2 Ocak 2009 Cuma

DÎVÂN EDEBİYATI’NIN MEŞHURU, GÜNÜMÜZÜN MEÇHULÜ BİR ŞAİR: ŞEYH AHMED EL CEZERÎ

Doğrusunu söylemek gerekirse, bizde, İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun “Büyük Muztaribler” isimli eserinin 4. cildinde karşılaştığımız manzaraya kadar, lise edebiyat derslerinden kalma bir tad ile Fuzulî ve Şeyh Galib’in birkaç mısraından başka bir Dîvân Edebiyatı kültürü mevcut değildi. Lisede “failatün failatün failün” kalıblarını ezberlemekten bu muazzam şiirin zevkine varamamış bizim gibilere Dîvân Edebiyatı’nın kapılarını aralayan Mütefekkir, bu eserle, “fikirden süzülmüş şiir” anlayışının eşsiz misallerini göstererek, hem şiir hem de fikir ziyafeti veriyor.

Şiirleri okudukça anlıyoruz ki, Dîvân Edebiyatı, bugünün dünyasına yabancı bir ruh ikliminde gelişmiştir. O ruh iklimi, diliyle, kültürüyle, sanatıyla, edebiyatıyla kökünden kazındığı zaman, Dîvân Edebiyatı’ndan zevk ve şevk alacak idrak de ortadan kalkmıştır. Günümüzde “Türk Edebiyatı”nın bir türlü gelişemeyişinden şikâyet edenlerin, ruh köklerinden kopuk bir edebiyatın nasıl gelişebileceğini kendilerine sormaları gerekir. Dîvân Edebiyatı’nın eserlerini okuyamayan, anlayamayan, mânâlandıramayan bir nesil, “edebiyattan” bahsediyor. Böylece, sadece “edebiyat yapıyorlar”!

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, Dîvân Edebiyatı’ndan kopmuş-koparılmış nesillerin acınası hâlini (hâlimizi) bir nükteyle özetliyor:

“Dîvân edebiyatımıza bakışa dair bir nükte olsun diye, şair Attilâ İlhân’ın bir hatırasını nakledelim: 1970’li yıllarda olsa gerek, Atina’da yapılan bir şiir şölenine katılıyor. Dünyanın çeşitli yerlerinden gelen şairler, şiirlerini okuyorlar… Sonra kendi aralarında sohbet… “Bizim şairlerden hangisine âit bir şey okusam, nezaketle beğendiklerini söylüyorlardı ve lafın arasına da, Avrupalı filân şâire benzediğini sıkıştırıyorlardı. Bunun üzerine bizim Dîvân edebiyatının ağır toplarına başvurdum. Bir beyit okuyorum, şaşırıyorlar, bunu kendilerinden filâncanın 150 sene sonra farkettiğini söylüyorlar. Başka bir beyit okuyorum, şaşırıyorlar, bunu kendilerinden filâncanın şu kadar devir sonra farketmiş olduğunu söylüyorlar!”… Neticede, hazine belli de, onu takdir edecek ehiller lazım; ki, hayatımızın içine girebilsin.” (1)

Yine Mütefekkir, aynı eserde Fuzûlî bahsinde şöyle diyor:

“Fuzulî, bizde, Batı’da çok sonra sözkonusu olan ve batı patentli sanılan “fikirden süzülme şiir” anlayışının –ki sadece o değil, Dîvân edebiyatının bütün büyük şairleri bu soydandır-, yalnız temsilcisi değil, bunu Dîvânlarında da açıklamış, yâni işin “poetika-şiir hikmeti” bahsini de ortaya koymuş biridir: Hani şu, “bir yanda şiir, diğer yanda sanatı üzerine düşünme” meselesi.” (2)

Divan Edebiyatı’nın genel olarak hayatımızda yer almaması bir yana, belki de resmî ideolojinin Kürt dili ve kültürü üzerindeki sansürü sebebiyle adını duymadığımız Kürt Dîvân şairleri de var. Nûbihar Yayınları arasında çıkan “Melaye Cızîrî, Türkçe-Kürtçe Diwan” isimli eser, bilinmeyen bir Kürt şairini, hem de dönemin oldukça meşhur, fakat bizce meçhul bir şairini, Kürt Dîvân Edebiyatı’nın önemli şahsiyetlerinden biri olarak takdim ediyor: Şeyh Ahmed el Cezerî (Melaye Cizîrî).

Hayatı hakkında çok fazla malûmat olmamakla beraber, araştırmacılar, onun 1589-1570’li yıllarda Cizre’de doğduğunu söylüyor. İlk eğitimini babasından alan Cezerî, Diyarbakır, Bingöl, Hasankeyf gibi bölgelerde eğitimini sürdürür. Diyarbakır’da, dönemin önemli âlimlerinden Molla Taha’dan icazet alır. Bağdat’ta dil, felsefe, edebiyat ve astronomi üzerinde çalışır.

Radikal Gazetesinin kitab ekinde Cezeri’den şöyle bahsediliyor:

“Cizîrî’nin hayatının kronolojisi etrafında örülen efsaneler onu Şark’ın diğer âlimleriyle yan yana getirir. Önceleri Kur’an eğitimi, daha sonra an’anevî eğitim sistemi, bilgi almak için çıkılan uzun yolculuklar ve camide vaiz olarak yahut saray şairi olarak yapılan görevler. Nitekim Cizîrî’nin hayatını bu kronolojiden ayıran ve onu biraz da Mevlânâ’ya yaklaştıran en önemli benzerlik ise aşkta yatmaktadır. Mevlânâ, Şems-i Tebrizî’yle karşılaştıktan sonra aşkın çeşitli buudlarını yaşamaya başlar ve o zamana kadar sürdürdüğü an’anevî âlimliği bir kenara bırakır. Cizîrî’de de aynı durum söz konusudur. Cizîrî’nin hayatının kırılma noktası onun Hasankeyf mîrinin kızı Selma’ya olan aşkıyla başlar. O döneme kadar an’anevî bir din âlimi olan Cizîrî, Selma’yla karşılaştıktan sonra aşk üzerine şiirler yazmaya başlar. Selma’nın aşkını ilahî bir aşka dönüştürür. ‘Sureti öz’e yaklaştırır. Tasavvufî şiirlerinin de bu zamanda yazıldığı söylenir. Cizîrî, Divan’ında Mela, Melê ve Nişanî gibi mahlaslar kullanmıştır.”

(Bir not olarak kaydedelim ki, “Mele” veya “Mela”, “bir toplumun ileri gelenleri” anlamında kullanılan bir kelimedir ve Kürtçe’de saygı duyulan kişilerin isimlerinin başına getirilerek kullanılmaktadır.)

Cizreli araştırmacı-yazar Abdullah Yaşın’ın, Cezerî’nin eserleri hakkında verdiği bilgilerse şöyle:

“Eserlerini Kürtçe kaleme almıştır. Cezerî’nin adı Ahmed, tanındığı ismi Mella-i Cizirî, lakabı ise Nişanî’dir. Nişanî, birkaç anlama gelir; Nişan, ok veya tüfeğin atılacak hedef yeridir. Buna göre Ahmed Cezerî, ya belâ ve musibetlerin hedefi veya aşk sebebiyle bir hedeftir. Nişan, Kürtçe’de vücuttaki benlere de denir. Nişanî, benli demektir. Ayrıca, Nişanî “alametli, belli kişi” demektir. Kendisi çok güzel yüzlü, yakışıklı ve orta boyluydu. Babası, Şeyh Muhammed adında büyük bir âlimdir. Kendisi aslen Cizreli olup, Bohtan aşiretindendir. 75 yıl yaşamış olup, hiç evlenmeden bekâr olarak Cizre’de vefat etmiştir ve Cizre Kırmızı Medrese’de medfundur.

Cizre’de, halk arasında, merhum Mellayi Cizirî hakkında binlerce hikâye, menkıbe, ciltler dolusu keramet ve rivayet yaygın olup, divânında bunlar açıkça görülebilir. Cizre’de önce babasından okumuştur. Daha sonra Diyarbakır, İmadiye ve Hakkâri’de okumuş, Malatya, İstanbul ve Doğu-Anadolu’nun birçok il ve ilçelerini dolaşıp görmüştür. İcazetini Setrabas’ta (Diyarbakır) almıştır. Kürtçe’nin bütün lehçelerinin yanısıra Arabça, Farsça, Türkçe’yi çok mükemmel öğrenmiştir. Irak, İran, Suriye, Ermenistan, Lübnan, Gürcistan ve Avrupa’nın birçok ülkesinde eserleri okunmakta ve edebiyatta tez olarak alınmaktadır.” (3)

Cezerî’den günümüze gelen tek eseri 2000 beyitlik Dîvân’ıdır. İlk basımı Petersburg’da yapılır. Daha sonra Stockholm’de de basılan eser, en son Türkçe ve Kürtçe olarak bu yıl Nubihar Yayınları tarafından basılmıştır. Bir başka Kürt şairi olan Ahmed Hanî’nin Mem-u Zin isimli eserinin girişinde, Cezerî’nin de adının geçtiği bir beyit bulunmaktadır.

Kendilerinden iktibas ettiğimiz yerlerde mevcut ve tercümeden kaynaklanan kimi uslûb sakilliklerini bizzat şairden bilmemek kaydıyla, Ahmed el Cezerî’nin Dîvânından seçilmiş birkaç örnekle bitiriyor, gerisini orijinaline ve şiirin “sultanî” çapını merak edenlerin ilgi ve takibine ısmarlıyoruz:

Aşık er carek ji bala lé bidit berqa mecaz

Dé li nik saibdilan heta ebed bit serfiraz

Keşf û esraré sîfatan, bé mehebbet nabitin

Sûreté esma divétin, da bikin jé fehmmîraz

(Eğer âşığa bir kez bile değmişse mecazın şimşeği

Gönül sahiblerinin yanında ebediyen bağımsız kalır

Sıfatların esrarı ve keşfi muhabbetsiz olur mu

Adlara yüzleri gerek, ki vakıf olunsun sırlara)

(…)

Min go: Beser û quweté sem’a me tu yî, go:

Zanin re em in rûh mucerred qefes î tu

(Dedim: Ah sensin gözün gördüğü, kulağın işittiği

Dedi: Biliriz, ruhun biziz, yalnızca bir kafessin sen)

(…)

Dı riya yarü mirade me seri daniye re.

Huttuim. fi bahri wela zewreqe. Wl bahrü amiq.

(Muradımız yolunda bir yola baş koyduk

Öyle bir denize girdik ki ne kayık var ne gemi.)

(…)

(Allah Resûlü’ne hitaben)

Mûyekê ez ji te nadim bi dused Zîn û Sirînan

Çi dibit ger tu hesîb kî mi bi Ferhad û Memê

(Senden olan bir kılını ikiyüz Zin ve Şirin’e değişmem.

Ne olur, sen de beni Ferhat ve Memi gibi saysan)

(…)

Ger luluê mensûrî ji nezmê tu dixwazî,

Wer Sirê Melê bibîn! Te bi Sîrazî çi hacet!

(Eğer nazımdan saçılmış incileri istersen;

Gel, Mella’nın şiirlerini gör, Şirazi’ye ne hacet!)

(…)

Sirrê wehdet ji ezel girtiye heta bi ebed

Wahid û, Ferd e, bi zatê xwu Wî nînin çu eded.

(Vahdet sırrı ezelden ebede kadar tutmuştur,

Zatıyla vahittir, tektir, ferttir, onun adedi yoktur.)

(…)

Da me sed camê fîraqê ji xwe xaîb nebuyîn

Ji wîsalê qedehek da me û mexmurî kirin.

(Bana yüz ayrılık bardağı verdiler, kendimi kaybetmedim,

Visalde bana bir bardak verdiler, mahmur ettiler.)

1) Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muztaribler 4, İBDA Yayınları, s.82, 83

2) A.g.e., s. 19

3) (http://www.cizre.bel.tr/cizre.aspx?id=mela)

Aylık Dergisi, Ocak 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com

Hiç yorum yok: