31 Temmuz 2015 Cuma

Sibel Eraslan: “Mirzabeyoğlu, Sükût Suikastına Maruzdur!” Röportaj: Gülçin Şenel




HAYATTA VE SANATTA ÖRNEK KADINLAR
“Siret-i Meryem”, “Can Parçası Hazreti Fatıma”, “Çöl/Deniz Hazreti Hatice” gibi eserlerinizde İslam’ın “cennetle müjdelenen” kadın şahsiyetlerini yazdınız. Bu bakımdan soruyorum: Cehennem gibi bir modernizm buhranını acısı ve çelişkisi ile tecrübe eden günümüz Müslüman kadınına ve günümüzün kadın idrakına, “mukaddes” cennet kadınları ne söylüyorlar?
Gülçinciğim, “Rabbimiz; bize dünyada ve ahirette iyilikler ver, bizi cehennem ateşinden koru” duasından başka tutunacağımız birşey var mı? Modernizmin, evet bir tür fıtrat dışı dayatmalar yığını olarak düşünüldüğünde, dünyadaki cehennem olarak isimlendirilmesi veya teşbihi edebî açıdan uygun düşebilir. Ama dinen, cennet ve cehennemin istılahî anlamları elbette ahiretle ilgili. Bununla birlikte, Kur’andaki cennet ve cehennem tasvirleri hep dünyadaki benzeşimler üzerinden anlatılmış insan muhayyilesine. Mukaddes annelerimizin hayatları da bu çerçevede cennetle münasebetli… Onların rızası, cesareti, öne atılışları ve gayretleri ile bir kere daha düşünülmesi gerekiyor. Bizde edebiyat, Tanzimattan bu yana -sanat adına- seküler baskılarla şekillendirildiği için, günümüzdeki edebî zevk, gelenekten ve an’anevî sanat tarzlarından bağını kopartmayı kendi adına mükemmellik olarak addetti uzun yıllar… Cennet kadınları oysa, edebiyatın gündeminde olmalıydı ki, cennet tasavvuru da yitik masal veya efsane olmaktan çıkıp hayatiyet kazanabilsin…     
Müslüman kadının kendini edebiyatta, sanatta, fikirde ve eylemde ifade etmesi için, illâ feminizm mi gerekiyor, yoksa İslamî referanslar bu konuda yeterli ve tamamlanmış mıdır?
Senin bu konuda hassas olduğunu biliyorum (gülüyor). İllâ feminist olmak gerekmiyorsa da, iş yapan, iş gören, göğüs geren kadınlık performansları, dünya kriterlerine göre feminizm içinde değerlendiriliyor. Özellikle şiir, kadınların başarısı konusunda mevcut cimri dili ile, sanki kadınlara kapalı bir tür kadın dışı “kozmik oda” mevkiinde. İşin güncel yönüdür bu. Bir de problemdeki asıl önemli vurgu, İslamî referanslar meselesi var. Hazreti Fatıma’nın döneminin en büyük şairelerinden olduğunu bilmiyordum meselâ araştırmalarıma başlamadan evvel. Babasının (S.A.V) vefatından sonra öyle muazzam beyitlerle okuduğu bir divanı var ki… Kezâ Hazreti Meryem de, yaşadığı dönemin en büyük hattatlarından ve hafızlarından… Hacı Zihni Efendi’nin 1870’lerin ikinci yarısında yazdığı Meşâhir-un Nisâ adlı iki ciltli “meşhur kadınlar” atlası var. Orada hem ilim hem sanat hem siyaset dünyasındaki kadınları okuyunca, bizdeki yerleşik Şark kadınına dair bütün ircâcı, indirgemeci ezberler bozuluyor. Serpil Çakır’ınOsmanlı’da Kadın Hareketi adlı tezi de kezâ, bize Osmanlı dönemindeki kadın dergileri, gazeteciler ve sivil toplum örgütlenmeleri hakkında ciddi bilgiler veriyor. Yani kadın hareketi bizde cumhuriyetle başlamış yeni bir iş değildir. İbni Battuta, seyahatnâmesinde, Osmanlı kuruluş dönemindeki Bacıyanı Rum teşkilatına hayranlığını aktarmıştır. Kezâ Osmanlı kadın sultanları, şehir topografyamızın mühürleri olan sivil mimarînin ve sosyal dayanışmanın en mükemmel örneklerini sergilemişlerdir. Bizim hafızamızı ören bu annelerimizin güçlü kadın kimliğini, bugünkü koordinatlarımızı belirlemede müsbet bir temel olarak görüyorum. Bana güven veriyor annelerimiz… Her kız annesine benzer. Encâmımızı annelerimizin bu genetik şifreleri çiziyor bugün bile… Ve yarın da çizecek…
“Parçası Benden” ve “Balık ve Tango”da, çok güzel bir edebiyat üslubu ortaya koydunuz. Hatta diyebiliriz ki, bu alanda gösterdiğiniz başarı makalelerinizdeki başarınızı bir hayli geçiyor. Edebiyat alanında başka neler yapmayı düşünüyorsunuz? Meselâ roman var mı?
Ben hikâyeciyim. Müslüman edebiyatçı için Kıssa’nın anlamını yeterince bilmek ve özümsemek gerekiyor. [Muharref] Tevrat’ı okudun mu bilmiyorum ama güzel bir eserdir ve tam karşılığı olarak trajedidir diyebiliriz. [Muharref] İnciller de güzeldir, özellikle Aziz Thomas’ınki (kanonikler içinde de Yuhanna’yı beğenirim). İncil’in dili de liriktir ve edebiyattaki tam karşılığı dramdır diyebiliriz… Kur’anı Kerim ise kıssaları seçmiştir bize hikmetlerden bahsetmek için. Kıssa, ana caddeye (Şeriat) çıkaran küçük yol anlamında bir kelime… Kıssalarla Rahmanî hikmetin yolculuğuna çıkarız. Attar Mantık-ut Tayr’ında, Galib Hüsn-ü Aşk’ında, Fuzulî Leyla vü Mecnun’da bu usûlü kullanmışlardır. Hikâye, şiire yakın, esrarlı ve kısa alanda çok yüksek gerilim isteyen yönleriyle edebî sanatlar arasında beni en çok coşturan tarz… Roman değil, hikâyeler üzerinden yürüyorum… Hz. Meryem’in hikâyesi için bu yüzden “Siret” dedim. “Çöl/Deniz” de uzun hikâyeydi. Dergah yayınlarındaysa kısa hikâye çalışmalarımla devam ediyorum.  

28 ŞUBAT... BAŞÖRTÜSÜ... MAVİ MARMARA...
Ekşi Sözlük’te “28 Şubat darbesini Sibel Eraslan'dan dinlemek gerek” diye bir yorum var sizin hakkınızda. Darbelerle hesablaşma sürecine girdiğimiz bugünlerden o güne baktığınızda neler düşünüyorsunuz? Acaba sizce bir gün 28 Şubat darbesi ve darbecileriyle de hesablaşabilecek miyiz?
28 Şubat, korkunç ve siyah bir silindir gibi hatıralarımda. O günlerde herkes susuyordu. Şimdi çok şükür ki konuşma alanları açıldı. Darbecilerle hesablaşma konusunda önemli geçitlerden geçiyoruz. Ama yine de darbeleri hesaba çekecek bir yargı düzeninden mahrumuz.  
28 Şubat darbesi demişken, onun bakiyesi olarak şiddetlenen başörtüsü yasakları ve mücadelesi devam ediyor. Ancak “yasak” tüm şiddeti ile devam ederken, “mücadele” nisbeten geriledi. Eylemlere katılımlar azaldı. Acaba iktidarda Ak Parti’nin olması, “keskin” bir muhalefeti engelliyor mu, meselâ iktidarda CHP olsaydı mücadelenin “dozu” bugünkü gibi mi olurdu?
Kesinlikle evet. Mevcut hükümetin bu problemlerin içinden yetişmiş, yaşamış, tecrübesi olan kişilerden oluşmuş olması bizde bir empati doğuruyor. Mağduriyet hâlâ aşılmış değil. Resmî protokol krizleri ile üst seviyede devam eden mağduriyet görüntüsü, alttaki bizler için büyük bir umutsuzluğa dönüşüyor ne yazık ki. Bir de, dünya da değişiyor. Benim yetiştiğim dönemde üniversite okumanın anlamı ile bugünkü üniversite anlamları çok farklı. Maddiyat ve kariyer tutkusu, insanları ideallerinden edebiliyor. Bugünün çocukları bizim direnişimizi romantik ve patetik bulabiliyor. Muhalefet dilini seviyoruz ama iktidar dilini henüz tam anlamıyla keşfedemedik.
“Mavi Marmara” hâdisesinden sonra gemide şehid edilenlerin ve İsrail terörizminin hesabı sorulamadı, tâbiri caizse, hepimiz elimiz böğrümüzde kalakaldık. Bu meselenin siyasî “manevralarla” çözülebileceğine inanıyor musunuz? Yoksa kökten bir politika değişikliği ile, İsrail’i ilk tanıyan bu ülkenin, inisiyatif hakkını “her şeyi göze alarak” kullanması gerekmiyor mu?
Gerek Başbakanımızın gerekse Dışişleri bakanımızın bu konudaki samimi telâş ve hızlı intibak, milletlerarası karar safhasındaki diplomatik çabalarını yakınen takib ediyorum. İsrail ve Amerika’nın milletlerarası teamül ve müeyyideleri tanımadığı bir süreçte hukukî soruşturmanın akıbetinden pek umutlu olmamakla birlikte, yine de hukukî mücadele taraftarıyım. “Mavi Marmara” bizim gündemimizi yeniden Filistin’le aktüelleştirdi… İsrail’le sadece devlet bazında ilişkimiz yok. Özellikle sivil ticarî ilişkilerimiz çok yüksek. Yani sadece devletin alacağı ambargo kararları ile yürümez. Tek tek hepimize düşen görevler var. 

SALİH MİRZABEYOĞLU’NUN ÇİLESİ
Çoğu insanın adını bile anmaya çekindiği bir dönemde siz, Salih Mirzabeyoğlu’nun haksız bir şekilde yargılanmasını ve cezaevinde olmasını eleştirdiniz. Acaba siz de bizim gibi Mütefekkir Mirzabeyoğlu’na yapılan haksızlıklara karşı Müslüman “aydınların” çoğunun niçin derin bir sessizlik içinde olduğunu merak ediyor musunuz?
Salih Mirzabeyoğlu’nu düşünür ve şair olarak her zaman ilgiyle takib ettim. Türkiye’de sanatçılar, potansiyel düşünce suçlusudur çoğu kere. Said-i Nursî, Necib Fazıl böyleydi; Aliya İzzetbegoviç böyleydi; Nurettin Topçu, Mehmet Âkif, Şule Yüksel, hep böyleydi ne yazık ki… Hatta Yunanî estetisyenler diyebileceğimiz Ahmet Hamdi Tanpınar ile Yahya Kemâl bile böyleydi; “sükut suikastına” maruz kalmışlardı. Bununla birlikte, herkesin demokratik açılımda yer bulabildiği bir ortamda Mirzabeyoğlu için kuşanılan sessizlik cidden problemlidir. Bu tür davalarda, düşünce suçlusunun arkadaşlarına, sevenlerine, takibçilerine büyük vazifeler düşüyor. Kamuoyu çalışmaları, halkla ilişkiler, meselenin her zeminde birebir anlatılması, çok önemli. Haksızlığa uğramış olmak, evet, bizim asabımızı bozabilir ama, asabı bozuk olmayanları da derdimize şâhid kılabilmek için kuracağımız “dil” çok mühim. Savunma, sorumluluk ister.        
Baran Dergisi’nde Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “Ölüm Odası-BYedi” isimli bir eseri tefrika ediliyor. Size de dosya olarak göndermiştim. “Telegram” işkencesini, hâlihazırda yaşadıkları ile birlikte, bir çeşit “günlük” gibi anlatıyor. Siz hem bir hukukçu olarak hem de Müslüman olarak, Salih Mirzabeyoğlu’na uygulanan bu işkence hakkında ne düşünüyorsunuz?
Telegram eserini önceden okudum, diğer yeni tefrikaları ise henüz okuyamadım. Benim için çok korkunç ve tüyler ürpetici bir metod “zihin sürüklemesi” yoluyla insanları kapana kıstırmak. İşkencenin her türüne karşıyım, ister bedenî isterse ruhî olsun. Bir hukukçu, edebiyatçı olarak, insan hayatına yaraşır bir hayatı savunmanın tarafındayım. 
Son bir soru: Anayasa paketi referandumuna sayılı günler kalmışken, bir hukukçu olarak, bu paketin muhtevası hakkında neler söylersiniz?
Mevcut anayasa, bir darbe anayasasıdır. Yeni ve halk katılımlı bir anayasa yapmak en büyük umudumuz. Ama hiç olmazsa “yargı içinde yargı” şeklinde özetleyebileceğimiz mevcut kast sitemini ve jüristokrasiyi kısmen değiştirebileme şansımız doğduğu için, değişimi destekliyorum. Anayasa Mahkemesine ferdî başvuru hakkı, YAŞ kararlarının denetime açılması, HSYK ve Anayasa Mahkemesi’nin oluşumunun yeniden düzenlenmesi gibi önemli konular var… “Karargâh” yargısından “halk” yargısına geçiş sürecinde önemli adımlardır bunlar…  
Çok teşekkür ediyoruz.

 Aylık Dergisi, Eylül 2010

“Proust Bir Sinirbilimciydi”




Beynimizin sırlarla dolu olduğunu biliriz. Nasıl çalıştığı, nasıl uyarıldığı, bütün işlerimizi göz açıp kapamadan nasıl hallediverdiği çoğu zaman muammadır. Her ne kadar Nöroloji-Sinirbilim uzmanları pek çok keşif yapmışsa da, hâlâ beyinde ne olup bittiği laboratuvar ortamında çözülememiştir. İnsan beyni, sırrını (ki sırrı şuurdur), sanki üzerine gittikçe daha çok gizlemektedir. Çünkü, beyin sadece bir organsa, “düşüncemizi, hissimizi, irade ve isteklerimizi nasıl yorumluyor?” suali sinir hücrelerinin elektrik bağlantılarıyla açıklanamamaktadır. Sefine’de Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu bu meselenin altını şöyle çizer:
«“Şuurun beyindeki yerinin bir beyin cerrahı tarafından bulunamayacağı iyice anlaşılmıştır; çünkü bu yer, bir organ veya organlarla o kadar alâkalı gözükmeyip, beyin dahilindeki enerji alanlarının birbirleriyle etkileşim içinde olmalarıyla ilişkili gibidir. Nöro-fizyologlar, kendi şuurlarının dışında aradıklarını muhtemelen bulamayacaklardır, çünkü aradıkları şey arayanın tâ kendisidir.”
Şuuru gözden geçirmek için tek araç şuurun kendisidir; böyle olunca, bir aynadaki durumu sonsuz kere yansıtan diğer ayna… Ve müşahede eden, gözlediğini, düşünen de düşünceyi başkalaştırıyor.» [1]
İşte bu yüzden “kendilerini” didik didik eden sanatçıların eserleri, bu konuda ilmî keşiflerin önünde gidiyor. Çünkü teşrih masasında kendileri yatıyor; şuuru, hafızayı, görmeyi, duymayı, koklamayı, hissetmeyi anlamak için beyin ameliyatı yapmıyorlar; kendilerini dinliyorlar ve sezgileri onları haklı çıkarıyor.
Meraklı bir sinirbilimci adayı olan Jonah Lehrer bir gün laboratuvarda Proustokumaya başlar ve fark eder ki, Proust “hafıza” konusunda ilmî izahlardan çok daha önce bunları romanlarında dile getirmiştir. Bu keşif merakını kamçılar ve edebiyat-sanat dünyasından pek çok sanatçıyı inceler. Neticede Sinirbilim’in yeni keşiflerini yahut cevab veremediği problemleri çok önceleri sezgileriyle ortaya koyan sanatçılarla ilgili bir kitab kaleme alır: Proust Bir Sinirbilimciydi. Şöyle diyor Jonah Lehrer kitabının takdiminde:
“Maalesef, bugünkü kültürümüzün gerçeğin ne olduğuna ilişkin tarifi çok dardır. Eğer bir şey sayılabilir yahut hesablanabilir değilse, gerçek olamaz. Bu katı ilmî yaklaşım çok şeyi açıkladığından, her şeyi açıklayabileceğini sanıyoruz. Ama tecrübî metod da dahil olmak üzere her metodun sınırları vardır. İnsan zihnini ele alalım. Bilimciler beynimizi fizikî unsurları üzerinden tarif ediyorlar; elektrikli hücreler ve snaptik (asabî?) boşluklardan oluşan bir dokuma tezgâhından başka bir şey olmadığımızı söylüyorlar. Ama dünyayı bu şekilde tecrübe etmediğimizi unutuyorlar. (Makine gibi değil, hayalet gibi hissederiz.) İronik olabilir ama doğrudur: Sanatın bir şeye ircâ edemeyeceği yegâne gerçeklik bilip bilebileceğimiz tek gerçekliktir. Tam da bu sebeble sanata ihtiyacımız var. Sanatçılar gerçek tecrübelerimizi dile getirerek bize bilimimizin eksik olduğunu, hiçbir madde haritasının şuurumuzun gayri-maddîliğini açıklayamayacağını hatırlatırlar. Bu kitabın anlatmak istediği, sanat ve bilimden yapılmış olduğumuzdur. Rüyâların yapıldığı maddeden yapılmışız biz, ama aynı zamanda yalnızca maddeyiz. Şu anda beyni, sırrının hiçbir zaman çözülemeyeceğini kavrayacak kadar tanıyoruz. Tıpkı bir sanat eseri gibi malzemelerimizin toplamından daha fazlasıyız.” [2]
Eserinde, (ProustGeorge Eliot, Auguste Escoffier, Walt Whitman,Cezanne, StravinskiGertrude Stein, Virginia Woolf) toplam sekiz sanatçıdan (ki bunlardan biri de aşçıdır) bahseden Jonah Lehrer, her birinde, daha önce dikkatimizi çekmemiş hususiyetleri işaretleyerek, bir bilim adamından ziyade, iyi bir edebiyatçı gibi davranıyor. Zaman zaman Stefan Zweig’in bir eserini okuyormuş hissine kapıldığımız bile oldu. Bir not olarak belirtelim; eserin bizce en parlak bölümleri Paul CezanneMarcel Proust veVirginia Woolf’un incelendiği bölümler. Biz de bu üç bölümü anlatacağız.

PROUST VE HAFIZA
Kitaba ismini veren Marcel Proust’la başlayalım ve öncelikle onun filozofBergson’la hem ailevî hem de fikrî bağları olduğunun altını çizelim. Bergson,Proust’un kuzeniyle evlidir ve Proust sanatın gücüne inanmayı Bergson’un o zamanlar yeşeren sezgi felsefesinden öğrenmiştir. Öyle ki, Jonah Lehrer’e göre, Kayıp Zamanın İzinde eseri, Bergson’un felsefesini, yani hakikatin fizikî değil ruhî olduğunu isbatlayan bir roman olmak gayesindedir.
Proust’un Kayıp Zamanın İzinde isimli eseri, hafızasını harekete geçiren bir “madlen”le başlar. Ihlamur çayına batırıp yediği madlen keki, birdenbire onu bambaşka bir ruh hâline büründürür. Proust koku ve tat duygularının hatıralarımızı saklayan önemli uyaranlar olduğunu düşünür: “Ne var ki, uzak bir geçmişten geriye hiçbir şey kalmadığında, insanlar öldükten, nesneler yok olduktan sonra, bir tek, onlardan yoksun, daha sürekli, daha sadık olan koku ve tat, daha çok uzun bir süre, ruhlar gibi, diğer her şeyin yıkıntısı üzerinde hatırlamaya, beklemeye, ummaya, neredeyse elle tutulmayan damlacıklarının üstünde, bükülmeden, hatıranın devâsâ yapısını taşımaya devam ederler.”
İşte bu noktada şöyle diyor Jonah Lehrer:
«Sinirbilim bugün Proust’un haklı olduğunu biliyor. Brown Tıb Fakültesi’nde psikolog olan Rachel HerzProustçu Hipotezi Sınamak gibi kıvrak zekâ ürünü bir başlığı olan ilmî yazısında, koku ve tat duygularımızın fevkalâde hissî olduğunu gösterir. Bunun sebebi koku ve tat duygularının hipokampus (beynin uzun süreli hafıza merkezi) ile doğrudan bir bağa sahib olmasıdır. Onların bıraktığı iz silinmez.» [3]
Ancak hafızanın insana oynadığı oyunlar bitmemiştir. Nitekim bazı tatlar ve kokular hafızamızı harekete geçirir, fakat hatırladıklarımızın çoğunu çarpıtırız.Proust tuğla kalınlığındaki eserini yazarken bunun farkına varmış ve hafızanın şaşmaz olmadığını söylemiştir. 2000’li yıllara gelindiğinde bilim adamları “sadece bizim hatırlama fiilini değiştirmediğimizi, hatırlama fiilinin de bizi değiştirdiğini” fark ettiler. Farelerle yaptıkları deneylerde farelerin hafızalarını silmeyi başardılar. Neticede hafızanın hareketsiz bir bilgi deposu olmayıp bir süreç olduğunu isbatladılar. Ancak hafızanın bir süreç olduğu ve çarpıtılabildiği gerçeği, onun yapısı hakkında bir fikir vermez. Nitekim Jonah Lehrer şöyle demektedir:
“Sinirbilimciler alınmasın ama hatıralar genelde bu şekilde oluşmaz. Hayat yalnızca bir defa vuku bulur. Proust Swanların Tarafı’nda keki hatırladığında bunun sebebi çok fazla kek yemiş olması değildi. Aslında tam tersi doğruydu.Proust’un hatırası rahatsız edici derecede hususî ve her açıdan beklenmediktir. (…) Proust’un geçmişi kendisini şok eder.” [4]
Neticede Proust’un bildiğini ve çoğumuzun da aslında tecrübe ettiğini herhangi bir “delil” olmadığı müddetçe bilim adamları reddedecektir: Hafıza şuurun bir şubesi gibi görünmektedir ve beynin herhangi bir yerinde boşuna aranmaktadır. Çünkü her yerindedir. Karl Pribham hafıza konusunda hologram örneğini kullanarak bunu dile getirmiştir:
“Beyin bir hologramdır.”
CEZANNE: GÖRME SÜRECİ
Ressam Paul Cezanne, çağının empresyonist (intibacı) ressamlarının –ki kendisi de aslında onlardan biriydi-, “görmek için ışık yeterlidir” tezini post-empresyonist (geç-intibacı) resimleriyle reddediyordu. Çünkü Cezanne, ışığın yalnızca görmenin başlangıcı olduğunu düşünüyordu. “Tek başına ışık yeterli değildir, aynı zamanda düşünmek de gerekir” diyordu. O, gördüklerimizi yorumladığımızı düşünüyordu; görülenin şahsî bir yorum olduğunu söylüyor, görmenin sadece gözün bir faaliyeti olduğunu kabul etmiyordu. Şöyle diyorJonah Lehrer:
“Bugün Cezanne’nin haklı olduğunu biliyoruz. Görme sürecimiz fotonlarla başlar, ama bu yalnızca başlangıçtır. Gözlerimizi her açtığımızda, beyin şaşırtıcı bir tahayyül eylemine girişir ve ışık kalıntılarını anlayabileceğimiz bir biçim ve mekan dünyasına dönüştürür. Bilimciler kafatasını inceleyerek duyumlarımızın nasıl oluştuğunu, görme korteksi hücrelerinin nasıl sessizce görme olayını gerçekleştirdiğini görebilirler. Gerçeklik, biz şahid olalım diye orada öylece beklemiyor: gerçeklik zihin tarafından oluşturulan bir şeydir. Cezanne’in sanatı görme olayının nasıl olduğunu ortaya koyar. Tabloları gereksiz derecede mücerret olmakla eleştirilmiş olsa da, -öyle ki empresyonistler bile Cezanne’ın tekniğiyle alay etmiştir-, aslında bize dünyayı beyne ilk gözüktüğü şekilde gösterir. Bir Cezanne tablosunun sınırları yahut bir şeyi başka bir şeyden ayıran kalın siyah çizgileri yoktur. Onda yalnızca fırça darbeleri ve tuvalde bir rengin yüzeye sürüldüğünde başka bir renge değiştiği görüntüsünün olduğu yerler vardır. Görmenin başlangıcı budur: Gerçeklik beyin tarafından çözülmeden önce buna benzer. Işık henüz biçim haline gelmemiştir. (…)Cezanne’ın dehası budur: Bizi aynı durağan tuvalde, görüşümüzün başlangıcını ve sonunu görmeye zorlar. Mücerret bir renk mozaiği olarak başlayan şey gerçekçi bir tasvire dönüşür. Tablonun doğduğu yer boya yahut ışık değil, zihnimizin içinde bir yerlerdir.” [5]
Cezanne, resimlerini, kendi yorumunu katmadan gördüğü gibi çizmeyi deniyordu. Fakat bu imkânsızdı. Şöyle diyor Lehrer:
«Cezanne, tabiatı kopyalamaya çalıştığını açıkça itiraf ediyordu. “Ama beceremedim, araştırdım, dört döndüm, her bir yönden baktım ama nafile.”Cezanne ne kadar çabaladıysa da, beyninin sinsice müdahalede bulunan yorumlarından kaçamıyordu. Mücerret resimlerinde bu psikolojik süreci göstermek ve zihnin gerçekliği nasıl oluşturduğunu fark etmemizi istemişti.Cezanne’ın resimleri bize göremeyeceğimiz şeyleri, yani nasıl gördüğümüzü gösterir.» [6]
Peki, bilim bu konuda ne diyor? Görmeyi bir fotoğraf makinesi gibi izah eden metod David Hubel ve Torsten Weisel’in çalışmalarından sonra geçerliliğini yitirdi. Bu bilimciler, görme ânını, yorumlanma gerçekleşmeden önceki durumu yakalamaya çalışıyorlardı. Bu bilim adamlarına göre görme olayı tamamen mücerret bir süreçti. Beyinde aradıkları iki buudlu resmi bir türlü bulamadılar, görme olayı gerçekleşirken harekete geçen hücrelere rastlayamadılar ve bu sırrın peşine düştüler:
“Fakat sonra tamamen tesadüf eseri, uyarılmış bir hücre, dünyanın gördüğü parçasıyla ilgilenen bir nöron keşfettiler. Bu hücre neye cevab veriyordu? Hubelve Weisel’in hiçbir fikri yoktu. Nöron tam da tepkisiz olması gereken ânda, aktif hâle gelmişti. Onu uyaracak hiçbir ışık yoktu. Ancak adımlarını geriye doğru izledikten sonra anlayabildiler. Işık projektörüne bir lam yerleştirdiklerinde, kedinin retinasında farkında olmadan, donuk ama gözden kaçmayacak bir gölgeye yol açmışlardı. Bu yalnızca uçucu bir parlaklıktı –tek bir yönde düz bir çizgiydi- ama hücrenin istediği tam da buydu. Bu keşif Hubel veWeisel’i şaşkına çevirmişti. Görmenin ham maddesini bir ânlığına görmüşlerdi ve bu hammadde tamamen mücerretti. Beyin hücrelerimiz tuhaf şeylerdi, ışık noktalarının değil, çizgilerin oluşturduğu açıların cazibesine kapılıyorlardı. Bu nöronlar kontrastı parlaklığa, keskin kenarları eğrilere tercih ediyorlardı. (…) Dünyanın görülmeden önceki, yani zihnin görme duyusunu oluşturmakta olduğu dönemdeki hâli buydu. Cezanne’ın resimleri görme korteksi tarafından farkedilen bu gizli geometriyi hatırlatır.” [7]
Gözlerimizin gördüğü şeyde ilk önce çizgileri seçmesi şaşırtıcı olduğu kadar bunu fark etmiş bir ressam için de fazlasıyla ilham verici olmalıdır. Meselâ,Cezanne’dan etkilenen ressamlarca oluşturulan Kübizm ekolünün çizgilerini hatırlamamak ne mümkün. Hatta, Hat sanatının bir nevî "çizgilerin resmi" olmasını…
Bir not olarak belirtelim: Lehrer’in aktardığına göre, Cezanne’ın çok yakın arkadaşı olan Emile ZolaEser romanında Cezanne’ı anlatır. Cezanne’ın, döneminde alay edilen resimlerine o da aynı gözle bakıyordu. Bu roman yayınladığı zaman Cezanne’la yolları ayrıldı. Cezanne hakkında son cümle:
“Cezanne tabiat konusunda mücerrede gidiyordu, çünkü gördüğümüz her şeyin tecrid etme olduğunu anlamıştı.”
VIRGINIA WOOLF: “BENLİK”İN PEŞİNDE
Virgina Woolf, ıstırablı bir zihne sahibti. Sebebi belli olmayan sinir krizleri geçiriyor, sürekli doktor kontrolünde ilaç kullanıyordu. Bu sebeble zihniyle çok içli dışlı bir hâle gelmişti, sürekli onu inceliyordu. “Şuur akışı” olarak adlandırılan bir biçim geliştirerek kaleme aldığı romanları, zamanı ve mekânı önemsemiyor ve yalnızca insanın zihninden geçirdiklerini anlatıyordu. (“Yalnızca duygu ve düşünceler olacak, ne fincanlar ne masalar.”) Şöyle diyordu:
“Bir ân durup sıradan bir günde sıradan bir zihni inceleyin. Bu değişen, bu bilinmeyen ve ucu bucağı olmayan ruhu, ne tür bir sapma ve karmaşıklık sergilerse sergilesin, yabancı ve haricî unsurlardan olabildiğince uzak tutarak aktarmak romancının görevi değil midir?”
Öyle olduğuna inandı ve romanlarını da bu şekilde kaleme aldı. Jonah Lehreronun bu tarzını “şuuru belgelemek” olarak niteler:
«Bu teknik ona şuuru bir süreç olarak belgeleme imkânı verir ve bize düşüncemizin tüm yönlerini gösterir. Gayri şahsî his her zaman sübjektif bir tecrübe hâline gelmekte ve bu tecrübe her zaman bir sonrakine akmaktadır. İşte bu süreksiz değişiklikten her şeye rağmen karakter ortaya çıkar. Woolfbenliğimizin bu iki yönünü de görmemizi istiyordu: “Bu hem bir nefes değse kırışıverecek bir şey hem de atlar koşulsa yerinden kıpırdatılamayacak bir şey olacaktı.”» [8]
Benlik ve şuur konusunda bilimin kafası karışıktır. Onun beyinde bir yeri olduğuna inanır, iş nerede olduğunu bulmaya kalmıştır. Cristof Koch isimli bir Nörolog, benliğin beyindeki yerini keşfetmeye karar vermiştir. Sol ve sağ gözlerin mütekabil kısımları iki ayrı imaj görürse ne olur? Bu deneyi gerçekleştiren Koch, sol göze "yatay", sağ göze "dikey" çizgiler gösterdiğinde, kişi ekose bir model idrak edecektir. Fakat bazen benliğin kafası karışır ve sadece tek bir göze dikkat eder. Birkaç saniye sonra hatasını anlar ve diğer göze de dikkat etmeye başlar ve bu iki idrak, Koch’un sözleriyle “sonsuza dek değişebilir.” Deney sebebiyle kafası karışan benlik, idrakinin altında yatan dalaverenin farkına varır. İki ayrı şey gören iki ayrı gözün görüntüsüne sahib olduğunu fark eder. Koch, beyinde görmeye dair hâkimiyet mücadelesinin nerede gerçekleştiğini bilmek ister. Hangi göze dikkat etmek gerektiğine hangi nöronlar karar vermektedir. Hangi hücreler bu karmaşıklığa “birlik” dayatıyor?Koch bu yeri bulduğunda şuurumuzun nöral karşılıklarından birini bulacağına inanır. Benliğin nerede saklandığını bulacaktır. Şöyle diyor Lehrer:
«Woolf’un yazdığı gibi, “Hayat simetrik olarak dizilmiş fayton fenerleri değildir; hayat… şuurun başından sonuna kadar bizi çevreleyen parıltılı bir hâledir.” Şuurun tek bir nöral karşılığa –fayton feneri- ircâı tarif gereği bir tecrittir. NCC (şuurun nöral karşılığı olacağı düşünülen yer) belli idrak tecrübelerinin nerede gerçekleşeceğini tarif edebilir, ama dikkatin kaynağını ortaya çıkaramaz yahut benliği çözemez, zira bunlar ortaya çıkan özelliklerdir ve tek bir kaynağı yoktur. Woolf’un bahsettiği hesablanamaz sır çözülemeyecektir. Sinirbilim, deneyler yoluyla neleri açıklayabileceği konusunda gerçekçi olmalıdır. (…) Öz şuurluluk en azından iç kısımlarımızdan hissedildiğinde, hücrelerin toplamından daha fazlası olduğu hissini uyandırır. Tecrübelerimizi yalnızca nöronlarımız üzerinden açıklama girişimi asla başarılı olamaz, çünkü nöronlarımızı tecrübe etmeyiz. Woolf bunu biliyordu, tecrübelerimizi sadece fizikî terimlerle tarif etmenin –bilim tarihi bu tür başarısız teorilerle doludur- pek çok eksiklik taşıdığına inanıyordu. Woolf’a göre bu tür “ircâcı” psikolojiler, “karmaşıklaştırmaktan ziyade basitleştirir, zenginleştirmekten ziyade değer kaybettirir.” Bu yaklaşımlar özümüzdeki şahsîliği reddeder ve “tüm karakterleri vak'alara” dönüştürür. Woolf bize zihnin her zihni aynı hâle getirerek çözülemeyeceğini hatırlatır. Şuuru sadece “prefrontal korteksteki salınımlarla” tarif etmek sübjektif gerçekliğimizi çöpe atmak anlamına gelir. Benlik kendini bütün olarak hisseder, ama bilim yalnızca parçalarını görebilir.» [9]
Virginia Woolf’un Gazalî okumamış olması büyük talihsizlik. Çünkü bilimde arayıp bulamadığını kendi iç dünyasında aramış, bulduğu cevablarsa onu hiçbir zaman tatmin etmemiştir. “Delilikten ve diğer şeylerden bir şeyler kapmadım değil. Hatta bende dinin yerini bunların aldığından şübheleniyorum.” diyecek kadar derin bir buhranın içindedir o. “Bir benlik olmadan, görülen bir dünyayı nasıl tarif ederiz?” diye soruyor, cevabını da kendisi veriyor: “Tek bir kelime bile yoktur.”
Lehrer'in kitabının bütün bölümlerinde, beynin bir faaliyeti olarak incelenen koku, tad alma, işitme, görme, konuşma-dil, benlik, hafıza gibi her gün tecrübe ettiğimiz hisler ve fiillerin asıl sebebinin beyin olmadığı, bunları yorumlayan beyin olsa bile o yorumu “idrak edenin” ne olduğunun bilinmediği, bilinse de “bilim” açısından bir “bilinmez” olarak kalacağı vurgulanıyor. Kitabın tanıtımında, sinirbilimin sanatçıların sezgileri ile bulduklarını yeni yeni keşfettiği ifade ediliyor. Şimdi kitabı okuyup bitirince anlıyoruz ki, sanatçıların sezgileriyle ifâde ettiklerini, sinirbilim hâlâ beynin bir köşesinde aramaya devam ediyor. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun Sefine’de altını çizdiği gibi:
«Bir hatırlatma: “Herkesin düşündüğünün tersine, şuuru meydana getiren beyin olmayabilir, belki de beynin ortaya çıkışını, mekânı, zamanı ve fizikî kâinat olarak yorumlamaktan hoşnut olduğumuz her şeyi meydana getiren şuurdur, ruhtur.”» [10]
Sahi, şuur veya ruh nerede? Cevab bizce apaçık: İçinde "insan" olan her yerde…

[1] Salih Mirzabeyoğlu, Sefine – Suver-i Hayâl Âlemi-, İBDA Yay., s. 218
[2] Jonah Lehrer, Proust Bir Sinirbilimciydi, Boğaziçi Üniversitesi Yay., Giriş.
[3] A.g.e., s. 89
[4] A.g.e., s. 100
[5] A.g.e., s. 109
[6] A.g.e., s. 116
[7] A.g.e., s. 118
[8] A.g.e., s. 202
[9] A.g.e., s. 209-210
[10] Salih Mirzabeyoğlu, a.g.e., s. 304
 Aylık Dergisi, Aralık 2009

Zeyneb Kâmil Hastahânesi’nin Bilinmeyen Hikâyesi






1950-1990 yılları arasında İstanbul Anadolu yakasında doğan pek çok kişinin dünyaya gözlerini açtığı yer, Üsküdar’daki “Zeyneb-Kâmil Hastahânesi”dir. Üstelik bu hastahâne bilhassa 1950’li yıllarda fakir halka ücretsiz, zenginlere ise ücretli hizmet veren, dönemin en önemli kadın-doğum hastahânesidir. Hastahâne, Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın kızı Zeyneb Hanım ve eşiYusuf Kâmil Bey tarafından yaptırılmıştır.
İstanbul’un en eski hastahânelerinden biri olan Zeyneb-Kâmil, 1882 yılında açılmıştır. 40 yataklı bir “nisâ hastahânesi” olarak faaliyetlerine başlayan hastahâne, savaş zamanlarında fonksiyonu değişse de, bugüne kadar “kadın ve doğum hastahânesi” olma özelliğini korumuştur. Zeyneb Hanım’ın bu hastahânede doğan çocuklara göbek adı olarak kız ise “Zeyneb”, erkek ise “Kâmil” isminin verilmesini vasiyet ettiği söylenir. Hiç çocukları olmayan Zeyneb Hanım ve Kâmil Bey, hastahâneyi bilhassa bu sebeble “nisâ hastahânesi” olarak vakfetmişlerdir. Ayrıca, ikisinin de kabri hastahânenin bahçesinde bulunmaktadır.
Zeyneb Hanım, Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın kızıdır. Yusuf Kâmil Bey ise Malatya Arapgir’lidir ve Gökbeyi hanedanından İsmail-Beyzade Mehmed Bey’in oğludur. Biri Mısır’da diğer İstanbul’da yaşayan bu iki insan nasıl bir araya gelmişlerdir de, İstanbul’un çeşitli yerlerinde yaptırdıkları hayratla adlarından hâlâ bahsettirmektedirler?

YUSUF KÂMİL BEY

Yusuf Kâmil Bey, 21 yaşında Divan-ı Hümayun Kalemi'ne kâtib olarak tâyin edildiği gece bir rüya görür. Rüyasında, Mısır valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa ile bir çimenlikte oturuyordur. Sonra paşa yanından kalkıp gider. Ancak paşa enfiye kutusunu unutmuştur. Yusuf Kâmil kutuyu alır, Mısır sarayına götürür. Emaneti içeri gönderip geri döndüğü sırada, peşinden gelen bir görevli, onu tekrar saraya götürüp, Paşa'nın huzuruna çıkarır. Paşa bu dürüst davranışından pek memnun olduğunu ve mükâfat olarak kutuyu kendisine bağışladığını söyler. O sırada uyanır. Rüyadan çok etkilenerek Mısır’a gitmeye karar verir. [1]
Ancak Yusuf Kâmil Bey’in Mısır’a gidişi kolay olmamıştır. Çünkü Osmanlı Devleti ile Mısır arasında o sıralarda devam etmekte olan bir gerginlik vardır. Yusuf Kâmil Bey, zorlu bir yolculuktan sonra 1833 yılında Kahire’ye varır. [2] Kavalalı Mehmed Ali Paşa’ya, edebî kabiliyetini de kullanarak bir arzuhal yazar. Bir süre sonra huzura kabul edilir ve Mısır valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın hizmetine girer. İlk olarak Hazîne-i Mısır kitabetine tâyin olunur. Yedi sekiz ay sonra, kısa sürede güvenini kazandığı Paşa’nın özel kâtibliğini yapmaya başlar. 1845 yılında da Mehmed Ali Paşa’nın teklifi ile kızı Zeyneb Hanım ile evlenir. Bu evlilikten kısa bir süre önce M. Ali PaşaYusuf Kâmil Bey’i, kendisinin özel temsilcisi olarak İstanbul’a, Abdülmecid’in kız kardeşiÂdile Sultan’ın düğününe göndermiştir. Padişah, Mehmed Ali’nin tebrik ve hediyelerini damadı vasıtasıyla göndermesinden memnun olmuş ve Yusuf Kâmil Bey’i “Paşa” ünvanı ile ödüllendirmiştir. Ancak Mehmed Ali Paşa’nın ölümünden sonra, Yusuf Kâmil Paşa’yı sevmeyen ve Zeyneb Hanım’la evlenmesine karşı olan Abbas Paşa,Yusuf Kâmil Paşa’yı Asvan’a sürgüne gönderir. Üç ay devam eden sürgünde, Zeyneb Hanım’dan boşanması için baskı yapar ve nihayet Padişah fermanı ile serbest bırakılarak İstanbul’a gönderilir. Ancak Yusuf Kâmil Bey çok sevdiği eşi Zeyneb Hanım’dan vazgeçmez. Zeyneb Hanım’ı Hac yolculuğu sırasında İstanbul’a getirterek nikâh tazeler. Yusuf Kâmil Bey İstanbul’da çeşitli devlet görevlerinde bulunmuş, iki kez de sadrazamlık görevine getirilmiştir. [3]
İlginç bir nokta da, Türkçe’ye tercüme edilen ilk roman olarak kabul edilen,François de la Mothe-Fenelon'un, Les aventures de Telemaque isimli eserinin altında, mütercim olarak Yusuf Kâmil Bey’in imzası vardır. 1862’de yayınlanan kitab, 1863, 1870, 1877 ve 1881'de olmak üzere beş defa ba­sılmıştır. Muhtevâ itiba­riyle siyasetnâmelere benzetilir. Aslına bakılırsa Tercüme-i Telemak bir roman değildir, ancak hikâye tarzında anlatıldığı için böyle kabul edilmiştir. Nitekim Cemil Meriç kitab hakkında şöyle demektedir:
- "Telemak bir roman değil, bir ahlâk kitabı, daha doğrusu bir siyasetnâmedir.Fenelon, veliahda devlet idaresini öğretmek için yazar Telemak'ı. Mitolojiyi süs olarak kullanır. Hikâye bir vesiledir. Kâmil Paşa için Telemak bir fetihdi. Batı'dan hikmeti alıyordu mütercim. Bütün olarak, kalıb olarak Batı'yı vermek istemiyordu. Bize en yakın, bizim için en mûnis taraflarını alıyordu eserin. İlâhları perileştiriyordu. Osmanlı, birçok siyasetnâmeler okumuştu. Kutadgu Bilig'den Hümayunnâme'ye kadar birçok siyasetnâmeler. Şimdi de bir Avrupalının yazdığı siyasetnâme sözkonusu idi. Mühim olan zarf değil, mazruftu. Lafız değil, mânâ idi..." [4]
Bir not olarak söyleyelim ki, Yusuf Kâmil Paşa’nın bu tercümeyi kendisinin yapmadığı, başkasına yaptırıp altına kendi imzasını koyduğu yönünde iddialar da bulunmaktadır. Yusuf Kâmil Paşa ile ilgili müsbet menfî pek çok anekdot anlatılmakla birlikte, bizim en çok ilgimizi çeken, Batılılaşmanın yavaş yavaş kendini hissettirdiği o günlerde, kendi öz sistemimizi temin etmenin altını çizdiği şu anekdottur:
- “Abdüllatif Suphi Paşa’nın büyük oğlu Âyetullah Bey (Hamdullah Suphi Tanrıöver’in ağabeyi), 1870 Prusya-Fransa harbi sırasında, başyazarı olduğu ‘Basiret’ gazetesindeki bir yazısında, Osmanlı’nın ordu ve mekteblerinde Alman terbiye sisteminin uygulanmasını önermişti. Bunun üzerine Fransız sefiri yazarı şikâyet etmişti. Âyetullah Bey, aynı zamanda Devlet Şûrası üyelerindendi. Şûranın başkanı Yusuf Kâmil Paşa idi.Âyetullah Bey’i çağırtarak arabulucu bir yazı yazarak meseleyi tatlıya bağlamasını istemişti. Âyetullah Bey üzgün ve düşünceli bir hâlde ayrılırken, Yusuf Kâmil Paşakendisini durdurup şunları söyler:
- Fransız sefirinin şikâyetini dinledim. Ama yazından asıl şikâyetçi olan bir Osmanlı olarak benim. Bize, Fransız sistemi yerine Alman sistemi daha iyidir, demişsin. İyi de, bizim bizi kurtaracak bir sistemimiz yok mu? Muhakkak bir eloğlunun ardından mı gideceğiz? Sen hakiki Osmanlı münevveri isen ona bir çare bul! Yâni bizi kurtaracak kendi sistemimizi icad et. Ne zaman ki bunu başarabilirsin, o zaman elin öpülür.”
Derler ki, Yusuf Kâmil Paşa, Sultan Abdülazîz Han’ın 1876’da ihtilâlciler tarafından şehid edilmesine çok üzülmüştür. Zaten kronik bir kalb rahatsızlığı olan Paşa, aynı yıl İstanbul’da vefat eder.

ZEYNEB HANIM

Zeyneb Hanım, Mısır prensesi olması hasebiyle çok varlıklı bir kadındı ve yaptığı hayır işleri ile şöhret kazanmıştı. Yakınları onun hakkında şöyle demektedir:
- “Hanımefendi daima sâdeliği tercih eder, debdebe ve ihtişamdan uzaklaşırdı. Çok defa tanınmayacak surette arkasına bir yeldirme takar, yakınlarından bir kadını yanına alır, gezintiye çıkardı. Ekseriya Yakacık Mezarlığı’nda bir sed üzerinde oturur, gelip geçen köylü kadınlarla konuşurdu. Köylerinde ne gibi şeylerde müşkülât çektiklerini, çeşme vesaire gibi hayır eserlerine ihtiyaçları olup olmadığını, gelinlik kızlarının bulunup bulunmadığını sorardı.” [5]
Zeyneb Hanım’ın yaptığı hayır işleri, (Zeyneb Kâmil Hastahânesi, Kartal Çeşmesi, çeşitli yol yapımları, kütübhaneler, çeşmeler, cami tamirleri, nakdî yardımlar, savaş zamanlarında yaptığı yardımlar vesaire) devrin padişahları tarafından nişanlarla taltif edilmiştir. Sultan Abdülmecid tarafından kendisine nişan makamında murassa Tasvir-i Hümayun verilmiştir. Fakat Zeyneb Hanım’ın aldığı en anlamlı nişan, 93 Harbi olarak bilinen, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda yaptığı maddî yardım ve hizmetler vesilesiyle idi. Zeyneb Hanım, savaş esnâsında ve sonrasında yaralı asker ve muhacir ailelerine büyük maddî yardımlar yapar. Bu hizmetlerinden dolayı, Sultan II. Abdülhamidtarafından ihdas edilen “muavenet” nişanının murassa bir kıt’ası kendisine verilir.Abdülhamid Han, bu nişanı, onun yardımlarını bir kat daha takdir etmek amacıyla, Mabeyn ve Hassa Ordusu Müşiri Gazi Osman Paşa vasıtasıyla Zeyneb Hanım’ın Bebek’teki yalısına göndermiştir. [6]
Bugün İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi olarak bilinen bina, o bir zamanlar “Zeyneb Hanım Konağı” ismini taşıyordu. Bu konakta yaşayan Zeyneb Hanım, oldukça dindar ve hayırsever kişiliği, gösterişi sevmeyen sâde hayatı ile dikkat çekiyordu. Onun hakkında anlatılan anekdotlardan biri de şöyledir:
- “Aksaray’da Yeşil Tulumba’da oturan bir Emine Hanım vardı ki, bütün kedilere karşı büyük bir muhabbeti vardı. Evinin etrafı, bahçe duvarının üstü, kapısının eşiği, pencerelerinin kenarı kedilerle dolu idi. Üniversiteye bir konak hediye eden PrensesZeyneb Hanımefendi bir gün oradan geçerken bu hâli görmüş ve sormuş:
- Bu kediler burada neden toplanmışlar?
Mahalleliden biri:
- Efendim, burada bir deli Emine Hanım vardır. Kedileri çok sever. Mahalleli ona “Kedici Emine hanım” derler, onun kedileridir.
- Bu kadının hâli vakti müsait mi? Bu kadar hayvanı nasıl besliyor?
- Fakirdir, bekâr çamaşırı yıkar, tahtaya çamaşıra gider. Eline geçen para ile bunlara işkembe, ciğer alır. Parası olmadığı zaman Salhaneye gider, öteberi toplar, getirir, onlara yedirir.
Zeyneb Hanımefendi yanında bulunan kâhyası Hafız Vehbi Efendi’ye döner:
- Kâhya efendi, bu kadının ismini ve adresini alın. Benim vakfımdan ona ayda on altın tahsis edilsin.
Kedici Emine Hanım, o zaman için oldukça mühim bir para olan on altın aylığı ölünceye kadar aldı. Öldükten sonra da bu para vârislerine muntazaman verildi.” [7]
Zeyneb HanımYusuf Kâmil Paşa’nın vefatından 10 yıl sonra, 1886 yılında, 61 yaşında iken İstanbul’da vefat etmiştir.
Zeyneb-Kâmil Hastahânesi ise, aslında bir vakıf hastahânesi olmasına rağmen, onların vefatından sonra vakfiye hükümlerinin uygulanmasındaki problemlerden doğanmaddî sıkıntılar, mirasçıların hastahâneyi bir hayır kurumu olarak yaşatma çabasının bulunmaması sebebiyle bir vakıf hastahânesi olmaktan çıkmış, değişik dönemlerde şahıs ve kurumlara bağlı olarak faaliyet göstermiştir. Bugün ise bir devlet hastahânesi olarak varlığını sürdürmektedir.


DİPNOTLAR

1. Dr. Burhaneddin Üstünel, “Asırlık Hastanelerimiz I: Zeyneb Kâmil”, Hayat Tarih Mecmuası, 1 Şubat 1970,  Yıl: 6, c. 1, S: 1, s. 56.
2. Mehmed Nermi Haskan, Yüzyıllar Boyunca Üsküdar, Üsküdar Belediyesi Yayını, İstanbul 2001, c. 3, s. 1480.
3. Süleyman Beyoğlu, “Kâmil Paşa, Yusuf”, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, XXIV, s. 283-284.
4. Cemil Meriç, Kırk Ambar, Ötüken Neşriyât, İstanbul 1980, s. 196.
5. Dr. Burhaneddin Üstünel, “Asırlık Hastanelerimiz I: Zeyneb Kâmil”, Hayat Tarih Mecmuası, 1 Şubat 1970,  Yıl: 6, c. 1, S: 1, s. 53-57.
6. İbnülemin Ahmet Tevfik Bey, “Zeyneb Hanımefendi ve Kâmil Paşa”, Dünü ve Bugünü ile Zeyneb-Kâmil Hastanesi -1862-1988-, İstanbul 1988, s. 27.
7. Refi Cevad Ulunay, “Zihniyet Farkına Bakın”, Milliyet Gazetesi, 9 Şubat 1961.

Kaynak: Gülçin Şenel, Akademya Dergisi, II. Dönem, Sayı 1, Eylül-Aralık 2010, s. 144-147

20 Haziran 2015 Cumartesi

FİKİRLER TARİHİ






“Ama, ah Tanrım, okumam gereken ne çok şey var!” diyor günlüklerinde Virginia Woolf. Bir yazarın, hem de oldukça iyi bir yazarın, okuması gereken kitaplardan oluşan listesi ile birlikte böyle bir hayıflanmayı günlüğüne not etmesi ne kadar garip. Oysa biz okumadan-etmeden, gayet de idare eden, internetten tırtıkladığı bilgi kırıntılarıyla, kısa kısa cümleler kurup, büyük yazar ilan edilen nicelerinin arasında yaşıyoruz. İşte biz de bu adamları okuyup, günlük okuma limitimizi dolduruyoruz.
İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun 4 ciltte tamamlanan “Büyük Muztaribler-Düşünce Tarihine Bakış” isimli eserinin, bizim için bir okuma kılavuzu olduğunu düşünüyorum. İlk cildinden son cildine kadar kronolojik olmayan ama fikrî bir takibi zorunlu kılan bu eser, bir düşünce tarihi kitabı olarak da okunabilir. Tabiî, İBDA fikir ve aksiyon mihrakının çağımızın nabzını tutan “bakış”ını unutmadan.
Eserin ilk cildi, Mütefekkir tutuklanmadan hemen önce Mart 1998 tarihinde yayınlanmış, aynı yılın sonunda, malum olduğu üzere tutuklanarak Metris cezaevine konulmuştu. İşte o eser, Mirzabeyoğlu’nun “dışarda” yazdığı son eserdir; 41. eseri…
Son günlerde tarihe ve özellikle düşünce tarihine dair kitapların ard arda yayınlanması İBDA Mimarı’nın bu eserini yeniden okumanın vakti geldiğini ihtar ediyor. Neden mi? Birincisi bu yeni çıkan eserler, meseleyi “batı perspektifinden” değerlendiriyor, okuyanlar için de, kendi düşünce mihrakları olmadığından, pekçok mesele havada kalıyor. Bu konuda İBDA Mimarı’nın verdiği misâl önemli:
«- “Amerika’nın keşfi”… “Afrika’nın keşfi”… Amerika veya Afrika, Avrupalılar tarafından keşfedilmiş ve varlığı ortaya çıkarılmış değildir; Avrupalılar oraya gitmeden önce de oralarda insanlar yaşıyordu, hem de binlerce senedir. “Keşif” lâfı olsa olsa, Avrupalılar’ın tanıması bakımından, “Avrupalılar için” ve bunu onlardan öğrenenler adına ve mânâsına kullanılabilir… Neredeyse onların gözüyle Asya bile Avrupalılar tarafından keşfedilmiştir de, Asya’dan Avrupa’ya gelen seyyahlar, -seyyahlar bir yana, kavimler-, saded dışıdır… Afrika sanatının veya Japon resim sanatının falan veya filân Avrupalı ressam tarafından nasıl özümsendiği bellidir de, nedense o sanatların ve meselâ Japon ressamların adı veya itibarı kayıptır; bahsederken bile, kendi için gösteren, kendinde kaybeden bir edâ… Yeri geldikçe ilimde de, fikirde de, (teknikte de filân diye saymıyorum), Batı’nın bu sahtekârlığını göstermeye devam edeceğiz. Metod ve değerlendirme hâlinde dünya irfan yemişinin üstüne konan ve fikir ve medeniyette bir “plastisite-kabartma” harikasını ortaya koyarken nihayet köksüzlüğün getirdiği çöküntü içindeki Batı’nın bu sahtekâr tarafını, bir nevi şu veya bu “tekâmül nazariyeleri”nin çıkışındaki birbirine geçit veren “ruhî sebeb” diye görebiliriz.» (Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muztaribler-Düşünce Tarihine Bakış, İBDA Yayınları, İstanbul 1998, s. 139)
Eserin “el attığı meselelerin genişliği bakımından şu not da önemli:
«- Ortaçağ karanlığı içinde domuz hayatı yaşayan Avrupa’nın İslâm’dan aldıklarıyla ihya oluşu ve kendine temel edindiği eski Yunan’ı da Müslümanlardan tanıması hakikati… “Amerika’nın keşfi” misâlinden başlayarak söylediklerimizi, kronolojik tarih devrelerinin de –en azından imaj olarak- Avrupa’nın “ben” merkezli tekâmül anlayışına uygun hâle getirilmiş olması ikazıyla bitirelim… “İlkçağ filozofları”… Kime göre İlkçağ?.. Bu sorunun ardından, -Doğu ve Batı ayrımı hakkında söylediklerimiz baki kalmak üzere-, İlk İnsan’dan başlayan İslâm’la var olan ve İslâm hükmüyle nihayete erecek bir “insanlık keyfiyeti”nin macerası hâlinde, Hind ve Çin’den Amerikan yerlilerine ve Afrika düşüncesine kadar açılacağımızı bildirelim… “İslâm merkezli” olarak!..» (A.g.e., s. 145)
Şimdi bahsini ettiğimiz “düşünce tarihi” etrafında çıkan yeni eserlerden birine göz atalım. Peter Watson imzalı “Fikirler Tarihi” isimli eser, geçtiğimiz günlerde Yapı Kredi Yayınları tarafından yayınlandı. Aslında eserin muhtevasında, büyük olayların arkasında küçük fikirlerin “oluşum” süreci, fikirlerin nasıl “mayalandığı” inceleniyor. Fikir derken, icadlar, keşifler, ve bunların izinden fikirlere doğru bir açılım… Bir noktadan sonra da yazar dinlerin insanların fikri-entelektüel gelişimini nasıl baltaladığını filan anlatmaya koyuluyor. Şöyle diyor eserin henüz giriş bölümünde:
“Cambridge Üniversitesi’nden bilim tarihçisi Joseph Needham, The Grand Titration (1969) adlı kitabında, tarihin en büyüleyici bulmacalarından biri olduğunu düşündüğü şeyi yanıtlamak üzere yola çıkar: Kâğıdı, barutu, tahta baskıyı, porseleni ve kamu görevlileri için yazılı sınav fikrini bulmuş ve dünyayı yüzyıllarca entelektüel açıdan yönetmiş olan Çin, niçin gelişkin bilimi ya da modern iş yöntemlerini –kapitalizm– geliştirememiş; bu yüzden de, ortaçağdan sonra, egemenliğin Batı’nın eline geçmesine izin vermiş ve sonra gitgide daha geri plana düşmüştür? Aynı şey, İslâm için de söylenebilir. Bağdat, 9. yüzyılda entelektüel açıdan Akdeniz dünyasına öncülük etmiştir: Antikçağ uygarlıklarının büyük klasikleri burada çevrilmiş, hastane fikri burada bulunmuş, cebir burada geliştirilmiş ve felsefede önemli ilerlemeler kaydedilmiştir. 11. yüzyıla gelindiğinde, köktendinciliğin katı kurallarından ötürü, Bağdat artık önemini yitirmişti. Charles Freeman yakınlarda yayımladığı Batılı Zihnin Kapanışı adlı kitabında, Hıristiyan köktendinciliğinin egemen olduğu erken Ortaçağ’da entelektüel yaşamın nasıl zayıflayıp yok olduğuna ilişkin birçok örnek verir. Lactantius, 4. yüzyılda şunları yazıyordu: “Amacı ne bilginin? Maksat doğal nedenleri bilmekse, Nil’in nerede yükseldiğini ya da şu gök kubbenin altında ‘âlimler’in kafa patlattıkları her ne ise onu bilmemin bana ne yararı var?” Hippokrates’in İÖ 5. yüzyıl gibi erken bir tarihte doğal bir hastalık olarak betimlediği epilepsi, ortaçağda Aziz Kristof’un şifa vereceği bir hastalık olarak görülüyordu. Bir İngiliz hekimi olan Gaddesdenli John, tedavi yöntemi olarak epilepsili hastaya Kutsal Kitap okunmasını, aynı zamanda hastanın üzerine beyaz bir köpeğin tüyünün koyulmasını öneriyordu.”
“Köktendincilik” filân diye genellemeyle İslâm’ı da içine katarak verdiği örneklerle “din” olgusunu etkisizleştiriyor. Lâkin, İslâm’ın 11. yüzyıldan sonrasını yok saymayı nasıl izah ediyor anlamak güç. Hristiyan Ortaçağ’ı ile İslâm aynı örnekte bir araya getirilebilir mi? Geçelim… Yazarın bir diğer tezi de şu:
“Düşünce tarihindeki en büyük başarılar Platon’un değil Aristoteles’in mirası sayesinde mümkün olmuştur. (…) 1050’yle 1250 arasındaki dönem, Aristoteles’in yeniden keşfi, insanın dünya üstündeki yaşamındaki en büyük ve önemli dönüşümüdür. Modernitenin yolunu açan bu dönem olmuştur, iki yüzyıl sonra yaşanacak olan Rönesans değil.”
Parçaları birleştirince yazarın “fikri gelişimi” de ortaya çıkıyor. Dinleri yok sayarak, (asıl amaç elbette İslâm’ı yok saymak, diğer dinlerin “ölü”, İslâm’ın ise “canlı” olduğunu anlamak için uzman olmaya hacet yok), dolaylı yoldan idealizmin de “ölümünü” ilan ederek, gitti Sokrat ve Eflatun, dolayısıyla Rönesans; geldi “modernitenin” babası Aristo.
Evet, düşünce tarihi yerli yerinde, ama ona bakan gözlerdeki “fark”a dikkat… Eşeği boyayıp bize “yeni” diye satanlara, yepyeni bir dünyanın kapılarını aralayan Büyük Doğu-İBDA fikir mihrakının zaviyesinden “solmaz pörsümez yeni”nin nasıl’ını göstermenin vaktidir şimdi; fikirde, sanatta, siyasette…


Baran Dergisi, 27 Mart 2014

O. HENRY VE TEVEKKÜL



O. Henry, asıl ismi William Sydney Porter olan, kısa hikâyeleri ile ünlü Amerika’lı yazar. 1800’lerin sonlarında Kuzey Carolina’da dünyaya geldi. Babası varlıklı bir doktordu. Annesi o üç yaşındayken veremden ölmüştü. Babasıyla birlikte babaannesinin yanına taşındı ve tüm çocukluk yılları boyuna klasiklerden ucuz romanlara kadar her şeyi okudu.
Liseyi bitirdikten sonra, eczacı olan amcasının yanında çalışmaya başladı ve bir süre sonra eczacılık ruhsatı aldı. Texas’ta yedi yıl bir mandırada çalıştı, burada İspanyolca, Fransızca ve Almanca öğrendi. Bu esnada evlendi ve bankada çalışmaya başladı. Skeç ve fıkralar yazmaya, ironik üslûbunu yavaş yavaş keşfetmeye başladı. Ancak bankada hesaplarında çıkan bir problem, onu zan altında bırakınca, şehri terk etti ve Honduras’a giden bir gemiye atlayıp Amerika’nın sahillerini dolaştı. Karısının hastalandığı haberini alınca geri döndü ve 5 yıl hapis yatmak zorunda kaldı. Colombus cezaevinde hapsedildi. Buradaki bir gardiyanın isminden yola çıkarak edindiği takma adıyla öyküler yazmaya başlayan O. Henry, cezaevinden çıkınca Pittsburg'a gitti.
1902 yılında bir yayınevinin çağrısı üzerine New York'a yerleşti. Orada bulunduğu süre içerisinde 381 adet kısa hikâye yazdı. New York World Sunday Dergisi için haftada bir hikâye yazmaya başladı. Hikâyelerindeki ilginç sonlar okurları tarafından beğeniyle karşılandı. Sade dili, yayımlandığı çağı yansıtması ve doğal anlatımı nedenleriyle Amerikan edebiyatının en güçlü öykü yazarlarından biri haline gelen O. Henry'nin eserleri, 1901 yılından sonra 10 cilt olarak yayımlandı. Şöhrete kavuşmuştu, iyi para kazanıyordu fakat müsrifti. Bir otel odasında yapayalnız öldüğünde beş parası yoktu.
O. Henry, Amerikalılar tarafından hikâyelerinde kullandığı bakış açısı sebebiyle Shakespeare'e benzetilmiştir. Oysa onun hikâyelerinde neredeyse hiç trajediye rastlanmaz. Hikâyeleri, hayatın içinden seçilmiş ânları anlatır ve onlara şaşırtıcı sonlar hazırlar. Seçtiği hayat dilimleri, yüzyılın hemen başında New York’ta yaşayan orta sınıfın insan ilişkileridir. Hikâyelerinde tesadüfler hayatın ayrılmaz parçasıdır. Okuru her yolun sonunda bir sürpriz bekler. “O. Henry tarzı” olarak adlandırılan bir kısa hikâye türüdür bu…
O. Henry, 1910’larda, 20. yüzyılın Balzac’ı olarak karşılanır. Amerika’nın Maupassant’ı olduğu tespiti de oldukça yaygındır. Dönemin yazarlarından K. F. Gerould, bu görüşlere daha o yıllarda katılmaz: “O. Henry’nin okullarda ve kolejlerde okutulduğunu duyuyorum. Profesörlerin ve İngilizce profesörlerinin eleştirilerinde onu bir model konumuna yükselttiklerini duyuyorum” der. Ona göre O Henry’nin ‘kısa hikâyenin bir ustası olduğu’ anlayışı zararlı bir anlayıştır. “O. Henry kısa hikâye değil genişletilmiş anekdotlar yazmıştır” diyen Gerould, “bir kısa hikâyede durum vardır; gerilim ve hikâyenin tırmandığı zirve vardır. O. Henry okura sadece zirveyi (sürprizi) sunar; başka bir şeyi değil” der. Gerould’a göre O. Henry tek bir olayı hayatın içinden çekip alır, onu karşımıza koyar, bize sunduğu (Maupassant’ın aksine) çağrışımlar yapmamızı sağlayacak kadar büyük bir hayat parçası değildir. Oysa örneğin Kippling, hikâyesinin bütün kollarını hayatın içine salar. “Bir kısa hikâyede, hayat yoğunlaştırılmalıdır; bu durumda, insanların belli koşullar altındaki davranış ve tepkilerini genelleyip, başka koşullar altında da neler yapabileceklerini çıkarabilirsiniz.” O zamanlar, klasik bir hikâyeden beklenenler, O. Henry’nin hikâyelerinde gerçekten yoktur. Ne Balzac, ne de Maupasant’ın O. Henry’nin hikâye tarzı ile alâkası yoktur. Konuları hayatın içinden olmasına rağmen, beklenmedik bir neticeye çıkar, fakat bu netice “trajedi” değil, “mutlu tesadüfler” içerir.
İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu, “Büyük Muztaribler-Düşünce Tarihine Bakış” isimli eserinin 2. cildinde, O. Henry tarzını, bambaşka bir noktadan ele alır:
“1800’lerin sonu Amerikası’nın doğurduğu takma bir isim; O. Henry… Asıl ismi Wilhelm Sydney Porter. Hemen Poliyanna’nın yazarı ile aynı soyadını taşıyor olması dikkatinizi çekmiştir. Birbirlerinin çağdaşı bu iki yazarın soyadı birliği, herhâlde en çok sonradan O. Henry olana garib gelmiştir; insanoğlunun kaderine esir olduğuna inanan ve bu yüzden hikâyedeki kahramanlarına tayin ettiği kaderi, en olmadık ve beklenmedik şekillerde ve kolaylıkla işleyen kendisine mukabil, aynı kader teslimiyeti içinde iyimserlikle herşeyin yolunda gittiğine inanan Poliyanna’nın mucidi arasındaki soyadı benzerliğinden başka, bir de değişik tonda mizaç rengi birliği. Elbette bu değerlendirmeyi O. Henry değil, o gözle biz yapıyoruz.” (1)
“18. yüzyıl akılcılığı”, “faziletsizlik fazileti”, “bencillik” gibi konularda çeşitli filozofların görüşlerini misâllendirdikten ve o dönemin kültür ortamını işaretledikten sonra şöyle diyor Mütefekkir:
“Mânâların, meselelerin, nereden nereye ânî kıvrılışlarına ve bununla ilgili muhakeme tarzlarına dair verdiğimiz küçük misâller, bir kültür birikimi hâlinde sanata nasıl yansıyor, hangi helezonları çizdiriyor, nasıl kıvrılışlar ve bükülüşlerle tersine döndürüyor? Uzun lafın kısası, O. Henry tarzının vesile ve tedaisi içinde gösterilmesi gerekeni göstermiş oluyoruz. Gerisi size kalmış:
İyilikseverlik ve iyiliğe ve mutluluğa dönüveren, döndürülüveren tesadüflerin neticelendirdiği, neticelendiği hikâyelerin yazarıdır O. Henry. Mutlu sona ulaşmak için ne gerekiyorsa, tesadüfler onun için cömertçe sergilenir. Adeta okurun hisleriyle katıldığı hâdiseler, onun istediği şekilde hiçbir trajik gelişmeye saplanmadan ve bütün umulmadık ve beklenmediklerin mutlu sona hizmetiyle neticelenir. Burada hoş ve güzel neticenin nasıl gerçekleşeceğidir sanki merak konusu olan; doğrusu pek güzel sürpriz buluşlar, okuyucunun coşkusunu artırırken, bu basit hikâyelerin damakta bıraktığı tad, sakin, yorucu olmayan, birden parlamış gibi ama dingin bir huzurdur, mutluluktur. O Henry’nin hikâyelerinde geçen insan ve hâdiseleri sürükleyici baskın kadercilik, pek dile getirilmemiş bir mânâ olarak bildirelim ki, Epiktetos’un kaderciliğinden mülhem bir tevekkül zarfına bürülü olarak işlenir.” (2)
Salih Mirzabeyoğlu O. Henry’nin “Yeşil Kapı” isimli hikâyesini takdim ederken, ondaki kumaşı da şöyle değerlendiriyor:
“Aşağıda, O Henry’nın “Yeşil Kapı” isimli bir hikâyesini okuyacaksınız. “Hakiki maceracı, hiçbir hesab yapmadan, meçhul kaderini karşılamaya koşar!” diye bir söz var ki, bana, kadere teslimiyeti hep sıvışma, nefsin rahatını bozmama, kendini hiçbir şeye sonuna kadar verememe, meçhule atılmaktan korkma, meçhule hürmetten yoksunluk belirten sinme tavrı, bunu tevekkül diye yutturmaya yeltenme hilekârlığı içinde ananlara mukabil, Osmanlı ordusu içindeki “Deliler Taburu”nu hatırlattı. Dövizleri de şu: “Yazılan gelir başa!”… Ceddim Musa Bey’in de her türlü sıvışıklıktan nefret mizacıyla sözü şu: “İçine hesab giren erkekliğin içine…”
Hudret: Yeşillik. Yeşil renklilik… Hudaret: Yeşillik… Hudare: Deniz… Hudara: Allah için, Allah aşkına... Derya: Deniz… Dery: Bilmek… Keşke “Yeşil Kapı” yazarı, “İlim Beldesinin Kapısı”nı tanımış olsaydı; ve meçhule hürmet tavrının gerçek imân ve gerçek şecaat seciyesini görmekle, İslâm’a teslim olsaydı. Böyle bir “mevzuu kalmamış” temennim!” (3)
O. Henry, ardında yüzlerce hikâye bırakarak, 45 yaşında Newyork’ta öldü.

Notlar
1- Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muztaribler-Düşünce Tarihine Bakış, 2. Cilt, İBDA Yayınları, İstanbul 2003, s. 184
2- A.g.e., s. 186
3- A.g.e., s. 188



Baran Dergisi, 19 Şubat 2015

“Kabuğumu Çatlatmaya Çalışıyorum”




Olduğu gibi bir hayat yaşayan, kendi hâlinde bir adamdı Ahmet Uluçay. Göçüp gittiğinde ardında bir elin parmakları kadar film bıraktı ama her filmi onlarca ödül aldı. “Sinema aşkı”na tutulmuş bir meczuptu belki, köyünde çektiği filmleri ile tüm gözleri üstüne çektiğinde, çok meşhur olduğunda bile, köyünden çıkmadı, paraya tamah etmedi, filmlerindeki ince mizah, hayatının tâ kendisi gibiydi. Şöyle diyordu:
- “Bazı konularda benim yakınmam gerekirken, çıkıp başkalarının, hakları olmadığı halde yakınmasına çok kızıyorum. ‘Öküz yükü çeker, kağnı bağırır’ diye bir söz var bizim oralarda. Para yok, imkân yok diyen yönetmenleri anlamıyorum. Bir derdiniz varsa, ölürsünüz de gene çekersiniz. Gider banka soyar; filminizi çekersiniz. Benim söyleyecek bir derdim var.”
1954 yılında Kütahya'nın Tavşanlı ilçesine bağlı Tepecik Beldesi'nde doğdu ve orada yaşadı. Kendi imkânlarıyla yaptığı kısa filmlerle çeşitli festivallere katıldı. Hayat öyküsünü anlattığı ilk uzun metrajlı filmi “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak” ile ülke çapında tanındı. Film Türkiye'de ve dünyada çok sayıda ödül aldı. Uluçay beynindeki tümör ve zatürre hastalığı nedeniyle, İstanbul Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi’nde 30 Kasım 2009 tarihinde öldü.
“Optik Düşler”, “Koltuk Değneklerinden Kanat Yapmak”, “Bizim Köyün Orta Yeri Sinema”, “Bizim Köyde Bayram Sabahı”, “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak” ve son olarak yeterli para bulamadığı için tamamlayamadığı, “Bozkırda Deniz Kabuğu”; işte Ahmet Uluçay’ın bütün hayat hikâyesi. Neden filmlerinde “kabuk” kelimesini kullandığı sorulunca, “kabuğumu çatlatmaya çalışıyorum” diyen bir sinema bilgesiydi.
Ahmet Uluçay’ın ilkokuldayken düşmüş içine sinema aşkı. Köylerine bir seyyar sinemacı gelmiş, işte o günden sonra arkadaşı İsmail ile birlikte sinema bütün hayâlleri, zamanla bütün hayatları olmuş. Tıpkı “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak” filminde anlattığı gibi, arkadaşı İsmail’le birlikte sinema makinesi yapmaya girişmişler. Üç yıl uğraşıp, sonunda yapmışlar. Parça parça filmler toplamışlar, kareleri ucu ucuna ekleyip birkaç saniyelik de olsa hareketli görüntüler elde etmişler ve tıpkı filmindeki gibi ahırda köylülere göstermişler.
Evinin bahçesinde heykel yapmaya çalışan bir çocuk hayâl edin; o Ahmet Uluçay’dır, babasının kızgın bakışları arasında vazgeçmiştir bu sevdadan. “Babam beni böyle işlerle uğraştığım için hep hakir görürdü. Babamın desteğini hiç almadım. Azıcık destek verseydi böyle olmazdı. Şimdi bile onun desteğini arıyorum. Babamla ilgili yaşadığım her şey içimi sızlatıyor.” diyecektir yıllar sonra.
Sinema merakı da babasından destek görmemiş elbette.Elinde avucunda ne varsa, ailesinin deyimiyle “zengin işi olan sinemaya” yatırdığında, herkes karşı çıkmış. İnşaat işçiliğinden kamyon şoförlüğüne, her işi yapmış.  Velhasıl, zamanla köyde sinemacılık oynayan bir deli adam gömleği giymeyi kabul etmiş.
Filmlerini hep çocuklarla çekmiş Uluçay, onlarla çalışmak her zaman kendisine iyi gelmiş. Arkadaşı İsmail ile bir gurbetçiden eski bir VHS kamera almışlar, 1992 yılında da “Optik Düşler”i çekmişler. Sonra filmlerini Anadolu Üniversitesi’ne götürmüşler. Dekana çıkarmışlar onları ve hikâyelerini anlatmışlar. Şöyle diyor Uluçay:
- “Prof. Dr. Dursun Gökdağ, bizi görünce ve dinleyince şaşırdı. Herhalde köy düğünü çekip getirdiğimizi düşündü. Ama yine de salonu hazırlattı. Filmi seyrettikten sonra şaşkınlığını gizleyemedi.”
Ve sinema macerası o dekanın odasından, ödüller alan kısa filmleriyle devam etmiş.
“Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak”, onun uzun metrajlı ilk filmi olmuş ve çocukluğundan beri hayâlini kurduğu amacına ulaşmıştır. Köylü bir yönetmen olarak anılmaktan da, küçümsenmekten de, dışlanmaktan da korkmamış; girdiği dünya ona çok yabancı olsa da, cesaretini, samimiyetini, aşkını asla kaybetmemiştir.
Çekemediği “Bozkırda Deniz Kabuğu” filmi hakkında bilgi isteyen gazeteciye şöyle der Uluçay:
- “Bu en zor soru. Köy merkez. Çevre dağların ufuk çizgisi sınır. Bu kadarcık bir dünya. Bu dağların arkasında ne var. O dağların arkasını bilmeyen bir köy çocuğu için dağların ardı… Deniz diye bir şey duymuş ama bilmiyor. Böyle bir çocuk, çoban çocuğu. Bir gün ona, cim derler ya cim, bizim buralarda böyle derler de başka yerlerde ne derler bilmiyorum, o cim çimdikliyor içini, ondan sonra sorular başlıyor çocuğun kafasında. Çözmeye çalışıyor ufkun ötesindeki dünyayı. Çocuk masumiyet demek. Çocukların, kedilerin ve delilerin olmadığı bir film düşünemiyorum.”
Uluçay, Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde 2004 yılında “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak”la En İyi Türk Filmi ödülünü alır. San Sebastian ve Montpellier’den, Ankara Film Festivali’nden de ödüller kazanır. Bu ödüller onun için şu anlama gelir sadece: Sinema lüks bir sanat dalı değildir, derdi olan, aşkı olan, samimiyetini kaybetmeyen herkesin yapabileceği bir şeydir.
Güliz Sağlam, Ahmet Uluçay’ın hayatını anlatan bir belgesel çeker 2002 yılında; ismi “Tepecik Hayâl Okulu”dur. Onu yakından tanıma imkânı bulur bu çekimler sırasında; ne var ki, Uluçay’ın hayatının son demlerinde olduğunu bilmez. Şöyle diyor:
- “Benim Uluçay hakkındaki malumatım o ilk ve son uzun metraj filminden önceye gidiyor. Şahsen tanışmamıştım ama ‘Kütahya'nın bir köyünden çıkan ilginç bir sinemacı’ diye hakkında anlatılanları duyuyordum. Biraz ‘bu millet nelere kadir’ edebiyatı gibi gelmişti bana, aşırı bir yüceltme mi diye soruyordum kendime... Ancak sonradan, mesela Yüksel Aksu'dan ve bir kaç kişiden daha dinlediklerimden sonra, karşımızdaki kişinin çok iyi bir edebiyat okuru, çok nitelikli bir sanatsever olduğunu, çok uğraşıp didinerek ciddi bir formasyon edindiğini öğrenmiş oldum. Yani basit anlamda ‘köyden çıkmış sinemacı’nın ötesinde bir kişi vardı karşımızda. (…) Aslında Ahmet Uluçay çok yönlü bir sanatçı. Edebiyatla uğraşıyor önce, şiirler ve hikayeler yazıyor. Resimle uğraşıyor ve sonunda sinemada karar kılıyor. Çok genç yaşta, çok da bilinçli olarak seçiyor sinemayı. Sinema tüm diğer sanatlardan fazlasıyla beslenen ve çok etkili bir anlatım imkânı sunuyor. Çok okuyan, yazan ve bunu insanlarla paylaşan, paylaşmanın ve tartışmanın önemini ve kafa açıcılığını kavramış birisi. Yaşadığı köyde de bunu az sayıda da olsa paylaşabildiği insanlar var. Komşusu ve arkadaşı İsmail Mutlu ve Şerif Akarsu’yla birlikte ilk kısa filmin hazırlıklarına başlıyorlar. Karısı Ayşe Uluçay ve çocukları İdris ve Hatice da hep o üretim sürecinin içinde. Bunu çok önemli buluyorum ve o yüzden filmde de bunu vurgulamak istedik. Çünkü sinema kolektif bir üretim ve bunu öyle çok süslü laflar etmeden hayata geçirebilmişler. Ahmet Uluçay’ın en büyük itirazı ona yapıştırılan “köylü yönetmen” etiketineydi, “Köylü değil köyde yaşayan bir yönetmenim ben.” derdi. Hayatını kazanmak için gündüzleri farklı işlerde çalışıp gecelerini okumaya, yazmaya ve film çalışmalarına ayırmıştı. Çok ciddi bir emek ve çaba vardı sanata dair hayatında, bu çok etkileyici ve ilham vericiydi bizim açımızdan. Bende en çok iz bırakan, Ahmet Uluçay’ın sözünü söylemek için sinemaya bu kadar tutkuyla sarılması ve vazgeçmemesidir. En umutsuzluğa kapıldığımız anlarda hep hatırladığımız ve birbirimize hatırlattığımız bir tutku…”
2009 yılının Haziran ayında şöyle yazar İhsan Kabil:
- “2004 yılında sinemaları şereflendiren Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak, Türk sinemasında yerli hassasiyetin bir yeniden doğuşu oldu. Şimdilerde yarım kalan filmiyle alakalı olarak, maalesef Kültür Bakanlığından alınan destek geri talep edilmekte ve Eurimages desteği için gerekli olan Avrupalı ortak yapımcılar da çekimser bir tavra girmiş bulunuyorlar. Sinemamızın bu sahici sesi, hem kurumsal ve maddi anlamda sahiplenmeyi bekliyor hem de ağırlaşmış sağlık şartları bakımından. Kendisine Allah’tan en büyük yardımı diliyorum.”
Evet, anladığımız kadarıyla, son filmi için verilen destekler, sürmekte olan hastalığı sebebiyle geri çekiliyordu. Süreç uzayınca, destekçiler de bu süreçte “kaybettikleri” paranın derdine düşmüşlerdi. Oysa çok değil, beş ay sonra bu dünyadan göç edecekti Uluçay; samimiyet ve aşkla çıktığı sinema yolculuğunda, işte o “sinema endüstrisi”ne yenik düşecekti.
“Bunun kuralı budur demem, söyle kalbim derim” diyen adam, kalbinin sesini, duyurabildiği kadar duyurdu; çok zor ve ilkel şartlarda, hem bize hem de parıltılı sinema dünyasına, karpuz kabuğundan gemiler yapılabileceğini gösterdi.


Baran Dergisi, 19 Mart 2015

“İRFAN VE İNCELİĞİN TEMSİLCİSİ” ŞEYH GALİB*




 “İrfan ve inceliğin temsilcisi”… Üstad Necib Fazıl böyle tarif ediyor Şeyh Galib’i. İşte o Şeyh Galib ki, edebiyat ve şiirimizde ondan etkilenmeyen yok gibidir. Ama nedense adına ne bir faaliyet, ne bir anma, ne de bir kürsü vardır. Sokak, cadde isimleridir bizde büyük şair ve edebiyatçılar.  Gençler aralarında şöyle konuşur: “Şeyh Galip mi, aa evet bizim caddenin ismi o!” Galata Mevlevîhanesi’nde bulunan kabrini hep turistlerin ziyaret etmesinden şikâyet eder çevre sakinleri. “Hoşça bak zatına” diye başlayan, entel-dantellerin çokça kullandığı bu dizeler de Şeyh Galib’e âittir. Ama bunu kullananlar bilirler mi şüphelidir. Hani “kendine iyi bak” filan diye dilimize yerleşmiş tabir vardır ya, onun aslı da bu beyitten gelmektedir. Öylesine içimize işlemiştir ama öylesine de yabancıyızdır Şeyh Galib’e. Geçtiğimiz hafta Şeyh Galib’in vefatının 215. sene-i devriyesi idi. 18. yüzyıl divan edebiyatımızın büyük şâiri Şeyh Galib 1757 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Mustafa Reşit Efendi Mevlevî tarikatına bağlı olduğu için Şeyh Galib de bu çevrede büyümüştür. Asıl adı Mehmet olan Şeyh Galib, önceleri Esad daha sonra da Galib mahlaslarını kullanmıştır.
Şeyh Galip aldığı eğitimin de vermiş olduğu olgunlukla küçük yaşlarda şiir yazmaya başlamış, daha yirmi üç yaşındayken bir divan oluşturmuş ve yirmi beş yaşında da ünlü Hüsn-ü Aşk mesnevisini yazmıştır. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, onun bu genç yaştaki dehâsını şöyle değerlendirir:
- “Kural olmasa da, umumî olarak söylenebilir; bütün dehâlar, gençliklerinde parıldadılar… Yunanca’da, “şâir” ile “dehâ” aynı mânâda… Dehâ Sokrat’ın, gerçek insanlara teşmil ettiği bir ifâde ile, seneler geçtikçe insan vücut olarak ihtiyarladıkça ruh gençleşir… Dehâlar hep gençtir; gençleşir… Goethe, bu yüzden, “insanlar bir kere bülûğ ıstırabı çeker, dehâlar hep yeniden!” demiştir.
“Bütün dehâlar gençliklerinde parıldadılar”; Şeyh Galib de, 24 yaşında iken dîvânını düzenliyor ve 2 sene sonra da “Hüsn-ü Aşk” isimli ünlü mesnevisini.” (Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muztaribler –Düşünce Tarihine Bakış, İBDA Yayınları, 4. Cilt, s. 288)
Bir Anekdot
Sovyet döneminin ünlü Gürcü şairi Mayakovski, Nâzım Hikmet’e “en büyük şairiniz kim?” diye sorar. Nâzım Hikmet “Şeyh Galib” cevabını verir ve bir şiirini onun için tercüme eder. Bu şiiri defalarca dinleyen Mayakovski şöyle der: “‘Bizim ulaşmak için çırpınıp durduğumuz şiir idealine meğer sizin eski şairleriniz çoktan ermişler.” Rivayete göre şu şiiri okumuş:
“Bir şu’lesi varki şem-i canın
Fân’usuna sığmaz âsm’anın
Bu sine-i berk âşiyânın
Sina dahi görmemiş nişânın
Efrûhte-i inâyetindir.”
(Can mumunun öyle bir alevi vardır ki göğün kubbesine sığmaz! Bu, yuvası şimşek olan bağrımın eserini Sina dağı bile görmemiştir ve ondaki ateş senin lütfunla tutuşmuştur.)
Server Tanilli’nin anlattığı bu hikâye, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun Fuzulî bahsinde altını çizdiği şu hususu hatırlatıcıdır:
- “Fuzulî, bizde, Batı’da çok sonra sözkonusu olan ve Batı patentli sanılan “fikirden süzülme şiir” anlayışının, -ki sadece o değil, Dîvân edebiyatının bütün şâirleri bu soydandır-, yalnız temsilcisi değil, bunu Dîvânlarında da açıklamış, yâni işin “poetika-şiir hikmeti” bahsini de ortaya koymuş biridir. Hani şu, “bir yanda şiir, diğer yanda sanatı üzerine düşünme” meselesi.” (Büyük Muztaribler –Düşünce Tarihine Bakış, 4. Cilt, s. 19)
Bir Nazire: Hüsn-ü Aşk
Şeyh Galib’in, en büyük eseri Hüsn-ü Aşk’ı yazma vesilesi de yine Mütefekkir’den nakille şöyle:
- “Malûm, Şeyh Galib’in en ünlü eseri, “Hüsn ü Aşk” isimli mesnevîsi… “Dîvân edebiyatımız bir nazireler edebiyatıdır” derken, -buna dair söylediklerimiz hatırlanmal!-, bunun en güzel hikâye-roman çapındaki örneklerinden biri, “Hüsn ü Aşk”tır; Şeyh Galib bunu, Nabî’ninkinden daha üstününü yazabileceği iddiasıyla, 26 yaşında yazıyor… 6 ay içinde, eser tamamdır.” (Büyük Muztaribler – Düşünce Tarihine Bakış, 4. Cilt, s. 292)
Şeyh Galib Tasviri
İBDA Mimarı’nın, Şeyh Galib vesilesiyle yeniden göz attığımız Büyük Muztaribler eserinin 4. Cildi, Dîvân edebiyatını baştan sona değerlendiren ve günümüze taşıyan bir üslupla, İBDA’nın “şiir dili”yle yazılmış külliyatını yine şiir diline tercüme ediyor sanki. Ebced, iştikak, dil, şiir, fikir… Hepsi Dîvân şiirinin harikulade perspektifinden yeniden hayat buluyor… Yine o eserden Şeyh Galib hakkında bir tasvir:
“Şeyh ünvanını genç yaşta alan, Muhammed Esad Galib, şeyh-mürid ilişkisinden çok “dostluk” ilişkisini andıran Esrâr Dede’nin vefatı dolayısıyla ayrılığının ardından, bu üzüntünün de saikiyle fazla yaşamıyor ve henüz 42 yaşında iken, arkasında eser plânında gerçek bir dünya bırakarak sahici âleme göçüyor: Hicri 1213-Milâdî 1799.
Galib’te tecelli eden mânâ, “irfan inceliği”; demek ki aşk inceliği… Yâni keşşâf; keşif sahibi… Yâni güzelliğin gölgesinde oturan; demek korunan… Demek teşhis sahibi; seçen, ayıran, tanıyan, eşyaya şahsiyet veren… Demek ki nesneleştirme gücü olan, sıralayan, düzenleyen, tanzim eden… Bu küçük işaretler, “Hüsn ü Aşk”a dair isminden başlayarak bir kanaat verebilir.” (Büyük Muztaribler, 4. Cild, s. 301)
Son Söz: Bir Beyit
“Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvan olan âdemsin sen
(Hoşça bak zatına ki âlemin hülâsası – kaymağısın sen
Âlemlerin şâhidi, gözbebeği olan insansın sen)” (Büyük Muztaribler, 4. Cild, s. 303)

Şeyh Galib’i vefatının 215. sene-i devriyesinde rahmetle yadediyoruz.

Baran Dergisi, 17 Ocak 2014

Semih Kaplanoğlu ile Hayat, Sinema ve “Buğday” Üzerine

Röportaj: Gülçin Şenel | Fotoğraf: Yağmur Dinç Semih Kaplanoğlu Kimdir? Semih Kaplanoğlu, 4 Nisan 1963 tarihinde İzmir’de dünyaya geldi. Dok...