10 Şubat 2025 Pazartesi

“Bilgi Bilinmezden Devşirilir” ve “Görünmez Yüzyıl”

 Geçenlerde Türkiye’deki genç bilim adamlarının katıldığı bir programı izlemiştim. Kafalarındaki “bilim” idrakinin “mutlak”lığından emindiler. “Bilim” dedikleri şeyin “tekrarlanabilir deneylerle ispatlanmış” ilkelerden ibaret olduğunu vurguladıklarında da kendilerinden emindiler. Oysa bilimin ortaya koyduğu “gerçeklik” şüphelidir. Geçici bir “gerçeklik”tir. Galileo’dan bugüne idrakimiz Atomaltı fiziğine dayanmış, “gerçeklikler” sürekli değişmiştir.

İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu, “bilgi bilinmezden devşirilir” diye yazar. Ve ekler: “Her şeyin bilindiği yerde, her şey donmuş demektir ki, hayat olmaz.” Yani bilinmezin olmadığı yerde “bilmek” de anlamsızdır diyebiliriz.

Bu anlamda, Richard Panek’in “Görünmez Yüzyıl” isimli eserinden hoş bir hikâye:

“Bak. Babası ona bir şey gösterecekti. Göstereceği şey, minyatür bir saat gibi küçük ve yuvarlaktı, ama yüzeyinin ortasından dışarı doğru uzanan iki kol yerine demirden bir ibre vardı. Çocuk bakmaya devam ederken babası cismi çevirmeye başladı. İlk önce bir tarafa, sonra da diğer tarafa çevirdi ve bu sırada olağanüstü bir şey oldu. Çocuğun babası cismi hangi yöne çevirirse çevirsin ibre hep aynı yönü gösteriyordu – çocuğun beklediği gibi cisimle aynı doğrultuda bir yeri değil ama… Başka bir şeyle aynı doğrultuda bir yönü. Aletin dışında, çocuğun göremediği bir şeyin etkisiyle ibre oynamaya başladı. Bundan altmış yıl kadar sonra, bu olayın olduğu sırada dört yaşında mı beş yaşında mı olduğundan emin olamayan Einstein, olaydan çıkardığı dersi daha dün gibi hatırlıyordu. Bütün her şeyin arka planında gizli başka bir şey olmalıydı. Daha doğrusu gizli bir şeyler. Çocuk büyüdükçe o gizli şeylerden bir kaçının ne olduğunu öğrendi: Babasının, o gün ona göstermeye çalıştığı şey, manyetizma ve elektrik ve bu ikisi arasındaki ilişkiydi. Sonradan manyetizma ve elektrik arasındaki ilişkinin çok yeni bir keşif olduğunu, kimsenin tam olarak bu bağlantının nasıl işlediği konusunda kesin bir fikre sahip olmadığını ve yaşadığı dönemde fizikçilerin, bu ilişkinin insanlara görsel olarak ışık şeklinde yansıdığını anlattıklarını öğrendi. Ve ışığın nasıl işlediğini kimsenin anlamamasına karşın, herkesin, ışığın bilinen en büyük gizemin içinden geçerek hareket ettiğini varsaydığını ve bu gizemin herkesin gözünden kaçmasına rağmen dönemin en önde gelen fizikçileri tarafından “avucumuzun içinde” diye tabir edildiğini öğrendi. Bu şey eter (esir)di.”

Panek, “Görünmez Yüzyıl” isimli kitabında “Freud” ve “Einstein”in ortaya koyduğu “bilinçaltı” ve “izafiyet”in, “Psikanaliz” ve “Kozmoloji” gibi bilim alanlarına nasıl yol açtığının hikâyesini, “görünmeyen” ve dolayısıyla “bilinmeyen”ler üzerinden anlatıyor. “Madde” deyince kafamızda “somut-müşahhas” bir şey oluşur. Hatta bir şeyin görünürlüğünü anlatmak için “maddi örnekler” veririz. Bir takım ilmî keşifler yapılmadan evvel ne mikrobu, ne gökyüzündeki sayısız yıldız ve galaksiyi, ne de yeryüzündeki sayısız canlıyı (gözümüzle göremediğimiz için) bilmiyorduk. Bilmediğimiz şey bizim için yoktu. X ışınını keşfeden Wilhelm Conrad Röntgen’e bir röportajda sorarlar:

– “Görünmez olan şey artık görünür mü oldu?”

– “Gözümüze değil!” cevabını verir.

İşte “görmenin” bir şeyin “gerçekliğini”, “varlığını” ve “hakikatini” keşifteki rolü… Gözümüzün göremediği “gerçeklikler”…

Şöyle yazar Panek:

“Teleskopla bakarak çıplak gözle görülebileceğinden çok daha uzağı görmek ve Dünyamız dışında var olan yeni dünyaları keşfetmek mümkündü. Mikroskopla bakarak çıplak gözle görülebileceğinden çok daha yakını görmek ve içimizde var olan yeni dünyaları keşfetmek mümkündü. Çıplak gözle görülenden daha fazlasını görerek, daha fazla şey keşfetmek mümkündü. Peki, ne kadar fazla? Bu, doğa bilimcilerinin kendi kendilerine sorduğu mantıklı bir soruydu ve gelecek üç yüzyıl boyunca bir cevap arayışına girmeleri kaçınılmazdı: Evrendeki en iç ve en dış âlemlerle ilgili gerçekler, sistemli bir şekilde takibe alınmıştı. Yirminci yüzyılın başına gelindiğinde, bu takibin görsel aletlerin yardımıyla bile insanın algılayış yeteneğinin en uç noktalarına ulaştığı görülüyordu ve bu noktada doğa bilimcileri şunu merak etmeye başladı: Peki ya şimdi ne olacak? Peki ya artık keşfedilecek daha fazla şey kalmadıysa? Yani: Üç asır önce başlayan dev bilim dalgası bir sona mı yaklaşıyordu? Ya da mevcut bilgilerin daha detaylı incelenmesi, daha büyük gerçeklerin kapısını mı aralayacaktı? Fakat bazı araştırmacılar, bir şekilde kendilerini üçüncü bir seçenekle karşı karşıya buldular. Bilimsel araştırmanın ikiz sınırları olan iç ve dış evrenleri zorlarken bir çıkmaza sürüklendiler. Ama bu çıkmazın üstesinden geldiler. Yeni bir tür bilimsel kanıt keşfedene dek bakmaya devam ettiler, sadece üstün körü bakmakla keşfedilemeyecek bir kanıt, görünen âlemin ötesinde bir kanıt, bütün bakış açılarına karşı görünmez kalabilen bir kanıt bulana dek. (…) Isaac Newton dış evrenlerle ilgili bilgileri kavrayış gücünün sınırlarına dayandırdığında yerçekimi kavramını ortaya çıkardı. Rene Descartes iç evrenlerle ilgili bilgileri kavrayış gücünün sınırlarına dayandırdığında bilinç kavramını ortaya çıkardı. Ama yirminci yüzyıla gelindiğinde, bazı araştırmacıların ortaya çıkarmaya başladığı görünmezlik kavramı yepyeni bir şeydi. Bu, bilim adamları için doğaüstü şeylere, batıl inançlara ve metafiziğe ilgi göstermek felaketle eşdeğerdi. Ama şimdi görünmez olsalar da su götürmez kanıtlar vardı karşılarında.”

Yüzyılımızın bilimi “görünmeyen”ler üzerine yoğunlaşmış durumda. Madde dediğimizde elle tutulur, gözle görülür bir şeyi kasdetmiyoruz artık. Panek’in yüzyılımızı “görünmez” olarak niteleyişinin sebebi de bu. Şöyle anlatıyor:

“Einstein’ın arkadaşı fizikçi Werner Heisenberg kendisiyle 1926 senesinde bir akşam onun hala saf bir pozitivist olduğunu düşündüğü bir dönemde aralarında geçen konuşmayı anımsıyordu. Heisenberg, aklını meşgul eden bir sorunu – deneysel kanıtlara dayanarak bir atomda bulunan elektronların yörüngelerini açıklayamadığını, çünkü bu olayın henüz net bir şekilde gözlemlenebilecek düzeyde olmadığını anlatıyordu. Einstein da, “Herhalde bir fizik teorisinde sadece gözlemlenebilir öğelerin bulunması gerektiğine inanmıyorsunuz ya?” diye karşı çıktı. Heisenberg şaşırarak. “Siz görecelik teorisinde öyle yapmadınız mı?” sorusunu yöneltti. “Mutlak zaman gözlemlenemeyeceği için mutlak zaman hakkında konuşmanın doğru olmadığını: zamanı ölçmede ister hareketli isterse hareketsiz sistemlerde sadece yerel saatin gerçek olabileceğini vurgulamıştınız”. “Muhtemelen böyle bir mantık izlemişimdir.” dedi Einstein, “Ama yine de bu saçmalıktan başka bir şey değil.” Sonra, “Gözlemler bir teoriyi oluşturmada faydalı, bilgilendirici ve yol gösterici olabilir,” diye eklemişti. Ama görecelilik teorisini pozitivizmin ilkelerine sadık kalmadan tasarladığı kuşkusunu içinde hissettiği zaman gözlemlerin önemini aşırı derecede abartmıştı. “Prensipte gözleme dayalı olgular üzerine bir teori kurmak oldukça yanlıştır. Yalnız iş pratiğe döküldüğünde durum tam tersine döner. Neleri gözlemleyebileceğimize karar veren, teorinin kendisidir.”

“Eddington, güneş tutulmasının sonuçlarının açıklanmasından yalnız bir ay sonra The Contemporary Review dergisinde, “Okuyucu, bükülen uzayın aslında kendi bükülen anlayışı olduğunu bilmeli” diyordu. Hayatta kalma iç güdüsünden değil belki de ama alışkanlıklarımızdan dolayı aklımızın dış dünyayla doğrudan bağlantı içinde olduğunu farz etmiştik hep. Gördüklerimizin kesinlikle orada olduğuna inanmıştık hep. Ama durum böyle değildi. “Bunun ötesinde” diye devam ediyordu Eddington, “Dış dünyayla ilgili fikir üretmemizi sağlayan en önemli iki unsur – boşluk ve zaman – aslında dış dünyaya ait değilmiş.” Peki o zaman neredelerdi? “Algı kanallarımız aracılığıyla beynimize ulaştırılırken oluşuyorlar”dı.”

Kitabını şu sözlerle bitiriyor yazar:

“Yerçekimi nedir? Yirmi birinci yüzyılın başında bulunduğumuz şu dönemde fizikçiler evrendeki galaksilerin sayısının yüz yirmi beş milyarı bulduğunu, her birinin içerisinde elli milyon kara delik bulunduğunu ve bunun doğrultusunda evrende beş katrilyon civarında kara delik bulunuyor olabileceğini düşünüyor. Ama hala kara deliklerin diğer tarafında neler olabileceği bir fikirleri yok. Bilinç nedir? Yirmi birinci yüzyılın başında bulunduğumuz şu dönemde nöroanatomistler insan vücudunun yüz milyar hücreden oluştuğunu, bunların her birinin bin ila on bin arası sinapstan meydana geldiğini, bununda az çok yüz trilyon bağlantı noktasına denk geldiğini düşünüyorlar. Ama bir düşüncenin tam olarak ne olduğunu hala açıklayamıyorlar.”

İşte bu “açıklananamayan”, “görülemeyen” ve “bilinemeyen” şeyler, “bilimin” “geçici gerçekliklerden” yeni gerçekliklere yürümesini sağlamaktadır.

*Kaynak: Richard Panek, Görünmeyen Yüzyıl, Altınbilek Yay., İstanbul 2006
 
Baran Dergisi 557. Sayı

“Zeybeğin Ölümü”

Üstad Necip Fazıl “Benim Gözümde Menderes” isimli eserinde Celal Bayar’ın şu sözlerine yer verir:

“Fakat kaderin ne acı bir oyunudur ki, bütün hayatında meşruluğu bu ölçüde savunmuş, kanun içinde kalmak konusunda bu ölçüde titizlenmiş, milletten başka baskı kaynağı olmayacağına bu ölçüde iman etmiş bir devlet adamı, Anayasayı çiğnemek iddiasıyla darağacında can verdi!..”

Üstad Necib Fazıl’ın tarih görüşünü “keramet çapında” olarak değerlendirir İbda Mimarı. Üstad’ın “Benim Gözümde Menderes” isimli eserinin her cümlesinin de, “bugüne” ışık tutan keramet çapında değerlendirmeler olduğunu görebilirsiniz. Menderes’in iktidara gelmeden, iktidara geldikten sonra ve idam edilmesine kadar yaşanan süreci, tüm teferruatlarıyla anlatmakla kalmaz, her biri bir fikir, siyaset ve aksiyon dersi olan değerlendirmeler yapar. Bu değerlendirmeler, o günleri sanki bugün değerlendirmiş gibi tazedir ve her kesimin alacağı pek çok dersi muhtevidir. Mesela, Demokrat Parti iktidara gelmeden evvel tesadüfen Maraş’ta karşılaştığı iki genç DP’liyle ilgili şunları yazar:

 “Bir aralık Fevzi Lûtfi ve Samed’i alarak kimsesiz bir odaya çekildim ve tepeden inme sordum:

— Demokrasi bir ideal değil, bir metottur. Sizin bu metot içinde güttüğünüz dünya görüşü nedir ve insanlarla mezhepler arası dost ve düşman kutuplarınız kimler ve nelerdir? Ve acaba bizim dost ve düşman kutuplarımızla alâkanız ne merkezdedir? İşte müzakere usulünü tâyin edici biricik vazediş budur! Demokrat Partiye fikir ve (doktrin) rengi verebilecek gençler arasında bu ikisinden daha yeterli bulunamayacağına göre, bana verdikleri cevabın sığlığı, onların da Celâl Bayar’dan ileriye bir fikir sahibi olmadıklarını ve partilerinden fazla bir şey beklemeye yer bulunmadığını gösterdi.”

Üstad’ın DP’ye ve iktidar olduktan sonra Menderes’e bakışı, ne menfaat, ne ikbal, ne de başka bir şeydir: Bir dava adamının, davasının istikbali ve hali gereği, gerektiği yerde şiddetle tenkid, gerektiği yerde de yol göstericilik yapmasından ibarettir. Her karşılaştığı durumu davası lehine semerelendirme…

Demokrat Parti’yi üç devreye ayırır ve şöyle değerlendirir Üstad:

“Demokrat Partinin 14 Mayıs 1950’de başlayıp 27 Mayıs 1960 darbesiyle sona eren tam 10 yıl 13 günlük iktidar hayatını, seçimlerle sınırlı üç devre içinde mütalâa etmek, son derece ayrıntılı çizgileri bakımından riyazi bir görüş olur.

Birinci devre: 1954 seçimlerine kadar 4 sene… Hedefsiz Gayret Devresi…

İkinci devre: 1957 seçimlerine kadar üç sene… Boşuna Zahmet Devresi…

Üçüncü devre: 1960 baskınına kadar üç sene… Boyuna Gaflet Devresi…”

Bu devreleri tek tek inceler ve bugün ders alınması gereken müthiş değerlendirmelerde bulunur. Bence en can alıcı bölüm şudur:

“Adnan Menderes, iktidara erdiği ilk günden itibaren, halkın kendisini öc alıcı olarak gönderdiğinden habersiz, kusuriyle «inkılâp» dediği şeyin ne olduğundan ve onun başında Halk Partisini tasfiye memuriyeti bulunduğundan gafil, ona normal bir muhalefet partisi mahiyetinde hayat hakkı tanımıştır. Milletin, bir silkelenişte boynundan söküp attığı yılana, Adnan Menderes hiç bir hamleye aklı ve gücü yetmez demokrasi softalığı içinde, sadece uslu durmasını şart koşarak kafeste yer vermiştir. Böylece, ilk günden itibaren kaatilini beslemeye ve onunla demokrasi prensipleri üzerinde anlaşmaya yönelmekle intiharını kendi eliyle imzalamış; üstelik 14 Mayıs 1950 zaferinin bir inkılâp değil, basit bir seyr içinde hazin bir muvaaza getirdiğini, 7 yıl sonra anlaşılmak ve Onuncu sene nihayetinde de kafalara dank diye çarpmak üzere o günden belli etmiştir.”

Nihayet, eserin sonunda, Üstad Necip Fazıl’ın yine bugüne hitap edici maddeler halinde sıraladığı değerlendirmeler:

 “Nazik anlarda bir dostuna demişti ki, Adnan Bey:

“— Kardeşim! Şu Ankara’ya bak! Şu ufka bak! Şu Mehmetçiğe bak! İhtilâl olacak diyorlar! Bu Mehmetçik mi bana ateş edecek? Ben ki, onun köyüne yolu götürdüm, suyu götürdüm, makineyi, işi, parayı götürdüm… Onun için, onun Ayşe’si için, Fatma’sı için, anası için, babası için neler yapmadım? Ben gecemi, gündüzümü, bunlara adamadım mı?… Bunlar mı ihtilâl yapacaklar?…”

Bilmiyordu ki, sam yeli eserken sapsarı bozkırlara bakıp iç geçirerek köyünü ve tarlasını düşündüğü Mehmetçik, kılıç gibi, hançer gibi, balyoz gibi bir şeydir; ve anadan, babadan devralınan mutlak itaat, sorgusuz baş eğme hasleti yüzünden, kimin eline geçerse onun işini yapar… Ah Menderes, daha neler bilemedin sen, neler!..

Birincisi: Üzerinde toplanan bütün hıncın tam mânasıyle sivil olmandan ileri geldiğini bilemedin ve ona göre davranamadın!

İkincisi: Harbiye’den başlayarak ordunun içine girmek, oraya yeni bir mâna, bir çift göz ve kulak yerleştirmek gerektiğini, yoksa orduyu müdahalesiz ve kendi başına bırakmanın onca bir nevi düşmanlık sayılacağını bilemedin ve ona göre davranamadın!..

Üçüncüsü: Tanzimat’tan beri gelen sahte inkılâplara “dur!” demeyi, bu dâvada asıl sorumlu Halk Partisini topyekûn eseri ve tesiriyle iptal etmeyi, Allah’ın sana biçtiği memuriyete göre Türk’ün ruh köküne dayalı gerçek inkılâbın ne olduğunu göstermeyi bilemedin ve ona göre davranamadın!..

Dördüncüsü: Toprak ve köylü sermayesine yönelici millî bir iktisad politikası takip etmenin, mason, Yahudi ve kozmopolitler elindeki karanlık sermaye merkezlerini kudurtacağını ve aynen olduğu gibi, seni zaif düşürmek için partini hiziplere böldüreceğini ve seni zıtlarınla halkalayacağını bilemedin ve ona göre davranamadın!..

Beşincisi: Hesap sormayanlara mutlaka hesap sorulacağını, üstelik, aynen olduğu gibi, kendisinden hesap sorulmayanın kendi öz suçuna hesap sormayana devr ve havale edeceğini, onu aslında kendi suçiyle suçlandıracağını bilemedin ve ona göre davranamadın!..

Altıncısı: Ruhlara hâkim olunmadıkça ve orada bir imar sahası açılmadıkça madde imarının basit ve haris gözlere mirasyedilik gibi görüneceğini ve içtimaî sınıfları yeni refah şartları istemeye doğru tahrik edeceğini, ortalığa bir açgözlülük havası yayılacağını ve bazı sınıfların bu hava içinde müthiş yağmacılık hissine kapılacaklarını ve haklarını gasbedilmiş sayacaklarını bilemedin ve ona göre davranamadın!..

Yedincisi: Tepeden ve etrafındaki zıt kutupları tasfiye ve tevsiye edip partini yekpâreleştirmeyi ve bu yekparelikle bütün aykırılıkların üstünden silindir gibi geçmeyi, tezatsız bir kadro kurmayı bilemedin ve ona göre davranamadın!..

Sekizincisi: Partisine bağlı milliyetçi ve mukaddesatçı gençliği kendi elinle boğmak yerine, ne yapıp, dere, tepe, bunları dörtlü ümit yaprağı ararcasına bulmak ve demetlemek icap ettiğini bilemedin ve ona göre davranamadın!…

Dokuzuncusu: Sana hesap soranlara “asıl hesap soracak benim!” diye ölmeyi bilerek kahramanlaşmayı bilemedin ve ona göre davranamadın!..”

Adnan Menderes’e Allah’tan rahmet, 27 Mayıs darbe sürecinde yaşananların da bugüne ibret olmasını dileriz.

* “Zeybeğin Ölümü”: Üstad Necib Fazıl’ın Adnan Menderes’in idamından sonra yazdığı şiir.

​Baran Dergisi 558. Sayı

Kendini Arayan İnsan

 Seyyid Ahmed Arvasî Kimdir?

1932 yılında Ağrı’nın Doğubeyazıt ilçesinde doğdu. Ailesi Van’ın Bahçesaray kasabasına bağlı Doğanyayla (Arvas) köyündendir. Muhitlerinde ‘Arvasiler’ olarak tanınırlar. Soyadı kanunu çıktıktan sonra köylerinin adı Arvas oldu.

1952 yılında Erzurum Öğretmen Okulu’ndan mezun oldu. Bir süre ilkokul öğretmenliği yaptı. 1958’de Gazi Eğitim Enstitüsü Pedagoji Bölümü’nü bitirdi. Sırayla Balıkesir, Bursa ve İstanbul’daki Eğitim Enstitülerinde hocalık yaptı. 1979 yılında emekli oldu. Aynı yıl Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel İdare Kurulu’na seçilerek, bu partideki görevine, 12 Eylül 1980 ihtilaline kadar devam etti. MHP’den İstanbul Senatör Adayı da oldu.

Hergün Gazetesi’nde, ‘Türk-İslam Ülküsü’ başlığıyla günlük makaleler yazdı. 12 Eylül darbesinden sonra, MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası’ndan yargılandı. Mamak Cezaevi’nde işkence gördü. Tahliye olduktan sonra ülkücü gazete ve dergilerde yazılar yazdı. Türkiye gazetesinde Hasbihal başlığı ile makaleleri neşredildi. 31 Aralık 1988 tarihinde İstanbul Erenköy’deki evinde vefat etti. Vefat ettiğinde yaşı 56 idi.

Eserleri şunlardır: Türk-İslam Ülküsü (3 cilt), Kendini Arayan İnsan, İnsan ve İnsan Ötesi, Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz, Şiirlerim, Eğitim Sosyolojisi, Doğu Anadolu Gerçeği, İleri Türk Milliyetçiliğinin İlkeleri, Hasbihal (6 cilt). Hasbihal, daha sonra konularına göre şu isimlerde yayınlandı: Emperyalizmin Oyunları, Devletin Dini Olur mu, Kadın Erkek Üzerine, İnsanın Yalnızlığı.

Kendini Arayan İnsan

S. Ahmet Arvasî’nin “Kendini Arayan İnsan” isimli eserini, onun eserleri arasında biricik kılan nedir?

Bilindiği üzere Ahmet Arvasî bir “hoca”dır. Talebelerinin anlatımıyla çok mükemmel bir muallimdir. Günümüzde arasak da bulamayacağımız türden… Onun “Kendini Arayan İnsan”daki, mücerred meseleleri, temel kavram ve fikirleri tane tane anlatışı, tek tek izah edişi, biraz da onun “muallim” vasfı ile alâkalıdır.

Diğer yandan Salih Mirzabeyoğlu’nun tabiriyle devrinin aydın geçinenleri arasında “hariç” tutulabilecek bir fikir haysiyetine sahibtir. Ele aldığı kavramları titizlikle inceleyip, bilhassa “Kendini Arayan İnsan” isimli eserinde, İslâm tefekkürü dairesi içinde bir tefekkür ortaya koymuştur.

Yine Arvasî, “Büyük Doğu’nun ne anlama geldiğini bilerek Büyük Doğucuyum” der ve Üstad Necib Fazıl’ın eserlerini bütün talebelerine tavsiye ederdi.

Eserin önsözünde şöyle yazar Arvasî:

“Öyle anlaşılıyor ki “ilmin” bugünkü tutuşu insanı kuşatamamaktadır. Bu gidiş bizi kendimize ulaştıramayacaktır. Aklın kanunları, insan bilgisini kuşatacak bir kıvraklığa ve hayatîliğe sahip olmayan donmuş kalıpları ifade etmektedirler. İnsan bilgisinin prensipleri hayatîlik ifade edici bir kıvraklığa sahip olmalıdır.”

Eser, “İnsan ve heykeli”nin diyaloğu ile başlar. Burada “İnsan” ve “Heykeli” işte tam da yukarıda bahsedilen “hayatîlik ifade edici kıvraklığı” tartışırlar.

Eserde en mücerred meselelere el atarken bile tefekkürünü her zaman “selim akıl” çerçevesinde tutmuş, “muallim” vasfını eserin her köşesinde hissettirmiştir.

İnsan nedir, zekâ, akıl, hakikat nedir gibi konuları incelediği eserinde, “İnsan Bilgisinin Bilimi” üzerine şöyle yazar:

“Sırf aklın kanunları ile yaşayan bir insan muhalfarz, mevcut olsa idi, bu insan için iyi, doğru, güzel, hürriyet, yaratıcı, yaratma, irade ve şuur gibi değerler ve endişeler mevcut olmazdı. Halbuki bütün insanlar arasında, değişik kılık ve kadrolarda belirmelerine rağmen, bu ortak kavramların ve mânâların tarih boyunca varolduklarını gözleyip duruyoruz. Bu var oluşun, bu ortaklığın kökleri insana bağlı olmak üzere, prensipleri de pek âlâ olabilir.”

İnsanı eşyaya göre değil, insana göre izah etme çabası olarak ortaya koyduğu anlayışı da şu sorularla hülasa eder:

“Beni bilgili olmaya zorlayan sadece dışımdaki varlıklar ve parçacıklar ise ve onların bana telkin edecekleri veya verecekleri şeyleri varsa onlar bunları nereden aldılar? O veriler, o varlıklarda kendiliğinden mi mevcut bulunmaktadır? Renk, ışık, hareket ve yer kaplama eşyanın tabiatından mı geliyor? O halde eşya şuuruna varamadığı bir bilgi deposu durumunda mıdır? Bilginin hem insanda doğuştan mevcut oluşu hem de insan tarafından bilinemeyişi bir çelişme ise, aynı çelişme burada da aranamaz mı? Eşya hem bilgi yüklü, hem de bilginin şuurundan yoksun ise, bu durum insan için de varit olamaz mı?”

Yine eserden varlığın mahiyeti ve hakikati hakkında şu bölüm:

“Öyle anlaşılıyor ki, biz zannettiğimiz kadar madde ile de, ruh ile de yüz yüze değiliz. Renk, ses, şekil, sühunet, hareket hep insana göre keyfiyetlerdir. Bunların gerisinde, içinde ve üstünde madde, hayat, ruh, insan zihnine ulaşan bilgilerdir. İnsan zihni bu keyfiyetlerden maddeye de, hayata da, ruha da ulaşmıştır. Biz, renk, hareket, şekil ve sühunet gibi keyfiyetle gözüken varlığı ve oluşu, oluş altı bir soyutlama ile dondurarak maddeyi, bu keyfiyetleri kendimizde yaşayarak hayatı, oluş üstü bir soyutlama ile keyfiyetleri Mutlak Varlığın bütün zamanı yakıp kül eden emir ve iradesinin bir ifadesi halinde duyarak ruh kavramına ulaşıyoruz. İnkâr edilemez ve fakat idrak ve tasavvur edilemez Mutlak Varlığı, yani Allah’ı bunlardan birine veya hepsine irca etmek çok büyük hata olur. Varlığın temeli ne madde, ne hayat, ne de ruhtur. Varlık sadece ve mutlak olarak varlıktır. Varlığın mana ve mahiyeti mutlak olarak nedir? Varlık hiç şüphesiz inkâr edilemez ve aynı derecede duyular ve tasavvurlarla da kavranamaz olandır. Madde, hayat ve ruh kısmen kavranabilen varlık tezahürleridir. Mutlak Varlık bunların arkasındaki ezeli ve ebedi varlık olup yokluğu imkânsız kılan yegâne varlıktır.”

Kendini arayan gençlerin, Seyyid Ahmed Arvasi’nin “Kendini Arayan İnsan” isimli eserini okumaları, onları, mücerred kavramlara yaklaşırken, kavramların nasıl incelenip sorgulanacağına, nasıl fikir yürütüleceğine dair bir antrenmana da hazırlamış olacaktır.

Seyyid Ahmed Arvasî’ye rahmet ile…

Baran Dergisi 573. Sayı

Davos’ta Gündem Yeni Dünya Düzeni ve Telegram

 Takdim

Aşağıda okuyacağınız röportaj, Bloomberg HT televizyon kanalında yayınlandı. Röportajda Davos zirvesini takip eden Cüneyt Zapsu, Davos’un gündeminin çok farklı bir noktada, Telegram-Zihin Kontrolü meselesi üzerinde olduğunu söylüyor. Zapsu, Yuval Noah Harari[1] isimli bir profesörün oturumuna katıldığını söyledikten sonra, Yeni Dünya Düzeni’nin küçük bir elit grup tarafından yönetileceğini, bağımsız düşünebilen insan soyunun yok olacağının altını çiziyor. “Biyo-kimyasal, biyo-metrik sensörlerle” insanların ne düşüneceği, ne hissedeceği ölçülüp kaydediliyor diyor. Özetle yenidünya düzeninde insan, “düşünmeyen, hissetmeyen” fakat öyle olduğunu zanneden bir hale gelecek diyor. İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun “Telegram” üzerinden verdiği “metafizik dünya savaşının”[2] Davos’ta gündeme gelmiş olması ve “Yeni Dünya Düzeni buradan başlasın” çağrısının önemi bir kez daha anlaşılıyor mu? Tehlikenin farkında mısınız? Ve bu karanlıktan çıkış yolunun adresinin?..

***

CÜNEYT ZAPSU: “BAĞIMSIZ DÜŞÜNEN SON İNSAN NESLİYİZ”

 48. Dünya Ekonomi Forumu toplantılarından özel yayınlarımız devam ediyor. Yanımızda Forum’un kıdemli danışmanı Cüneyt Zapsu var. Efendim hoşgeldiniz yayınımıza. “Ayrışmış Bir Dünya” sloganıyla başladı. Dünya liderleri burada. Fransa’dan, Kanada’dan, Çin’den, tüm dünyadan liderler burada. Bugün Trump’ın da gelmesi ve yarın kapanış oturumunu yapması bekleniyor. Sizin gözlemlediğiniz, burada gelişen durum nedir?

Cüneyt Zapsu:  Şimdi “ayrışmış dünya” deniyor ama aslında çok daha farklı şeyler de var. Türkiye’de sanırım şu an saat 5’i geçmek üzere. Kaç kişi seyretti bilmiyorum ama işlerine gelir ve hoşlarına giderse de, bu dediklerimi anlatsınlar. Çok değişik bir mecraya değinmek istiyorum. O da, bakın Davos’ta G-7’nin 6 devlet başkanı burada. Yedincisi Japonya’nın da bütün bakanları burada. Misalen az önce konferans merkezinde Kanada başkanı elinde çantasıyla yürüyor. Veya yanımda holde Ürdün kraliçesi tek başına geziyor. Doğrudur herkes burada vesaire ama World Economik Forum siyasi bir sirk değil sadece. Siyaset değil zaten. Bakın 90’ların başlarında ilk gelmeye başladığımda “Kök Hücre” olayı konuşuluyordu. 15 sene sonra dünyada konuşulmaya başlandı. Veyahut yine hatırlıyorum 90’ların başında Bill Gates bugünkü akıllı cep telefonlarımızdan bahsediyordu. 90’ların başlarında daha normal cep telefonları yokken. World Economik Forum biraz farklı. İzin verirseniz izleyicilerimize bambaşka bir yönünü anlatayım. Bu sene dikkatimi çeken ve beni de biraz rahatsız eden bir konu aslında. Profesör Harari’nin bir oturumuna girdim dün. O oturum hakkında bazı notlar aldım. O notlar şu yüzden. Bugüne kadar, çok değil 15-20 sene sonra, sizler kesin yaşarsınız, belki bizler de yaşarız. İnsanların bambaşka bir cins haline gelme durumu var. Yani şu anda yaşadığımız, son normal insan jenerasyonu. İzin verirseniz, notlarım var, yanlış bir şey anlatmayayım diye, o kadar hoşuma gitti ki, notlar almaya başladım. Bir daktiloya da çektim notlarımı. Çok değil 15-20 sene dedim. Nasıl ki Taşdevrinden birçok değişik cinsten sonra bizim cinsimiz yani Homo Sapiens yaşayabildi. Bundan sonra da, bizden sonraki jenerasyonda, insanların bağımsız olarak yaşayamayacakları kanaati çıktı ortaya. Küçük bir elit grup idare edecek insanlığı. Sadece memleketleri değil. Yani bağımsız düşüncelerini kaybetmiş bir insanlıktan bahsediyoruz.

Tarihe baktığınızda imparatorluklar hep toprakla ölçülmüşler. Osmanlı imparatorluğu şöyle, bilmem ne imparatorluğu böyle…  Sonra 200 sene evvel ilk sanayi devrimi, makineler, makinelerin sahibi, teknolojinin sahibi insanları yönetmiş ve ilk başta toprak sahipleri aristokratlar, bir de avamlar. Sonradan kapitalistler proleterler. Şimdi ise yeni devrim, yeni çağda ve bu çok çabuk ilerliyor, datanın sahibi, verilerin sahibi çok çok küçük bir elit grubun olma tehlikesi var. Diğerleri de idare edilenler. Nasıl? Profesör Harari enteresan bir insan. Bilenler bilir, Homo Sapiens kitabının yazarı. Bizler hala korkuyoruz, işte telefonumuz heklendi, bilgisayarımız heklendi. Artık o geride kalmış bir olay.  Verilerimiz heklenmekle kalmıyor.  Yavaş yavaş beynimiz heklenmeye başlandı.  Başlandı bile. Şöyle ki beyin dalgaları bir takım biyometrik sensörlerle ölçülmeye başlandı. Ve bunlar elektrik akımlarına çevrilerek, veriler alınıp analiz edilmeye başlandı.  Sizin kendinizin ne düşüneceğiniz, birini gördüğünüz an hemen görüyor. Ne düşündüğünüz, ne düşüneceğinizi, nasıl reaksiyon verebileceğinizi anlamaya başladılar. Yani biyo-kimyasal sensörler var artık. Ve şundan da kurtulmak yok yani. Kurtulamazsınız. Ben bu telefonu kullanmayacağım. Sen kullanmıyorsan yanındaki kullanıyor. Yani kurtulmanın imkânı yok. Yani kurtulamazsınız da. En basit bir misal vereceğim. Sağlık… Şimdi şu aletleri takıyoruz, ben de takıyorum, kalbinizi ölçüyor bilmem ne… Neye bağlı? Samsung. Veya başka bir telefon. Ama onlar bunları her bir yerde saklıyor. Veriler ışık hızıyla gidiyor ve istedikleri kadar kopyalanabiliyor, istediğiniz yerde.

– Davos da korkunç bir verinin ve geleceğin ve teknolojinin ağırlığı hissediliyor fakat bizim gördüğümüz Türkiye’nin ağırlığı çok fazla artık yok mu, siz ne düşünüyorsunuz? Bu konudaki görüşünüzü de alabilir miyiz?

Cüneyt Zapsu: Bizim ağırlığımız hiçbir zaman olmadı ki. Çünkü ben Türkiye’nin her zaman herkese de söyledim. Türkiye’nin eksiği PR’dır. Pazarlamadır. Ne bizim iş adamlarımız, kusura bakmayın her şeyi hükümetten şundan bundan beklememek lazım. Bizim iş adamlarımızı gördünüz mü neredeler? Yani ben şurada Türk bayrağı taşıyorum, bilhassa, inadına, birileri bir Türk görsünler diye. Yani Türk dediğiniz zaman şu anda ne düşünüldüğünü biliyorsunuz. Ama iş adamlarımız da buraya gelip, kendilerini gösterip, herhangi bir oturumda bir Türk iş adamı görmek mümkün değil.

Biraz evvel bahsettiğim şeyi izin verirsen bitireyim çünkü çok enteresan bir konu. Mesela şimdiye kadar dört milyar sene diyorlar, insanlık var. Dört milyar senede belli bir tabiî kanunlarla, Allah’ın kanunlarıyla gelişmişiz. Şimdi de tabiî Allah’ın kanunları ama tabii-doğal olmayacak. Bundan sonra artık bu biyo-teknolojinin sahipleri bizi yönlendirecekler. Yani ne yiyeceksin, ne içeceksin, ne düşüneceksin. Bu arada Prof. Harari kendisi Kudüs’te Hebrew üniversitesinde. Buna rağmen enteresan bir konu daha söyledi. Dedi ki şu anda, konuştuğumuz anda İsrail Hükümeti Batı Şeria’da her canlıyı, yani sadece insan da değil, hepsini, dünya tarihinde görülmedik bir şekilde 24 saat 365 gün kontrol altına alıyor. Görülmemiş bir şeye soktu. Ve bunu İsrail’in dışında da, bu işin ne kadar önemli olduğunu anlayıp bir kontrol bir regülasyonu haline getiren bir tek Çin var. “Batı”, daha ileri teknoloji olan devletlerde ise hala daha insan hakları, şu, bu… İnsan Hakları filan deyip devletler karışmıyor ama şirketlere kimse bakmıyor, hiçbir regülasyon yok. Çözüm: Bilmiyoruz. Ama regüle edilmesi lazım. En güzel regülasyon da açık, yani ne yapılacağı, kimin nasıl regüle edilebileceği… Son bir şey daha söyleyeyim bu konuda. Benim kızlarımdan biri ikinci master’ını yaptı bu konularla ilgili. Aylar önce bir şey söylemişti. “Baba şu anda yaşadığımız jenerasyon son bağımsız düşünen insan jenerasyonu olacak. Bundan sonra bizim çocuklarımız bağımsız olmayacak. Onları bu yeni gelen insan çağına yetiştirmemiz lazım. Dini telkinler vermemiz lazım.” Ben bunları dinledikten sonra tabii uyandım. Bunu da herkese anlatmak istedim. Davos budur bu arada. Davos sadece işte efendim dolar çıktı, bilmem ne yaptı ya da politikacılar birbirini gördü meselesi değil.

[*] Baran Dergisi’nde yayınlanmıştır.

1- Yuval Noah Harari, 1976 İsrail doğumlu tarihçi ve yazar. Dünyada çok satanlar listesindeki Hayvanlardan Tanrılara Sapiens ve “Homo Deus – Yarının Kısa Bir tarihi” isimli kitabın yazarıdır. Kudüs İbrani Üniversitesi’nde tarih dersleri veriyor.

2- Akademya Dergisi’nin “Telegram Özel Sayısı”nda Hayreddin Soykan imzalı yazının başlığı: “Mirzabeyoğlu’nun Verdiği Metafizik Dünya Savaşı”.

Video: youtube.com/watch?v=4EDORSxv4CI

Fuat Sezgin Hoca’nın Bize Mirası

 Hayreddin Soykan’la her hafta yaklaşık 40 dakika kadar görüşebiliyoruz. Her görüşmemizde dil öğrenmenin özellikle kadîm dilleri öğrenmenin öneminden bahsedip kendi çalışmalarını anlatır. Geçtiğimiz pazartesi günü de rahmetli Fuat Sezgin Hoca hakkında sohbet ettik. Onun neredeyse kaybolmuş pek çok dili de bildiğinden bahsederek şu anekdotu aktardı:

“Fuat Sezgin’in hocası ona şu suali sormuş: Kaç dil biliyorsun? Fuat Hoca, az bildiklerini de ekleyerek “11 dil biliyorum” demiş. “İlim adamı olmak için bu yeterli değil” demiş. Bunun üzerine kendini bir yıl bilmediği dilleri öğrenmeye vermiş ve onlarca dili daha hafızasına nakşetmiş.”

Süryanice de dahil 27 dil bilen Fuat Sezgin’in hocası Helmutt Ritter 32 dil biliyordu. İspanyol oryantalist Nicel 54 dile hakimdi.

Fuat Hoca’nın herhalde en önemli vasfı “çalışma disiplini” olsa gerek. Günde 14 saat çalıştığını söylemişti bir röportajında. Ve bunu da az bulduğunu, gençliğinde 17 saatten fazla çalışabildiğini… 

Günde 17 saat çalışarak 6 ayda 30 ciltlik Taberi Tefsirini okuyarak Arapça öğrenmiş bir ilim adamından bahsediyoruz.

Ansiklopedik çapta ortaya koyduğu İslâm Bilim Tarihi üzerine eserleri, (ki bir kısmı hâlen Türkçe’ye tercüme edilmeyi bekliyor) her ilim adamının elinin altında olması gereken çok önemli eserler. 18. cildi üzerinde çalışmaya devam ettiği “Arap-İslâm Bilim Tarihi” isimli eseri de alanındaki en ciddi çalışmalardan birisi.

Coğrafya, tıp, matematik, astronomi, müzik, felsefe gibi orijinal eserlerin tıpkıbasımlarını ve bu konuda araştırmalar yapmış batılı bilim adamlarının çalışmalarının yeniden basımlarını içeren 1300 cilt civarındaki eser, Fuat Hoca’nın hayatını nasıl geçirdiğini anlamamıza yardımcı olur sanıyorum. Bunların dışında “Geschichte des Arabischen Schrittums (GAS)” adıyla dünyada tanınan 13 ciltlik eseri;

Wissenschaft Und Technik im Islam (İslâm’da Bilim ve Teknik) adlı 5 ciltlik katalog çalışmasını da eklemek gerekiyor. Bu eserlerin onlarca dile çevrildiğini de kaydedelim.

Ayrıca dil ile bu kadar meşgul bir insan olarak filoloji, iştikak ve ebced konularında da uzmanlığı olduğunu talebeleri anlatıyor. Mesela bir dönem talebesi olduğunu söyleyen Celal Şengör, “ebced hesabını” Fuat Hoca’dan öğrendiğini söylüyor.

Kısaca Hayat Hikâyesi

Fuat Sezgin 1924’te Bitlis’te dünyaya geldi. 1943’te İstanbul’a geldi. İstanbul Üniversitesi Şarkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nde alanında en tanınmış uzmanlardan Alman şarkiyatçı Helmut Ritter’in öğrencisi olan Sezgin, Ritter’in tavsiyesi üzerine İslâm bilimlerine yöneldi. Sezgin, 1951’de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirdikten sonra, Arap Dili ve Edebiyatı üzerinde doktora yaptı. “Buhari’nin Kaynakları” konulu doktora tezini tamamlayan Sezgin, 1954’te doçent oldu. Sezgin, bu çalışmasıyla hadis kaynağı olarak önemli bir yere sahip olan Buhari’nin, sadece sözlü kaynaklara değil yazılı kaynaklara dayandığı tezini ortaya attı. 

Türkiye’de 1960’ta askeri darbenin iktidara getirdiği hükümet tarafından hazırlanan ve 147 akademisyenin üniversitelerden men edildiği listede kendi adının da bulunması üzerine Türkiye’den ayrılarak Frankfurt Üniversitesi’nde çalışmalarına devam etti. Cabir ibn Hayyan konusunda 1965’te yazdığı ikinci doktora tezini Frankfurt Üniversitesi “Institut für Geschichte der Naturwissenschaften”a sunan ve bir yıl sonra profesör unvanını kazanan Sezgin, aynı yıl kendisi gibi şarkiyatçı olan Ursula Sezgin ile evlendi. Sezgin’in kızı Hilal, 1970’te dünyaya geldi. 

İnsanlık tarihinin başlangıcından bugüne kadar sahasında yazılan en kapsamlı eser olan Arap-İslâm Bilim Tarihi’nin ilk cildini, 1967’de tamamlayan Fuat Hoca, 17 ciltten oluşan eserin 18. cildini yazıyordu. Süryanice, İbranice, Latince, Arapça ve Almanca da dahil 27 dili çok iyi derecede biliyordu. İstanbul İslâm Bilim ve Teknoloji Müzesi’nin faaliyetlerini desteklemek amacıyla 2010’da “Prof. Dr. Fuat Sezgin İslâm Bilim Tarihi Araştırmaları Vakfı” kuruldu. Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi bünyesinde kurulan Prof. Dr. Fuat Sezgin İslâm Bilim Tarihi Enstitüsü ise 2013 yılında faaliyetlerine başladı.

Uluslararası çeşitli akademilerin üyesi de olan Prof. Dr. Fuat Sezgin, yaşamı boyunca Kahire Arap Dili Akademisi, Şam Arap Dili Akademisi, Fas Rabat Kraliyet Akademisi, Bağdat Arap Dili Akademisi, Türkiye Bilimler Akademisi şeref üyeliği de dahil olmak üzere çok sayıda önemli ödül ve nişana layık görüldü. Türkiye’de de pek çok üniversiteden ödüller almıştır. 

Prof. Dr. Fuat Sezgin’in öncülüğünde kurulan İstanbul İslâm Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi de üstün nitelikli eser ve ortaya konan özgün çalışmalardan dolayı kurum statüsünde Kültür ve Turizm Bakanlığı 2016 Özel Ödülü’ne layık görüldü. Bu müze Gülhane Parkı içinde bulunmaktadır.

Bilim Yobazlığı

Sohbetlerinde dert yandığı en önemli konulardan biri “yobazlık”. Evet hem “din” hem de “bilim yobazlığı”ndan dert yanıyor Fuat Hoca. Ömrünü adadığı, Müslümanların Bilim çalışmalarını anlattığı eserleri, tüm dünyada onu saygın bir bilim adamı yapıyor fakat tesiri “Bilim Tarihi”nin dipnotlarında geçiyor ancak. Ortaya koyduğu ve Müslümanların yaptığını ispatladığı pek çok “keşif”, gazete sayfalarında “iddia” olarak yer alıyor. Oysa onlar iddia değil pozitif bilimin kabul ettiği yöntemlerle ispatlanmış bilgilerdir.

Ülkemizde de Fuat Hoca’nın “Amerika’yı Müslümanlar keşfetti” şeklindeki sözleri çok gündem oldu ama her nedense hep bir alaycı üslupla karşılandı. Oysa karşılarında gerçek bir ilim adamı vardı ve bunu ispatlamıştı. Fuat Hoca’nın bir röportajında söylediği söz herhalde yeterlidir bu durumu açıklamaya:

– “İslâm medeniyetinin büyüklüğünü kendi insanımıza anlatmak Batılılara anlatmaktan daha zor.”

Evet, 94 yaşında vefat eden, hayatını mevzuuna adamış, bir nevi dervişi olmuş böyle bir ilim adamı hâlâ bu “yobazlıklar”dan yakınıyor. Hala “ileri medeniyet” ve “geri medeniyet” hikayeleri ile doluyor ortalık. Bitlisli bir ilim adamı İslâm medeniyetinin buluşlarını bir takım “ilmi verilerle” ispatlasa bile, ruhunu Batı’ya ve Batılı değerlere satmışlar, hurafeleri “ilim” gibi değerlendirmeye devam ediyor.

Bir Not: Çok ileri (!) medeniyet seviyesine ulaşmış bir dünyada (!), ilerlemenin teknik ve teknolojik bir takım ürünlere erişebilmek olmadığını anlatan güzel bir misal. Eğer bir sabit-değişmez-mutlak değeriniz yoksa, “ilerleme” ve “gerileme”nin “neye göre” suali ortada kalır. “Batıya göre” dediğiniz yerde, Batı’nın “mutlak” olduğunu kabul etmeniz gerekir. Çok basit bir muhakemedir bu… Batı’nın yazdığı bilim tarihini altüst eden Fuat Sezgin Hoca’nın başarısı da burada gizli olsa gerek.

Bilindiği üzere Batılılar kendi düşünce formları üzerinde konuşurken, sanki mevzunun kendisi de onlara aitmiş gibi bir anlayış içinde olurlar. Bu mevzudan Salih Mirzabeyoğlu “Necip Fazıl’la Başbaşa” isimli eserinde bahsediyordu. Yani Batılılar bir mevzuda bir düşünce kalıbı veya düşünce üretince, o mevzuda sanki sadece kendileri konuşabilirmiş gibi davranıyorlar. 

Bence Fuat Sezgin Hoca’nın en büyük başarısı, kendi mevzuunu, yani İslâm Bilim Tarihini, Batılıların ortaya koyduğu “Pozitif bilim” kuralları ile ispatlayarak eserlerini ortaya koymuş olmasıdır. Karınca gibi çalışarak devler gibi eser vermek; Fuat Hoca’nın bize bıraktığı en büyük miras bu olsa gerek…

Baran Dergisi 599. Sayı

Müteal-Aşkın Sanat

 Sinema deyince aklımıza ne geliyor? Böyle sorulunca, belli başlı bir tarif çıkmıyor hemen değil mi? Hollywood sinemasına hepimiz burun kıvırsak da, en çok izlenen, hasılat rekorları kıran filmler bunlar oluyor. Sinemaya gittiğimizde önümüze yığılan fantastik, korku, bilim kurgu, komedi veya romantik filmlerin arasında güya seçim yapıyoruz.

Bize söylenilen şu: Her türlü özgürlüğün, seçme hürriyetinin, fikir özgürlüğünün olduğu bir çağda yaşıyoruz. Fakat sinema denilince önümüze koyulan ve seçmemiz istenen filmler çerçöp. Bunları izlemek ve bunlar arasından seçmek zorundayız. Seçme hürriyetimiz, “kapitalist düzen”in “çok izlenme ve çok hasılat yapma” ölçütüne göre sınırlandırılıyor. Bunu bütün sözde “seçme özgürlüklerimize” yayabiliriz. Seçenekleri kim belirliyor? Kendimizce beğendiğimiz, takip ettiğimiz yönetmenlerin filmlerini ise, sinema salonlarında istediğimiz zaman izleme imkânına sahip değiliz. Ya festival programlarını bekleyeceğiz. Yahut internete düşmesini. Buğday’ın gösterimi sırasında neler yaşandığını hatırlarsınız.

Sinemaya sanat gözüyle bakan, daha doğrusu sinemayı “kendini, varoluşunu ifade etme aracı” olarak gören yönetmenler, sinemayı bir tür eğlence endüstrisi olarak gören yönetmenlerden daha fazla olmasına rağmen, onların filmlerini izleyebilme imkânımız ne yazık ki sınırlı.

Mesela, “Aşkın Üslup” olarak adlandırılan bir akımdan söz ediliyor. Daha doğrusu, bazı yönetmenlerin filmlerinde kullandığı yöntemi “aşkın üslup” olarak adlandırıyor Paul Schrader. “Sinemada Aşkın Üslup” (İnsan Yayınları) isimli eserinde belirttiğine göre belli başlı iki temsilcisi var bu üslubun: Doğu’da Ozu, Batı’da Bresson. Biraz da Dreyer… 
Nedir “aşkın üslup”? “Aşkın-Müteal” kavramını açıklayarak başlıyor Paul Schrader: 

-“Aşkın, normal hissi tecrübelerin ötesindedir ve tabiatı itibariyle mündemiç-içkin olanın aşılmasıdır. Herkesin kabul ettiği bu gerçek dışında, hayatta ve sanatta aşkının tabiatı hakkında çok az fikir birliği vardır. (…) Aşkın kavramı doğrudan yahut dolaylı olarak şu anlamlarda kullanılabilmektedir: 1. Aşkınlık; Kutsal ve İdeal’in bizzat kendisi veya Mutlak Öteki, 2. Aşkınlığa dair bir şeyi ifade eden insan faaliyetleri ya da eserleri veya Mircae Eliade’nin tabiriyle hiyerofani-ilahi tezahür, 3. Derin bir psikolojik ihtiyacın ya da nevrozun (Freud) yahut dış bir psikolojik “öteki” gücün (Jung) oluşturduğu insan tecrübesi. (…)

Geleneksel Hristiyanlık ve Doğuya Özgü Sanat (yani Aşkın Sanat) hakkındaki çalışmasında Ananda Coomaraswamy bu durumu şöyle ifade eder: “Sanat en zirvesinde bile maksada ulaşmak için bir araçtan ibarettir, hatta kutsal kitaplarla ilgili sanat bile buğulu bir camın ardından bakmaktan öteye geçemez; her ne kadar bu hiç görememekten iyi olsa da, hakikatle karşı karşıya geldiğinde her tür tasvir imkânı yok olur.” Aşkın din gibi aşkın sanat da mistisizmle iç içedir;“mutlak din mistisizmdir, sessiz ve şekilsizdir. Mutlak sanat da aynı şekilde ne duyulabilir ne de görülebilir.” 

İslami, Hristiyani veya Zen sanat olamayacağını, sanatın mukaddesin huzurunda bulunabileceğini, aşkın sanatın da kutsal hislerin tasviri ya da ifadesi değil bizzat Kutsal’ın kendisini (aşkın olanı) ifade ettiğinin altını çiziyor. Bu anlamda Japon yönetmen Ozu’nun Zen inancı ile yaptığı filmleri ile Bresson’un kendi kültürel öğeleri ile bezeli filmlerinin, o “öğeleri” aşan bir “evrensel üslup” olduğunu anlatmaya çalışıyor. Yani Japon yönetmen Ozu ile Fransız yönetmen Bresson’un filmlerini aşkın sanatta buluşturan şeyin kullandıkları imajlardan çok “üslup”da belirginleştiğini vurgulamaya çalışıyor.

Eserde Ozu, Bresson ve Dreyer’in filmleri üzerinden “Aşkın Üslup” kavramını bir nevi inşa ediyor yazar ve bu sinemanın özelliklerini bu üç yönetmenin sineması üzerinden bir nevi tesbit ve tahlil ediyor.

Mesela Ozu hakkında şöyle yazıyor:
“Ozu, Japon kültüründe Aşkın anlatımı yeniden canlandırma ihtiyacı ya da bu anlatımı Doğu kültürüne aşılama ihtiyacı duymamış, onu sadece sinemaya uyarlamıştır. Ozu geleneksel Japon düşüncesi ve sanatını temsil eder ve Doğulu geleneğin manevi yükünü tabiatı itibariyle modern ve anarşist olan film aygıtına yükler. (…) Ozu eski geleneği yeni bir biçime oturtma çabasındadır. Japonya’da modern uygarlık yalnızca yüz yaşındadır ve iki bin yıldır süregelen bir medeniyetin üzerine yapılan bir ciladan ibarettir; Ozu’nun filmlerinde Zen sanatı ve düşüncesi medeniyetin kendisidir, sinema sadece onun cilasıdır. (…) Sinema çağdaş Japonya için Batılaştırıcı etkilerin başında gelir ve Ozu geleneksel değerleri yaşatmak için mücadele etmiş ve popüler trendlere karşı koymuştur, bunun için Japon gençliğinin büyük bir kısmı tarafından hala mürteci olarak kabul edilmektedir. Ozu sinemada aşkın üslubu benimseyerek bir bakıma modaya karşı gelmiştir fakat onun karşılaştığı direnç, Fransada estetik bir öncül bulabilmek için skolastiklere kadar gitmek zorunda kalan ve ticari başarı ve kitlesel bilinirlik bakımından umutsuz vaka olan Bresson’un karşılaştığı dirençle mukayese edildiğinde devede kulak kalır.”

Bresson hakkında da şu değerlendirmede bulunur:
“Ozu gibi Bresson da biçimcidir: “Film bir gösteri değil, her şeyden önce üsluptur”. Bresson’un filmden filme konudan konuya çok az değişiklik gösteren, sabit öngörülebilir bir üslubu vardır. (…) Bresson’un kendi sanatıyla ilgili açıklamaları da dini biçim ve ritüellere uygulanabilecek türdendir: “Bir filmin konusu sadece bir bahanedir. Biçim içeriğe oranla seyirciye daha fazla temas eder ve seyirciyi eğitir.” (…) Hem Ozu hem Bresson geleneksel dini tarzda biçimcidirler. Onlar inancı aşılamak için biçimi temel yöntem olarak kullanırlar. Bu, seyirciyi yapım sürecinin etkin bir katılımcısı yapar, yani seyirci bağlamsal olarak biçime tepki vermek zorundadır.  (…) Bresson: “Biçime çok büyük önem veriyorum, devasa bir önem. Ve de biçimin ritme götürdüğüne inanıyorum. Şimdi bütün ritimler güçlü. Seyirciye erişmek her şeyden önce bir ritim meselesidir.”

Kısaca karmaşa, kaos içinde çeşitli hislerimizi harekete geçirip anlık doyumlar sağlayan bir nevi nefsimize hitap eden popüler sinema bir yanda, bizi maneviyatımızdan veya ruhumuzdan yakalamaya çalışan, ahenk ve ritim sineması, “aşkın sanat” diğer yanda. 

Paul Schrader’in 1972 yılında keleme aldığı “Sinemada Aşkın Üslup” isimli eserini İnsan Yayınları’ndan edinebilirsiniz. Son bir not: Tercümede bir üslup sorunu var, kitabı okumayı zorlaştırıyor.

Baran Dergisi 601. Sayı

“Tilki Günlüğü” Bir Roman Mıdır?

 Öncelikle şunu soralım: Edebiyat ve onun içine aldığı türler, insan için ne ifade eder? Özellikle roman… Ne içindir?

18. yüzyılda Batı’da roman türü yaygınlaşmaya başladığında, kadınların vakit geçirmek için okuduğu basit muhtevalı bir oyalanma aracıydı. Her ne kadar 16. yüzyılda “Don Kişot” gibi ilk örnekleri görülse de romanın yaygın olarak yayınlanması ve geniş kitleler tarafından takip edilmesi, özellikle Batı’da 18. yüzyılda başlayan bir süreçtir denilebilir.

Yazarları açısından bakıldığında büyük romancıların büyük dertleri vardı. Özellikle Rus edebiyatının ustaları, insanı ve onun problemlerini muhasebe ederlerdi. Varoluştan, yani Jung’un tabiriyle “ilk örneklerden” kendi zamanlarına çektikleri hatlarla romancılar, insanı anlamaya ve anlatmaya çalışırlardı. Öyle ya, Dostoyevski, Raskolnikov’u, ilk defa o suç işlemiş ve ilk defa o kendini ve tüm hayatı muhasebeye çekmiş gibi anlatmaz mı? Biz de o hisle okumaz mıyız, Suç ve Ceza’yı? Peki, günümüz romancısının muhasebesi nedir? Tabiî, insanın problemleri deyince bugün anlaşılan şeyi, bugün yazılan romanların çoğundan anlamak mümkün. Günümüzde artık büyük romancı dediğimizde, çağını aşan büyük metinlerle pek karşılaşmıyoruz. İnsanı, problemleri içinde kuşatan bir muhasebeye de rastlamak pek mümkün olmuyor bugün.

18. ve 19. yüzyıl, romanın en iyi örneklerinin ortaya çıktığı yüzyıldır aynı zamanda. Klasikler dediğimiz romanlar bu zaman dilimini kapsar genellikle. Yine romanın en sıradışı örnekleri de bu dönemde ortaya çıkar. James Joyce, “Ulyses” romanını bu dönemde yayınlamıştır. Suç ve Ceza’nın yayınlanmasından 40 yıl sonra. Yani en iyi romanların yazılmasının üzerinden uzun yıllar geçmeden, roman, hemen kendine yeni bir form arayışına girmiştir.

Bu kısa girişten sonra başlıkta yer alan suale dönebiliriz. “Tilki Günlüğü-Ufuk ile Hafiye” bir roman mıdır? Salih Mirzabeyoğlu’nun 6 ciltlik bu eserinin üzerinde “Roman” yazdığına göre, elbette. Öyleyse edebî bir tür olan “Roman” kategorisinde yer alabilir fakat yine de kafamızda soru işaretleri kalıyor. Çünkü Tilki Günlüğü çok yönlü bir eser. Üzerinde farklı yönlerden çalışılmış bir eser de değil. Mesela “edebi bir tür” olarak? Bir rüya tabirnamesi olarak? Bir lügat olarak? Bir dil ve iştikak eseri olarak? Bu sebeble fazla alternatif görüşe de sahib değiliz.(*) Ama Salih Mirzabeyoğlu’nun bir diğer romanı “Gölgeler” üzerine yaptığı değerlendirmeler, bize bir takım ipuçları verebilir. “Gölgeler” romanı hakkında şöyle yazıyor Mütefekkir:

– “Bir merkez ve ondan yayılan halkalar halinde bir pano… Bu ışıklı panonun merkezi, yazarın kendisidir… Ve sırası gelince yanan her bir halka, gölgesi Adem’in katılıcı veya müşahit sıfatiyle göründüğü hadiseler zincirinden birinin tezahürüdür… Bunaltıcı bir tecrit, keskin bir teşhis ve yakıcı bir hayal penceresinden, sanat gözüyle çağımız insanının hayat hikâyesi… Böyle bir derinlik ve genişlik, “dünya çapını” kucaklamak demek değil mi?”

Bu takdimde yakalayabileceğimiz şey, panonun merkezinde yazarın kendisinin yer alması ve yanan her bir halkanın Adem’in gölgesi olması. Adem kimdir? İlk insan. Fakat “A” kelimesinin üstüne inceltme işareti konulmamış. Bu bilinçli bir tercih. Kelimenin her iki mânâsına da işaret. “Adem”: Yokluk…

O dönemin Milli Gazetesine verdiği bir röportajda da, “Gölgeler” vesilesiyle roman hakkında şöyle diyor:

– “Varlık ve oluş, hayat ve ölüm, zaman ve hürriyet, dil ve diyalektik, estetik ve ahlak, fert ve toplum, imân ve sanat… İnsan “ben”inin temele meselelerinde tecrit terleri dökmemiş ve bu mevzuda has ve hususi bir eda belirtmeyen hiçbir büyük sanatkâr gösterilemez. Bu ölçü içinde baktığımız zaman, romancının seçtiği tipler ve anlattığı vakalar, belirli bir keyfiyetin görünüşüne vesile olan ve hizmet eden unsurlar mahiyetindedir; zamanın mekânda tecelli etmesi gibi… Eğer, şuur seviyesinin her değişiminde gerçeklik seviyesinin de değişmesi ve sanatın görünümlerinin “sıradan varoluş”a nisbetle daha yüksek bir varoluşa karşılık olmasını gözönünde tutarsanız, sanatçı hamurunu veya çamurunu istediği yerden alabilir; bütün kıymet ona üflediği ruh ve nefeste… (…)

Hayâl gücü, buna dikkat… “Görme” istidadının “görülecek şeyle” ortaya çıkması gibi ruhun merkezi fakültesi ve öncü hayal, suretlerle görünüyor ve suretlerle etkileniyor… Bu dünyanın her ân “tamam” ve hayatın her ân “mümkün” oluşu, romanın ise hayat filminden bir yansıma olması şartıyla birlikte düşünürseniz, romancının “tümevarım” ve “tümdengelim”le yaptığı seçme ve icatlar, sıradan bir varoluşa ait değildir. Yani hatıra veya başa gelmiş vak’anın kuru anlatımında değil iş; keyfiyette… “Yaşamak” da sadece fiilî davranışa ait değil; ruhî ve fikrî yön, zaten fiilî davranışın muhtevasında da görünüyor. O hâlde, eserin “yazarın aynası” olması meselesi, iç âlem düzenine ve şuuruna ait bir iş. Bu şekilde anlamazsak, saksı resmi yapan bir ressamı saksı gibi görmek gerekir; kısacası romancı için malzemenin ne olduğu değil, o malzemenin sağladığı imkân mühimdir…” (**)

Sanatçının veya romancının “sıradan varoluşa” nisbetle daha yüksek bir varoluşa karşılık geldiğinin altını çiziyor Mütefekkir. Şimdi bu çerçevede Tilki Günlüğü’ne bakalım.

Tilki Günlüğü’nün merkezinde yazar var; Salih Mirzabeyoğlu. Ve eser, “bir takdim yazım olacak, bütün hüviyetinle görüneceksin” diyen Necip Fazıl’ın “Takdim yazısı” ile başlıyor. “Dünyayı Sarsan Hadise: Kaptan Kusto Müslüman”… Eserin alt başlığı “Ufuk ile Hafiye”. Ufuk, Necip Fazıl. Hafiye takdim yazısını arayan Salih Mirzabeyoğlu. “Ufuk bir tilkidir kaçak ve kurnaz”… Öyleyse Ufuk ve Hafiye bir yönüyle de aynı kişidir romanda: Tilki.

17 Ağustos’la başlayıp, 16 Ağustos’ta bitişi arasında 365 gün yer alıyor bu günlükte. Yıllar değişse de, günler sırasıyla devam ediyor.

Gölgeler romanını takdim ederken yazdıklarından takip edersek; Tilki Günlüğü’nün de merkezinde yazarın kendisi var. Tilki Günlüğü, Ufuk ile Hafiyenin günlüğü. Bu merkezden yayılan halkalar halinde ortaya çıkan karakterler yazarın gölgesi. Bu, bir rüyada (Levha), bir günlük hadisede (Düşvari), Üstad’ın Kafa Kâğıdım isimli eserinden notlarda (Ufuk), Üstad ile Kumandan’ın sohbetinde (Yevmiye), bir kelimenin iştikakında (Tablo) ve günün sonundaki değerlendirmede (Varidat) karşımıza çıkıyor. Eserde yer alan her bir kişi, olay, rüya veya kelime, yazarın “gölgesi” olarak değerlendirilebilir mi?

Tilki Günlüğü’nü, yazarının “takdim yazısını arayışının” yani “kendini arayış serüveninin” bir hülasası olduğunu düşünürsek, yazarının “kim” olduğu daha da önem kazanıyor. Onun kimliği bizce “malum bir meçhul”.  Bildiğimizi sanıyoruz fakat meçhullükten de kurtaramıyoruz. Dünya çapını kucaklayan bir keyfiyeti küçük dünyamıza hapsediyoruz sanki…

Yukarıda bahsi geçti, şöyle diyordu Mütefekkir: “O hâlde, eserin “yazarın aynası” olması meselesi, iç âlem düzenine ve şuuruna ait bir iş. Bu şekilde anlamazsak, saksı resmi yapan bir ressamı saksı gibi görmek gerekir; kısacası romancı için malzemenin ne olduğu değil, o malzemenin sağladığı imkân mühimdir…”

Böyle değerlendirirsek, Tilki Günlüğü’nün neden “kâinat lügati” olarak değerlendirildiğini, neden “rüya tabirnamesi” olarak anlaşıldığını, neden esere her bakanın eserde kendini bulabildiğini anlayabiliyoruz. Fakat, Tilki Günlüğü’nü bir “roman” olarak değerlendirdiğimizde bize ne söyleyeceğini henüz tecrübe etmedik zannediyorum.
 
*Daha önce yapılmış ve halen yapılmakta olan çalışmalar var elbette. Ancak bir veya iki isimden öteye geçemiyor.

** Salih Mirzabeyoğlu, Necip Fazılla Başbaşa – İntibâ ve İlham, İbda Yayınları, İstanbul 1989, 2. Basım, s. 258-259

Baran Dergisi 604. Sayı

Semih Kaplanoğlu ile Hayat, Sinema ve “Buğday” Üzerine

Röportaj: Gülçin Şenel | Fotoğraf: Yağmur Dinç Semih Kaplanoğlu Kimdir? Semih Kaplanoğlu, 4 Nisan 1963 tarihinde İzmir’de dünyaya geldi. Dok...