kaydıyla, Ahmed el Cezerî’nin Dîvânından seçilmiş birkaç örnekle bitiriyor, gerisini orijinaline ve şiirin “sultanî” çapını merak edenlerin ilgi ve takibine ısmarlıyoruz:
Aşık er carek ji bala lé bidit berqa mecaz
Dé li nik saibdilan heta ebed bit serfiraz
Keşf û esraré sîfatan, bé mehebbet nabitin
Sûreté esma divétin, da bikin jé fehmmîraz
(Eğer âşığa bir kez bile değmişse mecazın şimşeği
Gönül sahiblerinin yanında ebediyen bağımsız kalır
Sıfatların esrarı ve keşfi muhabbetsiz olur mu
Adlara yüzleri gerek, ki vakıf olunsun sırlara)
(…)
Min go: Beser û quweté sem’a me tu yî, go:
Zanin re em in rûh mucerred qefes î tu
(Dedim: Ah sensin gözün gördüğü, kulağın işittiği
Dedi: Biliriz, ruhun biziz, yalnızca bir kafessin sen)
(…)
Dı riya yarü mirade me seri daniye re.
Huttuim. fi bahri wela zewreqe. Wl bahrü amiq.
(Muradımız yolunda bir yola baş koyduk
Öyle bir denize girdik ki ne kayık var ne gemi.)
(…)
(Allah Resûlü’ne hitaben)
Mûyekê ez ji te nadim bi dused Zîn û Sirînan
Çi dibit ger tu hesîb kî mi bi Ferhad û Memê
(Senden olan bir kılını ikiyüz Zin ve Şirin’e değişmem.
Ne olur, sen de beni Ferhat ve Memi gibi saysan)
(…)
Ger luluê mensûrî ji nezmê tu dixwazî,
Wer Sirê Melê bibîn! Te bi Sîrazî çi hacet!
(Eğer nazımdan saçılmış incileri istersen;
Gel, Mella’nın şiirlerini gör, Şirazi’ye ne hacet!)
(…)
Sirrê wehdet ji ezel girtiye heta bi ebed
Wahid û, Ferd e, bi zatê xwu Wî nînin çu eded.
(Vahdet sırrı ezelden ebede kadar tutmuştur,
Zatıyla vahittir, tektir, ferttir, onun adedi yoktur.)
(…)
Da me sed camê fîraqê ji xwe xaîb nebuyîn
Ji wîsalê qedehek da me û mexmurî kirin.
(Bana yüz ayrılık bardağı verdiler, kendimi kaybetmedim,
Visalde bana bir bardak verdiler, mahmur ettiler.)
1) Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muztaribler 4, İBDA Yayınları, s.82, 83
2) A.g.e., s. 19
3) (http://www.cizre.bel.tr/cizre.aspx?id=mela)
Aylık Dergisi, Ocak 2009
Gülçin Şenel
gulcinsenel@gmail.com
Semih Kaplanoğlu ile Hayat, Sinema ve “Buğday” Üzerine
Röportaj: Gülçin Şenel | Fotoğraf: Yağmur Dinç Semih Kaplanoğlu Kimdir? Semih Kaplanoğlu, 4 Nisan 1963 tarihinde İzmir’de dünyaya geldi. Dok...

-
“İrfan ve inceliğin temsilcisi”… Üstad Necib Fazıl böyle tarif ediyor Şeyh Galib’i. İşte o Şeyh Galib ki, edebiyat ve şiirimizde onda...
-
“Bed’i Besmele”, besmeleye başlamak demek. Osmanlı Devleti’nde, 4-7 yaş arasındaki çocukların ilk mektebe, bugünün ilkokuluna başlama merasi...
-
Nasreddin Hoca ve Seyyid Mahmud Hayranî… Bu iki büyük İslâm velîsi ve “delisi”nin birbirleriyle olan alâkaları, bizim için hayret uyandırıcı...