31 Ocak 2009 Cumartesi

Bir Bilgi Notu: NASREDDİN HOCA VE SEYYİD MAHMUD HAYRANİ

Nasreddin Hoca ve Seyyid Mahmud Hayranî… Bu iki büyük İslâm velîsi ve “delisi”nin birbirleriyle olan alâkaları, bizim için hayret uyandırıcı bir bilgi olduğu için araştırma-yazma ihtiyacı duyduk. Bu alâkayı bilenlere de hatırlatma kabilinden olsun:
Malûm olduğu üzere, Seyyid Mahmud Hayranî Hazretleri Akşehirli bir velî. Tilki Günlüğü’nde bahsi şöyle geçiyor:

“Hayran Hanım’dan aldığım kitabın ismi: Akşehir... Müellifi, tarihçi İbrahim Konyalı... 1946 tarihli basım... Kader, onu elime tutuşturdu... İçinde mühim bir bölüm var... Seyyit Mahmut Hayran ile Celaleddin-i Rumî arasında bir dostluk ve bağlılık tablosu... Ahmet Eflâkî’nin menakıbından alınmış... Şöyle... Şeyh Sinaneddin, uzun bir geziden sonra Mevlâna’ya erişir ve şu soruya muhatab olur: “Seyahatlerinde hiçbir merde eriştin mi, Seyit Mahmut Hayran Hazretlerini nasıl gördün, ne ile meşguldür?”... Şu cevabı veriyor: “Onu tilki gibi, saçı sakalına karışmış bir hâlde oturur gördüm; sizin temiz âleminize göz kapamış!”... Bu cevab üzerine Mevlâna güldü ve hiçbir şey demedi... Şeyh Sinaneddin Akşehir’e döndüğü zaman, Mahmut Hayran’ı çarşı başında uyuyor gördü... Mahmut Hayran, Şeyh Sinaneddin’e bağırdı: “Şeyh Sinaneddin!.. Ahrar reislerinin zamanında tilki gibi olmayı cana minnet biliriz!”... Şeyh Sinaneddin, Seyyit Mahmut Hayranı öptü ve gönlünü açacak sözler söyledi... Şeyh Sinaneddin başka bir zaman tekrar Mevlâna’nın yanına vardı ve şunları dinledi: “Alemde kalbleri uyanıklar çoktur!”... Ve şu beyitleri dinledi: “Eğer o deli hayatta ise ona de ki, nadir bulunur deliliği benden öğren!.. Eğer sen divane olmak istersen, benim benzerimin nakşını elbisenin üstüne dik!”... Ve sonra şu: “Her delilik için bir müddet sonra iyilik vardır. Fakat ey deli!.. Ne oluyor ki sen ifakat bulmuyorsun?”... Feci bir yorgunluk ve kesif bir mutluluk içinde, “Tilki Günlüğü”nü aksatmamaya çalışıyorum!..” (1)

Mahmud Hayranî Hazretleri’nin kısaca hayat hikâyesi de şöyle:

“Seyyid Mahmud Hayranî, Mesut Paşa’nın oğludur. Harran’dan Anadolu’ya göçmüş ve Konya’ya gelip yerleşmiştir. Bir süre Hazreti Mevlana’nın yanında kalmış, onun hizmetinde bulunmuş ve ondan feyz almıştır. S. Mahmud Hayranî, daha sonra, Akşehir’e giderek inzivaya çekilmek istemişse de kapıldığı ilahî aşkın tesiriyle cezbeye tutularak dağlara düşmüş, bir süre dolaştıktan sonra, meczub bir halde Akşehir’e dönmüştür.

Seyyid Mahmud Hayranî’yi çok seven Hz. Mevlana, vefatına kadar onu hiç unutmamış, gelip gidenlerden hep sormuştur. Pek çok kerametinden bahsedilen Hayranî, Hicri 667 Miladi 1268 tarihinde vefat etmiş, Sultan Dağı’nın eteklerinde, adını taşıyan, Sultan mahallesindeki türbesine defnedilmiştir. Sanduka kitâbesinin Türkçesi şöyledir. “Velilerin kutbu mesud şehit, merhum ve mağfur senedim ve efendim Seydi Mahmud İbni Mesut H. 667 yılında ölmüştür. Allah’ın geniş rahmeti üzerine olsun.”

Türbede mevcut, Türk tahta işlemecilik ve oymacılık sanatının şaheseri olarak kabul edilen üç veya dört sanduka, Konya’da oturan Alman Konsolosunun teşviki ile bir Ermeni tarafından çalınmış, bunlar yurt dışına çıkarılırken ikisi yakalanarak İstanbul’da Türk ve İslam Eserleri Müzesine’ne kaldırılmıştır. Büyük sanat özelliği taşıyan S. Mahmud Hayranî Türbesi’nin daha sonra yapılan Mevlana türbesine örnek olduğu ve aynı mimarın elinden çıkmış olabileceği ihtimali üzerinde durulmaktadır.” (2)

Diğer Taraftan Nasreddin Hoca da Akşehirli bir velî ve kaynaklarda Seyyid Mahmud Hayranî Hazretleri’ne intisab ettiği yazıyor. Onun da kısaca hayat hikâyesi şöyle:

Nasreddin Hoca, 1208–1284 yılları arasında yaşamış bir halk kahramanı. Aslen Sivrihisarlı olduğu ileri sürülse de Akşehir’de yaşar ve orada vefat eder. Babası Hortu köyü imamı olan Abdullah Efendi, annesi de aynı köyden Sıdıka Hatun’dur. Önce Sivrihisar’da medrese eğitimi gören Nasreddin hoca, babasının vefatı üzerine Hortu köyü imamı olur ve Akşehir’e 1237’de yerleşir.

O devirde önemli bir kültür merkezi olan Akşehir`de zamanın ünlü âlimleri Seyyid Mahmut Hayranî ve Seyyid Hacı İbrahim Sultan’dan dersler alır ve Seyyid Mahmut Hayranî`ye intisab eder. Medresede ders okutmuş ve Kadılık vazifesinde bulunmuştur. Bu görevlerinden dolayı kendisine Nasuriddin Hace ismi verilir ve bu isim zamanla Nasreddin Hoca’ya dönüşür. Derler ki, Nasreddin Hoca, derslerini dinlediği bu İslâm büyüklerinden birinin “hep gülesin ve güldüresin” duasına muhatab olduğu için, hikmetleri mizahî bir dille ifâdelendirmiştir.

«Nasreddin Hoca ile ilgili en eski kaynak olan Ebu’l-Hayr Rûmî’nin Saltuknâmesi’nde (M. 1495) Sarı Saltuk, Nasreddin Hoca’ya bir hediye göndererek dua talebinde bulunur. Hoca evde olmadığı için hocanın hanımı, onun yerine dua eder. Bu duanın bazı cümleleri şu şekildedir: “… Dünyada fâsık, fâcir ile alâka eyleme, ve dahi kötü kişiye karşı kendini ve hem malını güvenip emanet etme ve dilinden tevbe ve istiğfarı koma, kendin için isteyeceğini başkası için de iste, Allah’tan korkup Resûl’den utanasın ve ahiret için burada güzel amel işleyesin, yaramaz işlerden kaçasın, günahlarını çoğaltmayasın ki gönlün kararmasın. Böylece gönül aynanda gizli sırları keşfedebilesin, Hakk’ı müşahede edebilesin.”» (3)

Allah, büyüklerimizin ruhâniyetini hiçbir ân üzerimizden eksik etmesin.

1) Salih Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü –Ufuk ile Hafiye-, İBDA Yayınları, c.3, s. 557

2) Av. M. Ali Uz, Baha Veled’den Günümüze Konya Alimleri ve Velileri, Konya, Mayıs 1993

3) Fahir İz, Türk Edebiyatında Nesir, c. l, s. l7’den aktaran: Yağmur Dergisi, Sayı: 26, Ocak-Şubat-Mart 2005

Baran Dergisi, 30 Ocak 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com


23 Ocak 2009 Cuma

MÜJDELERİN MÜJDESİ: SALİH MİRZABEYOĞLU


“SUDA BOĞULAN BALIK”

«Mümkün müdür, icatlara, ilerlemelere rağmen, kültüre, dine, felsefeye rağmen hayatın sathında-yüzeyinde kalınsın? Mümkün müdür, bilinmesi yine de bir kazanç olan bu satıh bile, yaz tatillerinde salon mobilyaları gibi, aklın alamayacağı kadar yavan bir kılıfla kaplansın?

Evet, mümkündür.

Mümkün müdür, bütün dünya tarihi yanlış anlaşılmış olsun? Mümkün müdür, ölen yabancıdan söz edeceği yerde, çevresine üşüşen kalabalığı anlatır gibi, hep yığınların lafı edildiği için, geçmiş yanlış anlaşılmış olsun?

Evet mümkündür.» (1)

Rilke’nin işaret ettiği “mümkünler”in gerçekliğini yaşarken biz, hayatın sathında kalmışlığı, bu satıhta kalmışlığı işaretlerken bile yavan kılıfları aşamayışı, bu aşamayışı dert etmemeyi öğrendik.

Biz ki, müslümandık; İslâm’la müşerreftik… Tatlı suda yaşamayı bilmezdik, akvaryum balığı olduk… Belki biraz debelendik ama boğulmayı bile beceremedik!..

«Âdem bina yıkıntısının kıyısında acı ve hüzün duygusunun açtığı o garib aydınlığına kaçıcı bir yerde gizliden gizliye keyif sürüyor… Osman birden haykırdı:

-“Akvaryuma bakın efendim?”

Âdem, müthiş bir manzarayla karşılaştı; akvaryumun tatlı suyunda bir istavrit balığı çılgınca çırpınıyor, ağzını alabildiğine açmış, başını sudan çıkararak nefeslenmeye çalışıyor!

-“Suda boğulan balık!”

Öyle ya!.. Aynen!..» (2)

Bir adam düşünün ki, bütün insanlığın ona yüklenen sorumluluğunun ıztırabından izlerle-eserlerle yepyeni bir dünya kuruyor...

«Sokağa çıkacak hâle gelme ve sokağı gerçekten insanların gezdiği hâle getirme hayâlinin, ümidinin, çabasının ve bunların tam zıddı duyguların, mevsimler boyu süren koza hayatı; bazen fildişi kule, bazen canlı cenaze olarak içinde bulunulan tabut, bazen yanıp kül olmuş ve şuracıkta süpürülmekten kurtulmuş veya unutulmuş kâğıdın mekânı… Evdeyken içindeki sokaklarda gezme ve dostlukları yaşamanın, sokaktayken içe bakma ve eve kaçmanın gidiş gelişlerinde geçen hayat.» (3)

Bir adam düşünün ki, bütün insanlar-müslümanlar onun fikrine hem ölesiye muhtaç, hem de ondan ölesiye mahrum…

«İşte bu saatler, güneşin sulara veda saatleri, sözleri suskunluğa emanet edip gidiyorum. Mekânda varolmak vehminin de olmadığı bir vehmi duyuyorum; “sakın zaman büsbütün tükenmiş, mekân dürülmüş olmasın!”

Madem ki karanlıkla aydınlığı ayırdedebiliyorum –ki, hâli duyuyorum-, öyleyse geliyorum!

Açılan kapı. Henüz tamamlanmamış evdeyim.

Evdeyim. Mânâda bir çizgi daha beyaz yaprak üstüne.

Düşünün, neden bir kumaş gibi dokunamadığını ruhların ve nasıl dokunacağını. Beyaz kâğıt; üzerine bir siyah çizgi, sonra sarı, sonra lacivert, sonra falan ve filân… rengarenk oldu kâğıt. Hani HÂKİM renk?

Bir de şunu düşün: Hâkim rengi BULMUŞSUN. Bir çizgi; bir eser. Sonra bir çizgi daha; bir eser daha. Ve beyaz zemin, üstüste çizgilerle kapanıyor!..

Evdeyim. Mânâda bir çizgi daha beyaz yaprak üstüne; onun üzerindeyim. İşim acele mi, acele. Dünya bir inkılâb bekliyor ve ben beklenendenim!» (4)

Mümkün müdür, dünya büyük altüst oluşlar yaşasın, bütün insanî değerler, ahlâk-din, fikir, sanki hiç olmamışlar gibi, ekmeğe, aşa, mevkiye meze yapılsın?

Mümkün müdür, dünyada “insan olmak” namına tek bir ideal kalmasın, insan denen şey ruhu olmayan bir kadavraya, bir Frankeştayn ucûbesine dönüşsün?

Mümkün müdür, her gün, her dakika, her saniye meydana gelen mûcize, yani “yaşamak”, bir “akıllı füze” kadar hayrete düşürmesin insanı?

Mümkün müdür, dünyayı yeniden, insanca-müslümanca “yaşanacak” bir hâle getirmenin mecnunca sevdasıyla bir adam çıksın ortaya; bütün diller sussun, gönüller başlasın konuşmaya; bütün kelimeler, bütün lûgatler onu çağırsın? Kütübhaneler dolusu eseri, dünyayı sarsan-sarsacak fikirleri insanların ruhlarında mânâ helezonları oluştursun, dalga dalga uyansın insanlar “insanlığa”?

Mümkündür!

«Bütün bunlar mümkün olduğuna göre, ne pahasına olursa olsun bir şey yapmalı. İnsanı tedirgin eden bu şeyleri düşünen herhangi birisi, ihmal edilmiş işleri aradan çıkarmaya başlamalı; hatta rastgele birisi olsun, bu işin tam ehli olmasın: BU İŞİ YAPACAK BAŞKA KİMSE YOK Kİ.» (5)

BİR RÜYA’NIN HİKÂYESİ

Yıl 1999… Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu Metris cezaevinde… Bu demde, Konya’da bir genç tutuklanır… Bu genç adamın eşi, bir gün komşuları ile dertleşirken, komşusu olan Fikriye hanım şöyle sorar:

“Kim bu adam? Televizyonlar ona terörist diyor, ne işiniz var teröristlerle?”

Genç hanım cevablar:

“O çok büyük bir adam, terörist değil.” Komşusu, tanıdıklarının derman kapısı, dindar bir hanım. Yakınları bir müşkülleri olduğunda, bir işin hayırlı olup olmadığı hakkında istihareye yatması için ona gelirmiş; böyle bir hanım. Akabinde, mezkûr hanım şöyle bir teklifte bulunur:

“Madem öyle diyorsun, ben bir istihareye yatayım. Eğer bu adam dediğin gibi büyük bir zât ise, tamam. Yok değilse bu adamın peşini bırakacaksın.”

Genç hanım kendinden emin bir edayla kabul eder teklifi. Ertesi gün, komşu hanım sabahın erken bir vaktinde kapısına dayanır genç hanımın. Ve büyük bir şaşkınlıkla, “Ben böyle rüya görmedim hayatımda” diyerek başlar anlatmaya:

“Bir evdeyim. Bu ev, daha önce dua etmeyi, istihareye yatmayı öğrendiğim, yıllar önce vefat etmiş hoca hanımın evi. Onunla konuşurken, birden pencerede bir adam peydahlanıyor ve içeriye bakıyor. Pencereye koşuyorum, bu adam O adam: Salih Mirzabeyoğlu! Pencereyi bir açıyorum ki, ne göreyim. Kelimelerle ifade edilemeyecek bir nur, bir beyazlık. Bambaşka bir âlem… Her taraf bulut, anlatılamayacak kadar güzel bir âlem… Bakıyorum, ileride erkek çocuklar var, sıraya girmişler. Etrafta üstüste yığılmış beşikler, yataklar dikkatimi çekiyor… Ne oluyor burada diye anlamaya çalışırken öğreniyorum ki, bu sıraya girmiş erkek çocukları sünnet olmayı bekliyor. Sünnet eden de o adammış: Salih Mirzabeyoğlu!”

Müjdelerin Müjdesi: Salih Mirzabeyoğlu!..

1) Maria Rainer Rilke, Malte Laudris Brigge’nin Notları, Adam Yay., s. 18

2) Salih Mirzabeyoğlu, Müjdelerin Müjdesi-Mim Mim’in Hik­âyesi-, İBDA Yay., İstanbul, s. 95

3) A.g.e., s. 24

4) A.g.e., s. 83

5) Maria Rainer Rilke, a.g.e., s. 19


Baran Dergisi, 23 Ocak 2009


Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com



3 Ocak 2009 Cumartesi

KAPİTAL, HÜRRİYET VE ÜÇÜNCÜ GÖZ

Kapital’in “kapitalist” çizgi romanı çıktı!

Marx’ın “Kapital”inden bahsediyoruz elbette. Japonya’da uyanık bir yayıncı, Marx’ın bu eserini “çizgi roman” formunda yayınlamaya başlamış. Ortaya nasıl bir şey çıkmıştır bilemiyoruz fakat gazetelerde yer alan haber kısaca şöyle:

“Küresel ekonomik krizle birlikte aranan kitablar listesine giren Karl Marx’ın şaheseri Kapital, Japonya’da çizgi roman olarak yayımlandı. Kitabı yayımlayan EastPress Yayınevi yöneticisi Yusuke Maruo, Kapital’in birinci cildinin Manga (Japon çizgi romanı) versiyonunun, piyasaya sürüldükten sonraki ilk birkaç günde 6 bin adet satıldığını söyledi. Manga versiyonunun Kapital’in orijinaline ilgiyi artırmasını umduklarını belirten Maruo, "Açık ki, son küresel kriz sistemin düzgün biçimde işlemediğine işaret ediyor. İnsanların kapitalist toplumun sorunlarına cevab bulmak için Marx’a başvurduğunu düşünüyorum" dedi. Maruo, hedef kitlelerinin 30’lu yaşlarındaki büro çalışanları olduğunu belirtti. Japonca yayımlanan Kapital’in 1. cildinin Manga versiyonunun İngilizce, Almanca ve Çince çevirilerinin de hazırlandığı ve gelecek yıl piyasaya sürüleceği, Kapital’in diğer ciltlerinin Manga versiyonlarının da yayımlanacağı belirtildi.”

Marx’ın “Kapital”ini tam da karşısında olduğu kapitalizmin bir ürünü haline getirmek, “küresel ekonomik kriz”e ve kapitalist toplumun dertlerine devâ olacakmış. İşte biz buna, tutarlı bir “şuur süzgeci”nin yokluğu diyoruz. Kapitalist dünyanın düşünce ve fikir kalıblarına uygun olarak ürettiğin bir “Marx-Kapital” ürünüyle, Marx’ın kendi toplumuna yaptıramadığı “sıçramayı” yaptıracaksın öyle mi? Ne yazık ki, buna ancak Marx’ın ve Kapital’in karikatürleştirilmesi ve liberal ekonominin dümen suyuna sokularak yok edilmesi denir. “Küresel ekonomik kriz” dalga dalga yayılır ve kan emici emperyalist hegemonyanın canhıraş batışını simgelerken, “bir tekme de sen savur!” demek lâzım; “Artık yeni şeyler söylemek lazım cancağızım”. (Mevlânâ)

“Hürriyet tablosu çarşafa büründü”

Bir grup Batılı fotoğrafçı, ünlü ressamların 10 farklı tablosunu, üzerlerinde “rötuşlar” veya “oynamalar” yaparak yorumladıkları bir sergi düzenlemişler. Bu fotoğraflardan biri de Delacroix’in meşhur “Halka Yol Gösteren Hürriyet” isimli tablosuna göndermede bulunuyor. Hâdise de burada meydana geliyor. Çünkü orijinal tabloda göğüsleri açıkta olarak resmedilmiş kadın figürü, fotoğrafçılar tarafından çarşaf ve peçeye büründürülerek yorumlanıyor. Medyada yer alan haber şöyle:

«Ünlü fotoğrafçı Gérard Rancinan, sık sık sansüre uğrayan Delacroix’nın tablosundaki kadını çarşaflı olarak tasvir etti. 19. yüzyıl Fransız ressamı Eugene Delacroix’nın “Halka Yol Gösteren Hürriyet” eserinin, hürriyeti sembolize eden kadının “göğüslerinin çıplak olduğu” gerekçesiyle 2 yıl önce Türkiye’de ders kitablarından çıkarılması dünyaca ünlü fotoğrafçı Gérard Rancinan’ın orijinal bir fotoğraf çalışmasına yansıdı. Paris-Match dergisinde yer alan fotoğrafında Rancinan’ın 1830 Temmuz ayaklanmasının anlatıldığı Delacroix’ya ait tablodaki hürriyeti sembolize eden kadını, sık sık sansürlenmesi sebebiyle bu şekilde tasvir ettiği belirtildi. Rancinan’la birlikte projeyi tasarlayan gazeteci Caroline Gaudriault, Milliyet’e yaptığı açıklamada, “Aynı tablonun değişik ülkelerde (Japonya ve Körfez ülkeleri) çeşitli biçimlerde engellendiğini, Türkiye’deki ders kitabı olayının tek olmadığını, olayın tek başına söz konusu fotoğraf çalışmasına esin kaynağı olduğunun iddia etmenin doğru olmayacağını” dile getirdi.»

Delacroix tablosu, Türkiye’deki lise ders kitablarından sözkonusu resimdeki kadının “göğüslerinin açık olması” sebebiyle çıkarılmış, tabiatiyle buradaki kimilerine bu pek dokunmuş, derken böyle bir sergiyi haber alır almaz bizim acar lâik gazeteciler heyecanlanmış, bundan bize de bir “sermaye” çıkar mı diye habere atlamış ve hiçbir fedâkarlıktan kaçınmayıp Avrupa’ya kadar uzanarak sergi tertibçilerine mikrofon tutmuşlar. Gerçi umdukları cevabı alamamışlar ama, umdukları haberi yapmaktan yine de kaçınmamışlar.

Diğer taraftan, lise ders kitablarından malûm resmi çıkartarak güya hassasiyetlerini gösteren “resmî” ahlâk fedailerine de şunu sormak gerek: Hergün televizyonda, internette, gazetelerde, sadece göğüs de değil, tamamen çıplak kadın resimleri gören bir gencin ahlâkının yalnızca Delacroix tablosunu gördüğünde bozulacağını mı tahayyül ediyordunuz? Bunu kitablardan kaldırarak, tüm sokaklarından kanalizasyon akan bir cemiyetin ve gençliğinin ahlâkını mı kurtarmış oldunuz? Siz bizimle dalga mı geçiyorsunuz?

Son olarak, sansürlenen resme tepki olarak ortaya konduğu (sergi tertibçilerine doğrulatılamasa dahi) iddia edilen fotoğrafla ilgili olarak söyleyelim ki, Batılı bir resmin ve onun ifade ettiği “hürriyet” anlayışının Doğululara (Japonya ve Körfez ülkelerinde de sansürleniyormuş ya!) dayatılması, Doğunun bu “hürriyet” anlayışını tabiî olarak kusmasına sebeb olur. Fotoğrafçının resimdeki kadına çarşaf giydirerek Doğulularla “inceden” dalga geçmesi de abesle iştigâl. Eğer birazcık sanatçı haysiyeti varsa, “Batı tipi” hürriyetin Irak’a ve bilhassa Iraklı kadınlara yaptıklarını da aynı Delacroix tablosuna yerleştirsin ki, bu sayede herkes öğrensin katliam, işkence, tecavüz ve zulmün Batıcı “hürriyet” ve “sanat”a düşen payını!

“Körlerde üçüncü göz açılıyor”

“Bilim insanları, görme özürlü bir adamın altıncı hissini kullanarak, önüne konan engelleri aşabildiği ve karşısındaki kişinin yüz ifadesini okuyabildiğini tesbit etti. Tamamen kör olan T.N. adlı hastanın, şuuraltı kabiliyetlerini kullanarak etrafındaki masa ve kutuları aşabildiği, karşısında duran kişilerin yüz ifadeleri ile ortaya koyduğu mutluluk, üzüntü ve endişe hislerini farkedebildiğini ortaya koydu. Araştırmayı yapan bilim adamları, bu kişinin sağlıklı kişilerin bile görmediği şeyleri hissedebildiğini ortaya koyarak, ‘kör görüşü’ dedikleri şuuraltı kabiliyetleri ile altıncı hissini kullanarak normal fert gibi hayatını devam ettirebildiğini belirtti. ‘Current Biology’ adlı dergide, ilk ilmî açıklama tarzında sunularak yayımlanan ve bilim adamlarının ortaklaşa çalıştıkları bu projenin sonuçları, T.N. adlı hastanın objelerin yerini bire bir tesbit edemese bile beyninin şuuraltı seviyesinde reaksiyon gösterdiğini ortaya koydu. Araştırmanın insan istidat ve kabiliyetlerini gösteren ilk çalışma olduğunu ifade eden Tilburg Üniversitesi’nden Prof. Beatrice de Gelder, bu araştırmanın sonuçlarının insanoğlunun gücünü bir kez daha ortaya koyduğunu, insan istidatlarının tahmin edilenden daha fazla fonksiyonlara sahip olduğunu belirtti.”

Bu çarpıcı haberin tedâisi: Batılı 21. yüzyılda, “görme duyusu holografiktir” diyedursun, İmam-ı Gazalî hazretlerinin yüzyıllar önce işaretlediği hikmet şu meâlde: “İdrak ‘görme’den önce gerçekleşir”. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, bu çerçevede, “Hiss-i Müşterek” başlığı altında şöyle diyor: “Bir kimsenin görmesi ve bir sesi duymasında, iki gözle iki suret ve iki kulakla iki ses olmasına rağmen onların bir tek olduğunun kavranması, gözlerin ve kulakların ötesinde (duyu idrakinden önce) bir batınî idrak mahallinin bulunmasındandır. Hasselerin ayrı ayrı ve bir bütün olarak idrak edildiği bu kuvvet, hiss-i müşterektir. Ruhun müdrik-idrak edici olması, mahsusatın (duyularla algılananların, hislerin) bu kuvvette toplanması dolayısıyladır; ve sözkonusu kuvvetin idrak etmeden başka bir vazifesi yoktur.” (Sefine – Suver-i Hayâl Âlemi, İBDA Yayınları, s. 139)

Sözün özü, belki de, idrâk eden “ruh”tur; ve yine idrâk edilen de! “Ruhun ruhla bilinişi” ki, ne varsa içimizde!..

Baran Dergisi, 2 Ocak 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com


DÎVÂN EDEBİYATI’NIN MEŞHURU, GÜNÜMÜZÜN MEÇHULÜ BİR ŞAİR: ŞEYH AHMED EL CEZERÎ

Doğrusunu söylemek gerekirse, bizde, İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun “Büyük Muztaribler” isimli eserinin 4. cildinde karşılaştığımız manzaraya kadar, lise edebiyat derslerinden kalma bir tad ile Fuzulî ve Şeyh Galib’in birkaç mısraından başka bir Dîvân Edebiyatı kültürü mevcut değildi. Lisede “failatün failatün failün” kalıblarını ezberlemekten bu muazzam şiirin zevkine varamamış bizim gibilere Dîvân Edebiyatı’nın kapılarını aralayan Mütefekkir, bu eserle, “fikirden süzülmüş şiir” anlayışının eşsiz misallerini göstererek, hem şiir hem de fikir ziyafeti veriyor.

Şiirleri okudukça anlıyoruz ki, Dîvân Edebiyatı, bugünün dünyasına yabancı bir ruh ikliminde gelişmiştir. O ruh iklimi, diliyle, kültürüyle, sanatıyla, edebiyatıyla kökünden kazındığı zaman, Dîvân Edebiyatı’ndan zevk ve şevk alacak idrak de ortadan kalkmıştır. Günümüzde “Türk Edebiyatı”nın bir türlü gelişemeyişinden şikâyet edenlerin, ruh köklerinden kopuk bir edebiyatın nasıl gelişebileceğini kendilerine sormaları gerekir. Dîvân Edebiyatı’nın eserlerini okuyamayan, anlayamayan, mânâlandıramayan bir nesil, “edebiyattan” bahsediyor. Böylece, sadece “edebiyat yapıyorlar”!

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, Dîvân Edebiyatı’ndan kopmuş-koparılmış nesillerin acınası hâlini (hâlimizi) bir nükteyle özetliyor:

“Dîvân edebiyatımıza bakışa dair bir nükte olsun diye, şair Attilâ İlhân’ın bir hatırasını nakledelim: 1970’li yıllarda olsa gerek, Atina’da yapılan bir şiir şölenine katılıyor. Dünyanın çeşitli yerlerinden gelen şairler, şiirlerini okuyorlar… Sonra kendi aralarında sohbet… “Bizim şairlerden hangisine âit bir şey okusam, nezaketle beğendiklerini söylüyorlardı ve lafın arasına da, Avrupalı filân şâire benzediğini sıkıştırıyorlardı. Bunun üzerine bizim Dîvân edebiyatının ağır toplarına başvurdum. Bir beyit okuyorum, şaşırıyorlar, bunu kendilerinden filâncanın 150 sene sonra farkettiğini söylüyorlar. Başka bir beyit okuyorum, şaşırıyorlar, bunu kendilerinden filâncanın şu kadar devir sonra farketmiş olduğunu söylüyorlar!”… Neticede, hazine belli de, onu takdir edecek ehiller lazım; ki, hayatımızın içine girebilsin.” (1)

Yine Mütefekkir, aynı eserde Fuzûlî bahsinde şöyle diyor:

“Fuzulî, bizde, Batı’da çok sonra sözkonusu olan ve batı patentli sanılan “fikirden süzülme şiir” anlayışının –ki sadece o değil, Dîvân edebiyatının bütün büyük şairleri bu soydandır-, yalnız temsilcisi değil, bunu Dîvânlarında da açıklamış, yâni işin “poetika-şiir hikmeti” bahsini de ortaya koymuş biridir: Hani şu, “bir yanda şiir, diğer yanda sanatı üzerine düşünme” meselesi.” (2)

Divan Edebiyatı’nın genel olarak hayatımızda yer almaması bir yana, belki de resmî ideolojinin Kürt dili ve kültürü üzerindeki sansürü sebebiyle adını duymadığımız Kürt Dîvân şairleri de var. Nûbihar Yayınları arasında çıkan “Melaye Cızîrî, Türkçe-Kürtçe Diwan” isimli eser, bilinmeyen bir Kürt şairini, hem de dönemin oldukça meşhur, fakat bizce meçhul bir şairini, Kürt Dîvân Edebiyatı’nın önemli şahsiyetlerinden biri olarak takdim ediyor: Şeyh Ahmed el Cezerî (Melaye Cizîrî).

Hayatı hakkında çok fazla malûmat olmamakla beraber, araştırmacılar, onun 1589-1570’li yıllarda Cizre’de doğduğunu söylüyor. İlk eğitimini babasından alan Cezerî, Diyarbakır, Bingöl, Hasankeyf gibi bölgelerde eğitimini sürdürür. Diyarbakır’da, dönemin önemli âlimlerinden Molla Taha’dan icazet alır. Bağdat’ta dil, felsefe, edebiyat ve astronomi üzerinde çalışır.

Radikal Gazetesinin kitab ekinde Cezeri’den şöyle bahsediliyor:

“Cizîrî’nin hayatının kronolojisi etrafında örülen efsaneler onu Şark’ın diğer âlimleriyle yan yana getirir. Önceleri Kur’an eğitimi, daha sonra an’anevî eğitim sistemi, bilgi almak için çıkılan uzun yolculuklar ve camide vaiz olarak yahut saray şairi olarak yapılan görevler. Nitekim Cizîrî’nin hayatını bu kronolojiden ayıran ve onu biraz da Mevlânâ’ya yaklaştıran en önemli benzerlik ise aşkta yatmaktadır. Mevlânâ, Şems-i Tebrizî’yle karşılaştıktan sonra aşkın çeşitli buudlarını yaşamaya başlar ve o zamana kadar sürdürdüğü an’anevî âlimliği bir kenara bırakır. Cizîrî’de de aynı durum söz konusudur. Cizîrî’nin hayatının kırılma noktası onun Hasankeyf mîrinin kızı Selma’ya olan aşkıyla başlar. O döneme kadar an’anevî bir din âlimi olan Cizîrî, Selma’yla karşılaştıktan sonra aşk üzerine şiirler yazmaya başlar. Selma’nın aşkını ilahî bir aşka dönüştürür. ‘Sureti öz’e yaklaştırır. Tasavvufî şiirlerinin de bu zamanda yazıldığı söylenir. Cizîrî, Divan’ında Mela, Melê ve Nişanî gibi mahlaslar kullanmıştır.”

(Bir not olarak kaydedelim ki, “Mele” veya “Mela”, “bir toplumun ileri gelenleri” anlamında kullanılan bir kelimedir ve Kürtçe’de saygı duyulan kişilerin isimlerinin başına getirilerek kullanılmaktadır.)

Cizreli araştırmacı-yazar Abdullah Yaşın’ın, Cezerî’nin eserleri hakkında verdiği bilgilerse şöyle:

“Eserlerini Kürtçe kaleme almıştır. Cezerî’nin adı Ahmed, tanındığı ismi Mella-i Cizirî, lakabı ise Nişanî’dir. Nişanî, birkaç anlama gelir; Nişan, ok veya tüfeğin atılacak hedef yeridir. Buna göre Ahmed Cezerî, ya belâ ve musibetlerin hedefi veya aşk sebebiyle bir hedeftir. Nişan, Kürtçe’de vücuttaki benlere de denir. Nişanî, benli demektir. Ayrıca, Nişanî “alametli, belli kişi” demektir. Kendisi çok güzel yüzlü, yakışıklı ve orta boyluydu. Babası, Şeyh Muhammed adında büyük bir âlimdir. Kendisi aslen Cizreli olup, Bohtan aşiretindendir. 75 yıl yaşamış olup, hiç evlenmeden bekâr olarak Cizre’de vefat etmiştir ve Cizre Kırmızı Medrese’de medfundur.

Cizre’de, halk arasında, merhum Mellayi Cizirî hakkında binlerce hikâye, menkıbe, ciltler dolusu keramet ve rivayet yaygın olup, divânında bunlar açıkça görülebilir. Cizre’de önce babasından okumuştur. Daha sonra Diyarbakır, İmadiye ve Hakkâri’de okumuş, Malatya, İstanbul ve Doğu-Anadolu’nun birçok il ve ilçelerini dolaşıp görmüştür. İcazetini Setrabas’ta (Diyarbakır) almıştır. Kürtçe’nin bütün lehçelerinin yanısıra Arabça, Farsça, Türkçe’yi çok mükemmel öğrenmiştir. Irak, İran, Suriye, Ermenistan, Lübnan, Gürcistan ve Avrupa’nın birçok ülkesinde eserleri okunmakta ve edebiyatta tez olarak alınmaktadır.” (3)

Cezerî’den günümüze gelen tek eseri 2000 beyitlik Dîvân’ıdır. İlk basımı Petersburg’da yapılır. Daha sonra Stockholm’de de basılan eser, en son Türkçe ve Kürtçe olarak bu yıl Nubihar Yayınları tarafından basılmıştır. Bir başka Kürt şairi olan Ahmed Hanî’nin Mem-u Zin isimli eserinin girişinde, Cezerî’nin de adının geçtiği bir beyit bulunmaktadır.

Kendilerinden iktibas ettiğimiz yerlerde mevcut ve tercümeden kaynaklanan kimi uslûb sakilliklerini bizzat şairden bilmemek kaydıyla, Ahmed el Cezerî’nin Dîvânından seçilmiş birkaç örnekle bitiriyor, gerisini orijinaline ve şiirin “sultanî” çapını merak edenlerin ilgi ve takibine ısmarlıyoruz:

Aşık er carek ji bala lé bidit berqa mecaz

Dé li nik saibdilan heta ebed bit serfiraz

Keşf û esraré sîfatan, bé mehebbet nabitin

Sûreté esma divétin, da bikin jé fehmmîraz

(Eğer âşığa bir kez bile değmişse mecazın şimşeği

Gönül sahiblerinin yanında ebediyen bağımsız kalır

Sıfatların esrarı ve keşfi muhabbetsiz olur mu

Adlara yüzleri gerek, ki vakıf olunsun sırlara)

(…)

Min go: Beser û quweté sem’a me tu yî, go:

Zanin re em in rûh mucerred qefes î tu

(Dedim: Ah sensin gözün gördüğü, kulağın işittiği

Dedi: Biliriz, ruhun biziz, yalnızca bir kafessin sen)

(…)

Dı riya yarü mirade me seri daniye re.

Huttuim. fi bahri wela zewreqe. Wl bahrü amiq.

(Muradımız yolunda bir yola baş koyduk

Öyle bir denize girdik ki ne kayık var ne gemi.)

(…)

(Allah Resûlü’ne hitaben)

Mûyekê ez ji te nadim bi dused Zîn û Sirînan

Çi dibit ger tu hesîb kî mi bi Ferhad û Memê

(Senden olan bir kılını ikiyüz Zin ve Şirin’e değişmem.

Ne olur, sen de beni Ferhat ve Memi gibi saysan)

(…)

Ger luluê mensûrî ji nezmê tu dixwazî,

Wer Sirê Melê bibîn! Te bi Sîrazî çi hacet!

(Eğer nazımdan saçılmış incileri istersen;

Gel, Mella’nın şiirlerini gör, Şirazi’ye ne hacet!)

(…)

Sirrê wehdet ji ezel girtiye heta bi ebed

Wahid û, Ferd e, bi zatê xwu Wî nînin çu eded.

(Vahdet sırrı ezelden ebede kadar tutmuştur,

Zatıyla vahittir, tektir, ferttir, onun adedi yoktur.)

(…)

Da me sed camê fîraqê ji xwe xaîb nebuyîn

Ji wîsalê qedehek da me û mexmurî kirin.

(Bana yüz ayrılık bardağı verdiler, kendimi kaybetmedim,

Visalde bana bir bardak verdiler, mahmur ettiler.)

1) Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muztaribler 4, İBDA Yayınları, s.82, 83

2) A.g.e., s. 19

3) (http://www.cizre.bel.tr/cizre.aspx?id=mela)

Aylık Dergisi, Ocak 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com

25 Aralık 2008 Perşembe

“İSLÂMSIZ” MEVLÂNÂ TÖRENLERİ

Konya’da Üstad Necib Fazıl’ın tabiriyle bir “Mevlânâ Rezaleti” daha yaşandı. 1-17 Aralık tarihleri arasında gerçekleştirilen Şeb-i Aruz törenleri, her sene olduğu gibi Tasavvuf Musikisi konseri, Semâ gösterileri ve bu çizgide faaliyetler eşliğinde gerçekleştirildi. Bu faaliyetler “İnanç Turizmi” gibi abes bir başlık altında gerçekleştiriledursun, devlet erkânı da bu abese iştirakten geri kalmadı. Hz. Mevlânâ’ya ait olmayan “ne olursan ol gel” mısraları, O’nun hayatı ve tefekkürüne aykırı bir sürü merasim, hümanizm saçmalıkları vesaire… Ancak bu yıl, devlet erkânının katıldığı “resmi” törenden hemen önce 16 Aralık’ta gerçekleştirilen “Semâ Töreni”nde Ömer Tuğrul İnançer yüreğimize bir nebze su serpti. Hz. Mevlânâ’nın bir şov malzemesi yapılmasından, fikirlerinin çarpıtılmasından rahatsızlığını dile getirerek, sert bir konuşma yaptı. Konuşmasının ardından, her biri devlet memuru olan semâzenlerin sahtelikler panayırı başladı ki, tâbiri caizse, baş dönmesi ve mide bulantısı eşliğinde salonu terk ettik.

İşin garib tarafı, bu şov, tekke ve zaviyeleri kapatan Türkiye Cumhuriyeti devleti tarafından tertib ediliyor. Bakınız olay nasıl gerçekleşiyor:

«Mevlevî dergâhı ve Mevlevîlik pratiği, diğer bütün tarikat, tekke, dergâh ve zâviyelerle birlikte 1925’te kapatıldı. Üstelik kanunu hazırlayanların başındaki kişi, yani Konya mebusu Abdülhalîm Çelebi, Mevlevî tarikatının da başındaki kişiydi. O sırada Meclis Başkanvekili olacak kadar devrimlerin içindeydi. “Bu kanunu çıkarırken ayrıcalık yapamazdık” diyecek kadar da hukuk teorisine bağlı bir milletvekiliydi. Mevlânâ’nın 22 kuşaktan torunu Esin Çelebi’den öğreniyoruz ki, Abdülhalîm Çelebi, Konya Mevlânâ Dergâhı’nın son postnişini idi. Makam çelebiliğinin getirdiği görevlerin yanısıra millî mücadeleye destek vermişti, en önemlisi, Tekke ve Zaviye Kanunu çıkmadan, Gazi Mustafa Kemal Paşa ile konuşmalar yapmış ve onun da teyidini alarak, oğlu Mehmed Bakır Çelebi'yi, Halep Mevlevîhanesi'ne şeyh olarak tayin etmişti. Kanundan iki yıl sonra Atatürk’ün özel bir izniyle Konya’daki Mevlânâ türbesi, müze olarak tekrar açıldı. Yine de Mevlevî semaları yapılamıyordu. Mevlevîlik, merkezini Suriye’nin Halep şehrine taşıdı. Ancak Suriye’deki Mevlevîlerin Türkiye yanlısı hisleri önce Fransızları, sonra da Suriye devletini rahatsız etti. Halep’teki Mevlevî merkezi kapatıldı. Mevlevî şeyhleri de ülkemize döndü. Türkiye’de ilgâ kanunundan sonraki ilk Mevlevî seması 1953’te yine özel bir izinle gerçekleşti. Konya’da bir sinemada, bir müzisyen ve üzerlerinde Mevlevî kıyafetleri olmayan iki semazenden oluşan bir grup tarafından.» (1)

Derken, daha sonra 1970’li yıllarda Mesnevî tercümeleriyle Hz. Mevlânâ’dan haberdar olmaya başlayan yabancı turistlerin Hz. Mevlânâ’ya ve türbesine olan ilgisi “Turizm yatırımı” olarak dikkat çekiyor ve artık “şov” başlıyor. Hz. Mevlânâ’nın muazzez ruhaniyeti huzurunda bir sürü gürültü patırtı kopartılıyor ve birkaç cılız ses dışında kimse bu saçmalığa dur demiyor. Üstelik, Hz. Mevlânâ’nın fikirleri, İBDA Mimarı’nın “kadavra mistisizmi” olarak tabir ettiği çeşitli Uzakdoğu mistik görüşleri ile çorba edilip çarpıtılıyor. Tahrif, Hz. Mevlânâ’yı “Dinler Arası Diyalog” sapkınlığının mimarı olarak takdim etmeye kadar vardırılıyor.

Diğer taraftan, yabancılar da yerlilerinden aşağıda kalmıyor ve Hz. Mevlânâ’nın eserleri yabancı dillere tercüme edilirken tahrifata uğruyor. Nitekim, ABD’li Psikolog İbrahim Gamard, “Mevlânâ’nın Rubaileri” isimli kitabıyla ilgili olarak şöyle diyor:

"Son olarak da bu rubaileri bir kitabta toplama ve okuyuculara sunma ihtiyacı hissettik. Çünkü Mevlânâ'nın rubaileri, ilim adamları tarafından orijinal halleriyle İngilizceye çevrilmemişti. Mevlânâ'nın rubaileri ABD'de pek çok şair tarafından değiştirilerek, içindeki 'namaz, secde, rüku ve Allah' gibi bölümleri çıkarılarak yayımlandı. İslâm'a ABD'de biraz şübheyle bakıldığı için, Mevlânâ ile ilgili yazılan kitablarda, Mevlânâ'nın din ile ilgili sözleri değiştiriliyor. (…) Bu kitabı yazmamdaki temel amacım Mevlânâ'nın Hz. M…….'e övgü dolu sözlerini, aşkını ve bağlılığını göstermekti, çünkü, ABD'de Mevlânâ'yı bir Müslüman'dan ziyade bir düşünür gibi görme eğilimindeler. Bu yüzden daha önce yazdığım kitaba İslâm ve Mevlânâ ismini verdim. Çünkü Mevlânâ'nın Hazreti M…….'in gerçek bir takibçisi olduğunu göstermek istedim". (2)

Yine Fransız Profesör Eric Geoffroy, Mevlânâ'nın son yıllarda Batı dünyasında büyük bir şöhret kazandığını; ancak Batılı eserlerde çoğunlukla Mevlânâ'nın İslâm'la ilişkisinin koparıldığını, Mevlânâ'nın Kur'an-ı Kerim'den bağımsız düşünülemeyeceğini söylüyor. ABD ve Avrupa'da Tasavvufu İslâm'dan tecrid ederek yeni bir "new age din" çıkarma çabası gözlendiğini savunuyor ve ekliyor: “Günümüzde Mevlânâ, İslâmî köklerinden koparılarak yeni bir ruhanî lider gibi sunuluyor. Bugün birçok kişi Mevlânâ'nın ön adının M……. olduğunu bilmez. Zira, Batılı çalışmalarda kimse onun gerçek adını kullanmaya cesaret edemiyor." Mevlânâ'nın feyz aldığı dostu Şems-i Tebrizî'nin Batılı eserlerde "gezgin ve hippi bir kişilik" gibi yansıtıldığını ifâde ediyor. Konya’daki Şeb-i Aruz törenleri de, Batılılarca çizilmiş İslâm’la alâkasız Mevlânâ portresinin, Türkiye Cumhuriyeti tarafından tasdik edilmiş “resmî” çerçevesini tamamlıyor.

Üstad Necib Fazıl’ın “Mevlânâ Rezaleti” başlıklı yazısını, o günden bugüne hiçbir şeyin değişmediğinin bir vesikası olarak aynen veriyoruz:

MEVLÂNÂ REZALETİ

Ne korkunç bir başlık değil mi?.. Birden bire insana gelen his şu: Mevlânâ'yı korumak için mi, batırmak için mi kullanılıyor bu başlık?..

Bakın niçin?..

Mevlânâ gibi, İslâmın iç dünyasına ait ilâhî ışıklan feza çapı gönül fanusunda ışıldatan bir velî etrafında yaptıkları törenler ve gösterdikleri alâka, hele yarı resmî devlet ifadesi olarak o büyük zatı anlamak ve anlatmak bakımından gerçek mânaya o kadar uzaktır ki, «rezalet» kelimesinden başka hiçbir türlü belirtilemez.

Biricik vasfı İslâm, biricik hakikati tasavvuf ve biricik gayesi ilâhî visal olan koca velîyi, döndüre dolaştıra nihayet turist terliğine benzettiler. Şişli dönme muhitleri, Zekeriya sofraları veya ispritizma masaları mutekitlerinin hakikat ve güzellik ölçüsü çemberi içine almaya yeltendiler Mevlânâ'yı...

Yukarıdaki vasıflar dururken Mevlânâ'nın ne Türklüğü, ne şairliği, ne düşünürlüğü hayal edilebilir.

«Ben Kur'ân'ın kölesiyim; ben Ahmet-i Muhtar'ın yolunda O'nun ayak toprağıyım!» diyen bir ermişi, bağlı olduğu aşk ve iman kutuplarından ayırıp rejimin ve günün keyfine göre şekil ve mânalara büründürmek, Kur'ân'ın kölesi ve O'nun ayak toprağı olmayı kabul etmeyenlerin mânevi cinayetleri arasında en sefil olanıdır.

Allah ve Resulüne bağlı olmayanların Mevlânâ'ya bağlılık iddia etmeye ve onun mübarek adını mini etekten «Gelin Gecesi» tuvaletine, turist kokona tecessüsünden favorili züppeler cümbüşüne kadar istismar vesilesi kılmaya hakkı yoktur.

Kim bu şekilde oynamalar, zıplamalar, hırlamalar, dümbelek çalmaların dinde ve Mevlânâ'da olmadığını biliyor ve «Ben Kur'ân'ın kölesiyim» diyorsa o buyursun Mevlânâ törenine!.. (3)

1) Özcan Yüksek, “Anma Gösterileri Mevlânâ Ruhuna Uygun Düştü mü?”, Referans Gazetesi, 06.10.2007

2) www.cnnturk.com

3) Salih Mirzabeyoğlu, Kavgam –Necib Fazıl-, c. 2, s. 230-231, İBDA Yayınları

Baran Dergisi, s. 102, 24 Aralık 2008

CUMHURBAŞKANLIĞI KÜLTÜR VE SANAT ÖDÜLÜ TURGUT CANSEVER’E

Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri, Aralık ayının ilk haftasında Çankaya Köşkü’nde düzenlenen bir törenle, dünya çapındaki kıymetli mimarımız Turgut Cansever’le beraber, Yaşar Kemal ve Dr. Alaeddin Yavaşca'ya verildi. Büyük Mimar Turgut Cansever’in bu vesileyle yeniden gündeme gelmesi, gündeme getirenler kim ve neci olurlarsa olsunlar, bizim için sevindirici bir gelişme oldu. Bilvesile, Turgut Cansever’le geçmişte bir gazetede yapılmış bir röportajdan seçtiğimiz, Büyük Doğu’nun tarih muhasebesini selâmlayan ve Büyük Doğu-İBDA ruh ve anlayış sisteminin gerekliliğine işaret eden bir bölümü dikkat nazarlarınıza arzediyoruz:

«Sözünü ettiğiniz iki asırlık kültürel yöneliş yanılgısını biraz açar mısınız?

Türkiye'deki kültürel yöneliş yanılgısı çok eskiye dayanıyor. Tanzimatçılardan daha öncelere, III. Selim dönemine. Sadelik, incelik, vakar gibi büyük asrî değerlerimize, Lâle Devri ile beraber Batı'nın barok ve rokoko özentisi karışmaya başlamış. Osmanlı sanat iradesini devam ettiren Sinan'ın talebelerinin son eserlerinden sonra Fransız saray hayatının sathî zevkleri ilericilik diye ülkeye geliyor. İthal edilen şeyler asrî değerlerimizle kıyaslanamayacak kadar süflî halbuki. III. Selim'e kadar şehirlerimizin bir meselesi yok, ama 19. yüzyıl Osmanlı entelektüelleri doğru düşünme yeteneğini kaybediyor. Neden kaybettiklerine gelince, “Bir kavmi şerre düşmedikçe helâk etmeyiz.” diyen âyet-i kerimeye bakmamız gerekiyor. Versailles önemli, Topkapı önemsiz sayılıyor. Düşünce sisteminde başlayan çözülme mimariyi de çöküşe sürüklüyor.

Peki bu çöküşün önüne geçmek için ne yapılmalı?

Mimarideki yanlışların temeli, düşünce sisteminin bozulmasının maddi alana yansıması. İnanç ve ahlaki değerlerin kaybı da düşünce sistemindeki bozulmanın arkasında yatan gerçek. Meselelerin tartışılmaya başlanması lazım. Soru sormaktan “soruyu soran, cevaplayan, ümmete öğreten ve ilk üçünü takdir eden” fayda görür. Ben soruyu sormaya çalıştım. Toplumun müsaade ettiği küçücük alanda bir şeyler yapmaya çalıştım. Bayındırlık Bakanlığı kadroları ile hiç geçinemedik ya neyse...

“Kültürel kirlenme Türk mimarisinin en büyük problemi” diyorsunuz. Teknolojinin getirdiği bir kirlenme mi bu? Yani yapılan, yapılmak istenen yeni binalar mı mesele?

Dünyada kültürel çeşitlilik kaçınılmaz. Farklı tarih ve kültürel kökenlerden gelen toplumlar farklı yaklaşımlara sahib. Ama insanın vazifesi dünyayı güzelleştirmektir. Dünyaya en büyük müdahale yapılarla olduğuna göre, mimarların görevi dünyayı güzelleştirmek. Amaçların berrak bir şekilde belirtildiği çağlar kayboldu, ahlakî amaçlar unutuldu. Bizden sonra yaşayacak insanların da dünya üzerinde hakkı var. Basit konfor ve menfaat meselelerimizle gelecek nesilleri bu haklardan mahrum ediyoruz. Esas takıldığımız fikrî ve manevî engeller. Kuleler insanlığın içine düştüğü gurur, para gibi yanılgıların ürünü. Ortaçağ Avrupa'sında sadece rahibler mimarlık yapabiliyor. Yeryüzü ile oynanıyor sonuçta.»

Baran Dergisi, s. 102, 24 Aralık 2008

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com

12 Aralık 2008 Cuma

“SÜRREALİZM BENİM!”

Sakıp Sabancı Müzesi’nde 20 Eylül 2008’de başlayan ve 20 Ocak 2009’da sona erecek önemli bir resim sergisi var: “İstanbul’da Bir Sürrealist: Salvador Dali”. Sergide Dali’nin 270 eseri yeralıyor. Sergide resimlerinin dışında, oluşumuna öncülük ettiği bazı filmler ve gazeteler gibi, üzerinde çalıştığı pek çok iş ve esere de yer verilmiş. Sergiyi gezerken, Dali hakkında o güne dek bilmediğimiz birçok şeyle karşılaştık, fakat bizim için en dikkat çekici olan husus, malûm sanat dehası bir yana, çok da “çalışkan” bir adam olmasıydı. Kitab resimlemekten (İlahî Komedya, Don Kişot vs.) gazete çıkarmaya, film çekmekten senaryo yazmaya ve tiyatro salonu tasarlamaya kadar pek çok farklı alanda çalışır ve üretir Dali.

Kısaca hayat-sanat hikâyesi ise şöyle: Salvador Dali, 11 Mayıs 1904’te İspanya’nın Katalonya bölgesinde dünyaya gelir. 1919 yılında ilk sergisini açtığında henüz 15 yaşındadır. 16 yaşına geldiğinde ise şöyle yazmıştır defterine: “Bir dahi olacağım ve herkes bana hayran kalacak.” 22 yaşında Paris’e, hayranı olduğu Picasso’yu görmeye gider. Sonraki birkaç yıl, eserlerinde Picasso etkisi gözlenir. 24 yaşında, arkadaşlarıyla birlikte, sanatta modernizmi ve fütürizmi savunan “Sanat Karşıtı Katalan Manifesto”yu yayınlar. 25 yaşında Luis Bunuel ile birlikte “Endülüs Köpeği” isimli kısa bir film çeker ve sürrealist-gerçeküstücü sanat çevresinde büyük ilgi uyandırır. Ressam Joan Miro vesilesiyle sürrealist akımın öncüsü Andre Breton ile tanışır ve resminde sürrealizmin etkileri iyice kendisini göstermeye başlar. Meşhur eseri “Hafızanın Azmi”ni, veya daha çok bilinen ismiyle “Eriyen Saatler” resmini, 1931 yılında tamamlar. Aynı yıllarda Newyork’ta açtığı sergiyle, 16 yaşında amaçladığı o büyük şöhrete 27 yaşında ulaşır. Dali, 1951’de, Katolisizmin ve modern bilimin bazı kavramlarını (kuantum fiziği, hologram) sentezlediği Mistik Manifesto’yu yayınlar. Max Planck, Heisenberg gibi ilim adamları ile dostluk kuracak kadar yakından ilgilenir Kuantum fiziğiyle. Yine bu dönemde Dali, tuvale boya sıçratma, hologramlar, optik aldanışlar ve stereoskopi gibi pek çok değişik teknikle denemeler yapar.

Sürrealizm (Gerçeküstücülük) Dali ile birlikte anılıyor olmasına rağmen, aslında sürrealistler pek hoşlanmazlar ondan. Dali’nin fazlasıyla popüler ve sansasyonel bir kişilik olması rahatsız eder sürrealistleri. Aralarındaki çekişme, Dali’nin İspanyol “Faşist” lider Franco’yu açıkça desteklemesi ile birlikte, iyice su yüzüne çıkar bu zıtlaşma. Bu çizgide, Sürrealist grubun lideri Breton, Salvador Dali’nin isminin harflerinden iğneleyici bir “anagram” icad eder: “Avida Dollars” (Dolar Heveslisi). Dali cevab vermekte gecikmez: “Le surréalisme, c’est moi!” (Sürrealizm benim!).

Tam bu noktada, başlangıçta bir “ideoloji” olmak isterken, bugün belki yalnızca resim ve edebiyatta izleri kalan “Sürrealizm”e biraz daha yakından bakalım:

Salih Mirzabeyoğlu: “Sürrealizm: Gerçeküstücülük… Bu sanatçıların amaçları, gerçekle bütün bağları koparmak, ruh derinliklerine dalarak fizik üstü dünyamıza vurmaktır. Bir nevi hipnoz anlatımları gibi, benliğimizin gizli yönlerini dışarıya vurmak isterler. Sürrealizm, nesnelere mistik sembollere benzer garib mânâlar yükleyerek, bir nevi “denetim dışı” rüyâ hayatının –rüyâlar genel olarak denetim dışıdır ya!-, resimlerini yaparlar. “Denetim dışı” derken, “şuur altı”, “şuur üstü”, “şuur dışı” şeklinde herbiri birbirine ve fikir akımlarına nisbetle anlamları değişen bahislere girmeden söyleyelim ki, burada kastedilen, “bastırılmış duyguların versiyonları” cinsinden gerçekten kopuşlardır. “Kopma”, kendini de olsa isbata girilmeyen yerde olur… Meşhur ressamları: Chirice, Chagal, Salvador Dali, Rene Magritte, Jierdrich Strysky.” (1)

Salvador Dali: “Tuvalimin üzerinde ölümcül bir biçimde beliren abartılı imajlar karşısında şaşıran ve dehşete düşen ilk ben oldum. Esasen ben, insan zihninin en derin hayatî köklerine inerek, şuuraltımın, rüyâlarımın, uykuya ait imajların ve ‘görü’lerin, paranoyak halüsinasyonlarımın ve Freud’un keşfettiği –çağımızın en önemli keşiflerinden biri- o hissî ve karanlık dünyanın tüm tezahürlerinin dikte ettiklerini, yorum yapmadan ve olabildiğince kesinlikle kaydeden bir otomatondan başka bir şey değilim. Resim yaparken fırçamdan çıkanların anlamını bilmemem, onların mânâsız olduğu demek değildir. Tersine, mânâları o kadar derin, sistematik ve karmaşıktır ki, ilmî bir yorum gerektirirler. İnsanlar bütün hazlarını sonsuz sır ve ıstırab kaynaklarından almalıdır, zira böyle imajlar daima izleyicinin kendi şuuraltını, daha doğrusu şuuraltının gizli ve sembolik dilini sunar. Demek ki sürrealist imajlar, izleyicinin en derinlerinde yatan şeyler tarafından anlaşılır ve mukadder olduğu dolaysız poetik etkiyi doğurur, izleyici buna karşı çıkarak hiçbir şey hissetmediğini iddia etse bile.” (2)

Ferid Edgü: “Gerçeküstücülük yalnız tüm sanatları değil, hayatı da kapsamak ister. Politikayla ilgilidir. Ahlak (ethik) sürekli olarak gündemindedir onun. Çünkü gerçeküstücülük, içinden çıktığı toplumun yalnız sanatsal değerlerini değil, yerleşik tüm değerlerini düşünce biçimine değin uzanan yelpaze içinde bir uçtan bir uca reddeder. Bu reddetme öylesine köktendir ki, Batı kültür ve uygarlığının temelinde yatan rasyonalist düşüncenin kaynağının eski Yunanistan olması, Andre Breton’un (Sürrealizmin kurucularından), bu ülkenin topraklarına 20. yüzyıl boyunca ayak basmaması için bir sebebtir. (…) Dünyayı ve ferdi değiştirmek amacı güder. (…) Özetle, bir dünya görüşü olmak ister gerçeküstücülük: Anti otoriter, anti totaliter, anti burjuvadır. Sanat alanındaki devrimci akımlardan hiçbiri onun ilgisini çekmez. 20. yüzyılın en önemli yenilikçi ressamı Cezanne’ın resmini, Andre Breton elinin tersiyle iter. Işık ve renk meseleleri üzerine kafa yoran Cezanne’a, naif ressam Gümrükçü Rousseau’yu yeğler. Batı resminin dışında bir ressam olduğu için. Cezanne gibi, bir yandan kendinden önceki ressamlarla hesablaşan, öte yandan da gene, manzaralar, nature-morte’lar, çıplaklar çizip boyayan biri olmadığı için. O yeni konular icad eder. Resminde alttan alta gülümseyen ve bu resimlere bakanları gülümseten unsurlar vardır. (…) Gerçeküstücü resmin en zayıf noktası, gerçeküstücülüğün reddettiği, karşı çıktığı, yıkmak için elinden geleni yaptığı Batı sanat medeniyetinin aklîliğini, şiirde ve edebiyatta olduğu gibi, tüm görünüşüne rağmen aşamamış olmasıdır. Dış dünyayı değil, ressamın düşlediği iç dünyayı gerçekleştiren bu resim, konularıyla gerçekliği aşarken, tekniğiyle, hatta diliyle, Batı resim geleneğinin çizgisini sürdürür.” (3)

Oktavia Paz: “Gerçeküstücü faaliyetin ilk yılları çok verimli oldu. Bu yıllar yalnızca dönemin duyarlılığını değiştirmekle kalmayıp, yeni şiir sanatıyla yeni bir resim sanatını da ortaya çıkardı. Ancak istenen, yeni bir sanat değil ama yeni bir insan ortaya çıkarmaktı. Gelgelelim kendisiyle onca şiddetle çarpışılan gerçekliğin yıkıntıları arasından beklenen altın çağ doğmadı. Tam tersine insanın mevkii gittikçe daha tiksindirici bir görünüm aldı. (…) Kendi aralarındaki tartışmalardan sonra gerçeküstücüler, Üçüncü Enternasyonal’e katılmaya karar verdiler. Böylece Gerçeküstücü Devrim, Devrimin Hizmetindeki Gerçeküstücülük’e dönüştü.” (4)

Aydın Uğur: “Şimdi yüzyılın sonu yaklaşıyor. Çevrenizdeki kültürel havayı koklayın, hissedeceksiniz: Gerçeküstücülüğün ortaya saldığı biçim ve teknikler hemen her yörede karşımıza çıkıyor. Şuur Endüstrisi bunları sahiblendi. Bir zamanlar kökten bir eleştiri niyeti taşıyan “şok etkisi”, reklâmcılığın vazgeçilmez tekniği oldu. Her şey sanat, herkes sanatçı. Gerçeküstücülüğün, burjuvazinin değerlerini kırmak için kullandığı kışkırtıcılık, artık, pazarlama stratejilerinin arasında yeralıyor. Yüzyıl başında burjuva toplumunu reddetmek için önerilmiş metodlar, yüzyıl sonunda aynı toplumu tasdik eden sıradanlıklara dönüştü.” (5)

Böylece Dali ve Sürrealistler arasındaki çekişmenin asıl yahut önde gelen bir sebebi de belirginleşiyor. Dali, “Sürrealizm”i bir ideoloji gibi benimseyenleri pek önemsememiştir. Sürrealistlerin Marksist ideolojinin şemsiyesi altına girmesine karşılık, o gidip Franco’yu desteklemiş, Hitler’e alkış tutmuştur. Kapitalist Amerika’da sevgi seliyle karşılanmış, neredeyse bugünkü anlamda bir “popüler ikon” hâlini almıştır. Onun popülerliği Türkiye’de bile kendini göstermiş, “Eriyen Saatler” tablosuna Anadolu kahvehanelerinde bile rastlanır olmuştur. Çünkü Dali kendini ifade tarzı olarak benimsediği “Sürrealizmi”, hayat biçimi hâline getirirken dönüştürmüş, bir bakıma kendi ismiyle müsemma bir Sürrealizm ortaya çıkarmıştır. Şöyle diyor:

“Velasquez ve ona özenen ressamlar olmasaydı, Prado müzesi olmasaydı ne Monet olurdu, ne Manet. Aynı şey bir daha tekrarlandı. Juan Gris ve Picasso olmasaydı, Kübizm olmazdı. (…) Benim Gerçeküstücülüğüm olmasaydı, Gerçeküstücülük de böyle olmazdı. Mücerret (“Soyut”) sanatın başlangıç noktaları da İspanya’dan başka bir yerde değildir.” (6)

Sürrealistlerin çıkış noktası, Batı kültürünün (Batı ahlâkı, Batı sanatı, Batı aklı) bütün değerlerini ciddi bir karşı duruşla reddetmek ve bunu çeşitli sanat dallarında geliştirmeye çalıştıkları yeni bir dille yaygınlaştırmak için mücadele etmekti. Dali ise, sanki tiyatro sahnesindeki bir aktör gibi garib kıyafetler giyip, sansasyonel davranışlarda bulunmuş; hayatını bir “ideolog” veya “militan”dan ziyade, bir “çocuk” gibi oynayarak yaşamıştır. Bu “oyuncu” ruhu, resminde kullandığı “mizah”ta da göze çarpar. “Sürrealizm benim!” derken belki de doğru söylemektedir. Onun hayatı sürrealisttir!

Son bir not: Dali, kendisinin İspanya’yı fetheden Arabların soyundan geldiğini söylemiş, “süslü ve cafcaflı olan herşeye, lüks hayata ve Doğu kıyafetlerine olan düşkünlüğünü” de bu “Arab kökeni”ne bağlamıştır. Görünüşe göre Endülüslü atalarından etkilendiği tek şey Doğu kıyafetleri değildir. “Mücerret (“Soyut”) sanatın başlangıç noktaları İspanya’dadır!” derken, anlaşılan o ki, yine Endülüs’e işaret etmektedir.

Dipnotlar

1) Salih Mirzabeyoğlu, Elif –Resim Redd Kökündendir!-, İBDA Yay., İstanbul 2003, s. 175-176

2) Sakıp Sabancı Müzesi, “İstanbul’da Bir Sürrealist: Salvador Dali” Sergisi’ndeki bir afiş’ten.

3) Gergedan Dergisi, Ağustos 1987, s. 70-71

4) A.g.d., s. 125

5) A.g.d., s. 133

6) A.g.d., s. 84


Baran Dergisi, 12 Aralık 2008


Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com

6 Aralık 2008 Cumartesi

ORYANTALİZM VE ORYANTALİST RESSAMLAR

Oryantalizm yani şarkiyatçılık, Doğu kültürleri, dilleri ve hayat tarzları üzerine “Batı merkezli ve Batı kökenli” araştırma alanlarının tümüne verilen ortak ad. Oryantalizmin, 1312’de Viyana Kilisesi’nin Paris, Oxford, Bologna, Avignon ve Salamanca’da, Arabça, Yunanca, İbranice ve Süryanice’yle ilgili bir dizi kürsü kurulmasına ilişkin kararı ile ortaya çıktığı kabul edilir. Modern Oryantalist cereyanın doğuşunun da, Napolyon’un 1798’de Mısır’ı işgal etmesinden itibaren başladığı, bu tarihten sonra uzun yıllar İngiltere ve Fransa’nın hakimiyetinde kaldığı tesbit edilir. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ise, artık ABD’dir Oryantalizmin bayraktarı.

Oryantalizmin Doğu topraklarında yaptığı, sadece müslüman Doğuluları yakından tanıma ve hakikati bulma arayışı olsa idi, çok farklı bir netice ile karşılaşabilirdik belki. Fakat “tipik” Oryantalisler, Doğuyu buldukları veya gördükleri gibi resmetmek yerine, gerçekleri çarpıtma ve küçük düşürüp aşağılama anlayışıyla yaklaşırlar Doğuya. Böylece Batılıların zihninde bir “bedevî Müslüman” tipi oluşturulur; kaba-saba bir “Müslüman dünya” portresi çizilir; ve bu da, Müslümanlara has manevî değerler çarpıtılıp, kimi tâlî kültürel motifler abartılarak sunulur. İlk Oryantalistler, Müslümanların medeniyet fikri ve kültür kökleri ile alâkalı olarak neredeyse tek bir “hakiki” fikir serdetmemiş; haremden, köle pazarlarından, hamamlar ve tellaklardan öteye geçmemiş veya geçememişlerdir. Mahut emellerini özellikle Oryantalist edebiyatçı veya ressamlar eliyle gerçekleştirmişler; özetlemek gerekirse, mevzuun “magazin” buudunu aşmamaya dikkat etmişlerdir. (Diğer taraftan, Descartes’ten Dante’ye, Batılı pekçok mütefekkir ve sanatçının üzerindeki İslâm tefekkür ve tasavvufunun etkisi malûm ve meşhurdur ki, şu ân mevzuumuz bu değil.)

Bu çizgide Oryantalizm, Batının Doğuya biraz daha yakından bakma, ama bu vesileyle ona hakim olma ve yıpratma yollarını araştırdığı bir sahadır diyebiliriz. Edward Said’in dillendirdiği şekliyle o, “Sömürgeciliğin Keşif Kolu”dur.

Diğer yandan, Oryantalistlerin illâ Batılı olmaları da gerekmemektedir. Batı kökenli ve merkezli bir saha olsa bile, Müslüman kimliğine sahib ülkelerden de pekçok Oryantalist çıkmıştır. Osmanlı Devleti’nin parçalanması ve yıkılması sürecinde pek çok Oryantalist edebiyatçı, ressam ve (güya!) fikir adamı, bu topraklardan çıkar maalesef. Örnek vermek gerekirse, “Batı tarzı” resmi ilk uygulayan ressamlardan Osman Hamdi Bey, zamanının Oryantalist ressamlarından etkilenerek, yaşadığı toprakların gerçeklerine, “Batı merkezli” bir bakışla yaklaşır. İşte bu Osman Hamdi Bey’in ismi ve eserleri, hâlen, Batılı Oryantalist ressamlarla aynı hizada zikredilmektedir. Hâlihazırda Türkiye Cumhuriyeti’nin ekseri aydın veya aydın geçineni de, işte bu bakışla ve aslında birer Oryantalisttir. Kendi kültür ve medeniyetlerine bakış açıları “Batı merkezli”dir. Hemen bir parantez açarak diyebiliriz ki, bugün “ılımlı İslâm” denilen şeyin tohumları daha o günlerde ve böylece atılmaya başlanmıştır.

Batının “toplum bahsinde” İslâm dünyasında görmek istediği veya güya gösterdiği manzara, Oryantalist ressamların çizdikleri “harem” görüntüsüdür meselâ: Sere serpe yatan ve efendisinin kendisini ziyaret edeceği ânı beklemekten başka bir işi olmayan cariye! “ABD cariyesi” hâline getirilen bugünün Laik Demokratik Türkiye Cumhuriyeti, sözkonusu “Oryantalist” emellerin belki en müşahhas ifadesi ve artık kıvamını bulmuş numûnesi olsa gerektir. Geçenlerde gazetelerde yer alan bir haber, bu noktayı tedaî ettiren çarpıcı bir misal değerinde gözüktü bize: «Le Figaro dergisi, ünlü Fransız ressamı İngres’in 82 yaşında iken gerçekleştirdiği “Türk Hamamı” tablosunu, “19. yüzyılın en erotik resmi” ilan etti.» Bize sorarsanız, o anadan üryan kadın figürlerinin kafalarını bugünün sözde Müslüman ülke liderlerininkilerle değiştirince, tablo çok daha anlamlı ve “bu kez” çok daha gerçekçi hâle gelecektir.

İşte tüm bu yukarıda söylediklerimizi yazmamıza vesile olan husus, son zamanlarda İstanbul’da arka arkaya açılan “Oryantalist ressamlar ve resimleri”ni ihtiva eden sergiler oldu. Eczacıbaşı Müzesi ve Pera Müzesi bunların başını çekenlerden. Pera Müzesi’ndeki “Doğu’nun Cazibesi” konulu sergiyse hâlen devam etmekte.

Doğrusunu söylemek gerekirse, Oryantalist ressamların Osmanlı (Doğu) ile alâkalı çoğu resminden hazzetmek, hassaten bazılarını hazmetmek pek mümkün değil. Hemen hepsinin bir “harem” veya “hamam” tablosu yahut Osmanlı kadınlarını münasebetsizce resmettikleri portreleri mevcut. Elbette olanı değil de olmasını tahayyül ettikleri harem tablosunu çizer hepsi; hatta model olarak Batılı kadınları kullanıp, onları tahayyül ettikleri Osmanlı kadınları gibi giydirerek veya çoğu giydirmeyerek resmederler vehimlerini.

Böylesi tabloların ressamları bile bilinmez; ismi bilinenlerin de resim sanatında çığır açan ressamlar olmadıkları ortada. Velhasıl, sanatta en başta aranacak olan “samimiyet” unsuru eksiktir bu Oryantalist ressamların çoğunda. İçlerinde az çok dikkate şâyan isimlerin bulunması da hakikati değiştirmez; adı üstünde “Oryantalist” bir bakıştır çünkü bu resimlerden tüten. Bizim Oryantalist resimlere bakarak hissedebileceğimiz nedir ki, derin bir haddi tecavüz ve aşağılanma duygusundan başka?

Böylesi resimler zımnında, Oryantalist ressamların Osmanlı medeniyetinden öyle çok etkilendiklerini filan da söyleyemeyiz. Çünkü, meselâ Osmanlı mimarisinden, hattından, minyatüründen etkilenmiş bir ressam, yani mücerret sanatın kokusunu almış bir ressam, oturup köle pazarlarını, harem hayatını, hamam sefalarını tasvir etmez. Yine bu resimlere bakıp “biz de” Batı tefekkür ve sanatını “okuyamayız”. Bunlar daha ziyade bir fotoğrafçı edâsıyla çizilmiştir ki, tarihî bir belge ve arşiv kaydı addedilebilir en iyimser bakışla.

Kısacası, “tesir” bu şekilde olmaz. En büyüklerinden Batılı bir ressamın, yani Picasso’nun, Cezayirli bir hattattan hat dersi aldığını biliyoruz misâl bâbında. “Tesir” meselesini aydınlatmaya Picasso ile alakâlı şu anekdot kâfîdir:

«1948’de bir Türk ressamı, Paris’teki bir sergide Picasso ile karşılaşır ve kendini tanıtır… Aldığı cevab şu: “Peki burada senin işin ne? Senin memleketinde, senin işine yarayacak ne çok şey var, biliyor musun?”… Bizim ressam da şu güzel cevabı veriyor: “Biliyorum! Buraya anahtarları almaya geldim!..» (SM, Elif –Resim Redd Kökündendir-, s. 14)

Ancak bizim Türk ressamları o malzemeyi bir Picasso kadar dahi sindiremediği için, eserleri onun bunun taklidi olmaktan öteye geçmez. Doğrusu, kendi kültür ve medeniyetine bir Oryantalist kadar bön bakan sanatçı ve aydınlar(!) ülkesinde, bu kadar çok “Oryantalist resim” sergisi açılması da hiç şaşırtıcı değil.

İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun şu tesbit ve dileğiyle bağlıyoruz sözü:

«Bir not: “Fikirde şahsiyeti olmayanın, üslûbunda şahsiyet olmaz!” diyor Üstadım. İşte işin bütün hulâsası da bu. O, bütün bir kâinat muhasebesi içinde, varlık ve varoluş davasının –hangi sırdan bahsediyorum ben?- temellendirilmesi sürecinde doğar, “geliştikçe gelişen prensipler” hâlinde bünyelendirme işidir. Fikre dair bu hususu, resme tatbik ederseniz, üslûb sahibi olmayla, “üslûb numarası yapma” arasındaki fark anlaşılır. Fethedilen alanda fatihçilik oynayanlar bir yana; kendi usul, esas ve kurallarıyla tecelli edecek yeni resmin, Büyük Doğu-İbda anlayışından doğacağını umarız.» (SM, Elif, s. 48)

Baran Dergisi, 5 Aralık 2008

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com


Semih Kaplanoğlu ile Hayat, Sinema ve “Buğday” Üzerine

Röportaj: Gülçin Şenel | Fotoğraf: Yağmur Dinç Semih Kaplanoğlu Kimdir? Semih Kaplanoğlu, 4 Nisan 1963 tarihinde İzmir’de dünyaya geldi. Dok...