31 Temmuz 2015 Cuma

“Proust Bir Sinirbilimciydi”


Beynimizin sırlarla dolu olduğunu biliriz. Nasıl çalıştığı, nasıl uyarıldığı, bütün işlerimizi göz açıp kapamadan nasıl hallediverdiği çoğu zaman muammadır. Her ne kadar Nöroloji-Sinirbilim uzmanları pek çok keşif yapmışsa da, hâlâ beyinde ne olup bittiği laboratuvar ortamında çözülememiştir. İnsan beyni, sırrını (ki sırrı şuurdur), sanki üzerine gittikçe daha çok gizlemektedir. Çünkü, beyin sadece bir organsa, “düşüncemizi, hissimizi, irade ve isteklerimizi nasıl yorumluyor?” suali sinir hücrelerinin elektrik bağlantılarıyla açıklanamamaktadır. Sefine’de Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu bu meselenin altını şöyle çizer:
«“Şuurun beyindeki yerinin bir beyin cerrahı tarafından bulunamayacağı iyice anlaşılmıştır; çünkü bu yer, bir organ veya organlarla o kadar alâkalı gözükmeyip, beyin dahilindeki enerji alanlarının birbirleriyle etkileşim içinde olmalarıyla ilişkili gibidir. Nöro-fizyologlar, kendi şuurlarının dışında aradıklarını muhtemelen bulamayacaklardır, çünkü aradıkları şey arayanın tâ kendisidir.”
Şuuru gözden geçirmek için tek araç şuurun kendisidir; böyle olunca, bir aynadaki durumu sonsuz kere yansıtan diğer ayna… Ve müşahede eden, gözlediğini, düşünen de düşünceyi başkalaştırıyor.» [1]
İşte bu yüzden “kendilerini” didik didik eden sanatçıların eserleri, bu konuda ilmî keşiflerin önünde gidiyor. Çünkü teşrih masasında kendileri yatıyor; şuuru, hafızayı, görmeyi, duymayı, koklamayı, hissetmeyi anlamak için beyin ameliyatı yapmıyorlar; kendilerini dinliyorlar ve sezgileri onları haklı çıkarıyor.
Meraklı bir sinirbilimci adayı olan Jonah Lehrer bir gün laboratuvarda Proustokumaya başlar ve fark eder ki, Proust “hafıza” konusunda ilmî izahlardan çok daha önce bunları romanlarında dile getirmiştir. Bu keşif merakını kamçılar ve edebiyat-sanat dünyasından pek çok sanatçıyı inceler. Neticede Sinirbilim’in yeni keşiflerini yahut cevab veremediği problemleri çok önceleri sezgileriyle ortaya koyan sanatçılarla ilgili bir kitab kaleme alır: Proust Bir Sinirbilimciydi. Şöyle diyor Jonah Lehrer kitabının takdiminde:
“Maalesef, bugünkü kültürümüzün gerçeğin ne olduğuna ilişkin tarifi çok dardır. Eğer bir şey sayılabilir yahut hesablanabilir değilse, gerçek olamaz. Bu katı ilmî yaklaşım çok şeyi açıkladığından, her şeyi açıklayabileceğini sanıyoruz. Ama tecrübî metod da dahil olmak üzere her metodun sınırları vardır. İnsan zihnini ele alalım. Bilimciler beynimizi fizikî unsurları üzerinden tarif ediyorlar; elektrikli hücreler ve snaptik (asabî?) boşluklardan oluşan bir dokuma tezgâhından başka bir şey olmadığımızı söylüyorlar. Ama dünyayı bu şekilde tecrübe etmediğimizi unutuyorlar. (Makine gibi değil, hayalet gibi hissederiz.) İronik olabilir ama doğrudur: Sanatın bir şeye ircâ edemeyeceği yegâne gerçeklik bilip bilebileceğimiz tek gerçekliktir. Tam da bu sebeble sanata ihtiyacımız var. Sanatçılar gerçek tecrübelerimizi dile getirerek bize bilimimizin eksik olduğunu, hiçbir madde haritasının şuurumuzun gayri-maddîliğini açıklayamayacağını hatırlatırlar. Bu kitabın anlatmak istediği, sanat ve bilimden yapılmış olduğumuzdur. Rüyâların yapıldığı maddeden yapılmışız biz, ama aynı zamanda yalnızca maddeyiz. Şu anda beyni, sırrının hiçbir zaman çözülemeyeceğini kavrayacak kadar tanıyoruz. Tıpkı bir sanat eseri gibi malzemelerimizin toplamından daha fazlasıyız.” [2]
Eserinde, (ProustGeorge Eliot, Auguste Escoffier, Walt Whitman,Cezanne, StravinskiGertrude Stein, Virginia Woolf) toplam sekiz sanatçıdan (ki bunlardan biri de aşçıdır) bahseden Jonah Lehrer, her birinde, daha önce dikkatimizi çekmemiş hususiyetleri işaretleyerek, bir bilim adamından ziyade, iyi bir edebiyatçı gibi davranıyor. Zaman zaman Stefan Zweig’in bir eserini okuyormuş hissine kapıldığımız bile oldu. Bir not olarak belirtelim; eserin bizce en parlak bölümleri Paul CezanneMarcel Proust veVirginia Woolf’un incelendiği bölümler. Biz de bu üç bölümü anlatacağız.

PROUST VE HAFIZA
Kitaba ismini veren Marcel Proust’la başlayalım ve öncelikle onun filozofBergson’la hem ailevî hem de fikrî bağları olduğunun altını çizelim. Bergson,Proust’un kuzeniyle evlidir ve Proust sanatın gücüne inanmayı Bergson’un o zamanlar yeşeren sezgi felsefesinden öğrenmiştir. Öyle ki, Jonah Lehrer’e göre, Kayıp Zamanın İzinde eseri, Bergson’un felsefesini, yani hakikatin fizikî değil ruhî olduğunu isbatlayan bir roman olmak gayesindedir.
Proust’un Kayıp Zamanın İzinde isimli eseri, hafızasını harekete geçiren bir “madlen”le başlar. Ihlamur çayına batırıp yediği madlen keki, birdenbire onu bambaşka bir ruh hâline büründürür. Proust koku ve tat duygularının hatıralarımızı saklayan önemli uyaranlar olduğunu düşünür: “Ne var ki, uzak bir geçmişten geriye hiçbir şey kalmadığında, insanlar öldükten, nesneler yok olduktan sonra, bir tek, onlardan yoksun, daha sürekli, daha sadık olan koku ve tat, daha çok uzun bir süre, ruhlar gibi, diğer her şeyin yıkıntısı üzerinde hatırlamaya, beklemeye, ummaya, neredeyse elle tutulmayan damlacıklarının üstünde, bükülmeden, hatıranın devâsâ yapısını taşımaya devam ederler.”
İşte bu noktada şöyle diyor Jonah Lehrer:
«Sinirbilim bugün Proust’un haklı olduğunu biliyor. Brown Tıb Fakültesi’nde psikolog olan Rachel HerzProustçu Hipotezi Sınamak gibi kıvrak zekâ ürünü bir başlığı olan ilmî yazısında, koku ve tat duygularımızın fevkalâde hissî olduğunu gösterir. Bunun sebebi koku ve tat duygularının hipokampus (beynin uzun süreli hafıza merkezi) ile doğrudan bir bağa sahib olmasıdır. Onların bıraktığı iz silinmez.» [3]
Ancak hafızanın insana oynadığı oyunlar bitmemiştir. Nitekim bazı tatlar ve kokular hafızamızı harekete geçirir, fakat hatırladıklarımızın çoğunu çarpıtırız.Proust tuğla kalınlığındaki eserini yazarken bunun farkına varmış ve hafızanın şaşmaz olmadığını söylemiştir. 2000’li yıllara gelindiğinde bilim adamları “sadece bizim hatırlama fiilini değiştirmediğimizi, hatırlama fiilinin de bizi değiştirdiğini” fark ettiler. Farelerle yaptıkları deneylerde farelerin hafızalarını silmeyi başardılar. Neticede hafızanın hareketsiz bir bilgi deposu olmayıp bir süreç olduğunu isbatladılar. Ancak hafızanın bir süreç olduğu ve çarpıtılabildiği gerçeği, onun yapısı hakkında bir fikir vermez. Nitekim Jonah Lehrer şöyle demektedir:
“Sinirbilimciler alınmasın ama hatıralar genelde bu şekilde oluşmaz. Hayat yalnızca bir defa vuku bulur. Proust Swanların Tarafı’nda keki hatırladığında bunun sebebi çok fazla kek yemiş olması değildi. Aslında tam tersi doğruydu.Proust’un hatırası rahatsız edici derecede hususî ve her açıdan beklenmediktir. (…) Proust’un geçmişi kendisini şok eder.” [4]
Neticede Proust’un bildiğini ve çoğumuzun da aslında tecrübe ettiğini herhangi bir “delil” olmadığı müddetçe bilim adamları reddedecektir: Hafıza şuurun bir şubesi gibi görünmektedir ve beynin herhangi bir yerinde boşuna aranmaktadır. Çünkü her yerindedir. Karl Pribham hafıza konusunda hologram örneğini kullanarak bunu dile getirmiştir:
“Beyin bir hologramdır.”
CEZANNE: GÖRME SÜRECİ
Ressam Paul Cezanne, çağının empresyonist (intibacı) ressamlarının –ki kendisi de aslında onlardan biriydi-, “görmek için ışık yeterlidir” tezini post-empresyonist (geç-intibacı) resimleriyle reddediyordu. Çünkü Cezanne, ışığın yalnızca görmenin başlangıcı olduğunu düşünüyordu. “Tek başına ışık yeterli değildir, aynı zamanda düşünmek de gerekir” diyordu. O, gördüklerimizi yorumladığımızı düşünüyordu; görülenin şahsî bir yorum olduğunu söylüyor, görmenin sadece gözün bir faaliyeti olduğunu kabul etmiyordu. Şöyle diyorJonah Lehrer:
“Bugün Cezanne’nin haklı olduğunu biliyoruz. Görme sürecimiz fotonlarla başlar, ama bu yalnızca başlangıçtır. Gözlerimizi her açtığımızda, beyin şaşırtıcı bir tahayyül eylemine girişir ve ışık kalıntılarını anlayabileceğimiz bir biçim ve mekan dünyasına dönüştürür. Bilimciler kafatasını inceleyerek duyumlarımızın nasıl oluştuğunu, görme korteksi hücrelerinin nasıl sessizce görme olayını gerçekleştirdiğini görebilirler. Gerçeklik, biz şahid olalım diye orada öylece beklemiyor: gerçeklik zihin tarafından oluşturulan bir şeydir. Cezanne’in sanatı görme olayının nasıl olduğunu ortaya koyar. Tabloları gereksiz derecede mücerret olmakla eleştirilmiş olsa da, -öyle ki empresyonistler bile Cezanne’ın tekniğiyle alay etmiştir-, aslında bize dünyayı beyne ilk gözüktüğü şekilde gösterir. Bir Cezanne tablosunun sınırları yahut bir şeyi başka bir şeyden ayıran kalın siyah çizgileri yoktur. Onda yalnızca fırça darbeleri ve tuvalde bir rengin yüzeye sürüldüğünde başka bir renge değiştiği görüntüsünün olduğu yerler vardır. Görmenin başlangıcı budur: Gerçeklik beyin tarafından çözülmeden önce buna benzer. Işık henüz biçim haline gelmemiştir. (…)Cezanne’ın dehası budur: Bizi aynı durağan tuvalde, görüşümüzün başlangıcını ve sonunu görmeye zorlar. Mücerret bir renk mozaiği olarak başlayan şey gerçekçi bir tasvire dönüşür. Tablonun doğduğu yer boya yahut ışık değil, zihnimizin içinde bir yerlerdir.” [5]
Cezanne, resimlerini, kendi yorumunu katmadan gördüğü gibi çizmeyi deniyordu. Fakat bu imkânsızdı. Şöyle diyor Lehrer:
«Cezanne, tabiatı kopyalamaya çalıştığını açıkça itiraf ediyordu. “Ama beceremedim, araştırdım, dört döndüm, her bir yönden baktım ama nafile.”Cezanne ne kadar çabaladıysa da, beyninin sinsice müdahalede bulunan yorumlarından kaçamıyordu. Mücerret resimlerinde bu psikolojik süreci göstermek ve zihnin gerçekliği nasıl oluşturduğunu fark etmemizi istemişti.Cezanne’ın resimleri bize göremeyeceğimiz şeyleri, yani nasıl gördüğümüzü gösterir.» [6]
Peki, bilim bu konuda ne diyor? Görmeyi bir fotoğraf makinesi gibi izah eden metod David Hubel ve Torsten Weisel’in çalışmalarından sonra geçerliliğini yitirdi. Bu bilimciler, görme ânını, yorumlanma gerçekleşmeden önceki durumu yakalamaya çalışıyorlardı. Bu bilim adamlarına göre görme olayı tamamen mücerret bir süreçti. Beyinde aradıkları iki buudlu resmi bir türlü bulamadılar, görme olayı gerçekleşirken harekete geçen hücrelere rastlayamadılar ve bu sırrın peşine düştüler:
“Fakat sonra tamamen tesadüf eseri, uyarılmış bir hücre, dünyanın gördüğü parçasıyla ilgilenen bir nöron keşfettiler. Bu hücre neye cevab veriyordu? Hubelve Weisel’in hiçbir fikri yoktu. Nöron tam da tepkisiz olması gereken ânda, aktif hâle gelmişti. Onu uyaracak hiçbir ışık yoktu. Ancak adımlarını geriye doğru izledikten sonra anlayabildiler. Işık projektörüne bir lam yerleştirdiklerinde, kedinin retinasında farkında olmadan, donuk ama gözden kaçmayacak bir gölgeye yol açmışlardı. Bu yalnızca uçucu bir parlaklıktı –tek bir yönde düz bir çizgiydi- ama hücrenin istediği tam da buydu. Bu keşif Hubel veWeisel’i şaşkına çevirmişti. Görmenin ham maddesini bir ânlığına görmüşlerdi ve bu hammadde tamamen mücerretti. Beyin hücrelerimiz tuhaf şeylerdi, ışık noktalarının değil, çizgilerin oluşturduğu açıların cazibesine kapılıyorlardı. Bu nöronlar kontrastı parlaklığa, keskin kenarları eğrilere tercih ediyorlardı. (…) Dünyanın görülmeden önceki, yani zihnin görme duyusunu oluşturmakta olduğu dönemdeki hâli buydu. Cezanne’ın resimleri görme korteksi tarafından farkedilen bu gizli geometriyi hatırlatır.” [7]
Gözlerimizin gördüğü şeyde ilk önce çizgileri seçmesi şaşırtıcı olduğu kadar bunu fark etmiş bir ressam için de fazlasıyla ilham verici olmalıdır. Meselâ,Cezanne’dan etkilenen ressamlarca oluşturulan Kübizm ekolünün çizgilerini hatırlamamak ne mümkün. Hatta, Hat sanatının bir nevî "çizgilerin resmi" olmasını…
Bir not olarak belirtelim: Lehrer’in aktardığına göre, Cezanne’ın çok yakın arkadaşı olan Emile ZolaEser romanında Cezanne’ı anlatır. Cezanne’ın, döneminde alay edilen resimlerine o da aynı gözle bakıyordu. Bu roman yayınladığı zaman Cezanne’la yolları ayrıldı. Cezanne hakkında son cümle:
“Cezanne tabiat konusunda mücerrede gidiyordu, çünkü gördüğümüz her şeyin tecrid etme olduğunu anlamıştı.”
VIRGINIA WOOLF: “BENLİK”İN PEŞİNDE
Virgina Woolf, ıstırablı bir zihne sahibti. Sebebi belli olmayan sinir krizleri geçiriyor, sürekli doktor kontrolünde ilaç kullanıyordu. Bu sebeble zihniyle çok içli dışlı bir hâle gelmişti, sürekli onu inceliyordu. “Şuur akışı” olarak adlandırılan bir biçim geliştirerek kaleme aldığı romanları, zamanı ve mekânı önemsemiyor ve yalnızca insanın zihninden geçirdiklerini anlatıyordu. (“Yalnızca duygu ve düşünceler olacak, ne fincanlar ne masalar.”) Şöyle diyordu:
“Bir ân durup sıradan bir günde sıradan bir zihni inceleyin. Bu değişen, bu bilinmeyen ve ucu bucağı olmayan ruhu, ne tür bir sapma ve karmaşıklık sergilerse sergilesin, yabancı ve haricî unsurlardan olabildiğince uzak tutarak aktarmak romancının görevi değil midir?”
Öyle olduğuna inandı ve romanlarını da bu şekilde kaleme aldı. Jonah Lehreronun bu tarzını “şuuru belgelemek” olarak niteler:
«Bu teknik ona şuuru bir süreç olarak belgeleme imkânı verir ve bize düşüncemizin tüm yönlerini gösterir. Gayri şahsî his her zaman sübjektif bir tecrübe hâline gelmekte ve bu tecrübe her zaman bir sonrakine akmaktadır. İşte bu süreksiz değişiklikten her şeye rağmen karakter ortaya çıkar. Woolfbenliğimizin bu iki yönünü de görmemizi istiyordu: “Bu hem bir nefes değse kırışıverecek bir şey hem de atlar koşulsa yerinden kıpırdatılamayacak bir şey olacaktı.”» [8]
Benlik ve şuur konusunda bilimin kafası karışıktır. Onun beyinde bir yeri olduğuna inanır, iş nerede olduğunu bulmaya kalmıştır. Cristof Koch isimli bir Nörolog, benliğin beyindeki yerini keşfetmeye karar vermiştir. Sol ve sağ gözlerin mütekabil kısımları iki ayrı imaj görürse ne olur? Bu deneyi gerçekleştiren Koch, sol göze "yatay", sağ göze "dikey" çizgiler gösterdiğinde, kişi ekose bir model idrak edecektir. Fakat bazen benliğin kafası karışır ve sadece tek bir göze dikkat eder. Birkaç saniye sonra hatasını anlar ve diğer göze de dikkat etmeye başlar ve bu iki idrak, Koch’un sözleriyle “sonsuza dek değişebilir.” Deney sebebiyle kafası karışan benlik, idrakinin altında yatan dalaverenin farkına varır. İki ayrı şey gören iki ayrı gözün görüntüsüne sahib olduğunu fark eder. Koch, beyinde görmeye dair hâkimiyet mücadelesinin nerede gerçekleştiğini bilmek ister. Hangi göze dikkat etmek gerektiğine hangi nöronlar karar vermektedir. Hangi hücreler bu karmaşıklığa “birlik” dayatıyor?Koch bu yeri bulduğunda şuurumuzun nöral karşılıklarından birini bulacağına inanır. Benliğin nerede saklandığını bulacaktır. Şöyle diyor Lehrer:
«Woolf’un yazdığı gibi, “Hayat simetrik olarak dizilmiş fayton fenerleri değildir; hayat… şuurun başından sonuna kadar bizi çevreleyen parıltılı bir hâledir.” Şuurun tek bir nöral karşılığa –fayton feneri- ircâı tarif gereği bir tecrittir. NCC (şuurun nöral karşılığı olacağı düşünülen yer) belli idrak tecrübelerinin nerede gerçekleşeceğini tarif edebilir, ama dikkatin kaynağını ortaya çıkaramaz yahut benliği çözemez, zira bunlar ortaya çıkan özelliklerdir ve tek bir kaynağı yoktur. Woolf’un bahsettiği hesablanamaz sır çözülemeyecektir. Sinirbilim, deneyler yoluyla neleri açıklayabileceği konusunda gerçekçi olmalıdır. (…) Öz şuurluluk en azından iç kısımlarımızdan hissedildiğinde, hücrelerin toplamından daha fazlası olduğu hissini uyandırır. Tecrübelerimizi yalnızca nöronlarımız üzerinden açıklama girişimi asla başarılı olamaz, çünkü nöronlarımızı tecrübe etmeyiz. Woolf bunu biliyordu, tecrübelerimizi sadece fizikî terimlerle tarif etmenin –bilim tarihi bu tür başarısız teorilerle doludur- pek çok eksiklik taşıdığına inanıyordu. Woolf’a göre bu tür “ircâcı” psikolojiler, “karmaşıklaştırmaktan ziyade basitleştirir, zenginleştirmekten ziyade değer kaybettirir.” Bu yaklaşımlar özümüzdeki şahsîliği reddeder ve “tüm karakterleri vak'alara” dönüştürür. Woolf bize zihnin her zihni aynı hâle getirerek çözülemeyeceğini hatırlatır. Şuuru sadece “prefrontal korteksteki salınımlarla” tarif etmek sübjektif gerçekliğimizi çöpe atmak anlamına gelir. Benlik kendini bütün olarak hisseder, ama bilim yalnızca parçalarını görebilir.» [9]
Virginia Woolf’un Gazalî okumamış olması büyük talihsizlik. Çünkü bilimde arayıp bulamadığını kendi iç dünyasında aramış, bulduğu cevablarsa onu hiçbir zaman tatmin etmemiştir. “Delilikten ve diğer şeylerden bir şeyler kapmadım değil. Hatta bende dinin yerini bunların aldığından şübheleniyorum.” diyecek kadar derin bir buhranın içindedir o. “Bir benlik olmadan, görülen bir dünyayı nasıl tarif ederiz?” diye soruyor, cevabını da kendisi veriyor: “Tek bir kelime bile yoktur.”
Lehrer'in kitabının bütün bölümlerinde, beynin bir faaliyeti olarak incelenen koku, tad alma, işitme, görme, konuşma-dil, benlik, hafıza gibi her gün tecrübe ettiğimiz hisler ve fiillerin asıl sebebinin beyin olmadığı, bunları yorumlayan beyin olsa bile o yorumu “idrak edenin” ne olduğunun bilinmediği, bilinse de “bilim” açısından bir “bilinmez” olarak kalacağı vurgulanıyor. Kitabın tanıtımında, sinirbilimin sanatçıların sezgileri ile bulduklarını yeni yeni keşfettiği ifade ediliyor. Şimdi kitabı okuyup bitirince anlıyoruz ki, sanatçıların sezgileriyle ifâde ettiklerini, sinirbilim hâlâ beynin bir köşesinde aramaya devam ediyor. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun Sefine’de altını çizdiği gibi:
«Bir hatırlatma: “Herkesin düşündüğünün tersine, şuuru meydana getiren beyin olmayabilir, belki de beynin ortaya çıkışını, mekânı, zamanı ve fizikî kâinat olarak yorumlamaktan hoşnut olduğumuz her şeyi meydana getiren şuurdur, ruhtur.”» [10]
Sahi, şuur veya ruh nerede? Cevab bizce apaçık: İçinde "insan" olan her yerde…

[1] Salih Mirzabeyoğlu, Sefine – Suver-i Hayâl Âlemi-, İBDA Yay., s. 218
[2] Jonah Lehrer, Proust Bir Sinirbilimciydi, Boğaziçi Üniversitesi Yay., Giriş.
[3] A.g.e., s. 89
[4] A.g.e., s. 100
[5] A.g.e., s. 109
[6] A.g.e., s. 116
[7] A.g.e., s. 118
[8] A.g.e., s. 202
[9] A.g.e., s. 209-210
[10] Salih Mirzabeyoğlu, a.g.e., s. 304
 Aylık Dergisi, Aralık 2009

Hiç yorum yok: