27 Şubat 2009 Cuma

AKİRA KUROSAWA RESİMLERİ VE SİNEMASI

Akira Kurosawa deyince ilk akla gelen şey sinemasıdır elbette fakat bugünlerde İstanbul’da ilginç bir sergisi var usta Japon yönetmenin: “Kurosawa Desenleri”. Pera Müzesi’nde sergilenen desenler, Kurosawa’nın filmlerini çekmeden önce çizdiği resimlerinden oluşuyor. 26 Nisan’a kadar sürecek sergide, Kurosawa’nın Ran, Düşler, Kagemusha, Yume, Madadayo ve Umi Wa Miteita filmleri için çizdiği 87 desen sergileniyor.
Film çekiminden önce hadiselerin veya karakterlerin resimlerini çizmek, fantastik bir durum gibi görülebilir. Oysa İBDA Mimarı’nın dikkatimizi çektiği üzere, meâlen, sinema dediğimiz şey “hayat filmi”nden bir “kesit” ve yine “film” dediğimiz de binlerce resmin veya fotoğrafın “ardı ardına akışı-akıtılışı” değil mi? Hayat, film ve resim arasındaki bu “temel” alâka sebebiyledir ki, filmlerinden önce karakterlerinin karikatürünü çizerek bu karikatürlere uygun oyuncu arayan Fellini gibi yönetmenler de var. Ancak Kurosawa’nın farkı, zannederiz onun resim sanatındaki ustalığı. Bahsin uzmanlarına göre resimlerinde Van Gogh, Cézanne ve Chagall gibi ressamların etkisi hemen fark edilen Kurosawa, neden bu resimleri çizdiğini şöyle açıklıyor:

“Resimleri (story board) çizerken bir sürü şey düşünüyorum. Yerin çerçevesi, kişilerin psikolojisi ve duyguları, hareketleri, bu hareketleri yakalamak için gereken kamera açısı, ışık, kostümler ve aksesuarlar… Tüm bunların özelliklerini düşünmezsem, görüntüyü çizemem. Hatta resimleri bunları düşünebilmek için çiziyorum desem, neredeyse daha doğru olacak. Bu şekilde, açıkça görmeden önce, bir filmdeki her sahnenin görüntüsünü saptıyor, verimli kılıyor ve kavrıyorum. Ancak o ânda gerçek anlamda film çekimine girişiyorum.”

Bu yönüyle Kurosawa’nın “sanatçı” kişiliği de ön plana çıkıyor. Onun gençlik yıllarında resimle ilgilendiğini, hatta bir ara ressam olmak istediğini de hatırlatalım. Filmlerindeki bir tabloyu andıran karelerde, kullandığı parlak renklerde ve sinema tekniğinde onun bu “ressam” yönünün etkisi olduğu açıktır.

Kurosawa 1960-1970 yılları arasında maddî imkânsızlıklar ve Japonya’nın siyasî ortamı sebebiyle film çekemediği için intihara teşebbüs edecek kadar sanatının divanesi bir adamdır. Şöyle diyor:

“Sanat bir haberleşme değil, ölüme karşı bir dirençtir. Sanat bilgi vermez. Sanat bir enformasyon türü değildir.”

Sinema tarihinde önemli bir yere sahib olan Kurosawa, Amerikan film endüstrisince senaryoları ve filmleri belki en çok taklid edilen yönetmendir de. Kurosawa’nın en önemli hususiyeti ise, bizce, batılı formlarda gelişen sinemayı, o formları neredeyse yıkarak kendi sesini ve dilini sinemaya sirayet ettirme gücüdür. Bu öyle bir güçtür ki, hâlâ pek çok batılı yönetmen, sinema tekniği yönünden onu taklid etmekten kendini alamamaktadır. Meselâ Mel Gibson “Cesur Yürek” filmindeki savaş sahnelerini, onun filmlerini defalarca izleyerek çektiğini, George Lucas “Star Wars” filmini çekerken Kurosawa’dan etkilendiğini söyler. Taklidçilikten nefret eden Kurosawa, bizdeki ümid vaadeden sinemacıların da sindirmesi gereken önemli bir noktaya dikkat çekiyor:

“Genç Japon sineması yabancı sinemalardan, Fransız ve İtalyan sinemasından pek etkileniyor. Bu var olan bir tehlike. Büyük bir tehlike hatta. Size eğlenceli bir örnek vereceğim. Japonya’daki aşk ilişkileri, Fransa yahut İtalya’dakilerin aynı olmaktan çok uzaktır. Oysa genç sinemacılar batı filmlerinde gördüklerini aşağılık bir şekilde kopya ediyorlar. Seyirciler de bu filmlere gerçek hayatlarında özenti duyuyorlar. Oldukça gülünç bu. Teshigahara gibi bir adam bile bu duruma karşı koyamadı. Ben işe başlarken çok sağlam bir Japon kültürü (sanat, edebiyat, tiyatro, özellikle nô) temeline sahibtim. Yabancı sinemadan bu Japon temeli üzerine etkilenmiştim. Bu da bana yabancı etkisini, Japon geleneklerini hiç unutmaksızın değerlendirmemi, bana en iyi gelenini, en uygun düşenini kendi sinemama mâletmemi sağladı. Bugünün genç yönetmenleri, doğrudan doğruya Japon olan bu kültür temelinden tamamıyla yoksundurlar. Oysa, bana göre, şahsî bir eser meydana getirmekte en önemli şey budur. Kendinde bu kültür temelini taşımak. Kök salmış olmak.”

İşin ilginç tarafı sinemayı anayurdu olan batıdan daha derinlikli olarak kavrayan ve muhtevasını sarsıcı bir dille değiştiren de, “kendi iç âlem düzeni”nin peşinden giden Kurosawa, Tarkovsky gibi yönetmenlerdir. Bu noktada Kurosawa’nın neden önemli bir sinemacı olduğu ve tıpkı Tarkovsky gibi sinemanın anayurdu olan batıda büyük bir hayranlıkla karşılandığı anlaşılıyor. “Mahallîlik-yerellik” zeminine akseden “cihanşümûllük-evrensellik”… Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun şu tesbitini hatırlatırcasına:

«Bahis, bana, sinema dünyasına ait bir hâl izahını davet ediyor ve geniş mânâsıyla “suret”in inceliklerini de çerçeveliyor… Şu: Aslında anlaşmanın bir başka şekli ve dili daha vardır; duygular ve görüntüler… Böyle bir bağla ayrılıklar gideriliyor, sınırlar yıkılıyor; istek, duygu ve taşkınlıklar, bugüne kadar aynanın her iki tarafında duran, kapının önünde ve arkasında bulunan insanların arasındaki engelleri temizliyor…» (Şiir ve Sanat Hikemiyatı, -Estetik ve Ahlâk-, İBDA Yay., s. 129)

Nitekim Kurosawa, Rus yönetmen Tarkovsky’den övgüyle bahsederken, onunla sinemaya dair ortak görüşler taşıdığını su sözlerle belirtiyor:

“Tarkovsky'yi çok özlüyorum. 54 yaşında iken vefat etti. Bana çok parlak gözlerle bakardı. Bakışlarındaki hayranlığı asla unutmayacağım. Hayata ve sinemaya dair ortak düşüncelerimiz vardı. (...) Biz Tarkovsky ile birçok meseleyi konuşurduk. Sinemanın bir şeyi anlatmaya kalkışmaması konusunda hemfikirdik. Sinema bir şeyleri anlatmak için kullanılacak bir araç değil. İnsanlar onun muhtevasını istedikleri gibi hissetmeliler. Sinema birçok yoruma açık olmalıdır. Tarkovsky asla bir şey açıklamazdı. Onun doğrudanlığı muhteşemdi.”

Kurosawa’nın isminin dünyaca duyulması ve “imparator” lakabı ile anılması süreci, Venedik Film Festivali'nde Altın Aslan ödülü kazandığı filmi “Rashomon (Gizli Kale)” ile olmuştur. “Rashomon”, 1952'de Oscar adayı olduğunda batılı sinemacıların dikkati Japon sinemasına çekilmişti. Bir haydutun ormanda bir samurayı öldürüp karısına tecavüz etmesi sonrası, haydutun, samurayın, tecavüze uğrayan kadının ve tüm bunları izleyen oduncunun olayı farklı açılardan anlattıkları film, gerçekliğin izafîyetine dikkat çekiyordu. Filmin yardımcı yönetmenleri bu senaryodan bir şey anlamadıklarını söylediklerinde şöyle cevab veriyor yönetmen: “Bu, insanoğlunun iç dünyasının anlaşılmazlığından olsa gerek.”

“Rashomon”un ardından yıldızı parlayan Kurosawa, bazı edebiyat uyarlamaları yaptı, meselâ, Dostoyevski’nin Budala isimli romanını, Shakespeare’in Macbeth’ini filme çekti. “Yedi Samuray” isimli filmini çektiğinde sanatının zirvesindeydi. Rus bir subayla Moğol bir avcı arasında geçen bir dostluk öyküsünü anlattığı “Dersu Uzala”, 1976 yılında “En İyi Yabancı Film Oscarı”nı kazandı.

1998’de Tokyo’da ölen Kurosawa, ardında onlarca film bırakırken, “derdi olan” bir sanatçı portresi çizmiş, gerek çağdaşlarına gerekse geleceğin sinemacılarına değerli bir hazine hediye etmiştir. Şöyle diyor usta yönetmen fikirsizliğe vurgu yaparak:

“Şu soruyu sormak isterdim: Sinemada fikri olmak ne demek? Eğer biri sinema yapmayı umuyorsa bu ne demektir? Ama bir fikri olmak ender bir olaydır. Neredeyse bir tür bayramdır. Ve bir fikri olmak, genel olarak bir fikre sahib olmak demek değildir. Bir fikir her zaman bir şeylere adanmıştır. Bir fikir bazen resimde, bazen romanda, bazen felsefede, bazen ilimde, bazen de sinemada olabilir. (…) Fikirler gizli güç kaynaklarına benzer, bu yüzden ifade edildikleri tarzlardan ayırt edilemezler.”

Kaynaklar

Salih Mirzabeyoğlu, Şiir ve Sanat Hikemiyatı -Estetik ve Ahlâk-, İBDA Yay., İstanbul 1998

Akira Kurosawa, Kurbağa Yağı Satıcısı, Agora Kitaplığı, İstanbul 2006

Nijat Özön, Türk Dili Sinema Özel sayısı Ocak 1968 Sayı: 196 s. 435–437


Baran Dergisi, 27 Şubat 2009


Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com

Hiç yorum yok: