12 Aralık 2008 Cuma

“SÜRREALİZM BENİM!”

Sakıp Sabancı Müzesi’nde 20 Eylül 2008’de başlayan ve 20 Ocak 2009’da sona erecek önemli bir resim sergisi var: “İstanbul’da Bir Sürrealist: Salvador Dali”. Sergide Dali’nin 270 eseri yeralıyor. Sergide resimlerinin dışında, oluşumuna öncülük ettiği bazı filmler ve gazeteler gibi, üzerinde çalıştığı pek çok iş ve esere de yer verilmiş. Sergiyi gezerken, Dali hakkında o güne dek bilmediğimiz birçok şeyle karşılaştık, fakat bizim için en dikkat çekici olan husus, malûm sanat dehası bir yana, çok da “çalışkan” bir adam olmasıydı. Kitab resimlemekten (İlahî Komedya, Don Kişot vs.) gazete çıkarmaya, film çekmekten senaryo yazmaya ve tiyatro salonu tasarlamaya, pek çok farklı alanda çalışır ve üretir Dali.

Kısaca hayat-sanat hikâyesi ise şöyle: Salvador Dali, 11 Mayıs 1904’te İspanya’nın Katalonya bölgesinde dünyaya gelir. 1919 yılında ilk sergisini açtığında henüz 15 yaşındadır. 16 yaşına geldiğinde ise şöyle yazmıştır defterine: “Bir dahi olacağım ve herkes bana hayran kalacak.” 22 yaşında Paris’e, hayranı olduğu Picasso’yu görmeye gider. Sonraki birkaç yıl, eserlerinde Picasso etkisi gözlenir. 24 yaşında, arkadaşlarıyla birlikte, sanatta modernizmi ve fütürizmi savunan “Sanat Karşıtı Katalan Manifesto”yu yayınlar. 25 yaşında Luis Bunuel ile birlikte “Endülüs Köpeği” isimli kısa bir film çeker ve sürrealist-gerçeküstücü sanat çevresinde büyük ilgi uyandırır. Ressam Joan Miro vesilesiyle sürrealist akımın öncüsü Andre Breton ile tanışır ve resminde sürrealizmin etkileri iyice kendisini göstermeye başlar. Meşhur eseri “Hafızanın Azmi”ni, veya daha çok bilinen ismiyle “Eriyen Saatler” resmini, 1931 yılında tamamlar. Aynı yıllarda Newyork’ta açtığı sergiyle, 16 yaşında amaçladığı o büyük şöhrete 27 yaşında ulaşır. Dali, 1951’de, Katolisizmin ve modern bilimin bazı kavramlarını (kuantum fiziği, hologram) sentezlediği Mistik Manifesto’yu yayınlar. Max Planck, Heisenberg gibi ilim adamları ile dostluk kuracak kadar yakından ilgilenir Kuantum fiziğiyle. Yine bu dönemde Dali, tuvale boya sıçratma, hologramlar, optik aldanışlar ve stereoskopi gibi pek çok değişik teknikle denemeler yapar.

Sürrealizm (Gerçeküstücülük) Dali ile birlikte anılıyor olmasına rağmen, aslında sürrealistler pek hoşlanmazlar ondan. Dali’nin fazlasıyla popüler ve sansasyonel bir kişilik olması rahatsız eder sürrealistleri. Aralarındaki çekişme, Dali’nin İspanyol “Faşist” lider Franco’yu açıkça desteklemesi ile birlikte, iyice su yüzüne çıkar bu zıtlaşma. Bu çizgide, Sürrealist grubun lideri Breton, Salvador Dali’nin isminin harflerinden iğneleyici bir “anagram” icad eder: “Avida Dollars” (Dolar Heveslisi). Dali cevab vermekte gecikmez: “Le surréalisme, c’est moi!” (Sürrealizm benim!).

Tam bu noktada, başlangıçta bir “ideoloji” olmak isterken, bugün belki yalnızca resim ve edebiyatta izleri kalan “Sürrealizm”e biraz daha yakından bakalım:

Salih Mirzabeyoğlu: “Sürrealizm: Gerçeküstücülük… Bu sanatçıların amaçları, gerçekle bütün bağları koparmak, ruh derinliklerine dalarak fizik üstü dünyamıza vurmaktır. Bir nevi hipnoz anlatımları gibi, benliğimizin gizli yönlerini dışarıya vurmak isterler. Sürrealizm, nesnelere mistik sembollere benzer garib mânâlar yükleyerek, bir nevi “denetim dışı” rüyâ hayatının –rüyâlar genel olarak denetim dışıdır ya!-, resimlerini yaparlar. “Denetim dışı” derken, “şuur altı”, “şuur üstü”, “şuur dışı” şeklinde herbiri birbirine ve fikir akımlarına nisbetle anlamları değişen bahislere girmeden söyleyelim ki, burada kastedilen, “bastırılmış duyguların versiyonları” cinsinden gerçekten kopuşlardır. “Kopma”, kendini de olsa isbata girilmeyen yerde olur… Meşhur ressamları: Chirice, Chagal, Salvador Dali, Rene Magritte, Jierdrich Strysky.” (1)

Salvador Dali: “Tuvalimin üzerinde ölümcül bir biçimde beliren abartılı imajlar karşısında şaşıran ve dehşete düşen ilk ben oldum. Esasen ben, insan zihninin en derin hayatî köklerine inerek, şuuraltımın, rüyâlarımın, uykuya ait imajların ve ‘görü’lerin, paranoyak halüsinasyonlarımın ve Freud’un keşfettiği –çağımızın en önemli keşiflerinden biri- o hissî ve karanlık dünyanın tüm tezahürlerinin dikte ettiklerini, yorum yapmadan ve olabildiğince kesinlikle kaydeden bir otomatondan başka bir şey değilim. Resim yaparken fırçamdan çıkanların anlamını bilmemem, onların mânâsız olduğu demek değildir. Tersine, mânâları o kadar derin, sistematik ve karmaşıktır ki, ilmî bir yorum gerektirirler. İnsanlar bütün hazlarını sonsuz sır ve ıstırab kaynaklarından almalıdır, zira böyle imajlar daima izleyicinin kendi şuuraltını, daha doğrusu şuuraltının gizli ve sembolik dilini sunar. Demek ki sürrealist imajlar, izleyicinin en derinlerinde yatan şeyler tarafından anlaşılır ve mukadder olduğu dolaysız poetik etkiyi doğurur, izleyici buna karşı çıkarak hiçbir şey hissetmediğini iddia etse bile.” (2)

Ferid Edgü: “Gerçeküstücülük yalnız tüm sanatları değil, hayatı da kapsamak ister. Politikayla ilgilidir. Ahlak (ethik) sürekli olarak gündemindedir onun. Çünkü gerçeküstücülük, içinden çıktığı toplumun yalnız sanatsal değerlerini değil, yerleşik tüm değerlerini düşünce biçimine değin uzanan yelpaze içinde bir uçtan bir uca reddeder. Bu reddetme öylesine köktendir ki, Batı kültür ve uygarlığının temelinde yatan rasyonalist düşüncenin kaynağının eski Yunanistan olması, Andre Breton’un (Sürrealizmin kurucularından), bu ülkenin topraklarına 20. yüzyıl boyunca ayak basmaması için bir sebebtir. (…) Dünyayı ve ferdi değiştirmek amacı güder. (…) Özetle, bir dünya görüşü olmak ister gerçeküstücülük: Anti otoriter, anti totaliter, anti burjuvadır. Sanat alanındaki devrimci akımlardan hiçbiri onun ilgisini çekmez. 20. yüzyılın en önemli yenilikçi ressamı Cezanne’ın resmini, Andre Breton elinin tersiyle iter. Işık ve renk meseleleri üzerine kafa yoran Cezanne’a, naif ressam Gümrükçü Rousseau’yu yeğler. Batı resminin dışında bir ressam olduğu için. Cezanne gibi, bir yandan kendinden önceki ressamlarla hesablaşan, öte yandan da gene, manzaralar, nature-morte’lar, çıplaklar çizip boyayan biri olmadığı için. O yeni konular icad eder. Resminde alttan alta gülümseyen ve bu resimlere bakanları gülümseten unsurlar vardır. (…) Gerçeküstücü resmin en zayıf noktası, gerçeküstücülüğün reddettiği, karşı çıktığı, yıkmak için elinden geleni yaptığı Batı sanat medeniyetinin aklîliğini, şiirde ve edebiyatta olduğu gibi, tüm görünüşüne rağmen aşamamış olmasıdır. Dış dünyayı değil, ressamın düşlediği iç dünyayı gerçekleştiren bu resim, konularıyla gerçekliği aşarken, tekniğiyle, hatta diliyle, Batı resim geleneğinin çizgisini sürdürür.” (3)

Oktavia Paz: “Gerçeküstücü faaliyetin ilk yılları çok verimli oldu. Bu yıllar yalnızca dönemin duyarlılığını değiştirmekle kalmayıp, yeni şiir sanatıyla yeni bir resim sanatını da ortaya çıkardı. Ancak istenen, yeni bir sanat değil ama yeni bir insan ortaya çıkarmaktı. Gelgelelim kendisiyle onca şiddetle çarpışılan gerçekliğin yıkıntıları arasından beklenen altın çağ doğmadı. Tam tersine insanın mevkii gittikçe daha tiksindirici bir görünüm aldı. (…) Kendi aralarındaki tartışmalardan sonra gerçeküstücüler, Üçüncü Enternasyonal’e katılmaya karar verdiler. Böylece Gerçeküstücü Devrim, Devrimin Hizmetindeki Gerçeküstücülük’e dönüştü.” (4)

Aydın Uğur: “Şimdi yüzyılın sonu yaklaşıyor. Çevrenizdeki kültürel havayı koklayın, hissedeceksiniz: Gerçeküstücülüğün ortaya saldığı biçim ve teknikler hemen her yörede karşımıza çıkıyor. Şuur Endüstrisi bunları sahiblendi. Bir zamanlar kökten bir eleştiri niyeti taşıyan “şok etkisi”, reklâmcılığın vazgeçilmez tekniği oldu. Her şey sanat, herkes sanatçı. Gerçeküstücülüğün, burjuvazinin değerlerini kırmak için kullandığı kışkırtıcılık, artık, pazarlama stratejilerinin arasında yeralıyor. Yüzyıl başında burjuva toplumunu reddetmek için önerilmiş metodlar, yüzyıl sonunda aynı toplumu tasdik eden sıradanlıklara dönüştü.” (5)

Böylece Dali ve Sürrealistler arasındaki çekişmenin asıl yahut önde gelen bir sebebi de belirginleşiyor. Dali, “Sürrealizm”i bir ideoloji gibi benimseyenleri pek önemsememiştir. Sürrealistlerin Marksist ideolojinin şemsiyesi altına girmesine karşılık, o gidip Franco’yu desteklemiş, Hitler’e alkış tutmuştur. Kapitalist Amerika’da sevgi seliyle karşılanmış, neredeyse bugünkü anlamda bir “popüler ikon” hâlini almıştır. Onun popülerliği Türkiye’de bile kendini göstermiş, “Eriyen Saatler” tablosuna Anadolu kahvehanelerinde bile rastlanır olmuştur. Çünkü Dali kendini ifade tarzı olarak benimsediği “Sürrealizmi”, hayat biçimi hâline getirirken dönüştürmüş, bir bakıma kendi ismiyle müsemma bir Sürrealizm ortaya çıkarmıştır. Şöyle diyor:

“Velasquez ve ona özenen ressamlar olmasaydı, Prado müzesi olmasaydı ne Monet olurdu, ne Manet. Aynı şey bir daha tekrarlandı. Juan Gris ve Picasso olmasaydı, Kübizm olmazdı. (…) Benim Gerçeküstücülüğüm olmasaydı, Gerçeküstücülük de böyle olmazdı. Mücerret (“Soyut”) sanatın başlangıç noktaları da İspanya’dan başka bir yerde değildir.” (6)

Sürrealistlerin çıkış noktası, Batı kültürünün (Batı ahlâkı, Batı sanatı, Batı aklı) bütün değerlerini ciddi bir karşı duruşla reddetmek ve bunu çeşitli sanat dallarında geliştirmeye çalıştıkları yeni bir dille yaygınlaştırmak için mücadele etmekti. Dali ise, sanki tiyatro sahnesindeki bir aktör gibi garib kıyafetler giyip, sansasyonel davranışlarda bulunmuş; hayatını bir “ideolog” veya “militan”dan ziyade, bir “çocuk” gibi oynayarak yaşamıştır. Bu “oyuncu” ruhu, resminde kullandığı “mizah”ta da göze çarpar. “Sürrealizm benim!” derken belki de doğru söylemektedir. Onun hayatı sürrealisttir!

Son bir not: Dali, kendisinin İspanya’yı fetheden Arabların soyundan geldiğini söylemiş, “süslü ve cafcaflı olan herşeye, lüks hayata ve Doğu kıyafetlerine olan düşkünlüğünü” de bu “Arab kökeni”ne bağlamıştır. Görünüşe göre Endülüslü atalarından etkilendiği tek şey Doğu kıyafetleri değildir. “Mücerret (“Soyut”) sanatın başlangıç noktaları İspanya’dadır!” derken, anlaşılan o ki, yine Endülüs’e işaret etmektedir.

Dipnotlar

1) Salih Mirzabeyoğlu, Elif –Resim Redd Kökündendir!-, İBDA Yay., İstanbul 2003, s. 175-176

2) Sakıp Sabancı Müzesi, “İstanbul’da Bir Sürrealist: Salvador Dali” Sergisi’ndeki bir afiş’ten.

3) Gergedan Dergisi, Ağustos 1987, s. 70-71

4) A.g.d., s. 125

5) A.g.d., s. 133

6) A.g.d., s. 84


Baran Dergisi, 12 Aralık 2008


Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com

Hiç yorum yok: