Sinema deyince aklımıza ne geliyor? Böyle sorulunca, belli başlı bir tarif çıkmıyor hemen değil mi? Hollywood sinemasına hepimiz burun kıvırsak da, en çok izlenen, hasılat rekorları kıran filmler bunlar oluyor. Sinemaya gittiğimizde önümüze yığılan fantastik, korku, bilim kurgu, komedi veya romantik filmlerin arasında güya seçim yapıyoruz.
Bize söylenilen şu: Her türlü özgürlüğün, seçme hürriyetinin, fikir özgürlüğünün olduğu bir çağda yaşıyoruz. Fakat sinema denilince önümüze koyulan ve seçmemiz istenen filmler çerçöp. Bunları izlemek ve bunlar arasından seçmek zorundayız. Seçme hürriyetimiz, “kapitalist düzen”in “çok izlenme ve çok hasılat yapma” ölçütüne göre sınırlandırılıyor. Bunu bütün sözde “seçme özgürlüklerimize” yayabiliriz. Seçenekleri kim belirliyor? Kendimizce beğendiğimiz, takip ettiğimiz yönetmenlerin filmlerini ise, sinema salonlarında istediğimiz zaman izleme imkânına sahip değiliz. Ya festival programlarını bekleyeceğiz. Yahut internete düşmesini. Buğday’ın gösterimi sırasında neler yaşandığını hatırlarsınız.
Sinemaya sanat gözüyle bakan, daha doğrusu sinemayı “kendini, varoluşunu ifade etme aracı” olarak gören yönetmenler, sinemayı bir tür eğlence endüstrisi olarak gören yönetmenlerden daha fazla olmasına rağmen, onların filmlerini izleyebilme imkânımız ne yazık ki sınırlı.
-“Aşkın, normal hissi tecrübelerin ötesindedir ve tabiatı itibariyle mündemiç-içkin olanın aşılmasıdır. Herkesin kabul ettiği bu gerçek dışında, hayatta ve sanatta aşkının tabiatı hakkında çok az fikir birliği vardır. (…) Aşkın kavramı doğrudan yahut dolaylı olarak şu anlamlarda kullanılabilmektedir: 1. Aşkınlık; Kutsal ve İdeal’in bizzat kendisi veya Mutlak Öteki, 2. Aşkınlığa dair bir şeyi ifade eden insan faaliyetleri ya da eserleri veya Mircae Eliade’nin tabiriyle hiyerofani-ilahi tezahür, 3. Derin bir psikolojik ihtiyacın ya da nevrozun (Freud) yahut dış bir psikolojik “öteki” gücün (Jung) oluşturduğu insan tecrübesi. (…)
Geleneksel Hristiyanlık ve Doğuya Özgü Sanat (yani Aşkın Sanat) hakkındaki çalışmasında Ananda Coomaraswamy bu durumu şöyle ifade eder: “Sanat en zirvesinde bile maksada ulaşmak için bir araçtan ibarettir, hatta kutsal kitaplarla ilgili sanat bile buğulu bir camın ardından bakmaktan öteye geçemez; her ne kadar bu hiç görememekten iyi olsa da, hakikatle karşı karşıya geldiğinde her tür tasvir imkânı yok olur.” Aşkın din gibi aşkın sanat da mistisizmle iç içedir;“mutlak din mistisizmdir, sessiz ve şekilsizdir. Mutlak sanat da aynı şekilde ne duyulabilir ne de görülebilir.”
İslami, Hristiyani veya Zen sanat olamayacağını, sanatın mukaddesin huzurunda bulunabileceğini, aşkın sanatın da kutsal hislerin tasviri ya da ifadesi değil bizzat Kutsal’ın kendisini (aşkın olanı) ifade ettiğinin altını çiziyor. Bu anlamda Japon yönetmen Ozu’nun Zen inancı ile yaptığı filmleri ile Bresson’un kendi kültürel öğeleri ile bezeli filmlerinin, o “öğeleri” aşan bir “evrensel üslup” olduğunu anlatmaya çalışıyor. Yani Japon yönetmen Ozu ile Fransız yönetmen Bresson’un filmlerini aşkın sanatta buluşturan şeyin kullandıkları imajlardan çok “üslup”da belirginleştiğini vurgulamaya çalışıyor.
Eserde Ozu, Bresson ve Dreyer’in filmleri üzerinden “Aşkın Üslup” kavramını bir nevi inşa ediyor yazar ve bu sinemanın özelliklerini bu üç yönetmenin sineması üzerinden bir nevi tesbit ve tahlil ediyor.
Kısaca karmaşa, kaos içinde çeşitli hislerimizi harekete geçirip anlık doyumlar sağlayan bir nevi nefsimize hitap eden popüler sinema bir yanda, bizi maneviyatımızdan veya ruhumuzdan yakalamaya çalışan, ahenk ve ritim sineması, “aşkın sanat” diğer yanda.
Paul Schrader’in 1972 yılında keleme aldığı “Sinemada Aşkın Üslup” isimli eserini İnsan Yayınları’ndan edinebilirsiniz. Son bir not: Tercümede bir üslup sorunu var, kitabı okumayı zorlaştırıyor.
Baran Dergisi 601. Sayı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder