5 Aralık 2008 Cuma

ORYANTALİZM VE ORYANTALİST RESSAMLAR

Oryantalizm yani şarkiyatçılık, Doğu kültürleri, dilleri ve hayat tarzları üzerine “Batı merkezli ve Batı kökenli” araştırma alanlarının tümüne verilen ortak ad. Oryantalizmin, 1312’de Viyana Kilisesi’nin Paris, Oxford, Bologna, Avignon ve Salamanca’da, Arabça, Yunanca, İbranice ve Süryanice’yle ilgili bir dizi kürsü kurulmasına ilişkin kararı ile ortaya çıktığı kabul edilir. Modern Oryantalist cereyanın doğuşunun da, Napolyon’un 1798’de Mısır’ı işgal etmesinden itibaren başladığı, bu tarihten sonra uzun yıllar İngiltere ve Fransa’nın hakimiyetinde kaldığı tesbit edilir. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ise, artık ABD’dir Oryantalizmin bayraktarı.

Oryantalizmin Doğu topraklarında yaptığı, sadece müslüman Doğuluları yakından tanıma ve hakikati bulma arayışı olsa idi, çok farklı bir netice ile karşılaşabilirdik belki. Fakat “tipik” Oryantalisler, Doğuyu buldukları veya gördükleri gibi resmetmek yerine, gerçekleri çarpıtma ve küçük düşürüp aşağılama anlayışıyla yaklaşırlar Doğuya. Böylece Batılıların zihninde bir “bedevî Müslüman” tipi oluşturulur; kaba-saba bir “Müslüman dünya” portresi çizilir; ve bu da, Müslümanlara has manevî değerler çarpıtılıp, kimi tâlî kültürel motifler abartılarak sunulur. İlk Oryantalistler, Müslümanların medeniyet fikri ve kültür kökleri ile alâkalı olarak neredeyse tek bir “hakiki” fikir serdetmemiş; haremden, köle pazarlarından, hamamlar ve tellaklardan öteye geçmemiş veya geçememişlerdir. Mahut emellerini özellikle Oryantalist edebiyatçı veya ressamlar eliyle gerçekleştirmişler; özetlemek gerekirse, mevzuun “magazin” buudunu aşmamaya dikkat etmişlerdir. (Diğer taraftan, Descartes’ten Dante’ye, Batılı pekçok mütefekkir ve sanatçının üzerindeki İslâm tefekkür ve tasavvufunun etkisi malûm ve meşhurdur ki, şu ân mevzuumuz bu değil.)

Bu çizgide Oryantalizm, Batının Doğuya biraz daha yakından bakma, ama bu vesileyle ona hakim olma ve yıpratma yollarını araştırdığı bir sahadır diyebiliriz. Edward Said’in dillendirdiği şekliyle o, “Sömürgeciliğin Keşif Kolu”dur.

Diğer yandan, Oryantalistlerin illâ Batılı olmaları da gerekmemektedir. Batı kökenli ve merkezli bir saha olsa bile, Müslüman kimliğine sahib ülkelerden de pekçok Oryantalist çıkmıştır. Osmanlı Devleti’nin parçalanması ve yıkılması sürecinde pek çok Oryantalist edebiyatçı, ressam ve (güya!) fikir adamı, bu topraklardan çıkar maalesef. Örnek vermek gerekirse, “Batı tarzı” resmi ilk uygulayan ressamlardan Osman Hamdi Bey, zamanının Oryantalist ressamlarından etkilenerek, yaşadığı toprakların gerçeklerine, “Batı merkezli” bir bakışla yaklaşır. İşte bu Osman Hamdi Bey’in ismi ve eserleri, hâlen, Batılı Oryantalist ressamlarla aynı hizada zikredilmektedir. Hâlihazırda Türkiye Cumhuriyeti’nin ekseri aydın veya aydın geçineni de, işte bu bakışla ve aslında birer Oryantalisttir. Kendi kültür ve medeniyetlerine bakış açıları “Batı merkezli”dir. Hemen bir parantez açarak diyebiliriz ki, bugün “ılımlı İslâm” denilen şeyin tohumları daha o günlerde ve böylece atılmaya başlanmıştır.

Batının “toplum bahsinde” İslâm dünyasında görmek istediği veya güya gösterdiği manzara, Oryantalist ressamların çizdikleri “harem” görüntüsüdür meselâ: Sere serpe yatan ve efendisinin kendisini ziyaret edeceği ânı beklemekten başka bir işi olmayan cariye! “ABD cariyesi” hâline getirilen bugünün Laik Demokratik Türkiye Cumhuriyeti, sözkonusu “Oryantalist” emellerin belki en müşahhas ifadesi ve artık kıvamını bulmuş numûnesi olsa gerektir. Geçenlerde gazetelerde yer alan bir haber, bu noktayı tedaî ettiren çarpıcı bir misal değerinde gözüktü bize: «Le Figaro dergisi, ünlü Fransız ressamı İngres’in 82 yaşında iken gerçekleştirdiği “Türk Hamamı” tablosunu, “19. yüzyılın en erotik resmi” ilan etti.» Bize sorarsanız, o anadan üryan kadın figürlerinin kafalarını bugünün sözde Müslüman ülke liderlerininkilerle değiştirince, tablo çok daha anlamlı ve “bu kez” çok daha gerçekçi hâle gelecektir.

İşte tüm bu yukarıda söylediklerimizi yazmamıza vesile olan husus, son zamanlarda İstanbul’da arka arkaya açılan “Oryantalist ressamlar ve resimleri”ni ihtiva eden sergiler oldu. Eczacıbaşı Müzesi ve Pera Müzesi bunların başını çekenlerden. Pera Müzesi’ndeki “Doğu’nun Cazibesi” konulu sergiyse hâlen devam etmekte.

Doğrusunu söylemek gerekirse, Oryantalist ressamların Osmanlı (Doğu) ile alâkalı çoğu resminden hazzetmek, hassaten bazılarını hazmetmek pek mümkün değil. Hemen hepsinin bir “harem” veya “hamam” tablosu yahut Osmanlı kadınlarını münasebetsizce resmettikleri portreleri mevcut. Elbette olanı değil de olmasını tahayyül ettikleri harem tablosunu çizer hepsi; hatta model olarak Batılı kadınları kullanıp, onları tahayyül ettikleri Osmanlı kadınları gibi giydirerek veya çoğu giydirmeyerek resmederler vehimlerini.

Böylesi tabloların ressamları bile bilinmez; ismi bilinenlerin de resim sanatında çığır açan ressamlar olmadıkları ortada. Velhasıl, sanatta en başta aranacak olan “samimiyet” unsuru eksiktir bu Oryantalist ressamların çoğunda. İçlerinde az çok dikkate şâyan isimlerin bulunması da hakikati değiştirmez; adı üstünde “Oryantalist” bir bakıştır çünkü bu resimlerden tüten. Bizim Oryantalist resimlere bakarak hissedebileceğimiz nedir ki, derin bir haddi tecavüz ve aşağılanma duygusundan başka?

Böylesi resimler zımnında, Oryantalist ressamların Osmanlı medeniyetinden öyle çok etkilendiklerini filan da söyleyemeyiz. Çünkü, meselâ Osmanlı mimarisinden, hattından, minyatüründen etkilenmiş bir ressam, yani mücerret sanatın kokusunu almış bir ressam, oturup köle pazarlarını, harem hayatını, hamam sefalarını tasvir etmez. Yine bu resimlere bakıp “biz de” Batı tefekkür ve sanatını “okuyamayız”. Bunlar daha ziyade bir fotoğrafçı edâsıyla çizilmiştir ki, tarihî bir belge ve arşiv kaydı addedilebilir en iyimser bakışla.

Kısacası, “tesir” bu şekilde olmaz. En büyüklerinden Batılı bir ressamın, yani Picasso’nun, Cezayirli bir hattattan hat dersi aldığını biliyoruz misâl bâbında. “Tesir” meselesini aydınlatmaya Picasso ile alakâlı şu anekdot kâfîdir:

«1948’de bir Türk ressamı, Paris’teki bir sergide Picasso ile karşılaşır ve kendini tanıtır… Aldığı cevab şu: “Peki burada senin işin ne? Senin memleketinde, senin işine yarayacak ne çok şey var, biliyor musun?”… Bizim ressam da şu güzel cevabı veriyor: “Biliyorum! Buraya anahtarları almaya geldim!..» (SM, Elif –Resim Redd Kökündendir-, s. 14)

Ancak bizim Türk ressamları o malzemeyi bir Picasso kadar dahi sindiremediği için, eserleri onun bunun taklidi olmaktan öteye geçmez. Doğrusu, kendi kültür ve medeniyetine bir Oryantalist kadar bön bakan sanatçı ve aydınlar(!) ülkesinde, bu kadar çok “Oryantalist resim” sergisi açılması da hiç şaşırtıcı değil.

İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun şu tesbit ve dileğiyle bağlıyoruz sözü:

«Bir not: “Fikirde şahsiyeti olmayanın, üslûbunda şahsiyet olmaz!” diyor Üstadım. İşte işin bütün hulâsası da bu. O, bütün bir kâinat muhasebesi içinde, varlık ve varoluş davasının –hangi sırdan bahsediyorum ben?- temellendirilmesi sürecinde doğar, “geliştikçe gelişen prensipler” hâlinde bünyelendirme işidir. Fikre dair bu hususu, resme tatbik ederseniz, üslûb sahibi olmayla, “üslûb numarası yapma” arasındaki fark anlaşılır. Fethedilen alanda fatihçilik oynayanlar bir yana; kendi usul, esas ve kurallarıyla tecelli edecek yeni resmin, Büyük Doğu-İbda anlayışından doğacağını umarız.» (SM, Elif, s. 48)

Baran Dergisi, 5 Aralık 2008

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com


Hiç yorum yok: