20 Haziran 2015 Cumartesi

PUŞKİN’İN SIRRI




“Puşkin, gücünün tam olgunluk çağında öldü ve mezara kendisiyle birlikte büyük bir sır götürdüğüne hiç şübhe yoktur. İşte şimdi biz, o sırrı onsuz çözmeye çalışıyoruz.”
Dostoyevski

Baştan söyleyelim: Puşkin, 38 yaşında öldüğünde, 30’a yakın eser sahibi bir şair-yazardı. Şiirlerinden başka, romanları, oyunları, makaleleri vardı. Öyle ki bazı romanları “şiirsel roman” olarak tarif ediliyordu. Tolstoy, Gogol, Çehov onu Rusya’nın dâhisi olarak taltif ediyorlardı. Dostoyevski’nin meşhur “Puşkin Konuşması”, o dönemde büyük bir hadise olarak karşılandı. "Puşkin hakkındaki konuşmamı, fikirlerimi keskin bir biçimde ifade ederek yazıp bitirdim... Ve dolayısıyla ardından gelecek saldırılara da hazırım." diyen Dostoyevski, 26 Mayıs 1880'de Moskova'da yapılacak olan Puşkin Heykeli'nin açılış törenine, bir konuşma yapması için davet edilmişti. Kendi çalışmalarına ara veren Dostoyevski, hayatı boyunca hayranlık duyduğu, büyük Rus dehası olarak gördüğü Puşkin hakkında bir konuşma hazırladı. Tören, Çar'ın emriyle ertelenmesine rağmen, Dostoyevski cesaretle yola çıktı ve konuşmasını yaptı. Rus edebiyatında bir dönüm noktası olarak değerlendirilen bu konuşmada Dostoyevski, tüm hayatı boyunca karşılaştığı, kendisine yöneltilen suçlama ve eleştirilere meydan okudu; Puşkin’in heykeli önünde, Puşkin’in gölgesinde kendini ve tüm Rusya’yı hesaba çekti.
Puşkin, bilindiği üzere bir düello sırasında yaralandı ve öldü. Bu düelloyu İlber Ortaylı’dan okuyalım:
- “27 Ocak 1837’de Rusya’nın en büyük şairi, dramaturgu, romancısı ve tarih yazımına bilimsel yöntemiyle değil ama üslubuyla yön veren Aleksandr Sergeyeviç Puşkin düelloda öldürüldü. Rakibi Dantes çarın muhafız alaylarında görevliydi. Fransız İhtilali’nden kaçan bir ailenin çocuğuydu ve Moskova asillerinden biri tarafından evlat edinilmişti. Bir müddetten beri Puşkin’in güzel karısı Natalya’nın etrafında dolanıyordu. Natalya gerçekten çok güzeldi, Moskova’daki yüksek cemiyetin en şık giyimlilerindendi ve daha da beteri, kendi güzelliğine âşık olacak kadar eksik akıllıydı. Puşkin bu evlilikte mutlu sayılmazdı. Çarın etrafındaki baskıcı çevreye karşı kendini dinginleştirecek insan, herkesten evvel yanı başındaki hayat arkadaşı olmalıydı. Bu evlilikten doğan kız çocuğu ileride anasını aratmayan güzelliği ve babasından aldığı esmerliği ile Lev Tolstoy’u etkiledi. Ünlü romanın kahramanı Anna Karenina gerçekte Puşkin’in kızının tasviridir. Puşkin’den I. Nikola devrinin despot bürokratları rahatsız oluyordu. Aydın ve ilerici Ruslarsa onu fazlasıyla kışkırtıyorlardı. Fransız asıllı Rus Dantes’in münasebetsizlikleri, etrafın kışkırtmasıyla Puşkin’i çileden çıkarttı. Puşkin yaralandı ve birkaç gün sonra öldü. Malûm, o devirde penisilin yoktu.” (Milliyet, 29 Ocak 2011)
Rusya’nın bu genç dâhisi kimdir, Rus edebiyatını nasıl etkilemiştir, yakından bakalım: Tam adı, Aleksandr Sergeyeviç Puşkin. 1799’da Moskova’da doğdu. Babası Sergey Lvoviç, soylu bir ailenin ilk çocuğudur. Puşkin, ilk bilgilerini yabancı eğitmenlerden edinmiştir. Henüz sekiz yaşındayken Fransızca ve Rusça bilmektedir. “On bir” yaşına geldiğinde ise özgürlükçü ve alaycı yazarlarını beğendiği Fransız Edebiyatı’ndan etkilenerek Fransızca şiirler ve komediler yazmaya başlamıştır. Çocuk yaşta yazmaya başlamasında, ailesinin entelektüel çevresinin etkisi olmuştur. Döneminin tanınmış şair ve yazarları, Puşkin’in evine gelip gidenler arasındadır. Ancak Puşkin’i hayatı boyunca tesiri altına alan esas saik, kendisine Rus masalları anlatan, eski Rus türküleri söyleyen dadısıdır. Yaşlı dadısı Arina’nın anlattıkları, Puşkin’in çocukluk ruhun derin izler bırakmıştır.
Şiirleri, sivri dilli eleştirileri, pürüzsüz dili ile Rus edebiyatının öncüleri arasında yer alan Puşkin hakkında Tolstoy şöyle demiştir:
"Ondaki güzellik duygusu kimsede olmadığı kadar gelişmiştir. Sanatçıya gelen ilham ne kadar güçlü olursa, onu esere yansıtmak için gereken çaba da bir o kadar büyük olur. Puşkin’in şiirleri öylesine sade ve pürüzsüzdürler ki, aynen bu şekilde ona aktarıldığını düşünürüz. Oysa onun bu sadelik ve pürüzsüzlüğe ulaşmak için ne kadar emek sarf ettiğini bilmeyiz."
Puşkin’den önce Rus edebiyatı romantizm ve klasizm akımlarının tesiri altındadır. Daha çok batı edebiyatının tesiri altında ortaya çıkan bu akımlar, Rus ruhuna, yeterince uygun değildi. Puşkin, eserlerinde, Rus edebiyat dilini gerek kelime hazinesi, gerekse anlatım özellikleri bakımından zenginleştirmiş, bu dile milli bir yapı kazandırmıştı. Eserlerinde ilk kez Rus toplumunun halk özelliklerini yansıtan tipler oluşturmuş, dadısından dinlediği esatirleri, masalları, türküleri, çocuk hazinesinden çıkarıp, Rus edebiyatının merkezine oturtmuştur.
19. yüzyıl Rus edebiyatının yazarları onun eserleriyle yetişmiş, onun tesiri altında kendi yollarını bulmuşlardır. Puşkin’in ilk romanı tarihî bir romandır: ''Büyük Petro’nun Arabı'' isimli bu eser, tamamlanmamış olmasına rağmen, dili ve üslubu ile dikkat çekmiştir. “Byelkin'in Hikâyeleri”, sade bir üslupla yazılmıştır. Bu hikâyelerde Puşkin, halk insanlarını büyük bir sadelikle, gerçeklikle ve ustalıkla anlatmıştır. Yine “Goryuhino Köyü Tarihi”, mizahî edebiyatın önemli eserleri arasında yer alır.
1829 yılında, Osmanlı-Rus savaşı sırasında Rus ordusuyla birlikte yola çıkmıştı. Bu yolculuğun intibalarını anlatan, “Erzurum Yolculuğu” isimli eserinde Kafkas tabiatını, savaş alanı tasvirleri, oldukça dikkat çekicidir: “Yolda yanlamasına uzanmış yatan genç bir Türk’ün cesedi önünde durdum. 18 yaşlarında bir delikanlıydı bu. Bir kızınkini andıran solgun yüzü henüz tazeliğini yitirmemişti. Sarığı tozlar içinde yatıyordu. Tıraşlı ensesinde bir kurşun yarası vardı...” İşte bu “gerçekliği tasvir” Rus edebiyatında “devrim” demektir; Tolstoy’un “Savaş ve Barış” isimli eserinde karşılığını bulmuş gibidir.
Puşkin’in en bilinen eseri, “Yüzbaşının Kızı”, 1836 yılında yayınlanmıştır. Gogol bu roman hakkında şöyle demiştir:
- “Yüzbaşının Kızı ile karşılaştırılınca bütün romanlarımız ve büyük hikâyelerimiz yavan kalıyor. Saflık, yumuşaklık öyle bir yüksekliğe ulaşıyor ki bu eserde, gerçek bile yapmacık ve karikatürize edilmiş gibi görünüyor. Ortaya gerçekten de ilk olarak Rus karakterleri çıkıyor. Kalenin basit komutanı, karısı, bayraktar, biricik topuyla kalenin kendisi, zamanın karışıklığı, sıradan insanların o alçak gönüllü büyüklüğü. Bütün bunlar yalnızca gerçek değil, onu da aşan bir şey.”
Dimitri Sergeyeviç Merejkovski’nin, “Tolstoy ve Dostoyevski” isimli makalesinde şöyle hülasa edilir Puşkin:
- “Tolstoy’u ve Dostoyevski’yi talim etmek, yeni Rus poetikasında Puşkin’in sırrını çözmeye çalışmak demektir; Dostoyevski’nin Puşkin Üzerine Konuşma’sının o kehanet dolu son sözlerinde ifade ettiği şu büyük sırrı:
“Puşkin, gücünün tam olgunluk çağında öldü ve mezara kendisiyle birlikte büyük bir sır götürdüğüne hiç şübhe yoktur. İşte şimdi biz, o sırrı onsuz çözmeye çalışıyoruz.”
Rus kültürünün geleceğinin sırrı da demek olan Puşkin’in sırrı, uçurumun her iki kıyısını de görmüş neslimiz için cihanşümûl ihtilaf ve çelişkilerin, “dünyada var olabilecek en zıt düşüncelerin çarpışması”nın, Doğu ruhu ile Batı ruhunun, “savaşkan ruh ile bereketli ruh”un yeni ve belki de son ve büyük savaşının çözümünü ihtivâ etmektedir. Tanrıinsan ile İnsantanrı’nın.”*
Yüzbaşının Kızı isimli eseri yayınlandıktan bir yıl sonra 1837 yılında bir komploya benzeyen düello sonrasında 38 yaşında ölmüştür Puşkin; ardında Rus edebiyatının yeni dâhilerine ilham olacak onlarca eser bırakarak… Puşkin’in sırrı da, belki Dostoyevski’dir, Tolstoy’dur, Gogol’dür; kim bilir?


*Tercüme: Kenan Duru, Maysa Çaşemova, Akademya Dergisi, II. Dönem, 5. Sayı, 2014

Baran Dergisi, 14 Mayıs 2015

ALEV ALATLI YANDAŞ BİR AYDIN MI?







Kendini ifade etmek, kendini tarif etmek yerine, yan gelip yatmak, bu esnada sağına soluna akıl vermek, entellektüelliği “bağzı şeylere” karşı olmakta bulmak, ama bunu illaki “din düşmanlığı” genelliğinde ifade etmek, gel gör ki onu da adam gibi yapamamak… “İçkime dokundurmam, cami yaptırmam, din dersi istemem, Osmanlıca demek mezar taşı okumak demek, benim diktatörüm, benim askerim iyidir ayol, nerde o eski askerler, ay yazık ağaçlara” şeklinde özetleyebileceğimiz düşüncelere sahip olmak… Bizim Türk aydını dediğimiz vasat bu…
Daha bir hafta önce, Haliç’te Salih Mirzabeyoğlu şöyle demişti:
“Hangi fikirden olursan ol, “bendeki sen ve sendeki ben” meselesinde bir nisbet sahibi ol. Yani sizin her biriniz bende, ben de sizin her birinize ait olmak üzere, (bunu kendi aranızdaki ilişkilere de tatbik edebilirsiniz), “bendeki sen ve sendeki ben” meselesinde bir nisbet sahibi olunuz. Yani kurusıkı şuna buna bağlılık değil, neyi değerlendirirsen, o sende tezatsız bir bütünlük göstersin. Yani lafı bir yerinden kapıp da, bizzat söylediğin lafın nereye gittiğini, bilmez durumda olunmaması için söylüyorum. İnsan ve toplum meselelerin halli davasında bir küll fikrin olması lazım. Buna dair ölçülerin olduğu yerde, her kesim için kendisine göre tekamül edilecek taraf belirlenmiştir. Ondan sonra mevzu da şuradadır: Şu fikirlerden hangisi doğru? Bunların bir karşılaşması olacak. Şimdi o çaldı, o yedi, o da kaptı, filan, bütün bunlar olmasa, konuşacak lafı da yok. Böyle bir ortam.”
Bunu anlayan oldu mu? Bizim “aydın” sandığımız vasat henüz anlayamadı. Nereden biliyoruz bunu? Salih Mirzabeyoğlu’nun tam da “böyle bir ortam” diye işaret ettiği durumun tekrar sahneye konulmasından: Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Ödülleri verildi ve Edebiyat dalında Alev Alatlı ödüle layık görüldü. Alev Alatlı orada bir konuşma yapınca, bu “aydın” zannındaki kesim arasında kıyamet koptu. Onu “yandaş, yalaka” gibi çok derin tahlillerle eleştirdi bu bahsini ettiğimiz “vasat”…
Kimdir Alev Alatlı? Şu kadar eseri olan, bazen Cemil Meriç’in açtığı pencereden dünyayı ve Türkiye’yi değerlendiren, bazen Rusya’nın “entelektüel krizinden” Türkiye’yi okuyan, bazen Kuantum Fiziği’nin açtığı yoldan “kadim gelenekler ve din”in söylediklerini önemseyen ve bu pencereden Türkiye’yi değerlendiren, dolayısıyla, yukarıda kısaca özetlediğimiz ortalama Türk Aydını denen kesimden ayrı bir yerde duran, bir entelektüel-yazar. Son olarak yazdığı “Batıya Yön Veren Metinler” ve “Bize Yön Veren Metinler” ile ciltleri tutan oldukça önemli bir çalışmaya imza attı. Velhasıl, bizim entelektüel vasatımız gibi yan gelip yatmadı, bu yaşına rağmen, karınca gibi çalışmaya devam etti, eser verdi. Sadece bu çabası bile takdire şayan iken, Cumhurbaşkanı’ndan bir ödül aldı, onu da kendi görüşünce bazı haklı gerekçelerle taltif etti diye, (e tabii “aydın olmanın” son yıllarda en büyük göstergesi olan “gezi olaylarını” eleştirdi diye), sen misin bu konuşmayı yapan, vurun abalıya hesabı, Alev Alatlı’yı gömme gayretine geldi bizim enteller…
Şahsen Alev Alat’lıyı yıllardır okurum. Onu, durduğu nokta itibariyle takdir ederim, katılmadığım yönlerini eleştiririm, öne sürdüğü görüşleri önemserim. Çünkü onun bu ülkenin nitelikli entelektüellerinden biri olduğunu bilirim. Bunu bildiğim için, Cumhurbaşkanlığı ödülünü alması da, onu taltif etmesi de, gözümdeki ve gönlümdeki yerini değiştirmez. Haddi zatında kendisi Amerika’dan, İsrail’den veya diktatörlüğü ile gözlerimizi yaşartan Esed’den değil, Türkiye’de halkın seçtiği ilk Cumhurbaşkanı olan Erdoğan’dan almıştır bu ödülü. Şöyledir, böyledir, ama durum net olarak budur. Konuşmasını baştan sona dinledim. Bence altının çizilmesi gereken noktalar şunlar:
“Ben bir muhacirim. Muhacirim derken, kelimeyi özgün anlamında kullanıyorum. Hicret eden… 1912 Balkan göçü, benim ailemin hemen tüm erkeklerinin yitirildiği malum. Fakat benim sözünü ettiğim hicret, rahmetli Ali Şeriati bağlamında bir hicret, aklî hicretten söz ediyorum. Yollara düştüm, güneşin battığı diyarlardan, doğduğu diyarlara. Aydınlanma kutbundan, merhamet kutbuna hicret etmeye çalışıyorum. Aydınlanma kutbu dediğim burada, yegane tasarısı yasaların harflerinden ibaret olan bir düzen. Merhamet kutbundan kasdım, yasaların ötesinde kadim değerlerin esas olduğu toplumsal düzen. Kendi adıma, ikisinin arasında bir yerlerde, hakikati arayan, bir entelektüel muhacir olarak adlandırmam gerektiğini düşünürüm. (…) Öte yandan dinden, gelenekten, kadim örf ve adetlerden soyundurulmuş, yegane ölçüsü, nesnel yasaların harfinden ibaret olan toplumlar da, eşref-i mahlukata layık toplumlar olamıyorlar. Avrupa aydınlanması, insanların dini dogmalardan silkinip, akıl ve mantık yolunda ilerleyeceğini vadetmişti. Olmadı. İnsanı, evrenin merkezine yerleştirmek niyetiyle döşenen yol eşrefi mahlukatın rakamlara indirgendiği, sarf malzemesi misali muhasebeleştirildiği, ülkelerin sınırlarının cetvelle çizildiği, mekanik olduğu kadar da acımasız ve kaba bir dünya görüşüne evrildi. İnsanın araç değil amaç olduğu unutuldu, infaz yasalarına uygun olduğu sürece, ölen çocukların hesabının sorulamadığı bir nizam inşa edildi ve yerleştirildi. (…) Oligarklar kimler? Oligarklar, başta iktisadi karteller ve onların yanısıra, BM’den Nato’suna, IMF’sinden AB’ne kadar, haklı olma hali için temyiz edilemez yetkiye sahip kuruluşlar, oligarklar… Oligarkların düzeninde temyize gidecek yeriniz yoktur. O kadar ki neden nefret edip edemeyeceğimizin bile yasalarla saptandığı bir düzene gidiyoruz. Nefret edilesi unsuru ortadan kaldırmak yerine, nefret edeni yasalarla cezalandırmak. (…) Şimdi ne demek istiyorsun diyeceksiniz, şunu demek istiyorum: Aslolan, hakkın helal edilmesi olmalıdır. Aslolan helalleşmek olmalıdır. Helalleşmek, mahkemede dava kazanmaktan daha üstün olmalıdır çünkü her yasal hak, helal değildir ve olamaz. Suriçi ile Kobani’nin arasına çizgi çekmek birinci dünya savaşı galiplerinin yasal hakkıdır. Belki, ama helal değildir. Keza, iflas eden kardeşinizin haraç mezaç satışa çıkarılan evi satın almanız, yasal olarak hakkınız olabilir ama helal değildir. İmar ruhsatı olan bir müteahhit, şehrin ufkuna tecavüz ederken yasal olarak suçsuzdur, ama yaptığı iş helal değildir. Yeni ve çok daha ucuz bir enerji türünün pazara girmesini önlemek üzere üretim haklarını satın alan ve sümen altı eden bir petrol şirketi yasal olarak suçsuzdur. Ama yaptığı iş helal değildir. Keza, raf ömrünü uzatmak için ekmeğin içine kansorejen madde koyan, formülü ambalajın üzerine koyduğu sürece yasal, dolayısıyla suçsuz, ama helal değildir. (…)
Şimdi buradan şöyle bir öngörüde bulunuyorum. 21. Yüzyılın en yaman toplum projesi helal olanı yasal olanla örtüştürmek olsa gerektir. Kadim değerlerle rabıtası kesilen-zedelenen özgürlüklerin şerden yana bükülmelerini önlemenin yollarını bulmak zorundayız. Yasaların tanıdığı haklardan insanlık veya Allah adına feragat etmenin garipsenmediği bir yeni düzen getirmek zorundayız. Tarihin bize öğrettiği bir şey var. İster en mükemmel yönetim sistemini, ister ekonomik kalkışmayı gerçekleşmiş olsun bir medeniyetin sevgi ve nefs terbiyesi dumura uğramışsa, manevi enerjisi tükenmişse, o medeniyeti ne BM, ne Helsinki Beyannamesi, Ne AİHM mevzuatı, ne de en üstün silahlar kurtarabilir.”
Evet, Alev Alatlı, oligarşik kanun koyucuların karşısında “dünya beşten büyüktür” diyen Erdoğan’ı ayakta alkışlıyor. Tamam, (artık hangi gerekçe ile yapacaksanız), bunu eleştirin, ama bunu yaparken öne sürdüğü görüşlere de bir dönüp bakın, hiç olmazsa “yandaş, sırdaş, yalaka” seviyesinden kurtulun derim. Bakın, bu sistem çöktü diyor Alatlı, “insanın manevi olanla bağlarını yeniden tesis etmeli” diyor mealen… Sistem bunu temel almalı diyor.
“İnsan ve toplum meselelerin halli davasında küll bir fikrin olması lazım. Buna dair ölçülerin olduğu yerde, her kesim için, kendisine göre tekâmül edilecek taraf belirlenmiştir. Ondan sonra mevzu da şuradadır: Şu fikirlerden hangisi doğru? Bunların bir karşılaşması olacak. Şimdi o çaldı, o yedi, o da kaptı, filan, bütün bunlar olmasa, konuşacak lafı da yok. Böyle bir ortam.” diyen Salih Mirzabeyoğlu’nu bir daha dinleyin, okuyamıyorsunuz ya, bari dinleyin…
Yani mesele, Orwell ile Defao’nun, Soljenitsin ile Alatlı’nın Erdoğan’ı ayakta alkışlamasından daha önemli. Hayatî, dönüşü olmayan, vazgeçilemez bir varoluş kavgasına var mısınız, yok musunuz; mesele bu…

Baran Dergisi, 11 Aralık 2014


3 Eylül 2009 Perşembe

ELİF ŞAFAK'IN "AŞK" İSİMLİ ROMANI ÜZERİNE



“Gerçek, Kurgu’dan daha acayibtir, çünkü Kurgu, olabilirlikleri gözetmek durumundadır; gerçeğin öyle bir zorunluluğu yoktur!”
Mark Twain

Elif Şafak’ın “Aşk” isimli romanı, iki Allah dostunun, Mevlana ve Şems’in kelimelerin ifâdede aciz kaldığı dostluk ve aşkını tasvir ediyor. Buna paralel olarak devam eden başka bir hikâye daha anlatıyor roman; günümüzde yaşayan Amerikalı, Yahudi, evli, çocuklu, kocası tarafından aldatılan bir kadının, sonradan Müslüman olmuş bir sufi ile aşkını…
Aslında roman tam tersi şekilde kurgulanmış, Ella ve Zahara’nın ilişkisi içinden geçen bir roman olan “Aşk Şeriatı”nda Mevlana ve Şems anlatılmış. Fakat roman bittiğinde aklınızda ne Ella ne de Zahara kalıyor, sadece Hz. Mevlana ve Hz. Şems’in muhayyilemizdeki büyülü dostluğunu sadeleştiren kekremsi bir tat kalıyor.
Oysa bir romanın muhayyilemizdeki büyüyü bozmasını değil, onu daha da derinleştirmesini bekleriz, halbuki bu romanda öyle olmuyor. Meselâ, ortadan nasıl kaybolduğunu, öldürülüp öldürülmediğini bilmediğimiz (belki de bilmek istemediğimiz) Şems, öldürülüyor. Roman bittiğinde Mevlana ve Şems’in karşılaşmaları, dostlukları ve ayrılmaları, sebeb-sonuç kafesinde cereyan ederek son buluyor. Romancı, “zamanüstü gayesine” mıhlı, zamanı aşmış velileri, zamanımıza indirip sınırlarımızla kuşatıyor.
Biz, eğer Mevlana ve Şems mevzu ise bir romana, o romanın klasik kalıbları kırmasını, bambaşka bir forma bürünmesini beklerdik; ama olmuyor. Klasik aşk, nefret ve entrikalarla süslü roman, roman kahramanlarının hakkını veremiyor. Velhasıl, Doğu’nun (İslâm’ın) aşkını, Batı’nın aşk anlayışına “muhteva vermek” için (Mevlana ve Şems üzerinden) kullanmış gibi bir hisse kapılıyoruz…
Kitabı yayınlayan yayınevinin yazarın fizikî albenisinden faydalanarak yaptığı reklâm kampanyalarına yazarın “gönüllü” modellik yapması, pembe kapaklı bir kitab olması, Sinan Çetin’in sinemaya uyarlayacak olması, İngilizce yazılıp Türkçeye tercüme edilmesi gibi konularda tenkid ediliyor roman. Bu tenkidlerin de kitabın satış rakamlarına katkısı oluyor ve “çok satan kitablar listesi”nden inmiyor. Elbette yalnızca bunlar Elif Şafak’ın kitabının değersiz olduğunu göstermez, sadece kitabın satılması için kullanılan kapitalist metodun kitabı umum nazarında değersizleştirdiğini gösterir.
Bizim bu roman için söyleyebileceğimiz şeyler, şu cümlenin teferruatı olacaktır: Elif Şafak, bu romanı bize değil, Batılı okuyucuya yazmış. Bunu sadece, romanı İngilizce kaleme aldığı için söylemiyoruz, muhteva da buna işaret ediyor, kitabı yazarken yararlandığı kaynaklar da… Peki, bu tenkid edilecek bir şey midir? Yakından bakalım.
Eğer Elif Şafak, kendisinin kurguladığı, hayalî karakterlerin yaşadığı bir hikâye anlatıyor olsaydı, roman için söyleyebileceğimiz bir şey olmaz, bu yazıyı da kaleme almazdık. “Batılı okur için yazılmış, İslâm’ın bâtını tasavvufun insan ruhunu iyileştirici yönünü vurgulayan vasat bir roman” deyip geçerdik. Bunlardan bolca var çünkü. Ancak hikâye edilen kişiler “gerçek” kişiler, hem de Hz. Mevlana ve Hz. Şems gibi iki büyük velî olunca iş değişiyor. İslâm’ın hiçbir zerresinden (Şeriat ve Tasavvuf) taviz vermeyen bâtın yolu kahramanlarını bir roman kahramanı haline getirmek, sanki onları İslâm’ın şer’î kısmı ile ilgilenmeyen ve Batıda bugün çokça yaygınlaşmış “Şeriatsız Tasavvufçular” gibi sakat bir karaktere büründürmek, “benim anladığım budur” kolaycılığı ile izah edilemez olsa gerek.
Elif Şafak’ın bu romanla Batılı okura söylemek istediği “şey”, özetle, romanda geçen şu cümlelerde saklı:
«Şu dünyada yaşanan çatışma ve savaşların bir "din sorunu" değil, "dil sorunu" olduğuna inanıyordu. İnsanlar sürekli birbirlerini yanlış anlıyor, birbirleri hakkında yanlış hükümlere varıyordu. “Yanlış çevirilerle" yaşıyorduk. Böyle bir dünyada herhangi bir konuda ısrarcı olmanın ne anlamı vardı? En güçlü kanaatlerimiz dahi basit bir yanlış anlamadan kaynaklanıyor olabilirdi. Zaten hayatta hiçbir konuda sabit fikirli ve katı olmanın gereği yoktu; zira yaşamak demek habire değişmek demekti.» (1)
İyi niyetli görünen bu cümledeki “yanlış anlama” ve “yanlış çeviriler” ile neyi kasdettiğini ise romanın bütününden çıkarabiliriz. Roman bittiğinde şöyle bir düşünce beliriyor zihninizde:
“İslâm Şeriatı ve İslâm Tasavvufu birbirinin aynı değildir; Tasavvuf bütün dinlerden, bütün inanışlardan ve düşüncelerden insana açıktır ve Aşk, ortak dilimiz olan ruhumuza şifadır. Bakmayın siz Şeriatçılara, İslâm’da “Aşk Şeriatı” diye de bir şey var”.
Halbuki İslâm’ın zahiri Şeriat, bâtını ise Tasavvuftur. Bunları birbirinden ayırmak, ruha şifa değil, olsa olsa zehirdir. Nitekim Allah dostlarının sözleri ve tecrübeleri, İslâm’dan ayrıymış gibi olur olmaz yorumlanırsa, uzakdoğu inanışlarından ve onların tecrübelerinden bir farkı kalmaz. “Aşk Şeriatı” tabirine itirazımız yok; çünkü İslâm baştan sona aşktır.
Elif Şafak günümüz Mevlevîliğine bakarak Hz. Mevlana’yı ve dönemini anladığını zannetmiş ki, yanılmış. Meselâ, Hz. Mevlana’nın bir aşk ânında kendinden geçerek dönüşünü (semâ), sanki Hz. Şems ve Hz. Mevlana bunu planlı bir merasim (ritüel) olarak hazırlamış gibi anlatmış ki, bizce yanlış. Semâ’nın günümüzde bir “gösteri” hâline gelmesinden yola çıkarak böyle bir kurguya varılamaz. Bu ancak Batılıların “Sema” gösterisi ile aynîleştirdiği Mevlana imajını pekiştirir.
Diğer yandan, romanda tasvir edilen Şems de bizce Batılı okura göre tasvir edilmiş. Hani şu “Simyacı” tarzı romanlarda anlatılan “gezgin dervişler” türünde bir karakter. Dilimiz varmıyor ama neredeyse -hâşâ!-“hippi derviş” diyeceğiz.
Son olarak, Ömer Tuğrul İnançer, romanda geçen bazı tarih ve usul hatalarına temasla kitabı eleştirmiş ki, bizce tenkidinin en can alıcı noktası şu:
“Siyasetin ve ticaretin yani menfaatin olduğu yerde ne ilim olur ne sanat. Dolayısıyla bugünkü yazılan kitablar ticari amaçlı kitablardır. Ne yazık ki dünyanın ölçüsü ve bize de tâ Islahat döneminden beri Batıdan gelen bu zihniyet, meseleleri doğru tartamaz hâle gelmiştir. Başarı maddi kazançla ölçülür hale gelmiştir. Adam ilmihal bilmiyor, Mesnevi okuyorum ben diyor. Ne anlayacaksın? Bu neye benzer? (…) Nasıl anayasayı okuyup hukuk, anatomi kitabı okuyup tıb öğrenilmezse, (zahiren) Kur’an okuyup Müslümanlık da öğrenilmez. Kur’anı öğrenmek için evvel tahsil lazım. Kezâ Mesnevi-i Şerif’i, Fütuhat-ı Mekkiye’yi, Füsusul Hikem’i okumak için de evvel tahsil lazımdır. O evvel tahsil olmadan olmaz, böyle saçmalıklar ortaya çıkar.” (2)
Her önüne gelenin Tasavvufî metinlere, sanki bir edebiyat eserine bakıyormuş gibi el atmasına neredeyse alıştık; ancak bu kadar ayağa düşmesine itiraz etmek de hakkımız. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, “İnsan-Erkek ve Kadın” isimli eserinde şöyle bir misâl verir:
“Gezip gördüğü yerlerin haritasını, gezip görecekler için çıkarmış adamlarla, haritaya bakıp da gezmiş görmüş gibi tasvire yeltenen adam arasındaki fark… Bu fark anlaşılırsa, o haritanın bulunduğumuz yere nisbetle filân yerdeki dağ, nehir, göl, denizi işaretinin, bizim muradımıza göre yön tâyini işine yarayacağını anlamak, fazla zekâ istemese gerek.”
Elif Şafak’ın üç-dört romanını beğenerek okumuş, dilini ve üslubunu takdir eden bir okur olarak, yazarın bu romanında haddini aştığını ve dersine çalışmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
1) Elif Şafak, Aşk, Doğan Kitap, İstanbul 2009, s. 204
2) Ömer Tuğrul İnançer ile Söyleşi, Gerçek Hayat Dergisi, Nisan 2009
3) Salih Mirzabeyoğlu, İnsan – Erkek ve Kadın, İBDA Yay., İstanbul 2008, s. 43

Gülçin Şenel
gulcinsenel@gmail.com
Baran Dergisi, 8 Mayıs 2009

1 Eylül 2009 Salı

LAPLACE’IN ŞEYTANI, KUANTUM FİZİĞİ VE “İHTİMAL DIŞI"



“Kuantum mekaniği konusunda çok çalışmak gerekir. Ama içimden bir ses bana bunun her şeyin çözümü olmadığını söylüyor. Bu teoriyle birçok şey açıklanıyor ama hâlâ O’nun sırrını çözebilmiş değiliz. Ben yine de, O’nun zar atıp kumar oynayacağını hiç mi hiç sanmıyorum.”

Einstein

“Çok satanlar listesinde bir numara” türü reklamlar, aslında bir kitabı “okumamak”, bilâhare okunsa da baştan o derece mühimsememek için yeterli bir kriter olarak da görülebilir. Belki içten içe böyle düşündüğümüz için, şimdi bahsini edeceğimiz ve Batılıların “bestseller” dediği “çok satanlar” dairesindeki Adam Fawer’ın kitabını da, pek âdetimiz olmamasına rağmen, bir yakınımızın ısrarlı tavsiyesi üzerine okuduk. “Çok satan bir roman” olması yetmiyormuş gibi, mütercim tarafından ziyadesiyle kulak tırmalayıcı bir de ad seçilmiş kitaba: “Olasılıksız”. Bize sorarsanız, kitabın isminin “İhtimal Dışı” olması gerekirdi aslında. Çünkü İngilizce orijinal ismi “Improbable”. Demek ki, Türkçeye “Olasılıksız” olarak değil de, o da uydurukçayla malûl biçimde “Olasılık Dışı” olarak tercüme edilebilirdi belki en fazla. “İhtimalsiz” diye bir kelime nasıl kulağımıza ve dil zevkimize yabancı geliyorsa, işte “olasılıksız” da böylesine ve hatta daha da ilerisinde “zorlama” bir kelime. İşte bu sebeble, kitabtan yazımızın bundan sonraki kısmında İngilizce aslına bağlı kalarak “İhtimal Dışı” şeklinde bahsedeceğiz.

Kitabın yazarı Adam Fawer, bir Amerikalı. Sözünü ettiğimiz roman da, yazarın ilk eseri. 2006 International Thriller Writers Award (En İyi İlk Roman) ödülünü almış ve sonrasında beş farklı dile tercüme edilmiş. 2008 yılında ise, yazarın ikinci kitabı “Empati” yayınlanmış.

“İhtimal Dışı” (Improbable), hakkında bir makale yazacak kadar önemli bir roman mı peki? Kanaatimiz pek öyle olmadığı yönünde. Ne edebiyat ne de dil ve üslûb açısından göz kamaştırıcı bir nitelik taşıyor. Konusuna gelince, kabaca ifade etmek gerekirse, bildik bir aksiyon filmini andırıyor çoğu. Ancak tüm bunların ötesinde, Heisenberg’in “belirsizlik teorisi”, Determinizm, “Laplace’ın Şeytanı”, Jung’un “kollektif şuuraltı” meselesi, Tekâmül (evrim) teorisi, Epilepsi nöbetleri, İhtimal Hesabları ve tüm bunların birbirleriyle bir şekilde alâkası romanın belkemiğini oluşturuyor. Bu sebeble, romanda ileri sürülen tezlere bir göz atmakta fayda gördük.

Burada bir parantez açarak, yukarda bahsi geçen "Laplace'ın Şeytanı" meselesini bir nebze açıklığa kavuşturalım. Laplace, "İhtimal Hakkında Felsefî Denemeler" isimli kitabında şöyle diyor:

"Bir ân için tabiatın tüm güçlerini ve bunu oluşturan tüm varlıkların mevkîlerini anlayabilen bir canlı olduğunu düşünürsek -ve onun bu verileri inceleyebileceğini de göz önüne alırsak-, aynı ânda kâinattaki en büyük varlıkları ve en küçük atomları da hesaba katarak bir hesab yaparsa, hiçbir şey belirsiz değildir ve gelecek de aynen geçmiş gibi gözlerinin önündedir."

Zamanla bilim adamları, bu düşüncede sözü edilen sanal varlığa "Laplace'ın Şeytanı" adını vermişler. Peki ama niçin? Yani, bu düşünce tecrübesindeki varlığa niçin “Şeytan” denilmekte? Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun işaretlediği şu husus belki bir fikir verebilir:

«Akıl yürüterek Allah’a ilk karşı gelen, malûm olduğu üzere Şeytan. Allah kendisine Âdem’e secde etmesini söylediği zaman, “ben ateşten yaratıldım, o ise topraktan!” diyerek isyan ediyor. Bugün Batı dillerinde “şeytan” ve “hürriyet!” kavramlarının aynı kökten olmasına dikkat.» (1)

Konuyla ilgili yapılan yorumlarda, Heisenberg’in “belirsizlik teorisi” ile Determinist düşünceye sahib Laplace’ın bu tezinin artık geçerliliği kalmamıştır, deniliyor. Diğer yandan roman, «Laplace’ın Şeytanı “ihtimal dışı” bir şey ancak imkânsız değil» düşüncesini savunarak çeşitli yorumlarla bunu isbatlamaya girişiyor ve bu noktada romanı filân geçip felsefî bir esere dönüşüyor:

"Diyelim ki hem senin aklından geçenleri ve beynini, hem de arkadaşınınkileri okuyabilen bir bilgisayar olsun. Eğer o bilgisayar aynı zamanda tüm dünyadaki tüm çevre şartlarını da bilse, o zaman nerede ve nasıl karşılaşacağınızı da bilirdi. Yani şans eseri karşılaşma aslında şans eseri bir şey değil, tahmin edilebilir bir gerçek. (...) Böyle bir bilgisayar olmadığı için böyle bir olayı önceden göremeyiz, yahut bilemeyiz; ama bu, olayı bilinemez kılmaz, bu bizim bilemediğimizi gösterir sadece. Aradaki farkı anlayabiliyor musun?" (2)

Böylece Laplace'ın Şeytanı, bizim bilemediğimizi bilebilen ve görebilen bir varlık olarak tasvir ediliyor ve Heisenberg'in "belirsizlik teorisi"yle bakın nasıl alâkalandırılıyor:

"Eğer Heisenberg'in teorisine inanıyorsan, o zaman her şey mümkün, o zaman da elektronların hareketlerinin rastgele olmama ihtimalini de kabul etmeliyiz. (...) Eğer elektronların hareketlerinde bir amaç olduğunu kabul edersen, o zaman bu amacı belirleyen ve öngören bir güç olduğunu da kabul etmek zorundasın. Eğer şimdiye kadar saptanmamış daha ölçümü yapılamayan o güç varsa, o zaman ışık dalgası olmadan da bir elektronu müşahede etmenin bir yolu daha vardır. (...) Yani diyorsun ki, ihtimallerle yönetilen bir kâinatta herşey olabileceği için, kâinat ihtimallerle değil de mutlaklarla yönetiliyor. Heisenberg'in ihtimal teorisini kullanarak teorinin kendisini çürütüyorsun." (3)

Belirsizlik Teorisi’nden bir zıplayışla Jung’un “Kollektif Şuuraltı”na geçerek, onu da tezine delil kılıyor Fawer. Bunu da bir taraftan kuantum fiziğindeki, düşüncenin de madde gibi enerji oluşu teorisinden, zamanın hem ileriye hem de geriye doğru hareketi düşüncesinden yola çıkarak yorumluyor. Meselâ, Tekâmül (evrim) teorisindeki tek hücreli canlıdan meydana gelen ilk bebek, annesini emmeyi kalıtımla öğrenemeyeceğine göre, zamanın ileri-geri hareketi sayesinde, efendim bu “kollektif şuur”dan faydalanarak öğreniyormuş bunları. Yani, Laplace’ın Şeytanı, aslında bu “kollektif şuuraltı”nı görebiliyor-kontrol edebiliyor ve zamanın ileri-geri hareketini de göz önünde tutarsak, bedeni burada olduğu hâlde bir nevî zihnen “zamanda yolculuk” yapıyor demeye getiriyor. Dehâların da aslında kollektif şuuraltını daha iyi görebilen insanlar olduğunu vurgulayarak, doğu ve uzak doğu mistik görüşlerinin veya dinlerinin kuantum fiziğinin yeni ulaştığı bilgilere nasıl ulaştığını da açıklamış oluyor: E onlar da “kollektif şuuraltı”nı kullanabilen ve bir bakıma zamanda yolculuk yapabilen “Laplace’ın Şeytanı” idiler de ondan!

Garip ama gerçek, Laplace bile bu kadarını düşünemezdi herhalde. Şimdi bu karmaşadan düzlüğe çıkmaya çalışalım.

Birincisi, Laplace, bu düşüncesiyle aslında bir şeytandan filân değil, “Kâinatı Yaratan”dan bahsediyor ve O’nun varlığını bu determinist düşünce tecrübesi ile kendince isbatlamaya çalışıyordu. Adam Fawer ise, “Yaratıcı” inancından fersah fersah uzakta olduğundan olsa gerek, bunu “insanı ilâhlaştırma” yoluyla izaha davranıyor.

İkincisi, Kuantum fiziğinin ortaya çıkardığı ve Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “müdahil insan” olarak vurguladığı, insanın maddenin hareketlerini müşahid olarak belirleyici rolü, ne yazık ki roman yazarının istediği gibi insanın ilâhlaşması neticesine varmıyor. Ve kaderini değiştirme gücünü, “ihtimallerden birini veya diğerini seçerek” elinde tutuyor da olmuyor insan. Çünkü kader, ancak bir “imân” mevzuu. Dolayısıyla, mesele yine dönüp dolaşıp “imân”a dayanıyor. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu “Berzah” isimli eserinde, Adam Fawer gibilerinin “gariban” durumunu şöyle işaretlemekte:

«“Kader, bir amel meselesi değil, imân mevzuudur”; her düşünce için geçerli ölçülendirme, netice. Burada, kader ve iradî davranışı-hürriyeti, birbirine karşı olarak görüyoruz. “Dehr ve Zaman” bahsinde, insan aksiyonunun “zamanda” ve “zamanüstü” oluşuna nisbetle “zorunluluk” ve “hürriyet”ten bahsetmişken, “kader” ve “iradî davranış” zıtlığında “hürriyet” meselesinin tersine döndüğünü görüyoruz; “kader-zorunluluk” ve iradî davranış-hürriyet”… Ne yaparsak yapıyoruz ve yaptığımız kaderin gerçeklenmesi oluyor. Tıpkı, ruhîlikle ruh’un gerçeklenmesi gibi. Bu durum, “irade-seçme yapabilme”yi, bir bakıma vücudumuzun gayri iradî faaliyetlerini andırır hâle getiriyor: Kader ve iradî davranış aynı. Nerede ve nasıl, berzah sırrında. “Efendim, söylediklerin mübhem!”… İşte mübhemlik de bir hakikat veya hakikatlerin niteliği ya! Hakikatler, Allah’ın muradıdır, mahlukudur; biz söyledik, peki söylesinler, “hiç”le yok’un muradı nedir? Hem “hiç”, hem “yok”, hem murad sahibi?”» (4)

Batılıların anladığı mânâda bir “Tanrı” inancı, determinizmin çöküşü ile temel paradigmalarını kaybetmiştir. Bu yüzden pek çok Batılı Kuantum Fiziği’nin neticesinde, gerçekliği kabul edilmek zorunda kalınan mistik görüşlere ve tabiî panteist inanışlara kuantum düşüncesi çerçevesinde çorba edip yaklaşmakta sakınca görmemiştir. “İhtimal Dışı” romanı da bu çorbalardan biri olarak satış rakamlarını garantiliyor ve yarım yamalak fizik, matematik, biyoloji bilgisiyle öne sürdüğü tezler, bu meselelere âşina olmayan okuyucuya “vay be!” dedirtiyor ki, çok satıyor. Öyle havaya girip, insan aksiyonunu ön plana çıkaran bir “mutlak” inancıyla ve bazı nevzuhur usûllerle insanın geleceği görebileceği, kaderini belirleyebileceği tarzında “uçuk fikirleri”, çeşitli ilmî gelişmelerle ve mistik inanışlarla harmanlayarak bir kitab yazmak ve sonra da kenara çekilmek yok; şunun cevabı verilmeli öncelikle:

“Mutlak Varlık’ın, Mutlak Kelâm’ı; şuurumuzun muhatab olduğumuz hakikatler yönünden, tabiî olarak tek ölçü olduğunu, Zorunlu Varlık ve O’nun kelâmının gerekliliğini de şuurumuzun gösterdiğini söyledik. Allah, Kur’ân’da, ona misil kelâm olamayacağını söylerken, kâfirler bir meydan okuma olarak kabul ederek, karşılığında neyi gösterebilmişlerdir, gösterebilirler? Evvelâ, kim, “ben Mutlak Varlık’ım-Mutlak Şuur’um” diyebilecek; tevilsiz ve nisbetsiz ve söylediği ne?” (5)

1) Salih Mirzabeyoğlu, Berzah –Bütün Dalların Birleştiği Kök’e-, İBDA Yayınları, İstanbul 2006, s. 193

2) Adam Fawer, Olasılıksız, April Yayınları, s. 254

3) A.g.e., s. 117

4) Salih Mirzabeyoğlu, A.g.e., s. 240-241

5) Salih Mirzabeyoğlu, İmân ve Tefekkür –İmân ve İki Âlem-, İBDA Yayınları, İstanbul 2007, s. 291


Aylık Dergisi, Şubat 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com

29 Ağustos 2009 Cumartesi

“ÇOCUK GÖZÜYLE SAVAŞ” RESİM SERGİSİ

Çocuk hassasiyeti insanı derinden etkiler. Hayat karşısındaki masumane bilgelikleri, basit hadiseler karşısındaki hayretleri, olağanüstü olaylar karşısındaki vurdumduymazlıkları ve cesaretleri şaşırtıcıdır.
Çocukların çizdiği resimlerin genel olarak onların psikolojilerini yansıttığı söylenir. Çünkü onlar henüz (biz yetişkinler gibi “akıl tutsağı” anlamında) “şuurlu” bir şekilde değil, belki de sadece ânlık sezgileriyle çizim yapmaktadırlar. Bu sebeble, onların resimlerine “ustalık verimi” sanat gözüyle değil de, yaşadıkları hayatın psikolojilerindeki yansımaları gözüyle bakmak gerekecektir. İşte bunun gibi, savaş bölgelerinde yaşayan çocukların çizdikleri resimler, onların bu altüst oluşa (savaşa) rağmen ne kadar dayanıklı ve cesur olduklarını gösterecektir meselâ. Bir Çeçen mülteci kampında kalan çocukların çizdiği resimler buna güzel bir örnek:

Geçtiğimiz aylarda Filistin’de gerçekleştirilen İsrail saldırılarına karşı direnen Gazze’de, saldırıları ve katliamı yaşamış çocukların yapmış olduğu resimlerden oluşan bir sergi açıldı İstanbul’da. “Çocuk Gözüyle Savaş” isimli resim sergisinin materyallerini oluşturan resimlerde, Ocak-Şubat-Mart 2009'da Gazze’de İsrail’in masum insanlar üzerinde kullandığı şiddet sonucu ailesini, yakınlarını, arkadaşlarını, oturduğu evi, eğitim yaptığı okulunu, muayene olduğu hastanesini kaybeden Gazzeli çocuklar savaşı anlatıyor. 25 Ağustos 2009’da eski Bayrampaşa cezaevinde açılan sergi, gazeteci Abdullah Aytekin’in anaokulu, ilkokul ve ortaöğretim yaşındaki Gazzeli çocuklara çizdirdiği 400 resimden seçilen bir koleksiyondan oluşuyor.

Abdullah Aytekin, şöyle anlatıyor resimlerin Türkiye’ye getiriliş macerasını: “Pimaş borulara sarıp muhafaza ettim resimleri. 25 metrelik kumaşlar büyük yer kapladı. Yarısını getiremedim. Kalanlarını da adım başı kontrole tabi tuttular. Sürekli açıp gösterdim resimleri görevlilere. Resimleri sardığım borular başıma epey iş açtı. Renginden dolayı üstelik. Turuncu renk borular Kassam’ın füzelerini andırdığı için, her gören tedirgin olmuş. ”Nasıl olur da bir füzeyle dolaşırsın ortalıkta! Ânında vurur seni İsrail askerleri, dediler.”

Bütün dünyanın patlamış mısır eşliğinde izledikleri katliamı, Gazzeli çocukların çizimleri ile görmek isteyenlere duyurulur.

Baran Dergisi, 28 Ağusos 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com


8 Ağustos 2009 Cumartesi

“KÜTÜB HA! NE?”*

Bağımsız Eğitimciler Sendikası (BES) Türkiye’deki ve dünyanın diğer ülkelerindeki kütübhane ve kitab okuma oranlarını açıkladı. Buna göre Türkiye’de 45’i çocuk kütübhanesi, 14’ü yazma eser kütübhanesi, 55’i gezici kütübhane olmak üzere toplam 1152 kütübhane bulunuyor. Ama meselâ Almanya’da 10.531 kütübhane var. Aradaki uçurum acaba neyin “gösterge”si? Dahası da var; Türkiye’deki kütübhanelerde toplam 13 milyon kitab olmasına karşılık, meselâ “beğenmediğiniz” Bulgaristan’da 46 milyon, Rusya’da 739 milyon, Almanya’da ise 104 milyon kitab bulunuyor.

Gelelim kitab okuma oranlarına… Bu rapora göre Türkiye kitab okuma konusunda Afrika ülkelerinin bile gerisinde kalmış durumda. Japonya’da toplumun yüzde 14’ü, Amerika’da yüzde 12’si, İngiltere ve Fransa’da yüzde 21’i düzenli kitab okurken, Türkiye’de yalnızca binde 1 kişi düzenli kitab okuyor. Bir Japon yılda ortalama 25, bir İsviçreli yılda ortalama 10, bir Fransız yılda ortalama 7, BİR TÜRK İSE 10 YILDA ANCAK 1 KİTAB OKUYOR. Efendim bu hesabla Türkiye’de kimlerin kitab okuduğunun isim isim tesbit edilmesi bile mümkün görünüyor.

Milli Eğitim Bakanlığı da bir araştırma yayınlamıştı hatırlarsanız; lise ve üniversite öğrencilerinin ne kadar az kitab okuduğunu o vesileyle de hayretle müşahede etmiştik. Bu durumda Türkiye’de her yıl binlerce (30.000) kitab yayınlandığı düşünülürse, kim okuyor bu kitabları? Yukardaki hesab doğru olsa gerek: “Sen, ben, bizim oğlan…” Zaten yayınevlerinin “çok satanlar” listelerine bir göz atıp, “okuyanlar da ancak bunları okuyor” diyerek seviye tesbiti bile yapılabilir.

Şimdi, bu “okumama” durumunun pek çok sebebi var. Maddî zorunluluklar sebebiyle çalışma saatlerinin günün büyük bir bölümünü işgal etmesi gibi belki geçerli olabilecek meşgalelerin yanında, televizyon, müzik, bilgisayar, internet ve sinema gibi, “gereğinden çok fazla”, yani lüzumsuzca başında vakit geçirilen teknolojik oyuncaklar da var. İnsanlara teknoloji kolay ve hızlı bir “bilgi edinme” veya “öğrenme” aracı gibi geliyor, ancak öyle değil. Kitabla kurulan hissî, fizikî ve ruhî bağ bir tarafa bırakılacak olsa bile, meselâ televizyon ve internetin başında geçirdiğimiz ve nasıl geçtiğini anlamadığımız iki saatle, kitab okurken geçirdiğimiz ve nasıl geçtiğini saniye saniye hatırladığımız iki saat arasındaki “zaman” farkını karşılaştırmamız, bize gereken cevabı muhtemelen pek güzel verecektir.

"Okuma, insanların en bilgesiyle bile olsa, bir konuşmaya indirgenemez; bir kitabla bir dost arasındaki asıl farklılık, bilgeliklerinin büyüklüklerindeki farklılık değil, onlarla irtibat kurma biçimidir; okuma konuşmanın tersine yalnızlığımızı sürdürürken, yani yalnızken sahib olunan ve konuşunca çabucak dağılan entelektüel güçten yararlanmaya devam ederek, ilhamlara açık olmaya ve zekânın kendi üzerindeki çalışmasını bütünüyle verimli kılmaya devam ederek, her birimizin önceden iletilmiş bir başka düşünceyi edinmesidir" diyor Proust, “Okumak Üzerine” adlı eserinde.

Aynı çizgide, “Kitab okumaktansa televizyonda bir belgesel izlerim” diyorsanız, yine yanılıyorsunuz; en iyi belgesel kanalları genellikle Amerikan medyası tarafından yönetilmektedir ve her türlü manipülasyona açık bilgilerle doludur, manipülatiftir, dezenformatiftir, velhasıl kafanızı belli bir şekilde biçimlendirmeye, “formatlamaya” yarar. Misâl, en meşhur ve en çok izlenen belgesel kanallarından History Channel. Bu kanalda yayınlanan “tarihî” belgesellerin hemen hepsi manipülatif ve dezenformatif bilgilerle donatılmış klasik Amerikan tarzını yansıtır. Heyecanlandırır, ilginizi çeker, sürükler ama neticede o kadardır; hakikatin değil, “kendi bakış ve değerlendiriş açısı” istikametinde “eğlendirme”nin peşindedir. Yani, “televizyonda sadece belgesel kanallarını izliyorum” sözü, “entel” görünmenin değil, “aptal” görünmenin ve “aptal kutusuna” esir olmanın bir “gösterge”sidir sadece.

Şayet “Kitab okumaktansa internetten daha geniş bilgi edinirim” diyorsanız da yine yanılıyorsunuz; çünkü internette aynı konu üzerinde binlerce yazı, makale veya belgeye ulaşabilirsiniz, fakat bunları nasıl “değerlendireceğinizi” bilemeyerek, kafanızı lüzumlu lüzumsuz yüzbinlerce şeyle boşuna meşgul edersiniz. Sonunda, internette bulabileceğiniz kimi “doğru” bilgilerin yanı sıra bir o kadar da “yanlış”, “saptırılmış”, “dezenformatif” bilgiye ulaşırsınız ki, bir süre sonra doğruyu ve yanlışı ayırd edemez hâle gelirsiniz.

Ancak ne zaman ki kitab okumaya başlarsınız, işte o zaman internet de, hatta televizyon da işinize yarar hâle gelir. Takıldığınız bir kelime, kuşkulandığınız bir bilgi, merak ettiğiniz bir isimle karşılaşınca, açarsınız interneti, “gerekli” olanı “hızla” bulur ve okumanızı zenginleştirirsiniz. Televizyon mu? O sırada muhtemelen kapalı olacağından, “en faydalı” durumunda olacaktır.

Toparlarsak, aslında yukarıdaki istatikî bilgilerin neyin işareti olduğu açık; okumayan, dolayısıyla düşünmeyen, fikretmeyen bir toplum hâline geldik. Bu aynı zamanda, yapıp ettiklerimizin üzerinde durup düşünmediğimiz anlamına da geliyor. Boş gururumuzla “Üçüncü dünya ülkeleri” tarzında horladığımız ülke insanları bile bizden kat kat fazla kitab okuyor, düşünüyor, fikrediyor. Biz ise kitabla yoğurulmuş bir medeniyetin “kalıntıları” üzerinde, “sonradan görme zenginler” gibi, teknolojiyi “marifetin kapısı” zannıyla baştacı ediyor, hayatı “geçim derdi”nden öte mânâlandıramıyoruz. Bilvesile, Abbasî halifelerinden Me’mun’a atfedilen çok hoş bir hikâye okuduk geçenlerde, belki hâlimize zarif bir çare olur:

Hayat Sana Yakıştığı Müddetçe!

Abbasî halîfelerinden Me'mûn, meclisindeki âlimlerle sohbet ederken amcası İbrahim bin Mehdî içeriye girer. Aralarında şöyle bir konuşma geçer:

- “Amca bu âlimlerin söyledikleri hakkında sen ne dersin?”

- “Ey mü'minlerin emîri! Çocukluğumuzda bizi birtakım şeylerle meşgul ettiler. İhtiyarlığımızda da biz kendimizi meşgul ettik... Böylece ilimden mahrum kaldık.”

- “Şimdi okumanızda ne mâni vardır?”

- “Bizim gibi ihtiyarlara okumak yakışır mı?”

- “Evet, vallâhi ilim talebesi olarak ölmen, cehâlete kanaat ederek yaşamandan hayırlıdır.”

- “Ne zamana kadar okumak bana yakışır?”

- “Hayat sana yakıştığı müddetçe...”

*(http://kutuphaneciden.blogspot.com) isimli internet sitesinin “motto”su.

VİCTOR FRANKL’IN “İNSANIN ANLAM ARAYIŞI” İSİMLİ KİTABI ÇIKTI!

20. yüzyılın önemli psikiyatrlarından, “Logoterapi” okulunun kurucusu Victor Frankl’ın, baskısı uzun zaman önce tükenmiş “İnsanın Anlam Arayışı” isimli eseri, Okuyan Us Yayınevi tarafından yeniden yayınlandı. Kitab 30’un üzerinde dile tercüme edilmiş ve 12 milyondan fazla satmış. Yazar Logoterapi’yi, Nazi toplama kamplarında geçirdiği üç yılın tecrübeleri eşliğinde anlatıyor.

Peki “Logoterapi” nedir? Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “İNSAN -Erkek ve Kadın-” isimli eserinde şöyle tarif ediliyor:

“Bu psikoterapi metodu, LOGOS’tan mülhem bir terapidir. Logos, Yunanca’da: Tanrının irâdesi, kâinattaki akışı kontrol eden ilkeler, bilgi, mânâ, lisân… Frankl, logos’u daha ziyade MÂNÂ olarak almıştır. Logoterapi: Mânâ vasıtasıyla tedavi. Bu tedavi usûlü, mânâya âit iradenin, zevke ve hazza âit irâdeden daha temel olduğunu savunmaktaydı; yâni kişinin en temel kaygısı haz peşinde koşmaktan ziyâde mânâdır. Varoluş tahlili ise, kişinin esasında sahib olduğu yitik-sırrî-örtük anlamını veya ruhî budunu şuur seviyesine getirmek için tasarlanmıştır.” (s. 297-298)

Kısaca, bu kitabın çıkışı çok güzel bir haber.

Baran Dergisi, 7 Ağustos 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com

25 Temmuz 2009 Cumartesi

PADİŞAH GÖMLEKLERİNİN ESRARI

Yıllarca Osmanlı hatırası olduğu için üvey evlad muamelesi gören, eşsiz tarihî eserleri çalınan, yağmalanan ve çürümeye terk edilen, fakat her nasılsa (İlber Ortaylı’nın tesiriyle denilebilir belki) son yıllarda önem kazanan Topkapı Sarayı müzesinde her geçen gün yeni bir keşfe imza atılıyor. Garib olan, 80 küsür yıl gözümüzün önünde olan şeyleri yeni keşfediyor olmamız. Bu keşiflerden biri de, Padişahların genelde savaşa giderken, nazardan korunmak veya şifa bulmak için giydikleri düşünülen “tılsımlı” gömlekler. Tılsımdan kasıd, gömleklerin üzerine işlenmiş olan çeşitli semboller. Bunlara “muska” demek belki daha doğru.

Topkapı Sarayı Müzesi’nin tekstil koleksiyonunda yer alan gömleklerin üzerindeki “şifreli” harf ve rakamların işaret ettiği anlamlar henüz çözülebilmiş değil. Elbette bunları öncelikle bir “ebced hesabı ve cifir” ustasının çözmesi beklenirdi, ancak böyle bir çalışma ufukta görünmüyor.

Aslında gömleklerin kumaşlarının nasıl dokunduğu da esrarını koruyor. Uzmanlara göre kumaşların “8 bin çözgü ipiyle” nasıl dokunduğu, nasıl bir teknik kullanıldığı bilinmiyor. Gömleklerin her birinin 3-4 yılda tamamlandığı, gömleklerin üzerindeki yazı ve sembollerinse usta hattatların elinden çıktığı düşünülüyor. Çünkü gömlekler üzerinde hat sanatının çeşitli üslublarının kullanıldığı da tesbit edilmiş.

“Padişah Giysileri” üzerine bir kitab hazırlayan Doç. Dr. Hülya Tezcan’a göre, bu gömlekler üzerindeki “desenler”, grafik sanatının zirvesi olarak yorumlanmalı. Gömleklerin üzerine hat sanatının celî, sülüs, kûfî yazısıyla işlenen âyet ve dualar, geometrik şekillerin veya Kadem-i Saadet, Süleyman Mührü, Zülfikâr, lale gibi motiflerin içine yazılmış. Gömlekler üzerinde sıkça yer alan iki motif ise Hz. Ali’nin kılıcı “Zülfikâr” ve “Süleyman Mührü”. Doç. Dr. Hülya Tezcan, gömleklerde yer alan Süleyman Mührü’nün, saltanatın ebediyetini temsilen kullanıldığını ve Allah, Allah Resulü ve Hz. Ali isimlerinin çoğunlukla birarada kullanıldığını tesbit etmiş. Şöyle diyor Tezcan:

“Bir şifre var, bu açık; ama o rakamları ve harfleri çözmek uzmanlık gerektirir. Kaldı ki, giysilerin üzerindeki gubarî hatla yazılan Arabça metinler bile daha okunmadı. Gömleklerin, hem dokuması hem de deseni itibariyle gerçek bir sanat eseri olduğunu kabul etmeliyiz. Dokuma üzerine çalışanlar da 8 bin çözgü teliyle dokunan Gülistanî Kemha tekniğini henüz çözemediler.” (1)

Padişah gömleklerinin “şifresini” çözmek için çalışan belki tek, belki ilk isim Mehlika Orakçıoğlu. “Türk Tekstilindeki Kültürel Etkiler” başlıklı doktora tezini Londra’daki bir üniversitede hazırlıyor. Şöyle diyor:

“Bu konu, dışarıda daha çok ilgi topluyor. Harvard Üniversitesi bütün imkânlarını ücretsiz olarak seferber etti meselâ. Sonunda neye ulaşacağımı bilmiyorum. Kodlama sistemini günümüze uyarlamayı başaramasam bile, bu tez bitirilmeyi hak ediyor. Fakat çözebilirsem yeni tekstil tasarımları oluşturmak zor olmayacaktır.” (2)

Bizdeki üniversiteler bir yana, özel araştırmacılar bile bu konuya ilgi göstermemiş. Yani padişahlarımızın gömleklerinin dokunma tekniği ve üzerindeki “muska”lar, İngiltere’nin üniversitelerini heyecanlandırırken, bizimkiler ya “şanlı tarihimiz” diye türkü söylüyor yahut “sövüyor”.

Yavuz Sultan Selim’in Kaftanındaki Figür

Yavuz Sultan Selim’in kaftanı üzerindeki desenleri inceleyerek “ellerini gökyüzüne açmış yakaran insan figürü”ne ulaşmış Mehlika Orakçıoğlu. Yurtdışında da bu kaftan üzerine üç konferans vermiş. Gömleği hazırlayan sanatkârın desenler arasına gizlediği figür, kutsal hazineleri İstanbul’a taşıyan ve ilk Osmanlı Halifesi unvanını alan Yavuz’un İslamî esasların koruyucusu olduğunu temsil ediyor. “Bir illüzyon halinde kimi zaman açıkça görünüp kimi zaman da desenler arasında yiten figürü doğrudan Yavuz Selim’e atfetmek de mümkün” diyor Orakçıoğlu. Çünkü taç kullanan tek sultanın Yavuz olduğunu söylüyor:

“İnsan figürü kaftanın ortasına gelecek şekilde ayarlanıp, boynun altından göğse, göğüsten aşağı doğru bütün kumaş yüzeyinde boyuna ve enine kırılmaksızın tekrar etmektedir. Kaftan üzerindeki bu figür başındaki tacı ile ibadet eder bir vaziyette diz çökmüş, ayak uçları içe doğru kıvrık vaziyette simetrik olarak küçük palmet motifinin yanlarında yer almıştır ve ellerini yukarı kaldırmış bir şekilde dua etmektedir. Muhtemelen figürün başında yer alan bu taç Yavuz Sultan Selim’i temsil etmektedir; çünkü taç kullanan tek Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim’dir.” (3)

Ancak kimi araştırmacılar, Yavuz Sultan Selim zannedilen o taçlı ve küpeli meşhur portrenin Şah İsmail’e ait olduğunu söylüyorlar.(4) Bu durumda o kaftanın da Yavuz’a âit olmama ihtimali doğuyor. Nitekim Orakçıoğlu makalesine şöyle devam ediyor:

“İnsan ve hayvan figürleri özellikle İran süsleme sanatlarında kullanılmasına karşın, Osmanlı süsleme sanatlarında özellikle tekstil alanında kullanılmamıştır. Bunun nedeni özellikle İslam sanatında Sünnî Müslümanların hayvan ve insan figürlerine yer vermemiş olmasından kaynaklanmaktadır. Kısacası İslam sanatı non-figüratiftir diyebiliriz. Osmanlılarda sanat özellikle kumaş sanatı sarayın kontrolü altında yürütülmüştür. Bu kaftanın sarayın veya Sultan Selim’in kontrolünden geçmemiş olması mümkün değildir. Belki de bu kaftan Sultan Selim’in isteği üzerine özellikle de yapılmış olabilir. Çünkü kaftanın üzerinde tekrar eden insan figürleri ustalıkla kumaşın yapısını oluşturan motifler arasında tasarımcı yahut dokuma ustası tarafından gizlenmiştir. Belki de tasarımcının kendi isteğiyle bu desen oluşturulmuştur; fakat bunu sarayın sıkı kontrolü altında yapmak da zordur. Bu kaliteli ipek kaftan özel olarak saray nakkaşları tarafından dizayn edilerek özel olarak dokunmuştur. Bu kesindir ki ‘illüzyon’ kaftanın dizaynına farklı bir özellik katmaktadır ve bu özellik bu kaftan kumaşı üzerindeki incelemeler sonunda ilk defa bu çalışmada ortaya çıkarılmıştır.”

Kaftandaki figürde İranî etkilerin açıkça görülmesi, meşhur taçlı ve küpeli resmin muhtemelen Yavuz’a âit olmaması gibi, bu kaftanın da ona âit olmayabileceği ihtimalini doğuruyor ki, bir sürü ihtimali “olabilir” vezninde sıralayan araştırmacının –bizce- bu iddiayı da dikkate alması gerekirdi.

1) Aksiyon Dergisi, (09.05.2005)

2) A.g.y.

3) Ev Tekstili Dergisi 32. Sayı

4) Bugün Gazetesi yazarı Tarihçi Erhan Afyoncu.

Baran Dergisi, 24 Temmuz 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com

Semih Kaplanoğlu ile Hayat, Sinema ve “Buğday” Üzerine

Röportaj: Gülçin Şenel | Fotoğraf: Yağmur Dinç Semih Kaplanoğlu Kimdir? Semih Kaplanoğlu, 4 Nisan 1963 tarihinde İzmir’de dünyaya geldi. Dok...