ALEV ALATLI YANDAŞ BİR
AYDIN MI?
Gülçin Şenel
Kendini
ifade etmek, kendini tarif etmek yerine, yan gelip yatmak, bu esnada sağına
soluna akıl vermek, entellektüelliği “bağzı şeylere” karşı olmakta bulmak, ama
bunu illaki “din düşmanlığı” genelliğinde ifade etmek, gel gör ki onu da adam
gibi yapamamak… “İçkime dokundurmam, cami yaptırmam, din dersi istemem,
Osmanlıca demek mezar taşı okumak demek, benim diktatörüm, benim askerim iyidir
ayol, nerde o eski askerler, ay yazık ağaçlara” şeklinde özetleyebileceğimiz
düşüncelere sahip olmak… Bizim Türk aydını dediğimiz vasat bu…
Daha
bir hafta önce, Haliç’te Salih Mirzabeyoğlu şöyle demişti:
“Hangi
fikirden olursan ol, “bendeki sen ve sendeki ben” meselesinde bir nisbet sahibi
ol. Yani sizin her biriniz bende, ben de sizin her birinize ait olmak üzere, (bunu
kendi aranızdaki ilişkilere de tatbik edebilirsiniz), “bendeki sen ve sendeki
ben” meselesinde bir nisbet sahibi olunuz. Yani kurusıkı şuna buna bağlılık
değil, neyi değerlendirirsen, o sende tezatsız bir bütünlük göstersin. Yani
lafı bir yerinden kapıp da, bizzat söylediğin lafın nereye gittiğini, bilmez
durumda olunmaması için söylüyorum. İnsan ve toplum meselelerin halli davasında
bir küll fikrin olması lazım. Buna dair ölçülerin olduğu yerde, her kesim için
kendisine göre tekamül edilecek taraf belirlenmiştir. Ondan sonra mevzu da
şuradadır: Şu fikirlerden hangisi doğru? Bunların bir karşılaşması olacak.
Şimdi o çaldı, o yedi, o da kaptı, filan, bütün bunlar olmasa, konuşacak lafı
da yok. Böyle bir ortam.”
Bunu
anlayan oldu mu? Bizim “aydın” sandığımız vasat henüz anlayamadı. Nereden
biliyoruz bunu? Salih Mirzabeyoğlu’nun tam da “böyle bir ortam” diye işaret
ettiği durumun tekrar sahneye konulmasından: Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanlığı
Kültür Sanat Ödülleri verildi ve Edebiyat dalında Alev Alatlı ödüle layık
görüldü. Alev Alatlı orada bir konuşma yapınca, bu “aydın” zannındaki kesim
arasında kıyamet koptu. Onu “yandaş, yalaka” gibi çok derin tahlillerle
eleştirdi bu bahsini ettiğimiz “vasat”…
Kimdir
Alev Alatlı? Şu kadar eseri olan, bazen Cemil Meriç’in açtığı pencereden
dünyayı ve Türkiye’yi değerlendiren, bazen Rusya’nın “entelektüel krizinden”
Türkiye’yi okuyan, bazen Kuantum Fiziği’nin açtığı yoldan “kadim gelenekler ve
din”in söylediklerini önemseyen ve bu pencereden Türkiye’yi değerlendiren,
dolayısıyla, yukarıda kısaca özetlediğimiz ortalama Türk Aydını denen kesimden
ayrı bir yerde duran, bir entelektüel-yazar. Son olarak yazdığı “Batıya Yön
Veren Metinler” ve “Bize Yön Veren Metinler” ile ciltleri tutan oldukça önemli
bir çalışmaya imza attı. Velhasıl, bizim entelektüel vasatımız gibi yan gelip
yatmadı, bu yaşına rağmen, karınca gibi çalışmaya devam etti, eser verdi. Sadece
bu çabası bile takdire şayan iken, Cumhurbaşkanı’ndan bir ödül aldı, onu da kendi
görüşünce bazı haklı gerekçelerle taltif etti diye, (e tabii “aydın olmanın”
son yıllarda en büyük göstergesi olan “gezi olaylarını” eleştirdi diye), sen
misin bu konuşmayı yapan, vurun abalıya hesabı, Alev Alatlı’yı gömme gayretine
geldi bizim enteller…
Şahsen
Alev Alat’lıyı yıllardır okurum. Onu, durduğu nokta itibariyle takdir ederim,
katılmadığım yönlerini eleştiririm, öne sürdüğü görüşleri önemserim. Çünkü onun
bu ülkenin nitelikli entelektüellerinden biri olduğunu bilirim. Bunu bildiğim
için, Cumhurbaşkanlığı ödülünü alması da, onu taltif etmesi de, gözümdeki ve
gönlümdeki yerini değiştirmez. Haddi zatında kendisi Amerika’dan, İsrail’den
veya diktatörlüğü ile gözlerimizi yaşartan Esed’den değil, Türkiye’de halkın
seçtiği ilk Cumhurbaşkanı olan Erdoğan’dan almıştır bu ödülü. Şöyledir,
böyledir, ama durum net olarak budur. Konuşmasını baştan sona dinledim. Bence
altının çizilmesi gereken noktalar şunlar:
“Ben
bir muhacirim. Muhacirim derken, kelimeyi özgün anlamında kullanıyorum. Hicret
eden… 1912 Balkan göçü, benim ailemin hemen tüm erkeklerinin yitirildiği malum.
Fakat benim sözünü ettiğim hicret, rahmetli Ali Şeriati bağlamında bir hicret,
aklî hicretten söz ediyorum. Yollara düştüm, güneşin battığı diyarlardan,
doğduğu diyarlara. Aydınlanma kutbundan, merhamet kutbuna hicret etmeye
çalışıyorum. Aydınlanma kutbu dediğim burada, yegane tasarısı yasaların
harflerinden ibaret olan bir düzen. Merhamet kutbundan kasdım, yasaların
ötesinde kadim değerlerin esas olduğu toplumsal düzen. Kendi adıma, ikisinin
arasında bir yerlerde, hakikati arayan, bir entelektüel muhacir olarak
adlandırmam gerektiğini düşünürüm. (…) Öte yandan dinden, gelenekten, kadim örf
ve adetlerden soyundurulmuş, yegane ölçüsü, nesnel yasaların harfinden ibaret
olan toplumlar da, eşref-i mahlukata layık toplumlar olamıyorlar. Avrupa
aydınlanması, insanların dini dogmalardan silkinip, akıl ve mantık yolunda
ilerleyeceğini vadetmişti. Olmadı. İnsanı, evrenin merkezine yerleştirmek
niyetiyle döşenen yol eşrefi mahlukatın rakamlara indirgendiği, sarf malzemesi
misali muhasebeleştirildiği, ülkelerin sınırlarının cetvelle çizildiği, mekanik
olduğu kadar da acımasız ve kaba bir dünya görüşüne evrildi. İnsanın araç değil
amaç olduğu unutuldu, infaz yasalarına uygun olduğu sürece, ölen çocukların
hesabının sorulamadığı bir nizam inşa edildi ve yerleştirildi. (…) Oligarklar
kimler? Oligarklar, başta iktisadi karteller ve onların yanısıra, BM’den Nato’suna,
IMF’sinden AB’ne kadar, haklı olma hali için temyiz edilemez yetkiye sahip
kuruluşlar, oligarklar… Oligarkların düzeninde temyize gidecek yeriniz yoktur.
O kadar ki neden nefret edip edemeyeceğimizin bile yasalarla saptandığı bir
düzene gidiyoruz. Nefret edilesi unsuru ortadan kaldırmak yerine, nefret edeni
yasalarla cezalandırmak. (…) Şimdi ne demek istiyorsun diyeceksiniz, şunu demek
istiyorum: Aslolan, hakkın helal edilmesi olmalıdır. Aslolan helalleşmek
olmalıdır. Helalleşmek, mahkemede dava kazanmaktan daha üstün olmalıdır çünkü
her yasal hak, helal değildir ve olamaz. Suriçi ile Kobani’nin arasına çizgi
çekmek birinci dünya savaşı galiplerinin yasal hakkıdır. Belki, ama helal
değildir. Keza, iflas eden kardeşinizin haraç mezaç satışa çıkarılan evi satın
almanız, yasal olarak hakkınız olabilir ama helal değildir. İmar ruhsatı olan
bir müteahhit, şehrin ufkuna tecavüz ederken yasal olarak suçsuzdur, ama
yaptığı iş helal değildir. Yeni ve çok daha ucuz bir enerji türünün pazara
girmesini önlemek üzere üretim haklarını satın alan ve sümen altı eden bir
petrol şirketi yasal olarak suçsuzdur. Ama yaptığı iş helal değildir. Keza, raf
ömrünü uzatmak için ekmeğin içine kansorejen madde koyan, formülü ambalajın
üzerine koyduğu sürece yasal, dolayısıyla suçsuz, ama helal değildir. (…)
Şimdi
buradan şöyle bir öngörüde bulunuyorum. 21. Yüzyılın en yaman toplum projesi
helal olanı yasal olanla örtüştürmek olsa gerektir. Kadim değerlerle rabıtası
kesilen-zedelenen özgürlüklerin şerden yana bükülmelerini önlemenin yollarını
bulmak zorundayız. Yasaların tanıdığı haklardan insanlık veya Allah adına
feragat etmenin garipsenmediği bir yeni düzen getirmek zorundayız. Tarihin bize
öğrettiği bir şey var. İster en mükemmel yönetim sistemini, ister ekonomik
kalkışmayı gerçekleşmiş olsun bir medeniyetin sevgi ve nefs terbiyesi dumura
uğramışsa, manevi enerjisi tükenmişse, o medeniyeti ne BM, ne Helsinki
Beyannamesi, Ne AİHM mevzuatı, ne de en üstün silahlar kurtarabilir.”
Evet,
Alev Alatlı, oligarşik kanun koyucuların karşısında “dünya beşten büyüktür”
diyen Erdoğan’ı ayakta alkışlıyor. Tamam, (artık hangi gerekçe ile
yapacaksanız), bunu eleştirin, ama bunu yaparken öne sürdüğü görüşlere de bir
dönüp bakın, hiç olmazsa “yandaş, sırdaş, yalaka” seviyesinden kurtulun derim.
Bakın, bu sistem çöktü diyor Alatlı, “insanın manevi olanla bağlarını yeniden
tesis etmeli” diyor mealen… Sistem bunu temel almalı diyor.
“İnsan
ve toplum meselelerin halli davasında küll bir fikrin olması lazım. Buna dair
ölçülerin olduğu yerde, her kesim için, kendisine göre tekâmül edilecek taraf
belirlenmiştir. Ondan sonra mevzu da şuradadır: Şu fikirlerden hangisi doğru?
Bunların bir karşılaşması olacak. Şimdi o çaldı, o yedi, o da kaptı, filan,
bütün bunlar olmasa, konuşacak lafı da yok. Böyle bir ortam.” diyen Salih
Mirzabeyoğlu’nu bir daha dinleyin, okuyamıyorsunuz ya, bari dinleyin…
Yani
mesele, Orwell ile Defao’nun, Soljenitsin ile Alatlı’nın Erdoğan’ı ayakta
alkışlamasından daha önemli. Hayatî, dönüşü olmayan, vazgeçilemez bir varoluş
kavgasına var mısınız, yok musunuz; mesele bu…
Baran Dergisi, 11 Aralık 2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder