3 Haziran 2009 Çarşamba

BEDEN Mİ İHTİYARLAR, RUH MU?


“Her meyvenin kendi içinde çekirdeğini taşıması gibi, insan da kendi içinde taşır ölümü”

Rilke


Batılı eleştirmenler, Simone de Beauvoir’ın en güzel kitabının “Yaşlılık” isimli eseri olduğunu söylüyorlar. Kadın üzerine yazdığı onlarca kitab bir yana, “Yaşlılık” bir yana… Niçin? Yaşlanmaya başladığı bir dönemde kaleme aldığı bu kitab, feminist bakış açısıyla yazdığı kitablardan daha içten, daha samimi gelmiş olabilir mi? Olabilir:

“İnsanlar yaşlılıkta ölümü daha kolay benimsiyorlar. Sonra erkekler de, kadınlar da yaşlılıkta bir aşağılık durum, bir düşüş buluyorlar; insanın yaşlanınca kendi kendinin karikatürü olacağını düşünüyorlar. (İçinde bulunduğumuz dünyanın şartlarına göre çokluk doğrudur bu.) Toplumumuzda yaşlı kişilerle ilgilenen, ilgilenmesi gereken kurumlarca onlara sağlanan yaşama şartları utanılacak seviyededir. Bir şey daha itti beni bu kitabı yazmaya: Kırk yaşımdayken kendimi öbür kadınlar gibi bir kadın olarak görüyordum. Bir erkek nasıl erkekse, ben de kadındım. O sırada “İkinci Cinsiyet”i yazdım. Yaşım altmışa gelince de kendimi artık yaşlılar arasında görmeye başladım. Onların sorunları benim sorunlarım oldu. (…) Amerika kendi sözlüğünden “ölü” kelimesini çıkarmıştır. Amerika’da “kaybolmuş sayın kişi”den sözedilir. Hatta bu ülke ileri yaşlara her türlü referansı vermekten kaçınır. Bugün Fransa’da ihtiyarlık yasak bir konudur. Nesnelerin Gücü’nün sonunda bu yasağı çiğnediğimde, amanın nasıl da şimşekleri üzerime çektim anlatamam! Kabul etmeli, yaşlılığın eşiğindeydim, bu, yaşlılığın bütün kadınları gözlediği, onlardan pek çoğunu da pençesinin altına aldığı ân demekti.” (1)

Eserinde biyolojik, tarihî ve kültürel olarak “yaşlılık”ı inceleyen yazar, kapitalist batı toplumunun ihtiyarlara biçtiği rolden rahatsızdır. Onları toplumun yükü halinde gören anlayışı şu sözlerle eleştirir:

“Emekliler, yalnızlık ve can sıkıntısı içine atılıp, tam bir gözden düşmeyle nebatî (bitkisel) bir hayata mahkûm edilir. Hayatının son onbeş veya yirmi yılında bir insana artık “hiç” gözüyle bakılması, bizim medeniyetimizin başarısızlığı değil de nedir? İhtiyarları yürüyen ölüler değil de, yaş yaşayıp güngörmüş insanlar yerine korsak; anlattığımız bu apaçık durum bizi boğar, bunaltır.” (2)

Eseri boyunca verdiği örnekler, batı idrakinin yaşlılık halini menfi bir durum olarak gördüğünü gösteriyor. Öyle ki, “yaşlıların Roma’da bir çukura atılıp öldürüldüğü muhtemeldir” diyor.

İhtiyarlık konusunu Simone de Beauvoir gibi bir feminist yazarın dilinden okumamız boşuna değil. Günümüzde kadınların yaşlanması, kırışıklıklarının artması, kilo alması, bedeninin bozulması kabul edilir bir şey değil çünkü. Her yaşta güzel olmanın formüllerini veren kozmetik dünyası, estetik cerrahi, tıbbî gelişmeler, bir nevî “ölümsüzlüğün” çaresini bulduğunu söylüyor. Günümüzde kadınlar için yaşlanmak ayıb, kırışıklıkların artması felaket, kilo almak ise facia olarak değerlendiriliyor. Simone de Beauvoir, yaşlanmış bir feminist kadın olarak, yaşlılığı kabullenmek ve hor görmemekten bahsederken, günümüz kadınları yaşlanmak istemiyor. Beauvoir’in bu kitabı yazmasının üzerinden sadece 39 yıl geçmiş olmasına rağmen, günümüzde “yaşlılık” idraki, onun bıraktığı yerden daha kötü bir durumda. Genç nüfusu gittikçe azalan yaşlı Avrupa, kendini daha genç göstermek istemekte belki de haklıdır. Ancak bu durum sadece batılı idrak için geçerli değil artık, ülkemizde de yaşlılığa uzak durulması gereken bir illetmiş gibi bakılıyor.

Sonsuz bir mutluluk ve gençlik vaadeden kapitalist hayat tarzı, ihtiyarlamayı yok sayıyor ve “genç görünmenin sırları”nı fısıldayıp duruyor. Görünmek “olma”nın önüne geçtiğinden beri, artık insanlar, “yaşı 80 ama 50’sinde gibi duruyor”, “estetikle 40 yaş genç görünüyor”. Nerde kaldı bizim “ruhu genç” tabirimiz? Kimse yaşlanmak, yaşlı görünmek istemez. Ancak eğer bu bir propaganda hâline gelirse, kimse yaşlıları da görmek istememeye başlar. Sokağa terkedilmiş, yalnız bırakılmış, huzurevlerine emanet edilmiş yaşlılar, bu görmek istememenin sadece bir sonucudur.

Hâlbuki biz Müslümanlar için ihtiyarlık, derin bir saygı ve hürmet uyandırırdı. Sadece Müslümanlar için değil elbet, belki bütün bir doğu toplumu için böyleydi bu. Onların hayat tecrübeleri, gençlerin rehberi olur, ailenin başköşesinde onlar oturur, yaşı ilerlemiş âlimler daha bir saygı görür, yaşlı bilgeler, aksakallı dedeler, halk masallarımızın başkahramanları olarak anlatılırdı. Köylerimizde “Yaşlılar Heyeti”nin sözü geçer, evlerimizde dedelerimizin nasihatleri dinlenirdi. Velhasıl, bir zamanlar ruhları gencecik nice yaşlılar vardı; bugünse ruhları yaşlanmış gençler, genç kalmak için çırpınanlar var artık. Gerçi kendi ruhlarına bir baksalar! Çoktan ölmüş bir ruhun, genç bir bedenle yapabileceği doğrusu fazla ne var? Hâlbuki sonsuz gençlik ruhtadır, beden yaşlansa da eğer gıdası kesilmezse ruh bir çocuk kadar genç kalır…

Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünyaya yapışmış, yarın ölecekmiş gibi öte dünyaya çalışmayı boş vermiş günümüz insanı (müslümanı da), dinin-İslâm’ın, bu dünya için manevî huzur vaat etmekten başka bir mânâsı olmadığını düşünüyor ve öyle yaşıyor. Bu sebeble ruhunun yaşlandığını bilmeden, bedeninin yaşlanmasını istemiyor, yaşlıları gözünün önünden kaldırmaya bakıyor.

İhtiyar kelimesi “yaşlanmış kimse” anlamına geliyor. Ancak yine aynı kelime ıstılahî olarak, razı olmak, katlanmak, seçmek, uygun görmek, seçilmek mânâlarına geliyor. Yani ihtiyarlamayı ihtiyar etmemiz gerekiyor, yoksa ihtiyarlık bizi zaten gelip buluyor.

1) Simone de Beauvoir, Yaşlılık –İlk Çağı-, Milliyet Yay., İstanbul 1970, s. 9-11

2) A.g.e., s.19


Aylık Dergisi, Haziran 2009

30 Mayıs 2009 Cumartesi

BİR EYLEMCİ OLARAK SANATÇI NİÇİN DESTEKLENMEZ?

Bildiğiniz üzere geçtiğimiz günlerde (18 Mayıs 2009) tiyatro sanatçıları ile onlara destek veren bazı resim ve müzik sanatçıları, “yaşanan son gelişmelere duyarsız kalmadıklarını göstermek” için Taksim’de yürüdüler. Basında haber, “Tiyatroculardan Beyoğlu’nda Laik Cumhuriyet Yürüyüşü” olarak çıktı. Televizyonda konuşan eylemci sanatçılar, “efendim Mustafa Balbay gibi bir gazeteci neden içerde? Türkan Saylan’ın evi neden arandı? Bu gidiş gidiş değil, biz Laik Cumhuriyete sahib çıkmak için buradayız” şeklinde beyanatlar verdiler.

Radikal gazetesi eyleme katılan bazı sanatçıların isimlerini yayınlamış:

“Haldun Dormen, Yıldız Kenter, Gülriz Sururi, Genco Erkal, Ferhan Şensoy, Müjdat Gezen, Zuhal Olcay, Rutkay Aziz, Erol Günaydın, Emre Kınay, Dolunay Soysert, Sinan Tuzcuoğlu, Bennu Yıldırımlar, Ali Poyrazoğlu, Demet Evgar, Asuman Dabak, Metin Serezli, Levent Üzümcü, Nedret Güvenç, Çolpan İlhan, Dikmen Gürün, Nedim Saban ve Doğa Rutkay.”

Bu isimlerin çoğu TV dizilerinin ve sinema filmlerinin de oyuncuları aynı zamanda. “Yaprak Dökümü”, “Asi”, “Cennet Mahallesi”, “Avrupa Yakası”, “Benim Annem Bir Melek”, “Issız Adam” vesaire. Yani bol reytingli dizilerin, bol seyircili filmlerin aktörleri, aktrisleri. Bu durumda arkalarında yoğun bir halk desteği olacaktır öyle değil mi? Değil!

Efendim bu arkadaşlar sanatçı. Elbette bir ülkenin sanatçıları, o ülkede ters giden bir şey gördüklerinde sokaklara dökülebilir, eserlerinde bu protestoyu yansıtabilir, fikrî, siyasî, fiilî bir mücadeleye girişebilir. Elbette bu duruş herkes tarafından ayakta alkışlanır.

Lakin burada ters giden bir şey var. Kimse onlara sahib çıkmıyor, ayakta alkışlamıyor, velhasıl bu sanatçılar, yani toplumun öncüleri olması beklenen bu yüksek kültürlü dehalar (!) kitleleri peşlerinden sürükleyemiyor. Niçin? Pankartlarına bakmak, neyi protesto ettiklerini anlamak ve aslında neyi söylemek istediklerini, neyi ise görmezden geldiklerini hatırlatıcı “kelimelere” bakmak yeterli:

“Yargı Siyasallaşıyor. Seyirci Kalmayın!”

(Elbette! Siyasallaştığı şimdi değil, bundan yaklaşık on yıl evvel isbatlandı: Hatırlarsanız, henüz yargılanma safhasında Salih Mirzabeyoğlu’nun “örgüt lideri” olduğu ilan edilmiş, “idam hükmü” verilmişti. Yargılama “âdet yerini bulsun” diye yapıldı. Salih Mirzabeyoğlu bu durumu, ironiye bakın ki “Tiyatro Bitti!” diye nitelendirmişti sevgili eylemci tiyatrocular! Fakat o sıralar siz de “tiyatro”yu seyrediyordunuz değil mi?)

“Çağdaş Eğitim Her gün Darbe Yiyor. Seyirci Kalmayın!”

(Eğitim derken, başörtülü kızlara eğitim değil, çağdaş, başörtüsüz, kimliksiz, şen sıpa nesli doğurmak için eğitim! Darbe mi? Türkan Saylan kanser sebebiyle ölmedi mi? Biz mi yanlış biliyoruz?)

“Laik Cumhuriyet Tehlikede. Seyirci Kalmayın!”

(Vak’a-yı âdiye… Tehlikede değil ve asıl tehlike de bu zaten!)

“Bilimin Işığı Karartılıyor. Seyirci Kalmayın!”

(Darwin-Evrim-TÜBİTAK meselesi değil mi? Bilimden bütün anladığınız bu!)

“Kul Değil Yurttaş! Bu Hasret Bizim!”

(ABD’ye ve Batı kültürüne kul köle ama Allah’a asla! Doğru, bu hasret sadece sizin!)

“Düşünce Özgürlüğü! Bu Hasret Bizim!”

(Evet, sadece size düşünce özgürlüğü, bize soğuk demir parmaklıklar!)

Neyse, fazla uzatmaya mahal yok. Biz bu sanatçıları başörtüsü üniversitelerde yasaklandığında sokaklarda göremedik. 50 küsur eser sahibi bir mütefekkir (Salih Mirzabeyoğlu) idama mahkûm edildiğinde seslerini duyamadık. Peygamber Efendimiz’e hakaret edilen karikatürler yayınlandığında aralarından bazılarını kıs kıs gülerken gördük. Irak, ABD tarafından işgal edildiğinde ABD’li pek çok oyuncu bile sokaklara dökülürken, bizim oyuncu-tiyatrocu arkadaşları meydanlarda göremedik! Çoğunu 28 Şubat’a alkış tutarken seyrettik. Halkına yabancı, onun değerlerini aşağılayan ve elinden gelse yok etmek isteyen bir sanatçı portresi çizen bizim tiyatrocular, reyting rekorları kıran dizilerde de oynasalar, sokağa döküldüklerinde arkalarında kimseyi göremedikleri zaman şaşırmamalılar. Allah’a inanmayan, ruhu merkeze almayan bir bünyede ne sanatın ne de sanata dair herhangi bir şeyin vücud bulamayacağını bildiğimiz için, ne bu tiyatrocular sanatçıdır, ne de bunların yaptıklarına sanatçı eylemi denir. Dolayısıyla, toplumu ruhundan yakalayıp peşinde sürükleyecek bir güce asla sahib değildirler. Çünkü onlar, kendilerine “sanatçı” diyen, ama aslında bir sanatçıda olmaması gereken tüm özellikleri üzerlerinde taşıyan insanlardır; fikirsiz (ama Atatürkçü), düşüncesiz (ama Laik), iddiasız (ama çağdaş), kapitalist (ama solcu). Eh, bu da onlara yeter!

ÜSTAD NECİB FAZIL’IN

“ÖZLEDİĞİ NESLİN VASIFLARI”*

“AŞK: … Cemâda, nebata, hayvana kadar tesir eden aşk, yalnız gafil insana tesir etmezken onun en büyük tesirine hedef gerçek insan ve gençlik, neredesin!

ÜSTÜN AKIL VE SIR İDRAKİ: Tıpkı (Sokrat) ile sofistler arasındaki mücadelenin gayelendirdiği gibi, kaba ve hileci dış mantıktan, kuru akıldan kurtulmak, aklı yine akılla mat eden üstün anlayışa ve bilhassa sır idrakine yükselmek… İşte, kaba softa ve ham yobazla derin ve gerçek mümin arasındaki fark!..

NEFS MUHASEBESİ: Anadan, babadan, mektepten, cemiyetten meccanen alınan hazırlop inanışlarla vicdan arasındaki büyük hesaplaşma, atacağını dibinden söküp atma, tutacağını da köküne kadar tutma hassası…

EŞYA VE HADİSELERE TAHAKKÜM VE ONLARI TASARRUF MİZACI: Bu hassa bize Kur’ân emriyken onu en aşağı 4 asırdan beri kaybetmiş bulunuyoruz. Batı müspet ilimleri karşısında apışma halimiz, asırlardır bize bu hali Müslümanlık zannetirmiştir. Tam aksi… Batı inanmadan ve bilmeden bu mevzuda Kur’ân’ı tatbik ediyor ve biz inandığımız, bildiğimiz iddiasının yer aldığı devirlerde bile Kur’ân’dan uzaklaşmış bulunuyoruz.

AKSİYON RUHU: Birbirine yol veren bu vasıflar içinde aksiyon, iş, hamle ve hareket ruhu, kaynağımıza ait şiarların başında gelir. Biricik, tek ve mutlak örnek olan sahabilere bakalım: Sahabîde iki büyük haslet vardır: Hikmet ve aksiyon ruhu… Yani fikir ve onu işe tahvil edici hareket… Sahabî bu demek…

GÖZÜKARALIK: Davâ adamının ana vasıflarından biri gözükara olmak… Gözükara olmak, davâ adamının inandığı şeyi hayata ve eşyaya nakşetmesi için biricik vasıta… Her tedbir alındıktan ve basiret plânında her şey pişirildikten sonra mutlaka cür’ete, gözükaralığa ihtiyaç var… O kadar ki, cür’etin imtiyazı, bazen tedbir ve basireti ikinci plâna atabilir.

FEDÂKARLIK VE DİSİPLİN: Nefsten başlayarak her şeyi bu mihrak etrafında toplamak ve ebedi hayata yalandan inanmış değil, gerçekten bağlanmış insanlar sıfatiyle yaşayacağı ve öleceği yeri bilmek…

EN DERİN MERHAMET İÇİNDE EN DERİN ŞİDDET: Merhametle şiddeti tahin-pekmez halinde bağdaştırabilmek… (…) İslâm, sırasında bir gözyaşı şişesi, sırasında da bir granit parçasından ibaret bir yürek işidir.

BAŞTA SAMİMİYET, HER ŞUBESİYLE O’NUN AHLÂKI: Ahlâk ve fikir, tavukla yumurta gibi birbirinden doğma… Dedik ya; fikir meselelerimizin “niçin?”i, ahlâk da “nasıl?”ı… Hattâ ahlâkı, fikirden evvele almaya kadar gidebilir, ve fikri ondan doğma kabul edebiliriz. Evet, bütün şubeleriyle O’nun ahlâkı… O’nun sevdiğini sevmenin, hoşlandığından hoşlanmanın, kızdığına kızmanın, tiksindiğinden tiksinmenin, renk, şekil, eda, hareket halinde topyekûn ahlâkı…

ZARAFET VE ESTETİK: En zaif olduğumuz noktalardan biri… Biz İslâm’ı şahıslarımızda kabalaştırıyoruz. Halbuki İslâm, zarafet, incelik ve güzellik ölçülerinde sonsuz ileri… Varlığın Tâcı, bu bakımlardan da kâinatın en erişilmez insanı… Mücessem nezahat, nezaket, nezafet, zarafet timsali…

TEK ÜMMET MODELİ OLARAK SAHABÎYİ ALMAK: “Biricik imtisal nûmunesi, renk, çizgi, üslûp, mizaç, usul, tarz, hareket her şeyiyle sahabîdir” şuuru… Bir velînin:

“-Siz onları görseydiniz deli derdiniz, onlar sizi görselerdi Müslüman kabul etmezlerdi.” diye anlattığı daha niceleriyle beraber bu 11 vasfın tam sahipleri.

Sizi, işte bütün bu vasıflarda ışıldayacak yeni neslin ilk habercileri ve bundan böylekilerin babaları görüyorum.”

Bu hitaba muhatab “olabilmekten” daha büyük şeref mi olur! Üstadımızı rahmetle yâdediyoruz…

* Necip Fazıl Kısakürek, Sahte Kahramanlar, Büyük Doğu Yay., (s. 232-239 sayfaları arasından derlenmiştir.)

Baran Dergisi, 29 Mayıs 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com

18 Nisan 2009 Cumartesi

YÜZYILIN SONU

Amerika’da yayınlanan New Perspectives Quarterly (NPQ) dergisi için yapılmış röportajların ve yazılmış makalelerin toplandığı bir kitab elimize geçti: “Yüzyılın Sonu-Büyük Düşünürler Çağımızı Yorumluyor”. Kitabın editörü Nathan Gardels aynı zamanda NPQ dergisinin de editörlüğünü yapıyor. Kitabtaki yazılarda ve röportajlarda, 21. yüzyıla girerken dünyanın gidişatı, batının ve doğunun çıkmazları, çatışmaları ve ortak noktaları, Soljenitsin, Brzezinski, Baudrillard, Octavio Paz gibi entellektüeller tarafından yorumlanıyor. Kitabta özetle, 21. yüzyılın ekonomik-politik çatışmalardan ziyade fikirler ve kültürler çatışmasına sahne olacağı söyleniyor ve bu merkez etrafında düşünceler ileri sürülüyor. Kitab dört bölümden oluşuyor: “Dünya Düzeninin Ruhu”, “Soğuk Savaş Sonrası Çeşitlilik ve Milliyetçilik”, “Son Modern Yüzyılda Kültürel Akımlar”, “Dünyanın Bugünkü İşleyişi”.

DÜNYA DÜZENİNİ TEHDİT EDEN İSLÂM

Kitabta “Son Modern Yüzyılda Kültürel Akımlar” başlığı altında görüş serdeden entellektüeller, 21. yüzyılda dünya yeniden şekillenirken, bu yapıya direnecek tek tehdidin İslâm olduğunu dile getiriyorlar. Meselâ Octavio Paz şöyle diyor:

“İslâmiyet bugün tek tanrıcılığın en inatçı biçimidir. Biz tektanrıcılığa pek çok harikulade şeylerimizi, nice katedrallerimizi, camilerimizi borçluyuz. Ama nefreti ve baskıyı da yine tektanrıcılığa borçluyuz. Batı uygarlığındaki en kötü günahların –haçlı seferlerinin, sömürgeciliğin, totalitarizmin hatta ekolojik bozulmanın- kökleri izlendiğinde, bu izler tektanrıcılığa dayanabilir. Bir putperest için, gerçeğin bir tek halkın, bir tek inancın tekelinde olması saçmaydı. İslâmiyet dışında, dünya yine bunu böyle görmeye başlamıştır. İslâmiyet tek başınadır. Günümüzde en direnici güçtür.”

Fransız mütefekkir Baudrillard ise kendisiyle yapılan röportajda Amerika’nın dinî, tarihî ve kültürel köksüzlüğüne işaret ederek, (İslâm dışında) tüm dünyayı da böyle bir köksüzlüğe sürüklediğini söylüyor:

“Baudrillard: Bütün dünyanın bu parçalara ayrılma ve köklerden koparılma durumuyla yüzyüze olduğu konusunda Rüşdi’ye katılıyorum. Buna Çin ve Rusya da dahil. Bir tek istisnası var, İslâmiyet. Dünyayı süpüren radikal kayıtsızlık seline karşı bir tek tehdit.

NPQ: Görünüşe göre bütün bu ağırlıksız parçacıklar üst üste ve çapraz durumda, birbirine karışmadan ontolojik bir belirsizlik içinde yaşıyor…

Baudrillard: … ve bu da dengesiz bir şey. Belki de Batı’nın İslâmiyetin o kesinlikleri karşısında zayıf olmasının nedeni bu. Bir bakıma radikal İslâm, modern tarihin intikamı. Batı onları bizim virüsümüzle mikropladı, şimdi onlar bize karşı bağışık oldu.”

YENİ DÜNYA DÜZENİNİN RUHU: İSLÂM

Polonyalı şair Czeslaw Milosz makalesinde dinî muhayyilenin bilim karşısında neden yenilgiye uğradığını mütalaa ediyor ve din adamlarının ve mütefekkirlerinin insanların “mânâ arayışlarına” bir cevab bulmaktan ziyade bir “sosyal aktivist” gibi kürtaj sorunları, fakirlere yardım gibi bazı sosyal amaçlara yönelmesini eleştiriyor:

“Geleneksel olarak dikey yönelimli olan din şimdi yataylaşıyor, nedeni de büyük ihtimalle, Hıristiyan metafiziğine temel olacak imgelerin bulunmaması oluyor. Ama yine de bu yatay yönelim genellikle vaizlerin sözlerini içi boşmuş gibi gösteriyor, çünkü din adamları o kadar sosyal aktivist ki, bunların aynı zamanda tefekkürün ve imanın adamı olduklarını düşünmek zor geliyor. (…) Bugün karşımıza çıkan temel soru, on dokuzuncu yüzyıl biliminin saldırısı karşısında yere serilmiş olan dinî muhayyilenin dirilip dirilmeyeceğidir. (…) Pek çok şey, her ülkedeki ciddi din mütefekkirlerine bağlıdır. Bunu söylerken, her tarafta bol bol rastlanan, dindar zihinli sosyal reformculardan söz etmiyorum, tüm esasların yeniden ilan edilmesi gereken böyle bir zamanda, “Varoluş”un temel muammalarını ele alacak kişilerden söz ediyorum.”

Söylemediği; “Varoluş”un temel muammalarını Hıristiyanlığın kısır maneviyatının çözemeyeceğidir. “Varoluş”un temel muammalarına cevab veren tek din İslâmdır.

Rus münevveri Soljenitsin, makalesine “ahlâk” ile başlıyor ve ahlâkın siyasetin dışına sürülmesine itiraz ediyor. Rusların bu konuya yaklaşımını şöyle ifâde ediyor:

“Örneğin Ruslar arasında bu kavram, yönelinecek ideal olarak anlaşılmakta, “doğruluk” (pravda) sözüyle ve “doğru yaşamak” (zhit’po pravde) deyişiyle ifade edilmektedir ve hâlen geçerliliğini korumaktadır. On dokuzuncu yüzyılın o karanlık son döneminde bile, Rus düşünürü Vladimir Solovyov, Hıristiyan bir bakış açısından, ahlâkla siyasal faaliyetin birbirine sıkıca bağlı olduğunda direnmiştir: Siyasal faaliyet, ahlâkî hizmetten başka bir şey olmamalıdır, sırf çıkarlar uğruna sürdürülen bir politikanın da hiçbir Hıristiyan içeriği olamaz, demiştir.”

Batının “İlerleme” fikrini eleştiren Soljenitsin, (pozitif) ilmî ve teknik ilerlemenin, insan ruhunu yok sayarak, yeni istek ve ihtiyaçlar meydana getirdiğini ve bu durumun insanı tatmin etmediğini ebedî soruların hâlâ yerli yerinde durduğunu söylüyor: “Hayatı böyle çılgın bir hızla yaşarken, ne için yaşıyoruz biz?” Çözüm önerisi ise “manevî ilerleme”:

“Çağdaşlık koşullarının karmaşıklığı giderek artarken, hepimiz için kalıcı olmanın tek gerçek yolu kendimizi sınırlamaktır. Bu davranış aynı zamanda “Bütünlük” bilincini, yukarımızdaki “Yüksek Otorite” kavramını da geri getirmeye yardımcı olacak ve bu varlık karşısında (hemen hemen unutmuş olduğumuz) tevazu duygusunu da geri getirebilecektir. Bir tek gerçek “ilerleme” olabilir, o da şöyle özetlenebilir: Her bir bireyin manevi ilerlemelerinin toplamı, hayat akışı içinde bu insanların kendilerini mükemmelleştirme dereceleridir.”

Söylemediği; ahlâkın ve dolayısıyla manevî tekâmülün merkeze alındığı ideal toplum yapısının teşekkülü İslâm’ın vaz’ettiği hükümlerle yani kâmil insanlardan müteşekkil bir devlet yönetimi ile mümkündür. Bunun çağımızda temsilcisi Başyücelik Devleti modeli ile Büyük Doğu-İBDA’dır.

Brzezinski ise ABD’nin geleceği ve İslâm konusundaki kaygılarını şöyle dile getiriyor:

“Beni en çok kaygılandıran, siyasal uyanış içinde olan ve şimdi de örneğin daha militan bir İslâmiyete yönelen insanların isteklerine tatmin edici bir cevap veremeyişimiz değil. Beni en çok kaygılandıran, kendi kendimizi kültürel açıdan çökertme durumumuzun, Amerika’yı sadece dünyanın siyasal lideri olmaktan uzaklaştırması değil, sonunda başkalarına örnek bir model olmaktan da uzaklaştırması.” Ve ekliyor: “Elbette ki bu manevî ölçütleri biz icat edemeyiz. Bunlar geleneksel olarak üç büyük dinin, Hıristiyanlık, Yahudilik ve İslâmiyetin içinde var olan değerlerdir. Bunların hepsi, laik bir toplumun da benimseyebileceği birtakım ilkeler getirir. Yanlış-doğru kavramları benimsenip sindirilmeli, içgüdüsel duygular arasına girmelidir; mutlak doğru ve mutlak yanlış diye bir şeyin var olduğu, her şeyin göreceli olmadığı kabul edilmelidir.”

Söylemediği; Amerika’nın manevî dinamiklerinin çökmesi neticesinde oluşan boşluk doldurulmazsa, Müslümanların dünya görüşlerinin, gerek kültürel gerekse siyasî olarak tüm dünyaya model olacağıdır. Yeni Dünya Düzeninin ruhu İslâm’dır. “Zamanı gelmiş fikir” olarak Büyük Doğu-İBDA işte bunun için geliyor!

Kaynak:

Yüzyılın Sonu-Büyük Düşünürler Çağımızı Yorumluyor, Editör: Nathan Gardels, İş Kültür Yay., İstanbul.

Baran Dergisi, 17 Haziran 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com

11 Nisan 2009 Cumartesi

ANİMASYON’DAN MASALLAR

Animasyon, çizgi veya üç boyutlu bilgisayar tekniği ile yapılan filmlere verilen isim. Bu filmlerin genel izleyici kitlesi ise çocuklar. Şöyle de söyleyebiliriz; animasyon filmler günümüzün çocuk masallarıdır. Çünkü artık çocuklar masal “dinlemiyorlar”, masalı “seyrediyorlar”. Doğdukları ândan itibaren, o büyülü ekranla muhatab oluyorlar. Uzmanlar “çocuklarınıza 0-3 yaş arasında televizyon izletmeyin, zihin ve dil gelişimlerine zararlıdır” diyedursun, çocuk televizyonları bir kenara, bebekler için televizyon kanalları açılıyor. Tehlikesi şurada ki, çocukların okuma-yazma öğrenmeye geçiş yapabilmesi için, dilini doğru bir şekilde öğrenebilmesi, sözlü (şifahî) anlaşma ve konuşma sürecini yaşaması gerekiyor. Barry Sanders “Öküzün A’sı” isimli kitabında şöyle diyor:

“Tarihî örnekler bize, kültürlerin önce bir sözellik (şifahîlik) aşamasından geçtiklerini, eğer gireceklerse, daha sonra okuryazarlık aşamasına girdiklerini gösteriyor. Tüm çocuklar da bu hikayeyi yaşar. Daha doğrusu yakın geçmişe kadar yaşardı. Artık ülkemizdeki çocukların gittikçe azalan bir bölümü sözelliği yaşayabiliyor ve bu da hayatları için son derece korkunç sonuçlara yol açıyor. Ülke çapında (ABD) liseyi terk eden öğrencilerin oranı yaklaşık yüzde kırk ve bu oran büyük kent merkezlerindeki liselerde daha da yüksek. (…) Artık çocukların büyük bir çoğunluğu insan sesini televizyon, sinema, plaklar ve radyo aracılığıyla işitiyor. Bu harika elektronik aletlerin büyüsü sayesinde son iki kuşak gerçek yaşantıların yerine elektronik sinyalleri tercih eder oldu.” (1)

Eskiden evlerimizin başköşesinde oturan babaanne, anneanne ve dedelerimizin yerine koyduğumuz televizyon, şimdi oturmuş çocuklarımıza animasyondan masallar anlatmaktadır. Üstelik bu animasyon masallar zannedildiği kadar masum da değil. Hollywood yapımı pek çok animasyon filmde ideolojik, dinî ve kültürel yönlendirmeler söz konusudur. Yağmur Dergisi’ndeki bir makalede yazar şöyle diyor:

“Harold Schiffman, animasyon filmlerin gözden kaçırılmaması gereken diğer bir yanını tespit etmiştir. Schiffman'a göre bazı animasyonlarda kullanılan aksanlar belli bir tesir uyandırmak kastıyla gerçek hayata göre abartılmaktadır. Yani çizgi filmdeki karakterlerin aksanlı konuşmalarının sebebi yabancı kökenli olmaları değildir. Tam aksine, dil varyasyonları söz konusu tiplemenin iyilerden mi yoksa kötülerden mi olduğunu belirtme, yani zihinlerde peşin hüküm inşa etme adına sûiistimâl edilmektedir. Bu fikri destekleyecek müşahhas misaller verebiliriz. Mesela masalsı bir Arab ülkesinde geçen Alaaddin çizgi filminde etnik stereotipler (peşin fikir kalıbları) çok bârizdir. Film boyunca gördüğümüz kötü adamların sakallı, esmer ve sinir bozucu kahkahalar atan tiplemeler olmalarının yanı sıra hepsi de ağır bir Arab aksanıyla konuşmaktadır. Öte yandan sempatik kahramanlar Alaaddin ve Jasmine açık tenli ve güzel olup, daha da ilginci, konuşmaları aynı Amerikalı gibidir. Bu durumu fark eden Güney Koyu İslâmi Birliği eski sözcüsü Yousef Salem [Yusuf Sâlim] bu filmi Arablara karşı ayrımcılık yapmakla suçlamıştır: "Çizgi filmdeki bütün kötü adamlar sakallı, kocaman burunlu, kötü bakışlı, bariz aksanlı ve eli kılıçlı. Alaaddin’in ise öyle kocaman değil, küçük bir burnu var. Yabancı aksanı hiç yok. Onu sempatik kılan ise Amerikalı havası verilmiş olması. (...) Arab olduğundan utandığını söyleyen bir kızım var ve bunun sebebi hep böyle şeyler." Lippi-Green'e göre bu gibi tasvirler, çocuklara insanları konuştukları aksanın temsil ettiği ırk, etnik köken ve anavatana göre değer biçmeyi' öğretir. Seçilen aksanlar ise, kesinlikle tesadüfî değildir.” (2)

Televizyonun yıkıcı etkisinden, Batı menşeli filmlerden çocuklarımızı korumamız ne kadar mümkündür? Kendi din, dil ve kültürümüze uygun filmler çekmek bir çözüm müdür? Yaşadığımız çevreden kendimizi tecrid etmek, mecburen sürdürdüğümüz “hayat tarzı”nı göz önüne aldığımızda pek mümkün gözükmüyor.

Eğer çocuklarımıza okuma-yazma öğrenene kadar televizyon izletmeyeceksek, biz yetişkinlerin de televizyon izlememesi gerekecektir. Kaçımızda böyle bir irade var? Birinci çıkmaz yol!

Haydi, okuma-yazma öğrenene kadar çocuğu bir şekilde ekrandan uzak tuttuk. Daha sonra, çocuklarımıza seyrettireceğimiz filmleri itina ile seçeceğiz. Ancak çocuk çevresinden, okuldan, sokaktan duyup gördüğü şeylere ilgi gösterecek, kendi seçimlerini yapmak isteyecektir. Kim ve ne derece engelleyebilir bunu? İkinci çıkmaz yol!

Öyleyse okul çocuklarını televizyondan uzak tutmak için başka şeylere ilgisini çekmemiz gerekecektir. İlk çözüm olarak öne sürülen kitab okumayı teşvik etmek de zannedildiği kadar kolay değildir. Şayet evde kitab okunmuyorsa, çocuk da kitaba ilgi göstermeyecektir. Bu durumda, yetişkinlerin çocukların göreceği yerlerde kitab okumaları gerekli olmaktadır. Fakat “hakikaten” okumalıdırlar, çünkü çocuklar sahteliği hemen anlarlar. Kitab “okumama” rekorlarının kırıldığı bir memlekette yaşadığımız hatırlanırsa: üçüncü çıkmaz yol!

Yaşadığımız “hayat tarzı”nı değiştirmeden, yani insanca-müslümanca yaşamanın asgarî şartlarını oluşturmadan, çocuklarımızı insanca-müslümanca yetiştirmemiz de pek mümkün gözükmüyor.

Velhasıl, ya bu deveyi güdeceğiz, ya bu deveyi keseceğiz!

1) Barry Sanders, Öküz’ün A’sı, Ayrıntı Yay., s. 43-44

2) Hollywood’un Seslendirme İdeolojisi, Safiye Ünal, Yağmur Dergisi

Baran Dergisi, 10 Nisan 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com


3 Nisan 2009 Cuma

BARBAR BATI’NIN BARBAR MASALLARI

Rahmetli babaannemiz küçükken bize bir masal anlatırdı. İki böceğin evlenmesi ile ilgili bir şeydi. Beyli-hanımlı tekerlemelerle süslüydü ve bu masalı dinlemeyi çok severdik. Hafızamızda kalan tek hatıra, küçücük bir su birikintisinin o böceklere derya gibi görünmesiydi ve masalın bu noktasında kıkır kıkır gülmemizdi. Sonra okumayı öğrendik ve Batı menşeli masallarla tanıştık. Hansel ile Gratel, Pamuk Prenses, Uyuyan Güzel, Kırmızı Başlıklı Kız vesaire… Babaannemizin belki de yüzlerce kez anlattığı masalı unutmamıza rağmen, okuduğumuz bu yeni masalları asla unutmadık. Şifahî kültürden yazılı kültüre geçişimiz, babaannemizin anlattığı masalları unutmak gibi bir bedel ödetti bize.

Aslında pek çoğumuzun kültürel hafızası da bu minvalde şekillenmedi mi? Batı menşeli masallarla başlayan kültürel maceramız, Batı menşeli düşünce biçimleriyle şekillendi. Ve bu süreç aynı şiddetiyle, kitabıyla, sinemasıyla, televizyonuyla, eğlence anlayışıyla bizlerin ve çocuklarımızın üzerine üzerine gelmeye devam ediyor. Şimdi kendimiz adına verdiğimiz kültürel mirasımızla bağ kurma savaşımızı, belki babaannemizin masallarını unutturacak böyle bir yazılı kültürle tanışmasaydık, (veya öncelikle onun masallarının beslediği kendi yazılı kültürümüzle tanışsaydık!) şübhesiz çok daha kolay kazanacaktık. Şahsen, lise çağlarında okuduğumuz “Necib Fazıl’la Başbaşa” olmasa, böyle bir savaştan haberimiz dahi olmayacaktı belki…

Batı Masallarından Kan Damlıyor!

Yakın bir zamanda öğrendik ki, pek çoğumuzun ilkokul çağlarında okuduğu bu Batı menşeli masallar aslında bize anlatıldığı gibi “mutlu son”la biten masallar değilmiş meğer. Masalların orijinal hâlleri, barbarlığın ve vahşetin her türlüsünü içinde barındırmaktaymış. “Şeylerin Tarihi” isimli kitabtan takib edelim:

«Tecavüz, çocuk tacizi ve terk edilme, çağdaş manşetlerin ve gerçekçi filmlerin bahsettiği şeylerdir. Ancak bunlar aynı zamanda en çok sevilen peri masallarının pek çoğunda da merkez teşkil eden konulardır.

Orijinal “Uyuyan Güzel”, bir zamanlar prensin öpücüğüyle uyanan prenses gibi mutlu bir sonla bitmez; aslında prensesin gerçek problemleri daha yeni başlar. Tecavüze uğrar, terk edilir ve gayri meşru çocukları yamyamlıkla korkutulur. “Kırmızı Başlıklı Kız”ın gerçek anlatımında kurt büyükanneyi sindirdikten sonra Kırmızı Başlıklı’ya saldırarak onu lime lime eder. İki vahşi ölümün çocukların kaldıramayacağı kadar ağır bir vahşet olduğuna inanan çoğu sanatçı masalı resmetmeyi reddetmişti. Masalı daha hoş kılmak için bir sanatçı, masala son dakikada kurdu vuran ve en azından “Kırmızı Başlıklı Kız”ı kurtaran bir avcı soktu.

Şimdiki yüzyılda sayısız eleştirmen, çocuklara okunan pek çok peri masalının delilik, sarhoşluk, insan ve hayvanların sakatlanması, hırsızlık, tahammül edilemez bir sahtekârlık ve alenî bir ırk ayrımcılığının ince bir şekilde gizlenmesiyle kötülüğün ta kendisi olduğunu iddia etmeye devam eder. Hikâyeler özellikle orijinal versiyonunda anlatıldığında tüm bu unsurları hatta daha da fazlasını içermektedir.

Hâlâ anlatılagelen bu çocuk masallarının icadçıları niye ahlâka aykırı ve insanlık dışı temaları işlediler? Cevablardan biri, Elizabeth döneminden 19. yüzyılın başlarına kadar, çocukların, yetişkinlerin bir minyatürü olarak görüldüğü gerçeğine dayanır. Böylece çocuklar, yetişkinler gibi geç vakitlere kadar oturuyor, müstehcen bir dili fazlasıyla duyuyor ve sonra bunu kullanıyordu. Yaşça daha büyük olanların cinsel yaramazlıklarından korunmuyorlardı. Çocuklar sarhoşluğa şahid oluyor ve çok erken yaşlarda içki içmeye başlıyorlardı.» (Çivi Yazıları Yayınevi, s. 295-296)

İlginçtir, Batı menşeli masalların çocuklara uygun hâle getirilmiş günümüz versiyonlarında bile çocuklarımıza nasıl bir “dünya” sunulduğu şübhelidir. Ne ahlâkî bir öğüt, ne de bir hayat dersi vermektedir bu masallar. Nitekim, bağlı olunan kültür köklerinden, dinî-ahlâkî prensiblerinden süzülmemiş bir masal, ancak havada kalan bir “iyi-kötü”den bahseder ki, muhatabına da hiçbir tesiri olmaz.

Anlayacağınız bugün dünyanın her tarafında yaşanan ahlâkî çöküşün sorumlusu, ifsada küçücük dimağlarla başlayıp, teknolojisiyle, sinemasıyla, televizyonuyla insanlığın içine zehir niyetine vahşet masalları zerkeden barbar Batıdır. Bugünün tecavüzcü sapkınları, çocuk tacizcileri, anne-baba katilleri, öz çocuğunun katilleri vs, Batının kültürü olan masallarında prototiplerini barındırmaktadır; üstelik tecavüzcü “iyi kalbli prens”, çocuklarını ormanda ölüme terk eden “iyi kalbli fakat çaresiz baba”, sahtekâr, hırsız ve sarhoş “çizmeli bir iyilik kedisi” oluvermiştir. Barbar Batı’nın bugün demokrasi ve insan hakları havarisi oluvermesi gibi…

Aylık Dergisi, Nisan 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com

28 Mart 2009 Cumartesi

MEŞHUR VE MEÇHUL BİR MİNYATÜR USTASI: MEHMED SİYAHKALEM

Birkaç yıl evvel Topkapı Sarayı’ndaki “Fatih Albümü”nde yer alan “Mehmed Siyahkalem” imzalı minyatürler, “Ben Mehmed Siyahkalem, İnsanlar ve Cinlerin Ustası” başlığı altında sergilenmişti. Oldukça ilginç ve daha önce görmediğimiz bir tarzda çizilmiş bu minyatürler, masalsı bir dünyadan bahsediyor gibi gelmişti bize. Tuhaf yaratıklar, devler, cinler bir yana, gündelik hayat içindeki insanlar bile gerçeküstü bir ifadeye sahibmiş gibiydi. O günden beri Mehmed Siyahkalem ile ilgili rastladığımız her türlü bilgiyi not ediyor ve okuyorduk. O küçük notlar, Kazım Gökbayrak beyin Baran Dergisi’nin geçen sayısında Siyahkalem’den bahsetmesi vesilesiyle bu makaleyi oluşturdu.

Kimdir?

Masalsı, gerçeküstü figürleri gibi kendisi de esrarengiz bir adamdır Mehmed Siyahkalem. Esrarengizliği, kimliğinin, nerede ve ne zaman yaşadığının meçhul olmasındandır. Hakkında muhtelif rivayetler, yerli-yabancı araştırmacılar tarafından dile getirilmiştir. Ancak genel olarak, 15. yüzyılda Orta Asya, Türkmenistan, Maveraünnehir civarında yaşamış bir Türk olduğu kabul edilmektedir. Topkapı Sarayı’nda “Fatih Albümü”nde yer alan çizimlerin, Yavuz Sultan Selim’in İran seferi sırasında ele geçirildiği ve saraya getirildiği düşünülüyor. Çizimlerin üzerindeki imzaların da sonradan eklendiği ve farklı şekillerde olduğu tesbit edilmiş. Mesela, “Kâr-ı Üstat Siyah Kalem” adı “kalem ustası Mehmet” anlamına geliyor. Siyah Kalem, İranlılar tarafından kalın kenarlı, siyah-beyaz çizgi minyatürler için kullanılan bir isim. Ancak araştırmacılar, minyatürlerin İran üslubundan ziyade Orta Asya üslubuna benzediğini söylemekte. Orta Asya derken de Çin üslubundan ziyade Uygur üslubuna yakınlığı dile getirilmekte. Topkapı Sarayı’ndan çıkarılarak Batılı ülkelere götürülmüş bir koleksiyondan da bahsediliyor. Zaten Siyahkalem’in pek çok Batılı araştırmacının ilgi odağı olması, Batılı bazı ressamları etkilemesi de büyük ihtimalle bundan. Mehmed Siyahkalem üzerine çalışma yapan araştırmacılardan bazıları şunlar: Mazhar İpşiroğlu (Bozkır Rüzgarı), Ernst Diez, Oktay Aslanapa, Ernst Kühnel, Basil Gray, Ernst Grube ve Max Loehr.

Batılı ressamlar demişken, İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu “Elif-Resim Redd Kökündendir” isimli kitabında Picasso’nun Siyahkalem’i beğendiğini yazar. Diğer taraftan, mesela Goya’nın, resim tekniği açısından Siyahkalem’i hatırlattığını da belirtelim.

Eserleri

Topkapı Sarayındaki “Mehmet Siyah Kalem” imzalı 64 resmin büyük bir kısmı rulolardan kesilerek yapıştırılmış parçalardan oluşuyor. Rulo halindeki bu tür resimler Orta Asya göçebe topluluklarında görülmekte. Bu resimler, o dönemde anlatılan kimi hikâyelerin gözde canlandırılmasında yardımcı olurlarmış.

Mevcut resimlerin bir hikâyenin veya hikâyelerin çizimleri olduğu tezi doğru görünüyor. Çünkü resimlerde bir hareketlilik ve devamlılık göze çarpmakta. Bu hikâye resimleri tezine bir not olarak kendi görüşümüzü eklemek gerekirse, sanki “gölge oyunu” karakterlerini (Hacivat-Karagöz gibi) andıran bir yönü de var mezkûr resimlerin. Sanki dikkat çekici ve abartılı tonlarda çizilmiş bu karakterler, bir gölge oyunu için tasarlanmış intibâı veriyor bize.

Siyahkalem’in bu kadar meçhul kişiliğine rağmen çizimlerinin bu kadar meşhur olmasının sebebi ise, belli kalıblar içinde çizilen minyatür sanatının, kendine has farklı üslubu ve yorumuyla, kalıblarını zorlayan ve resme kaçan çizimler yapmış olmasıdır. İpekyolu üzerinde seyahat eden tüccarların, çeşitli ırklardan göçebelerin çizildiği bu resimler, bir taraftan müşahhas biçimleriyle gündelik hayat içindeki insanları, diğer taraftan ise görünmez dünyanın varlıklarını bir arada göstermektedir. Meselâ, resimlerinde “şaman” olarak yorumlanan büyücüler bu karanlık yaratıklarla (cinlerle) mücadele ederken, diğer yanda bir göçebe ateş yakmaya çalışmaktadır. İpekyolu, sadece ticaret yolu değildir şübhesiz; bu yolda aynı zamanda kültürler, inançlar, efsaneler ve sanatlar da taşınmış ve yansımıştır Siyahkalem’in çizimlerine. Nitekim Şamanlar, Budist Rahibler, Hristiyan Keşişler ve Müslüman göçebeler, çizimlerinde boy gösterir Siyahkalem’in.

Nakletmeye çalıştığımız gibi, Siyahkalem’in dünyası masalsı bir dünyadır ve orada her şey mümkündür. Çizimlerinde, aslında şifahî (sözlü) kültürün çizgilerle ifade edilmiş hikâyelerini-mesellerini okuyabilir, şifahî kültürümüzün esrarlı dünyasına adım atabiliriz. Resim sanatı ve kültür tarihimiz bir yana, bizim hep aklımızda olan, bu çizimlerin çizgi-animasyon filmleri için de eşsiz bir kaynak olduğudur. Çünkü çizimlerindeki karakterler aslında Doğu masallarının cinleri, devleri, büyücüleri gibidir ve bizlere o masalları çizgi-animasyon filmlerine nasıl aktarabileceğimizin ipuçlarını verir. Meselâ Ezel Akay çok isabetli bir şekilde “Hacivat-Karagöz Neden Öldürüldü?” filminde Siyahkalem’in çizdiği “cin” figürlerini kullanmıştır ve bizce filmin en güzel sahnesidir bu.

Baran Dergisi, 27 Mart 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com

28 Şubat 2009 Cumartesi

AKİRA KUROSAWA RESİMLERİ VE SİNEMASI

Akira Kurosawa deyince ilk akla gelen şey sinemasıdır elbette fakat bugünlerde İstanbul’da ilginç bir sergisi var usta Japon yönetmenin: “Kurosawa Desenleri”. Pera Müzesi’nde sergilenen desenler, Kurosawa’nın filmlerini çekmeden önce çizdiği resimlerinden oluşuyor. 26 Nisan’a kadar sürecek sergide, Kurosawa’nın Ran, Düşler, Kagemusha, Yume, Madadayo ve Umi Wa Miteita filmleri için çizdiği 87 desen sergileniyor.
Film çekiminden önce hadiselerin veya karakterlerin resimlerini çizmek, fantastik bir durum gibi görülebilir. Oysa İBDA Mimarı’nın dikkatimizi çektiği üzere, meâlen, sinema dediğimiz şey “hayat filmi”nden bir “kesit” ve yine “film” dediğimiz de binlerce resmin veya fotoğrafın “ardı ardına akışı-akıtılışı” değil mi? Hayat, film ve resim arasındaki bu “temel” alâka sebebiyledir ki, filmlerinden önce karakterlerinin karikatürünü çizerek bu karikatürlere uygun oyuncu arayan Fellini gibi yönetmenler de var. Ancak Kurosawa’nın farkı, zannederiz onun resim sanatındaki ustalığı. Bahsin uzmanlarına göre resimlerinde Van Gogh, Cézanne ve Chagall gibi ressamların etkisi hemen fark edilen Kurosawa, neden bu resimleri çizdiğini şöyle açıklıyor:

“Resimleri (story board) çizerken bir sürü şey düşünüyorum. Yerin çerçevesi, kişilerin psikolojisi ve duyguları, hareketleri, bu hareketleri yakalamak için gereken kamera açısı, ışık, kostümler ve aksesuarlar… Tüm bunların özelliklerini düşünmezsem, görüntüyü çizemem. Hatta resimleri bunları düşünebilmek için çiziyorum desem, neredeyse daha doğru olacak. Bu şekilde, açıkça görmeden önce, bir filmdeki her sahnenin görüntüsünü saptıyor, verimli kılıyor ve kavrıyorum. Ancak o ânda gerçek anlamda film çekimine girişiyorum.”

Bu yönüyle Kurosawa’nın “sanatçı” kişiliği de ön plana çıkıyor. Onun gençlik yıllarında resimle ilgilendiğini, hatta bir ara ressam olmak istediğini de hatırlatalım. Filmlerindeki bir tabloyu andıran karelerde, kullandığı parlak renklerde ve sinema tekniğinde onun bu “ressam” yönünün etkisi olduğu açıktır.

Kurosawa 1960-1970 yılları arasında maddî imkânsızlıklar ve Japonya’nın siyasî ortamı sebebiyle film çekemediği için intihara teşebbüs edecek kadar sanatının divanesi bir adamdır. Şöyle diyor:

“Sanat bir haberleşme değil, ölüme karşı bir dirençtir. Sanat bilgi vermez. Sanat bir enformasyon türü değildir.”

Sinema tarihinde önemli bir yere sahib olan Kurosawa, Amerikan film endüstrisince senaryoları ve filmleri belki en çok taklid edilen yönetmendir de. Kurosawa’nın en önemli hususiyeti ise, bizce, batılı formlarda gelişen sinemayı, o formları neredeyse yıkarak kendi sesini ve dilini sinemaya sirayet ettirme gücüdür. Bu öyle bir güçtür ki, hâlâ pek çok batılı yönetmen, sinema tekniği yönünden onu taklid etmekten kendini alamamaktadır. Meselâ Mel Gibson “Cesur Yürek” filmindeki savaş sahnelerini, onun filmlerini defalarca izleyerek çektiğini, George Lucas “Star Wars” filmini çekerken Kurosawa’dan etkilendiğini söyler. Taklidçilikten nefret eden Kurosawa, bizdeki ümid vaadeden sinemacıların da sindirmesi gereken önemli bir noktaya dikkat çekiyor:

“Genç Japon sineması yabancı sinemalardan, Fransız ve İtalyan sinemasından pek etkileniyor. Bu var olan bir tehlike. Büyük bir tehlike hatta. Size eğlenceli bir örnek vereceğim. Japonya’daki aşk ilişkileri, Fransa yahut İtalya’dakilerin aynı olmaktan çok uzaktır. Oysa genç sinemacılar batı filmlerinde gördüklerini aşağılık bir şekilde kopya ediyorlar. Seyirciler de bu filmlere gerçek hayatlarında özenti duyuyorlar. Oldukça gülünç bu. Teshigahara gibi bir adam bile bu duruma karşı koyamadı. Ben işe başlarken çok sağlam bir Japon kültürü (sanat, edebiyat, tiyatro, özellikle nô) temeline sahibtim. Yabancı sinemadan bu Japon temeli üzerine etkilenmiştim. Bu da bana yabancı etkisini, Japon geleneklerini hiç unutmaksızın değerlendirmemi, bana en iyi gelenini, en uygun düşenini kendi sinemama mâletmemi sağladı. Bugünün genç yönetmenleri, doğrudan doğruya Japon olan bu kültür temelinden tamamıyla yoksundurlar. Oysa, bana göre, şahsî bir eser meydana getirmekte en önemli şey budur. Kendinde bu kültür temelini taşımak. Kök salmış olmak.”

İşin ilginç tarafı sinemayı anayurdu olan batıdan daha derinlikli olarak kavrayan ve muhtevasını sarsıcı bir dille değiştiren de, “kendi iç âlem düzeni”nin peşinden giden Kurosawa, Tarkovsky gibi yönetmenlerdir. Bu noktada Kurosawa’nın neden önemli bir sinemacı olduğu ve tıpkı Tarkovsky gibi sinemanın anayurdu olan batıda büyük bir hayranlıkla karşılandığı anlaşılıyor. “Mahallîlik-yerellik” zeminine akseden “cihanşümûllük-evrensellik”… Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun şu tesbitini hatırlatırcasına:

«Bahis, bana, sinema dünyasına ait bir hâl izahını davet ediyor ve geniş mânâsıyla “suret”in inceliklerini de çerçeveliyor… Şu: Aslında anlaşmanın bir başka şekli ve dili daha vardır; duygular ve görüntüler… Böyle bir bağla ayrılıklar gideriliyor, sınırlar yıkılıyor; istek, duygu ve taşkınlıklar, bugüne kadar aynanın her iki tarafında duran, kapının önünde ve arkasında bulunan insanların arasındaki engelleri temizliyor…» (Şiir ve Sanat Hikemiyatı, -Estetik ve Ahlâk-, İBDA Yay., s. 129)

Nitekim Kurosawa, Rus yönetmen Tarkovsky’den övgüyle bahsederken, onunla sinemaya dair ortak görüşler taşıdığını su sözlerle belirtiyor:

“Tarkovsky'yi çok özlüyorum. 54 yaşında iken vefat etti. Bana çok parlak gözlerle bakardı. Bakışlarındaki hayranlığı asla unutmayacağım. Hayata ve sinemaya dair ortak düşüncelerimiz vardı. (...) Biz Tarkovsky ile birçok meseleyi konuşurduk. Sinemanın bir şeyi anlatmaya kalkışmaması konusunda hemfikirdik. Sinema bir şeyleri anlatmak için kullanılacak bir araç değil. İnsanlar onun muhtevasını istedikleri gibi hissetmeliler. Sinema birçok yoruma açık olmalıdır. Tarkovsky asla bir şey açıklamazdı. Onun doğrudanlığı muhteşemdi.”

Kurosawa’nın isminin dünyaca duyulması ve “imparator” lakabı ile anılması süreci, Venedik Film Festivali'nde Altın Aslan ödülü kazandığı filmi “Rashomon (Gizli Kale)” ile olmuştur. “Rashomon”, 1952'de Oscar adayı olduğunda batılı sinemacıların dikkati Japon sinemasına çekilmişti. Bir haydutun ormanda bir samurayı öldürüp karısına tecavüz etmesi sonrası, haydutun, samurayın, tecavüze uğrayan kadının ve tüm bunları izleyen oduncunun olayı farklı açılardan anlattıkları film, gerçekliğin izafîyetine dikkat çekiyordu. Filmin yardımcı yönetmenleri bu senaryodan bir şey anlamadıklarını söylediklerinde şöyle cevab veriyor yönetmen: “Bu, insanoğlunun iç dünyasının anlaşılmazlığından olsa gerek.”

“Rashomon”un ardından yıldızı parlayan Kurosawa, bazı edebiyat uyarlamaları yaptı, meselâ, Dostoyevski’nin Budala isimli romanını, Shakespeare’in Macbeth’ini filme çekti. “Yedi Samuray” isimli filmini çektiğinde sanatının zirvesindeydi. Rus bir subayla Moğol bir avcı arasında geçen bir dostluk öyküsünü anlattığı “Dersu Uzala”, 1976 yılında “En İyi Yabancı Film Oscarı”nı kazandı.

1998’de Tokyo’da ölen Kurosawa, ardında onlarca film bırakırken, “derdi olan” bir sanatçı portresi çizmiş, gerek çağdaşlarına gerekse geleceğin sinemacılarına değerli bir hazine hediye etmiştir. Şöyle diyor usta yönetmen fikirsizliğe vurgu yaparak:

“Şu soruyu sormak isterdim: Sinemada fikri olmak ne demek? Eğer biri sinema yapmayı umuyorsa bu ne demektir? Ama bir fikri olmak ender bir olaydır. Neredeyse bir tür bayramdır. Ve bir fikri olmak, genel olarak bir fikre sahib olmak demek değildir. Bir fikir her zaman bir şeylere adanmıştır. Bir fikir bazen resimde, bazen romanda, bazen felsefede, bazen ilimde, bazen de sinemada olabilir. (…) Fikirler gizli güç kaynaklarına benzer, bu yüzden ifade edildikleri tarzlardan ayırt edilemezler.”

Kaynaklar

Salih Mirzabeyoğlu, Şiir ve Sanat Hikemiyatı -Estetik ve Ahlâk-, İBDA Yay., İstanbul 1998

Akira Kurosawa, Kurbağa Yağı Satıcısı, Agora Kitaplığı, İstanbul 2006

Nijat Özön, Türk Dili Sinema Özel sayısı Ocak 1968 Sayı: 196 s. 435–437


Baran Dergisi, 27 Şubat 2009


Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com

Semih Kaplanoğlu ile Hayat, Sinema ve “Buğday” Üzerine

Röportaj: Gülçin Şenel | Fotoğraf: Yağmur Dinç Semih Kaplanoğlu Kimdir? Semih Kaplanoğlu, 4 Nisan 1963 tarihinde İzmir’de dünyaya geldi. Dok...