28 Ekim 2008 Salı

YİTİRİLMİŞ BİR GELENEK: “BED’İ BESMELE”

“Bed’i Besmele”, besmeleye başlamak demek. Osmanlı Devleti’nde, 4-7 yaş arasındaki çocukların ilk mektebe, bugünün ilkokuluna başlama merasimlerinin adıydı bu. Halk arasında, merasim esnâsında edilen dualara yüksek sesle “âmin” denilmesinden dolayı, “Âmin Alayı” da denilmekteymiş.
Çocukların mektebe başlama yaşlarının kesin bir sınırı olmaması dikkat çekici Osmanlı’da. Fizikî ve zihnî gelişimine göre 4 yaşındaki bir çocuk da ilk mektebe gidebilmektedir ve kaynaklara bakılacak olursa bu “nadir” görülen bir durum da değildir üstelik. Hatta, “4 yaş, 4 ay, 4 gün”lük çocukların ilk mektebe başlamalarının yaygın bir tatbikat olduğunu görüyoruz. Bugün, “7 çok geç!” şeklinde kampanyalarla çocukların 3-4 yaşlarında okula başlaması gerektiğini söyleyenler, 85 yıl kadar geç kalmış anlaşılan. Çok zor (!) olduğu için değiştirilen “elifbe”yi bu çocuklar 4 yaşında öğrenirken, bizim çocuklarımız “abc”yi 7 yaşında güç belâ söküyor oysa.

Osmanlı’da okula başlayacak çocuğa ailenin maddi durumuna göre ya yeni giysiler alınır yahut mevcutlarından en yenileri giydirilerek hazırlık tamamlanır. Merasim için evde hazırlanan tatlılar dağıtılır, ilahiler ve dualar eşliğinde çocuk evinden alınarak okula götürülür ve nihayet hocasının karşısına oturtulur. Hocası çocuğa ilk önce besmele çektirir, ilk ders olarak ise sadece “elif” harfini öğretir ve merasim, edilen dualarla sona erer. Hocanın ilk derste yeni öğrencisine sadece “elif” harfini öğretmesi de hikmetli bir sebebe binaendir zannımızca. Yunus’un, “ilim ilim bilmektir” dizeleriyle başlayan şiirine atfedersek; “Dört kitabın mânâsı / Bellidir bir elifte / Sen elifi bilmezsin / Bu nice okumaktır”. (Konuyla ilgilenenler için, benzeri birçok malûmat ve bu bahsin devamı, Kültür Dergisi, Sonbahar 2008, “Osmanlı’da Çocuk” özel sayısında)

Çocuğun ailesinin muhafazasından veya evinin mahfazasından çıkarak, “kendi başına” bir sınıf dolusu yaşıtıyla ilk sosyalleşme imkânını bulacağı; henüz yazıyla tanışmamış ve dönüşüme uğramamış “şifâhî irfan”ın (sözlü kültürün) büyülü dünyasından çıkarak, “yazılı” irfanla ilk kez tanışacağı mektebe-okula başlamasını bir düğün gibi ve bir şenlik tarzında idrak etme inceliğini gösteren bir medeniyetten bugün bize kalansa, sade suya tirit bir “Türküm, doğruyum, çalışkanım” tekerlemesi!

Diğer taraftan, bugünle tek fark “bed’i besmele” merasiminden ibaret değildir. Okula başlama yaşının kaç olduğundan daha önemlisi, okul öncesi ve okul hayatı sırasında çocuğun ruhî gelişimi için elzem olan diğer tamamlayıcı unsurların sağlanıp sağlanmadığıdır. Bu noktadan baktığımızda, dünle bugün arasında bir “uçurum”un varlığı dikkat çekmektedir. Nasıl bir uçurum?

“Sözelliği (şifâhîliği) tam olarak yaşayamamış bir insan, okuryazarlığı tam olarak benimseyemez” diyor Barry Sanders. Bunun ne demek olduğuna dair çok kısa bir tarihçe verelim.

Batı’da Sanayi Devrrimi’nden sonra ananevî aile yapısı dağılmış, başta neneler ve dedeler olmak üzere aile büyükleri ve akraba çevresi geride ve tarım merkezinde yapılanan köyde bırakılarak, sanayi merkezlerinde öbekleşmiştir aileler. Yani anababa ve çocuklardan müteşekkil “çekirdek” aileler. Çocuğun aile büyüklerinden ve akraba çevresinden kopartılması, gerçekte bir canlının “tabiî” sosyal çevresinden kopartılarak bir “kafes”e, bir “akvaryum”a hapsedilmesi gibidir. Böyle de olmuştur ve bir toplumun manevî mirasını ve hayat tecrübesini yaş itibariyle en olgun seviyede temsil eden aile büyüklerinin çevresinde bulunmadığı çocuklar, kültür köklerinden beslenmeksizin büyümeye başlamıştır.

İlk çocukluk döneminde yazının, yazı mantığının ve yazılı eserlerin çocuğa hitab eden bir yönü yoktur. Ne varsa “dudak”lardan ulaşacaktır çocuğun kulağına ve kalbine. Masallardır, ninnilerdir, bilmecelerdir, halk hikayeleridir, dinî hikâyelerdir ve diğer bu çerçevedeki kültür ürünleridir çocuğa verilmesi gereken. Veya zaten verilebilecek olan. Ama tam tersi olmuştur ve bizim toplumumuzu da sözkonusu “Batıcı hayat tarzı” esir almıştır.

Giderek “çekirdek” aile içindeki o “çekirdek” de dağılmaya başlamış, “kültür” tahribatı anlamında her evde bir “atom bombası” patlamaya başlamıştır. Ağır geçim yükü altında önce erkeğin evden uzaklaşmasına şahid olunmuş; giderek annenin de çalışması gerekmiş, çocuklar bir yük hâline gelmiş veya böyle gösterilmiş; önce “anne sütünden bile yararlı”(!) mamalar icad edilerek ve çocukların tavuk çiftlikleri misali tıkılabileceği kreşler tesis edilerek, hâlâ evinde kalabilenlereyse “televizyon” dadısı tahsis edilerek, nihayetinde annesinden, babasından, ya bir diğer okul öncesi müessesede veya okulda bulunan (varsa!) kardeşlerinden kopartılmıştır küçük çocuk.

Annesini yeterince göremediği için güvensiz, babasını yeterince göremediği için otoritesiz, dedesini-nenesini göremediği için köksüz ve dinsiz nesillerin böylece önü açılmıştır. Böyle bir ortamda, (yaşı ister 5, ister 6, ister 7 olsun!) çocuğun okula başlaması da, yeterince ve gerektiğince “yaşanmamış” güdük bir şifâhî temel üzerine gökdelen dikme çabası olmuştur. Yani olmamıştır ve bugünün köksüz, kültürsüz, ruhsuz, derinliksiz, kitabsız ve “besmele”siz nesilleri işte böyle doğmuştur.

“Bed’i besmele”, büyük mesele!


Baran Dergisi, 28 Kasım 2008

Gülçin Şenel
gulcinsenel@gmail.com
 
 
 
 

Hiç yorum yok: