10 Şubat 2025 Pazartesi

Felsefe Olimpiyatları

 İnternette bir sayfada (Sabitfikir) “Felsefe Olimpiyatları” diye bir başlık görünce, merak edip okudum ve orada Haydarpaşa Lisesi Felsefe öğretmeni ile yapılmış bir röportajla karşılaştım. Şöyle takdim ediliyordu:

– “Bildik olimpiyat oyunlarının bile yeterince ilgi görmediği Türkiye’de, Felsefe Olimpiyatları’nın durumunu merak ettik; gençlerin felsefeye ve özellikle de Felsefe Olimpiyatları’na ilgisini Haydarpaşa Anadolu Lisesi Felsefe Öğretmeni Dilek Baştuğ ile konuştuk.”

Uluslararası çerçevede, liseler arası bir felsefe olimpiyatından bahsediyoruz. 1993’te uluslararası genişlik kazanan, katılan her ülkenin iki lise öğrencisi gönderdiği bir yarışma bu. Farklı filozoflardan yapılan üç iktibasın üzerinden, o iktibaslarda gösterilen meseleyi bulmaya yönelik yazılar yazılıyor. Uluslararası yarışmada İngilizce, Almanca ve Fransızca dillerinden biriyle yazma mecburiyeti bulunuyor. Tutarlılık, iddianın inandırıcılığı, felsefî bilgi, orijinallik ve konuyla ilgili olması gibi kriterlerle değerlendirilerek birinci, ikinci ve üçüncü seçiliyor.

Türkiye’den katılan öğrencilerden 2008 yılında dereceye girenler de olmuş: TED Koleji ve Robert Kolej’den öğrenciler. “Bizim mahallenin lisesinden olacak değildi” dediğinizi duyar gibiyim. Ülkede “eğitimde fırsat eşitliği” var tabiî ama, o eşitlik “bağzıları” için daha “konsantre”… Muhtemelen diğer liselere böyle bir olimpiyat yapıldığının duyurusu bile yapılmamıştır. Zaten felsefe dersine giren müzik öğretmeni, muhtemelen o derste flüt filân çalmıştır.

Röportaja dönelim tekrar… Felsefe öğretmeni Dilek Baştuğ’a sorulan bir soru ve verdiği cevap şu şekilde:

“- Bildiğim kadarıyla Uluslararası Felsefe Olimpiyatları’nda katılımcıların İngilizce, Almanca ve Fransızca dillerinden birini seçerek makalelerini bu dilde yazmaları gerekiyor. Ayrıca katılımcının anadilini kullanarak makale yazması da yasak. Peki sonradan öğrenilen bir dilde düşünce üretmenin, felsefe yapmaya çalışmanın ne gibi zorlukları olur?

– Kuşkusuz belli güçlükleri var. Ama terminoloji hâkimiyeti ve metod bilgisiyle aşılabilecek bir durum. Sonuçta düşünce insanlığın ortak mirası. Yine de anadilinde oturmuş bir felsefi terminoloji başka dillerde düşünce üretirken zihnin daha az zorlanmasını sağlıyor. Tıpkı anadilinde gramer bilgisini oturtmuşsan yabancı dil öğrenirken daha avantajlı olmak gibi.”

Röportajda dile getirildiği gibi, lise öğrencisinin makale yazacak seviyede “yabancı dil” bilmesi, bununla felsefî bir metin yazması, bunun da başarılı olması bekleniyor. Kaç türlü “imkânsızlık” bir arada…

Bir kere bizim liseli genç, kendi düşünce diline, kendi düşünce terminolojisine, kendi düşünce dünyasına yabancıdır. Yabancı dili sular seller gibi bilme ihtimali olan “şanslı liseliler” de vardır belki ama meselâ, tertemiz bir Türkçe ile yazılmış Necib Fazıl’ın eserlerini okuyamaz bu gençler. Okuması için eline lûgat alması gerekir. Sonra bu liseli gencin felsefe olimpiyatında bir felsefi görüş üzerine makale yazması beklenir. Yazar yazmasına fakat, bu makalede sadece birilerinin “görüşlerini” aktarmaktan öteye gidemez. Bir kere tenkid edemez, çünkü tenkid etmek için gerekli “dayanaklardan” yoksundur. Yukarıdaki “idealist” felsefe öğretmeni, “sonuçta düşünce insanlığın ortak mirası” diyor ya, o öyle değil işte… Çünkü düşünce, sadece onu anlayanların, o fikri yürütenlerin, o fikirle meseleleri izah etmeyi öğrenenlerin ortak mirası… “Yabancı terminolojiyi öğrenirsek meseleyi çözeriz” demek, bir mahkûmiyetin itirafıdır. Çünkü sen o terminolojiyi kendi diline mâledememişsen baştan kaybetmişsin demektir.

Keşke bu felsefe olimpiyatı meselesi gerçekten ciddiye alınsa… Batı Felsefesi dibine kadar öğretilse, çağdaş felsefenin hâli incelense, İslâm Tefekkürü-İbda Tefekkürü’nün “Batı tefekkürünü, İslâm tasavvufu önünde hesaba çekme” usulü anlatılsa okullarda… Felsefenin “şanlı” tarihinin bugün gelinen noktada düştüğü durum, Zizek’tir, Badiou’dur meselâ… Bunlar anlatılsa… Gençlerin zihninde “o onu demiş, bu bunu demiş”ten ziyade bir “fikir” oluşsa. Neyi nasıl değerlendireceğini öğreten “hikemiyat” dersleri okutulsa…

Öyle içler acısı bir durumda ki eğitim sistemi, lise seviyesini geçin, üniversite seviyesinde bile “neyin ne olduğundan” haberi olmayan gençler mezun oluyor her yıl… Birbirinden “kopyalardan”, “atıflardan” geçilmeyen, ama herhangi bir “tezi” olmayan tezlerle yapılan akademik kariyerler ve güya “yetiştiricileri yetiştiren” akademisyenler…

Geçtiğimiz hafta Akademya sohbetine uzak semtlerden gelen lise birinci sınıf talebesi iki pırıl pırıl gencin, o yaşta Necib Fazıl okumaları, İbda’ya alâka duymaları, ileriye dönük ideallerinin olması yine de ümitvar olmamız için yeterli sanırım. O pırıltılı gençlerin lise sıralarında pörsümelerine engel olacak, onları hep genç kılacak, “hep genç kalan” Necib Fazıl gibi bir öğretmenleri var çünkü.

Felsefe Olimpiyatları’na gelince; keşke gerçekten ülke çapında bir heyecan dalgası oluşturacak şekilde “Düşünce Olimpiyatları”na hazırlanan okullarımız olsa. “Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, öcünün dâvacısı bir gençlik…” sözü sadece lâfta değil, hakikatte de karşılığını bulsa…

Haftalık Baran Dergisi, 8 Aralık 2017

“Düşünen Adam Heykeli’ne Komşu Oldum”

Haftasonu (10 Kasım 2012, Cumartesi) Bakırköy’e, Ruh ve Sinir Hastalıkları hastahânesinde bulunan Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nu yalnız bırakmayan arkadaşlarımın yanına gidiyorum. Hastahâne girişinde bir arkadaşımı arıyor ve nerede olduklarının tarifini alıyorum. Soruyor: “Heykeli geçtin mi?” Ne heykeli diye düşünürken, aklıma geliyor; öyle ya “düşünen adam” heykeli… Bugün de (12 Kasım 2012, Pazartesi) internet sayfasında Google’ı açtığımda “Düşünen Adam” heykeli ile karşılaştım. Meğer, Rodin’in doğum yıldönümü imiş.

Fransız heykeltraş Auguste Rodin’in (d. 12 Kasım 1840 – ö. 17 Kasım 1917) en meşhur eseri, herhâlde “Düşünen Adam” heykelidir. Aslında heykelin orijinal ismi, “Thinker” yâni “Mütefekkir-Düşünür”dür. Hikâyesi şöyle:

1880 yılında Fransız devleti, yeni açılacak Paris Dekoratif Sanatlar Müzesi için Rodin`e bir kapı ısmarladığında Rodin 40 yaşındadır. Müze açıldığında kapının yetişmemesinden dolayı bir skandal meydana gelir. Oysa Rodin, Dante`nin “İlahî Komedya”sından mülhem sözkonusu “Cehennem Kapısı” üzerinde 10 yıl boyunca çalışmış, kapının üzerindeki 200 figürü de tek tek, birbirinden bağımsız ele almıştır. Bu eserde “Düşünen Adam”, kapının en tepesine oturtulmuş, Âdem ve Havva figürleri ise kapının iki yanında yer almıştır. “Düşünen Adam” heykeli, daha sonra alçıdan yapılmış büyük hâliyle, ilk kez 1904 yılında Londra’da sergilenir.

İşte bu “Düşünen Adam” heykelinin, dünyanın dört bir köşesinde çok sayıda kopyası yapılır. Hepsi de ya müze ya bilim merkezi ya sanat galerisi ya üniversite ya akademi girişlerine, kısacası en seçkin “fikir-ilim-sanat” kurumlarının en güzel köşelerine konulur. Ne var ki bu heykel, YALNIZCA TÜRKİYE’DE, Ruh ve Sinir Hastalıkları hastahânesinin bahçesine “münasib” görülür. Ülkemizde “düşünen adam”a biçilen değeri buradan da süzmek mümkündür. Mütefekkir Mirzabeyoğlu’nun tam da bugünlerde “düşünen adam” heykeline komşu olmasındaki “ironi”yi de…

MÜTEFEKKİR Salih Mirzabeyoğlu’nun “Ölüm Odası-B Yedi” isimli eserinin -bundan yaklaşık iki yıl önce yazdığı- 26. bölümünde anlattığı “Düşünen Adam”ı hatırlamamak ne mümkün. Kendisinin TELEGRAM suikasti dolayısıyla daha önce de Bakırköy’e sevkedildiğini (2000) göz önünde tutarak okuyalım:

– «Gözalabildiğine dümdüz buzdan bir zemin; dörtbir yanınız, sonsuzluğa açılan bir yalnızlık hissinden başka hiçbir şey vermiyor. Şu ânda sıcak odanızda veya Kutub bölgesiyle kıyaslanamaz bir ortamda bu satırları okurken, sizi üşütmek istiyorum. Hiçbir canlı yaşamaz ve yön duygusunun kalmadığı o zeminde, küçük bir kaya çıkıntısı ve üzerinde Rodin’in meşhur “Düşünen Adam” heykelini andıran, eli çenesinde oturan çıplak bir adam. Bu adamın hâli, sosyal çevresi ve anlatmaya kalkacağı şey, hiçi yaşarken, onu anlatmak kadar zor ve söze döner dönmez alelâde veya mânâsızlık diye bakılabilecek soydan şeyleri ihtiva etmekte. O adam bendim. 18-20 yaşlarında yaşadığım ve 30 yaşlarında büsbütün kaybolmadan o döneme âit bir psikolojiyi ibtidaîliği ve safiyeti ile aktarmak üzere ele aldığım YAŞAMAYI DENEME isimli romanımda, kahramanım KİM hakkında geçen bir cümle, Kartal Cezaevi’nde yaşadığım TELEGRAM sürecine pek uygundur:

— “İlk kez duyuyordu yaşamanın da kahramanlık olduğunu!”

(…)

Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastahanesi’nde bulunan DÜŞÜNEN ADAM heykeli, bulunduğu mekân itibariyle “düşünen adam”ın hâlini de gösteriyor. “Deli ile dâhi arasında incecik bir çizgi var!” denilmesine nisbet, belki de o düşünen adam, dâhi idi; ıssızlığın ortasında. Düpedüz akıl hastası bir delinin hâli; dâhi için bir felâket daha. Tasavvuf’ta, bütün mertebeleri aştıktan sonra eşya ve hâdiseye tasarruf iradesini asli sahibi Allah’ın iradesine bırakmış ve O’nun karşısındaki HİÇLİK’inin hâlini, Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin ifâdesiyle “tam bir değersizlik” olarak yaşayan üstün velinin hâli ile, basbayağı değersiz olan arasındaki fark karışırsa? Kılık kıyafetleri ve bütünüyle yaşamaları şu dünyaya sırtını dönmek olan MELAMİLERLE, köprü altında yaşayan evsiz barksız gariban berduşların şahsiyetleri karıştırılırsa? Bugün hakikati kalmamış bir kemâl yolu olan “melamilik”i karşılayan kelime, KALENDER:

— “Dünyayı terkederek elini çekip Allah yolunda giden kimse. Dünya alâkalarından uzak, hakikat adamı. Filozof.”

Bu tabir, Batı’da Diyojen ve Epiktetos gibi filozofların, bizdeki karşılığı olarak “Kelbiyyun” mektebinin yolu mensublarını da kapsıyor. Sıradan insanlar için onların yaşadıkları şartlar, düşkün ve rezillerle aynı kefede mütalâa edilmelerine sebeb olabilir.

(…)

Telegram’ın, daha arkadan gelecek olan dehşetlerini yaşamamışken, olup bitenin verdiği şaşkınlık hâllerinde, onların vermesine lüzûm yok, kendime teselli ve ümit olarak zihnimden geçen düşünce:

— “Bütün bunlar geçecek ve yaşadığım değişik bir şeyi yazacağım!”

Mehmed, Kenan, Arar, her kimse, yaptığından emin ve güzel sesli biri, duvar dibinde gezinen ses:

— “Ha, haa! Şuna bak! Kurtulup yazacağını düşünüyor!”

Onlara cevab verebilme değil de, cevabın tafsili şartlarında değilim. Oysa ben, gözle görülür şekiller içinde olsun olmasın, varlığın yokluğa, bedenimizin nasılsız ve niçinsiz ruhumuza delil olması gibi, anlattığım ve yazdığım zaman o hâle delil getirmiş oluyorum. “Tahlil, kritik etmek, benim tabiî yapım!” demem, kendimi “uykusunda bile düşünen adam!” diye tarif etmem, Kartal gibi, Bolu’daki NYMPHALAR için de abartılı görünüyor: Çünkü ben, yiyorum, içiyorum, boş duruyorum, helâya gidiyorum, banyo yapıyorum, uyuyorum, yahud havalandırmaya çıkıyorum, vesaire, vesaire… NYMPHALAR’ın tekidli iğnelemeleri içinde olduğundan, onlara da cevab olmuş bir YEVMİYE’yi aktarıyorum: “Bir yazıda kendi kendimizle imtihan hâlinde olduğumuz için, mütemadiyen beğenmeyiz, yazarız… Farkında olmadığımız şeyler oluyor hayatımızda, içimizde bir şey pişiyor, biz farkında olmuyoruz, pişiyor, pişiyor ve birden detay gibi görünen, bir vesileyle patlayıveriyor… Patlama ânlarının mâziye doğru psikolojik pırıltıları; işte KAFA KÂĞIDIM’da düşündüğüm o!”

TİLKİ GÜNLÜĞÜ, muradım bakımından, tam 7 sene 24 saatime hâkim örtülü veya açık, mesaimi ifâde eder: “İçimizde bir şey pişiyor, pişiyor” da, bu dilden kim ne anlıyor ve hayatı böyle mi görüyor? Eğer, Tilki Günlüğü’nün açtığı yoldan gelen eserlerim olmasaydı, tıbkı kutubtaki bir kayaya oturmuş, temessülü gitmiş adam hâli, o eserin yazılış sürecindeki imkânsızı anlatırcasına bir tatsızlıktaki sıkıntım da anlaşılmayacaktı. TELEGRAM’da yaşadığım hâdiselerin kuru naklinin, bana neye mâlolduğu malûm. DÜŞÜNEN ADAM HEYKELİ’ne komşu oldum.»

Bizim ekleyeceğimiz ise şu kadarcık: “Düşünen Adam” heykeline aradan geçen bunca yılın ardından yine komşu olan MÜTEFEKKİR Salih Mirzabeyoğlu, ülkemizde düşünceye ve düşünce adamına verilen değerin, “düşünen adam”ın başkalarınca nasıl ve nereye lâyık görüldüğünün de “heykelleştiği” isimdir aynı zamanda. Bir ülke ve toplum adına “tarihe geçecek” ne büyük utanç!..

Tarih Muhasebesiz Bir Tarih Didişmesi

 – “Sağ, muhafazakâr, İslâmcı siyasetler, aslında öteden beri, bazı tarihsel kodlar üzerinden Cumhuriyet, modernleşme ve laikliği eleştiri konusu yapmaya çalışıyor. II. Abdülhamit’i İslâmcı bir sultan halife olarak kutsuyor, Vahdettin tartışması üzerinden Milli Mücadele anlatısına karşı çıkıyor, Lozan’ı bedeli halifelik ve İslâmi kimlik olan bir hezimet ve dahi ihanet vesikası olarak görüyor. Sağ, muhafazakâr, İslâmcı siyaset geleneği Kemalist resmi tarih yazımcılığına karşı, özellikle ellili yıllardan itibaren alternatif bir tarih anlatısı kurguluyor, siyasi iddialarını bu kurgu içine oturtuyor. Bu anlatıya göre, Osmanlı modernleşme hareketlerinin tümü, İkinci Meşrutiyet’in ilanı ve nihayet Cumhuriyet’in kuruluşu; İslâma karşı savaş yürüten Batılıların komplosu ve bu komploya hizmet eden bir ihanetler zinciri. Mesele özetle bu, “değil” diyen beri gelsin!””

Böyle demiş Nuray Mert, Cumhuriyet gazetesindeki 3 Ekim 2016 tarihli “Mesele Lozan Değil” başlıklı yazısında. Kendi zâviyesinden yaptığı genel bir “durum tesbiti” olarak doğru mu; doğru. Evet ama mesele sadece bu değil. Türkiye’de “İslâmcı siyaset” diye kestirip attığınız kesim kim? Ve bu kesimin bir “tarih muhasebesi” var mı?

Gayet açık ve kesin bir hüküm olarak söyleyelim: Türkiye’de Necib Fazıl’dan başka “tarih muhasebesi” diye bir konuyu “mesele” edinmiş biri daha yoktur. Bu anlamda O’nun ortaya koyduğu “tarih muhasebesi”nde “çöküş”, o bahsini ettiğiniz Lozan’la veya Tanzimat hareketleriyle filan başlamaz. Daha derinlerden, Kanuni’den itibaren başlar. Ondan sonra “aşkını ve ruhunu kaybetmiş” devirler başlar. Lozan gibi bir sürece nasıl gelindiği, “tarih muhasebesi” olmadan anlaşılamaz ve anlatılamaz. Ayrıntısına girmeyelim.

Dolayısıyla, İslâmcı denilen siyasetçilerin çoğu da, İslâmî bir dünya görüşünü (Büyük Doğu) ortaya koymuş bir mütefekkirin (Necib Fazıl’ın) “tarih muhasebesi”nden habersizdirler. Bu sebeble de Nuray Mert gibi köşe yazarlarının bile dilinde, sanki Müslümanların “tarih muhasebesi”nde “çöküş” Lozan’la başlamış gibi bir algı oluşur. İslâmcı mücadele de böyle köksüz ve gerekçeleri ortaya konmamış bir hareketmiş gibi algılanır ve sorguya çekilir. Aslen böyle değildir fakat gömlek yanlış yerden iliklenince, “söylediklerinden” yola çıkarak muhatabın tenkid eder seni.

Durum böyle olunca, devamı da şöyle gelişir tabiî olarak:

– “Peki, böyle düşünenler olamaz mı, tabii ki olur. Hadi geçmişte yasal sınırlar, baskılar sonucu görüşlerini açıkça dile getirmiyorlardı, ama artık daha açık konuşsunlar ki hakkıyla asıl tartışmayı yapabilelim. Zira, laiklik, modernlik, Cumhuriyet gibi temel kavramları açık ve dürüst bir biçimde tartışmadığımız sürece, didişme bitmediği gibi, ikiyüzlülük ortalığı kaplıyor. “Laiklik İslâma, bizim inancımıza ters” diyen açıkça söylesin, dahası alternatif olarak nasıl bir din-siyaset ilişkisi önerdiğini izah etsin, tartışalım. Kim ne kadar ikna oluyor ortaya çıksın, mesela Medeni Kanun’un yerini şeri kanunun almasına dindar, muhafazakâr, İslâmcılar ve bilhassa bu çevrenin kadınları ne diyor, bilelim. Hilafetten ne kastediyorsunuz? Velev ki arzuladığınız gibi Türkiye hilafetin merkezi oldu, dünya Müslümanları bu işe ne diyecek anlayalım. Velev ki, Lozan çok ama çok yanlış bir anlaşma, kandırmaca idi, Musul, Halep böylece elden gitti, Yunan adalarını alacakken gaflet ile Yunanistan’a terk ettiler, geri mi alacaksınız? Hem de daha Suriye’de 45 kilometre derinliğe ulaşılamamış, güvenli bölge gibi meşru bir talebi bile uluslararası çevreye kabul ettirememişken!”

Nuray Mert

Biz tartışmaya ve bu konularda görüşlerimizi açıklamaya hazırız. Üstelik Haliç Kongre Merkezi’nde Salih Mirzabeyoğlu her kesimi bu temel meselelerde “kendini ifade etmeye” davet etmiş ama hiçbir kesimden “ses” çıkmamışken… Tüm bu sessizliğe rağmen, hazırız. Ama İslâmcı siyasetin bu konuda “günübirlik refleksleriyle” de bu geminin yürümeyeceğini anlaması lazım değil mi?

Yani dünya görüşünüz yoksa, buna bağlı bir “tarih muhasebeniz” yoksa, günübirlik siyasi atraksiyonlarla ortalığa dökülürseniz, sözkonusu yazısının devamında yaptığı şekilde Nuray Mert gibileri sorarlar adama:

– “Saltanatın kaldırılmasına ne diyorsunuz, konu “Osmanlı gücüne ihanet”se o da ihanet mi, değilse niye? Neden Cumhuriyet’i tercih ediyorsunuz? Laiklik Batı icadı, milli bünyeye karşı da demokrasi “Batı icadı” değil mi? Niye halkımız “demokrasi” uğruna şehit oluyor, Şehitler Günü ilan ediliyor? Madem konu evrensel değerler falan değil, Batı icadı, “Batı’nın İslâm dünyasını boyunduruk altına alma aracı”, yüzyıldan uzun zamandır neden karar veremediniz “Batı’nın nesini alalım, nesini almayalım” meselesine. Kapitalizm de Batı icadı değil mi, neden ona karşı çıkmak bir yana, bunca sarılıyorsunuz?”

Açık söyleyelim: Bu soruların muhatabı olarak biz kendimizi görmüyoruz. Neden? Çünkü ne şehitlerimiz “demokrasi şehidi”, ne bizim mücadelemiz “laik cumhuriyeti” koruma kollama mücadelesi. Büyük Doğu-İBDA fikir ve aksiyon hareketinin hedefi-hedefleri bellidir. Biz “demokrasi”yi “en iyi yönetim biçimi” filan olarak görmeyiz. Dileyenler Salih Mirzabeyoğlu’nun “Başyücelik Devleti-Yeni Dünya Düzeni” isimli eserini okuyabilir. Bizim davamız belli, bizim derdimiz belli, yolumuz belli.

Üstelik “İslâmcı siyasetçiler”i bir kenara bırakırsak, Müslüman Anadolu halkının derdi de “laik cumhuriyet” filan değil. Bunu 15 Temmuz’da hep beraber gördük.

Bugün gelinen noktada, İslâmcı siyasetin kendini “muhasebe etmesi” gerekmez mi? 1950’lilerden bu yana Üstad Necib Fazıl’ı dinlemeyen siyasetçiler, bugün hâlâ aynı inatla Büyük Doğu-İBDA’yı, onun ortaya koyduğu fikri, aksiyonu, siyaseti, tarih muhasebesini görmezden gelmeye devam mı edecekler? Fetö gibi bugün artık ahtapot gibi her yanımızı sarmış bir “zihin sulandırma” örgütünü, yıllarca “hocaefendi” diye başımıza musallat edenlerin bir kısmı da, bu ülkenin siyasi, ahlâkî, İslâmî “güdücüleri” değil mi? İbda’yı da, ona tâ 1990’larda “Fettoş” dedi diye, onun “Batı ajanı” olduğuna dair yayınlar yaptı diye dışlayan aynı zümre değil mi?

Dünya görüşünüz yoksa, ferasetiniz yoktur, basiretiniz yoktur. Bugün söylediğinizi yarın yalanlamak zorunda kalmaktan bıkmadınız mı diye sormadan edemiyoruz.

Haftalık Baran Dergisi, 6 Ekim 2016

Kütübhâneler Savaşı

 Helenistik dönemde İskenderiye Kütübhânesi, devrinin en prestijli kütübhânesiydi. Antik dünyada, kütübhâneler bir güç ve kudret işareti sayılıyordu. Bu sebeble, neredeyse bir savaş sürüyordu kütübhânelere sahib olan krallar arasında. En iyi Yunan kütübhânesine sahib olmak, en iyi ve en güçlü krallık anlamına geliyordu. Mısır’daki İskenderiye kütübhânesinin en büyük rakibi ise Bergama’daki Bergama kütübhânesiydi. Ve bu iki kütübhâneye sahib krallar arasında müthiş bir gizli savaş sürüyor, birbirlerine karşı acımasız komplolar kuruyorlardı.

Sofokles ve Homer’e ait yaklaşık 500.000 yazılı metnin bulunduğu İskenderiye Kütübhânesi, Büyük İskender tarafından kurulmuş olsa da, ilk olarak Kral I. Ptolemaios tarafından canlandırıldı. Ptoleme Hanedanlığı zenginliğin getirdiği güçle, dört bir yandan en önemli yazma kitabları toplamış, diğer kütübhânelere hatırı sayılır bir üstünlük sağlamıştı. Bergama kütübhânesi ise 200.000 yazılı metinle, İskenderiye kütübhânesini takib ediyordu.

Öyle ki yarış, en eski Homeros yazmalarının kimin elinde olduğuna dair araştırmalara kadar varmış, her iki kütübhânenin sahibi krallar, zorbalıkla, hile ve komplo ile “kitab avına” çıkmışlardı. Kitab için kan dökmeye hazırlardı. Kütübhânelerde çalışan ilim adamlarını ellerinde tutabilmek için oldukça yüksek ücretler ödeyen krallar, birbirlerinden ilim adamı transfer etmeye bile başlamışlar, hattâ ellerindeki ilim adamlarını başkasına kaptırmamak için hapsettikleri de rivayet edilmiştir.

New York Üniversitesi’nde Eski Klasikler profesörü olan Lionel Casson, “V. Ptolemy’nin, dilbilgisi uzmanı ve eleştirmen olan Byzantionlu Aristophanes’i, Bergama’daki akademiye katılmak üzere İskenderiye’den ayrılabileceği dedikodularını duyduktan sonra hapsettiği söylenir” diye yazar.

Hattâ Ptolemaioslular, Bergama Kütübhânesi’ni zor durumda bırakmak için Bergama ile yaptığı papirüs ticaretini durdurur. Ki papirüs kitabın ana maddesidir. Bu durum, Bergamalıları elbette durdurmaz, neticede Bergamalılar parşömeni icad eder.  Her ne kadar, parşömen denilen, derilerin gerilerek yazılacak hâle getirilmesi işlemi, Doğuda uygulanagelen bir teknik olsa da, Bergamalılar bu tekniği geliştirerek, “parşömen” ismini vermişlerdir. Ki, parşömenin Latince karşılığı, “Bergama kağıtları” demektir.

Tüm bu politik çekişmeler elbette Eski Yunan medeniyetinde kütübhânelerin gelişmesine sebeb olsa da, onların yok olmasına engel olamamıştır. İskenderiye kütübhânesi tek nüsha eseri kalmamacasına yok edilmiştir ama kimin yok ettiği tartışmalıdır. En güçlü iddia şudur: M.S 391 yılında Roma’nın Mısır valisi olan Theophilos, İmparator I. Theodosius’un emriyle, kütübhânede bulunan eserlerin eski pagan inançlarının devam etmesine sebebiyet verdiği için kütübhânedeki eserleri yaktırmıştır. Bergama kütübhânesinin akıbeti de, İskenderiye’ninkinden farklı olmamıştır.

Şimdi tarihin derinliklerinde yaşanmış bu “kütübhâneler savaşı”ndan elimizde kalan nedir? Kütübhâneye ve kitaba, güç ve kudret için verilen bu “aşırı değer”, neticede, başka bir kral tarafından hiç de öyle değerlendirilmemiş, “pagan kültür eserleri” olarak görülüp imha edilmiştir. Öyleyse, “aşırı değer”den bize kalan bir “yokluk” olmuş oluyor. Çünkü, ilim adamlarının gözünde çalışma alanı olan “kütübhâneler” politik bir güç hâline gelince, sadece “daha eski kitab bende” fetişizmine dönüşmüş, kitabın içindeki değerle, onu elinde tutanın elde ettiği güç arasında herhangi bir bağ kalmamıştır. Öyleyse, İskenderiye kütübhânesi, Romalılar onu yakmadan evvel zaten kendi kendini imha etmişti diyebiliriz kolayca…
Aradan yüzyıllar geçtikten sonra, yakılma sırasını bekleyen kütübhâne Endülüs’tedir. Endülüs Emevileri’nin bir ilim ve irfan yuvası hâline getirdikleri Endülüs, her dinden, her kültürden eserleri bünyesinde barındıran kütübhânesi ve ilim adamları ile tarihe damgasını vurmuştu.

Endülüs şehirlerinde, zamanın en büyük kütübhâneleri kurulmuştur. Meselâ II. Hakem tarafından yaptırılan 400.000 kitab kapasitesine sahib saray kütübhânesi bunlardan birisiydi. II. Hakem Kayrevan, Dımaşk, İskenderiye, Bağdat gibi ilim merkezlerine memurlar yollar, oralarda yayınlanan kitabların ilk orijinal nüshalarını temin ettirirdi. 400.000 cildi aşan el yazmalarından oluşan bu kitablığın kataloğu ise her biri 50 yapraktan oluşan 44 cilt tutmaktaydı.

Ayrıca hemen her şehirde kütübhâneler olduğu gibi, kendi hânelerinde değerli kitabları toplayan ilim adamlarının da kütübhâneleri mevcuttu. Antik Yunan filozoflarının pek çok eserinin de bu kütübhânelerde nüshaları bulunmaktaydı. Dünyanın dört bir yanından gelen ilim ve fikir adamlarının buradaki eserleri kendi ülkelerine götürerek tercüme etmeleriyle, Batı’da Rönesans hareketlerinin temeli atılmış oldu.

Ancak Endülüs’ün bilge hükümdarları, Ortaçağ’ın dipsiz kuyularında boğulan Batılı ilim ve fikir adamlarına da kucağını açmış; kütübhânelerini, ilim irfan yuvalarını herkesin kullanımına açmıştır. Ne kitabı, ne de kütübhâneyi bir güç ve kudret aracı olarak “fetişizme” kurban etmemiştir. Neticede Endülüs kütübhânelerindeki binlerce kitab, İspanyol istilaları sırasında yakılmış, yağmalanmış, satılmış, dağıtılmış olsa da, (Babü’r-Remle Meydanı’nda 1 milyon cilt kitab yakılmıştır), Endülüslü hükümdarlar, kitabın verdiği güç ve kudrete değil de, içindeki bilgiye verdiği değerle anılmışlardır. Bugün dünyanın dört bir yanında Endülüs kütübhânelerinden kurtarılmış kitablar vardır. Afrika’dan İngiltere’ye, Hindistan’dan Fransa’ya kadar…

Pierre Curie’ye atfedilen bir söz vardır ki, hakikati andırır bir yönü var. Şöyle diyor: “Onlardan (Endülüslü Müslümanlardan) bize otuz kadar kitab kaldı ve bu sayede ancak atomu parçalayabildik. Eğer yakılan milyonlarca el yazması kitabın yarısı kalsaydı çoktan galaksiler arasında geziyor olacaktık.” (*)

İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu, “Büyük Muztaribler” eserinin birinci cildinde, İngiliz yazar Marmaduke Pickthall’in özellikle Endülüs’ün ilim merkezlerinin, Hristiyan ülkelerdeki düşünce ve ilim adamlarına tesirlerinden, Batı’daki Rönesans hareketinin başlamasına bu ilim ve düşünce alışverişinin temel olduğundan bahsettiği sözlerine yer verir. Pickthall, Felsefe, Tıb, Astronomi, Kimya alanında Batı’da görülen fışkırışın, eser eser, isim isim, hangi Müslüman âlimden “çalındığını” anlatır. “Atıf” olarak dahi Müslüman âlimlerin isimlerini anmayan, çaldığı her şeyi kendi buluşu ve malı olarak takdim eden Batı’nın bu ikiyüzlülüğüne dikkat çeker. Şöyle der İbda Mimarı:

– “Ortaçağ karanlığı içinde domuz hayatı yaşayan Avrupa’nın İslâm’dan aldıklarıyla ihya oluşu ve kendine temel edindiği eski Yunan’ı da Müslümanlardan tanıması hakikati… “Amerika’nın keşfi” misâlinden başlayarak söylediklerimizi, kronolojik tarih devrelerinin de –en azından imaj olarak- Avrupa’nın “ben” merkezli tekâmül anlayışına uygun hâle getirilmiş olması ikazıyla bitirelim… “İlkçağ filozofları”… Kime göre İlkçağ?.. Bu sorunun ardından, -Doğu ve Batı ayırımı hakkında söylediklerimiz baki kalmak üzere-, İlk İnsan’dan başlayan İslâm’la var olan ve İslâm hükmüyle nihayete erecek bir “insanlık keyfiyeti”nin macerası hâlinde, Hind ve Çin’den Amerikan yerlilerine ve Afrika düşüncesine kadar açılacağımızı belirtelim… “İslâm merkezli” olarak!..” (s. 145)

Velhasıl, kütübhâneler savaşı, her ne kadar bugün kütübhâneler “fetişizm” kurbanı olarak “nesneleşmiş” mekânlar hâline gelmişse de, tefekkür alanında sürüyor diyebiliriz. Ama şöyle bir problem var; bu savaşı bugün İslâm adına tek başına veren “mihrak şahsiyet” Salih Mirzabeyoğlu’dur. Yıllarca “Batı’nın iyi yönlerini alalım” edebiyatı yapan fakat bunun nidüğünü ve nasılını ortaya koyamayan gevezeliklere karşı, Büyük Doğu-İbda kütübhânesinin “şuur süzgeci”, “tenkid şuuru”, tek başına destansı bir mücadele veriyor. Bu mücadele, yangın yerine dönmüş İslâm dünyasının ayakta kalan tek kalesidir. O kaleye sığınmak yetmez, o kaleyi her türlü silahıyla, düşüncesiyle, kalemiyle, fırçasıyla, eseriyle tahkim etmek, hayata katmak, güç vermek, savunmak gerekir…

*Erol Toy, Cumhuriyet Gazetesi, 30 Temmuz 1979

Baran Dergisi 518. Sayı

Bir Ucuzcu ‘Tasarım’

 “Hayvanlardan Tanrılara Sapiens” isimli kitabı neredeyse tüm dünya dillerine tercüme edilen Yuval Noah Harari, isminden de anlaşılacağı üzere İsrailli bir dünya tarihçisi. 1976’da doğdu. 2002’de Oxford Üniversitesi’nde tarih doktorasını tamamladı. Kudüs İbrani Üniversitesi’nde “Dünya Tarihi” dersleri verirken yazdığı kitapla birden tüm dünyada tanınan bir yazar haline geldi. İkinci kitabı da, “Homo Deus – Yarının Kısa Bir Tarihi” adını taşıyor. Dünya tarihini ve günümüzü karşılaştırdığı ve bir gelecek tasavvur ettiği yazılarında, ekonominin “din” yerine geçtiğini, geleceğin dininin ise “teknik-teknoloji” olduğunu vurguluyor. Elbette bunları bir “bilim adamı soğukkanlılığı” ile anlatıyor, kendi düşüncesi nedir, onu pek anlamıyorsunuz (!). Evrimci bir bakış açısıyla yazdığı “Hayvanlardan Tanrılara Sapiens”te şöyle yazıyor:

– “Tamamen bilimsel bir bakış açısıyla bilebildiğimiz kadarıyla, insan yaşamının hiçbir anlamı yoktur. İnsanlar belirli bir amacı olmayan ve körlemesine ilerleyen evrimsel süreçlerin sonucudur ve faaliyetlerimiz ilahi bir kozmik planın parçası değildir. Dünya yarın patlayarak yok olsa, evrende hiçbir değişiklik olmazdı; tahmin edebileceğimiz kadarıyla insanların kendilerine dair anlam arayışı ve öznelliklerinin eksikliği de pek hissedilmezdi. Bu yüzden, insanların yaşamlarına atfettiği herhangi bir anlam sadece sanrıdan ibarettir.” (s. 382)

“Homo Deus”ta bu temel düşüncesini açıyor:

– “Serbest piyasa kapitalizmi, sebep olduğu kaygıları büyük ölçüde yatıştırma gücüne sahip olduğu için bu kadar yaygın bir ideoloji hâline geldi. Kapitalist düşünürler durmadan bize telkin etti: “Merak etmeyin her şey yoluna girecek. Ekonomi büyüdüğü sürece piyasanın görünmeyen eli her şeyin çaresine bakacak.” Böylece kimse ne olduğunu, nereye gittiğimizi anlamadan göz açıp kapayıncaya kadar büyüyen, gözü doymayan bu kaotik sistem kutsandı. (…)

Serbest piyasa kapitalizmine sövmek bugünlerde entelektüel çevrelerin gündeminde. Dünyamız kapitalizmin hakimiyeti altında olduğuna göre, gelecekte bir kıyamete yol açmadan eksiklikleri tespit etmeli ve anlamaya çalışmalıyız. Kapitalizmi eleştirirken faydalarını ve marifetlerini de görmezden gelemeyiz. Gelecekte yaşanacak muhtemel ekolojik felaketi saymazsak ve ölçütümüz üretim ve büyümeyse kapitalizmin şu âna dek harikalar yarattığını kabul etmeliyiz. 2016’da stres dolu ve karmaşık bir dünyada yaşıyor olabiliriz, ancak yıkım ve şiddetle geleceği söylenen kıyamet alametleri henüz belirmedi. Daimi büyümenin ve küresel işbirliğinin abartılı vaatleriyse yerine getirilmiş durumda. Ara ara ekonomik krizler ve uluslararası savaşlar yaşasak da kapitalizm uzun vadede kıtlığı, salgınları ve savaşları engellemekle kalmadı, onları yenmeyi başardı. Binlerce yıl boyunca din adamları insanların bu illetleri kendi başlarına yenemeyeceklerini öne sürdüler. Yeni dönemin aktörleri bankacılar, yatırımcılar ve sanayicilerse iki yüzyıl içinde tümünün üstesinden gelmeyi başardılar.

Sonuç olarak modern sözleşme eşi benzeri görülmemiş bir kudret vaadinde bulundu ve sözünü de tuttu. Peki bedeli ne oldu? Modern sözleşme güce karşılık anlamdan vazgeçmemizi istiyor. İnsanlar bu korkutucu taleple nasıl başa çıkabilir? Anlamdan vazgeçmek dünyayı ahlak, güzellik ve merhametten mahrum, karanlık bir yere dönüştürecektir şüphesiz. Ancak insanevladının bugün sadece hiç olmadığı kadar güçlü değil aynı zamanda bir o kadar da uyum ve işbirliği becerisine sahip olduğu gerçeği de ortada. İnsanlar bununla nasıl baş ediyor? Ahlak, güzellik, hatta merhamet; tanrıların, cennetin ve cehennemin olmadığı bir dünyada nasıl var olacak? Kapitalistler bu soruyu yanıtlarken, her zaman olduğu gibi, piyasanın görünmez elini övmekten geri kalmıyor. Ne var ki piyasanın eli sadece görünmez değil aynı zaman da kör de; bu yüzden insan toplumunu tek başına kurtarması mümkün değil. Tek bir ülke pazarı bile bir tür tanrı, kral ya da dini kurum olmadan kendini idame edemez. Mahkemeler ve polis dahil olmak üzere her şey satılığa çıktığında güven uçar gider, krediler çarçur olur, işletmeler batar. Peki modern toplumu çökmekten ne kurtardı? İnsanevladı aslında arz ve talep kanunu tarafından değil, devrimsel nitelikte yeni bir dinin yükselişiyle kurtuldu: Hümanizm. (…)

Tarih boyunca peygamberler ve felsefeciler; büyük kozmik plana duyulan inanç olmazsa düzen ve birliğin yok olacağını iddia etmişlerdi. Bugünse kozmik bir tasarıya inanmaya devam edenler; küresel düzen karşısındaki en tehditkar unsurlardır. Allah’tan korkan Suriye, seküler Hollanda’dan çok daha şiddet dolu.” (s. 347, 348, 349)

Böylece bizdeki “din düşmanlarının” nerelerden beslendiğini de görmüş olduk. Şu argümanı bizim muhalif medyada çok görmüştük çünkü: “Allah’tan korkan Suriye, seküler Hollanda’dan çok daha şiddet dolu.”

Çok “akıllı bir tasarım” ile karşı karşıyayız. Ahlak, din ve maneviyatın yerine “Kapitalizm” dininin koyduğu şey Hümanizm. Böyle diyor yazar. Tabiî bu bakış açısında, kökenlerinin etkisini gayet rahat söyleyebiliriz. Çünkü, “Homo Deus” kitabı boyunca, Hristiyanlığı ve Müslümanlığı tenkit ederken Yahudilikten hiç bahsetmemesi de kendisini ele veriyor.

Hümanizmini de şöyle açıklıyor:

– “Anlamsız ve kanun tanımaz varlığımızın panzehri, dünyayı geçtiğimiz yüzyıllarda fethetmiş yeni bir devrimci öğreti olan hümanizmin ta kendisidir. Hümanizm dini insanlığa tapınarak, Budizm ve Taoizmde doğa kanunlarının, Hıristiyanlık ve İslamdaysa Tanrı’nın oynadığı rolü insana devretmek istiyor. Büyük kozmik plan insanların hayatına bir anlam kazandırırken, hümanizm bu ilişkiyi tersine çevirerek insan deneyimlerinin kâinatı anlamlandırmasını bekliyor. Hümanizme göre insanlar kendi iç deneyimleri üzerinden sadece kendi yaşamlarının değil tüm evrenin anlamını devşirebilmelidir. Hümanizmin ilk emri de budur: Mânâdan yoksun dünyaya bir anlam kazandırınız.” (s. 358)

Farkettiyseniz yine “Yahudilik” yok.

Gerek kitabında, gerekse konuşmalarında öyle şeyler söylüyor ki, tüm felsefeyi, metafiziği, insanın varoluşuna dair “endişe”leri, ruha ve ruhiliğe dair her şeyi kökünden silip atıyor: “Yok öyle bir şey! Sen bu dünyada varken veya yokken, hiçbir şey değişmeyecek.” Sonra da insandaki bu “anlam arayışı” ihtiyacının varlığını kabul edip, nasıl tatmin edebileceğini izah ediyor. Bir yandan insanın “fert” olarak “anlamsız” olduğunu söylüyor, birlikte hareket etmenin, topluluğunun bir değer ürettiğini söylüyor, diğer yandan insanın teknik ve teknolojik gelişmelerle ulaşacağı yerin varlığının da anlamsızlaşması olacağı iddiasını savuruyor. Türkiye’de verdiği bir röportajda da şöyle diyor:

– “Eski tanrıların ötesine geçeceğiz. İncil’deki tanrının yapabildiği tek şey organik canlılar. İnsanlar, 4 milyar yıllık evrimden sonra organik olmayan canlıları üretmeye, yaşam formlarını üretmeye çalışıyor. Bu artık bir metafor değil. Ama tanrısal yetenekler kazanıyorsanız tanrısal sorumluluklar da elde etmelisiniz.”

Görüldüğü üzere, “akıllı bir tasarım” olarak pazarlanan, hatta “proje” olduğunu düşündürten bu adamın düşüncesindeki “basit ve yüzeysel” çıkarımları okuyup hoşlanan çok insan var. Bu kadar popüler bir “bilim adamının”, “evrim teorisini” insanın kökenini açıklamada kullanması ve insanın “anlam arayışının anlamsızlığını” savunması, bir yandan “kapitalizmi” eleştirir gibi yaparken yüceltmesi, diğer yandan “insanın tanrılaşması”nı yererken idealleştirmesi, kitabını okuyan gençlerde bir “hayranlık” uyandırıyor. Gençlerin yoğunlukla takip ettiği blog ve sözlüklerde bunu müşahede etmek mümkün. Tüm dünyada milyonlarca satan kitaplar yazmasının altında da, “herkesin ağzına bal çalması” yatıyor. Tabii, kullandığı “dil”in basitliği de çok satmasında en büyük etken.

Ucuzcu yazarın beş para etmez ve her biri diğeriyle çelişkili fikir çöplerinin bu kadar rağbet gördüğü bir memlekette biz de “Büyük Doğu-İBDA” gibi gerçekten pahalı ve nadide “bütün” bir fikri savunuyoruz. Deli miyiz, neyiz!..

 

Kaynak

Yuval Noah Hariri, Homo Deus – Yarının Kısa Bir Tarihi, Kollektif Kitap, İstanbul 2016

 

Haftalık Baran Dergisi, 9 Şubat 2017

Kıyamet Kütüphanesi ve Gelecek Senaryoları

 Şöyle bir haber düştü gazetelere: “Norveç, Küresel Tohum Kasası’nın ardından şimdi de Kıyamet Kütüphanesi’ni açtı.” Başlık ürkütücü: Kıyamet Kütüphanesi.  Kıyametten kasıt, büyük bir âfet, yok oluş. Nitekim haberde “nükleer saldırılara dayanıklı” olmasını vurguluyor ki, insanlığın kendi kendini imhasına karşı “bilgiyi” korumaya yönelik bir çaba kasdı anlaşılıyor. Haber şöyle devam ediyor:

– “Kütüphanenin amacı, en hassas ve yeri doldurulamaz bilgiyi gelecek kuşaklar için dijital ortamda koruma altına almak. Kuzey Kutbu Dünya Arşivi de, küresel tohum kasasının yer aldığı Svalbard Adası’ndaki Longyearbyen’de bir madenin içine inşa edilecek. Bu bölge, nisbî olarak felaketlerden korunaklı bir bölge.

Kitaplıkta bütün bilgi ‘offline’ olarak saklanacak ama gerektiğinde ve istendiğinde bilgiye erişim sağlanabilecek. Mahzenin içinde optik fiber bağlantı ile yüksek hızlı internet var. Tıpkı küresel tohum bankasındaki gibi, kutup dünya arşivi de nükleer ve elektromanyetik maddeleri geçirmeyecek şekilde tasarlandı. Öyle ki dünya ekonomisi çökse dahi, burada korunan bilgi güvende olacak.

Kuzey Kutbu dağlarının donmuş toprağı içinde çok derinlerde ve 42 devletin onayıyla silahsızlandırılmış bir takımada üzerinde yer alması, bu bölgenin bir mahzen (banka, kasa, kütüphane) inşa etmek için dünyanın en güvenli yer olduğunu isbatlıyor.

Proje, Norveç devletinin sahip olduğu bir kömür madeni şirketi olan Piql and Store Norske Spitsbergen Kulkompani’ye ait. Şirket, güvenli depolama ve 1000 yılın üzerinde uzun dönemli dijital koruma teknolojisini geliştirmiş. Norveç, Brezilya ve Mexico, en önemli bilgilerini ve kayıtlarını burada depolamak için imza veren ilk ülkeler. Dünya üzerindeki herhangi bir ülke, otorite, organizasyon, şirket yahut fertler burada bilgilerini güvenle saklayabilecek.

Dünya Arktik Arşivi, dünyadaki tek ‘kıyamet kütüphanesi’ değil. ABD’nin Kuzey Carolina eyaletindeki ‘Survivor Library’ kütüphanesinde, insanlığa medeniyeti yeniden inşa etme konusunda yol gösterici 7 bin kitap bulunuyor.”

Kıyamet senaryoları, dünyanın bir gün, ya nükleer felaketlerle, ya biyolojik silahlarla, savaşlarla yok edileceğini yahut tabiî âfetlerle, sular altında kalarak, depremlerle, güneş patlamalarıyla, yıkılıp parçalanarak yok olacağını varsayıyor. Holywood filmlerinde de bu konu oldukça fazla işlendi. Bu filmlerde de genellikle tabiatın dengesinin bozularak dünyanın sonunun geleceği anlatıldı.

Dünyanın sonu geldiğinde, hakikaten kıyamet koptuğunda ise buzullardaki mikrofilmlerden yararlanarak medeniyeti yeniden inşa edecek insan kalmayacağına göre, Norveç’teki şirketin, bu kütüphanede saklayacağı kitaplardan “şu ânda” elde edeceği gelir yanına kâr kalacak gibi görünüyor.

Meselenin ilginç tarafı, Batılıların “istikbale dair” beklentisinin artık “kıyamet” olması. Buna yönelik yatırımlar yapması. Meselâ, dünya yok olursa diye uzayda hayat arayışları…

Bunun yanında, gelecek senaryoları da var. ABD her beş yılda bir, ABD’deki istihbarat kuruluşlarını bünyesinde toplayan Ulusal İstihbarat Direktörlüğü’ne bağlı, Ulusal İstihbarat Konseyi tarafından, gelecek senaryosu raporu yayınlıyor. En son hazırlanan 2012 tarihli “Küresel Eğilimler 2030: Alternatif Dünyalar” raporunda, 2030 yılını bekleyen en iyi senaryo, ABD, Avrupa ve Çin’in işbirliği içinde başı çektiği bir dünya, en kötü senaryo ise devletler arasında geniş çaplı ihtilafların oluşması olarak gösteriliyor. Türkiye’yi orta katmanda ülkeler olarak, Kolombiya, Endonezya, Brezilya gibi ülkelerle bir arada zikreden raporda, (raporu kaleme alan) Mathew Brows, Türkiye’nin Ortadoğu’ya model olması gerektiğinin altını çiziyor. Yâni Türkiye bu senaryoya göre rolünü iyi oynayamadı ki, raporda “şişeden cin çıkması” olarak adlandırılan durumlar, Kürdistan meselesi gibi, gündeme geldi. Velhasıl ABD, şişeden cini de kendisi çıkarıyor. Tabiî ki son tahlilde, Batının gelecek senaryoları, genellikle İslâm dünyasının “kıyameti” anlamına geliyor

Bütün bunlardan sonra Türkiye’ye dönüp baktığımızda, henüz kendi medeniyet mirasını tam anlamıyla ortaya çıkaramamış, müzeler ve kütüphaneler bakımından üçüncü dünya ülkelerinden farksız bir manzara çıkıyor ortaya. Misâl, Türkiye’nin bu anlamda bir “istikbal senaryosu” var mıdır derseniz, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “2023 vizyonu” olarak sık sık tekrar ettiği bir şey var. Ama muhtevası hakkında birtakım spekülasyonlardan başka bir şey bilmiyoruz. Yollar, köprüler, metrolar gibi maddiyattan öte bir muhtevası var mıdır acaba?

Geldiğimiz noktada, Batıda ve Doğuda, devletlerin “gelecek senaryoları” pamuk ipliğine bağlı siyasi ve teknik bir takım “değişmelere” dayanıyor. İnsana ve insanın istikbaline dair tek bir fikir kırıntısı göremiyoruz. İnsan ve toplum meselelerinin halline dair herhangi bir fikir ortaya koyamayan bugünün “dünya yöneticileri”, elitler, siyasiler, derece derece, hepsi kendi paçasını kurtarmanın derdinde.

Daha önce de yazmıştık. Türkiye’nin geleceği “Başyücelik”tir, Üstad Necib Fazıl ve Mütefekkir Salih Mizabeyoğlu’nun yazdığı bir senaryoyu yaşıyor gibiyiz, diye. Bu iki dehanın Türkiye’nin dününe, bugününe ve geleceğine dair ortaya koydukları görüşler birer birer gerçekleşirken, hâlâ kendi iç siyasi açmazları içinde debelenen siyasetçilerin de bu gerçeği bir ân evvel idrak etmeleri gerek.

“İstikbâl İslâmındır” isimli eserinde şöyle yazar Salih Mirzabeyoğlu:

– “Öyleyse; 21. yüzyıla kadar bütünlük şuurunu kaybede kaybede gelenlerin, MUTLAK FİKRİ eşya ve hadiselere tatbik edebilmek için neye ihtiyacı vardır? Bütün insan ve toplum meselelerinin hallinde kendisiyle YÜRÜYECEĞİMİZ ve kendisini de yürütmüş olacağımız sisteme; bütünlük şuuruna; görüş, inanış ve ölçülendirişte “Mutlak Fikir”e nisbet içinde olabilmek için gerekli ANLAYIŞ MİHRAKI’na; kısaca bütün insanî verim şubelerinde tezahür edecek ahlâkın ruh ve sistemine; tatbik fikrine, bunun şuuruna… Tek kelimeyle BÜYÜK DOĞU’ya!

İşin ön sözüyle son sözünü kendine bağlayan mânâ, Allah’ın Kur’ân’da buyurduğudur:

– “Allah nurunu tamamlayacaktır, kâfirler istemeseler de.” (Salih Mirzabeyoğlu, İstikbâl İslâmındır – Denenmemiş Tek Nizâm, İBDA Yay., 3. Basım, İstanbul 1995, s. 151)

Sadece Türkiye’nin değil, bütün İslâm âleminin “kurtuluş senaryosu”, İslâma Muhatap Anlayışın asrımızdaki temsilcisi Büyük Doğu-İBDA dünya görüşüdür. Bunu böyle kuru slogan olarak söyleniveren bir şey olarak düşünüyorsak yanılıyoruz. Zira bu, hâlihazırda “yaşanan”dır da!..

Haftalık Baran Dergisi, 6 Nisan 2017

Mütefekkir Mirzabeyoğlu’nun ‘Yağmurcu’ Eseri Vesilesiyle

 Salih Mirzabeyoğlu’nun ilk baskısı 1996 yılında yayınlanan “Yağmurcu-Gerçekliğin Peşinde” isimli eserinin ikinci baskısı geçtiğimiz günlerde çıktı. Kitab, ismini, Carl Gustave Jung’un Çin’de yaşayan arkadaşından naklettiği bir “Yağmurcu” hadisesinden alıyor. Eserde, akıl ve mantıkla açıklanamayan ve Batılıların “Parapsikolojik” olarak adlandırdığı hadiseleri örneklendirerek, bunların İslâm tasavvufu ve tefekkürü zaviyesinden “hakikatini” ortaya koyuyor. Bu tür “mistik-sırra dair” hadiselerin (Batı’da bile çoktan aşılmış olan fakat bizdeki “kuru akılcı”ların hâlâ kumda oynadığı) olabilirliği üzerinden, hem insandaki “din ihtiyacının” merkezî rolünü, hem de insan ruhunun derinliklerinde olan bitenlerin hakikatini işaretliyor. Kuru akılcılığın, önünde apışıp kaldığı bu tür olağanüstülüklerin mânâsını, yine İslâm aklıyla-selim akılla ortaya koyuyor Mirzabeyoğlu. Böylece “ruhçuluğun hakikati”ni de…

Akıl ve mantıkla açıklanamayan “olağanüstü hâller” deyince, elbette “keramet ve istidraç” bahislerini de davet ediyor bu mesele. Bilindiği üzere Allah dostlarından sadır olan olağanüstü hâllere “keramet” deniyor. Salih Mirzabeyoğlu, bu konuyu; “Velilerde tecelli eden kerâmetler, bağlı oldukları Nebilerin tasarrufundadır; bu yüzden iradesi Allah’ın iradesi olmuş velilerde tecelli eden kerametler, onların şahsî isteği ve ihtiyarı ile olmuş değildir…” şeklinde açıklar. Malûm olduğu üzere Allah dostları “keramet”e değil istikamete kıymet verirler. İstidraç, “sahte keramet” olarak adlandırılır ki, Mirzabeyoğlu “keramet ve istidraç” arasındaki farkı da şu şekilde açıklar: “Biri Allah’a ve Allah’ta seyr istikametinde tecelli eden bir harika, diğeri tümevarımın zafiyeti ile malûl ve kendi kendinden ibaret hiçlik mesabesinde bir hüner…”

İslâmcı geçinen “kuru akılcıların” İslâm Tasavvufu’nu reddindeki sahtelik de, “istidraç” nevinden bir olağanüstülük olsa gerek. Nitekim onlar, “olağanüstü” hâllere, hatta Resul’den sadır olan mucizelere burun kıvırıp, yan gözle bakarken, Batı’da veya Doğu’da “istidraç” nevinden meydana gelen olağanüstü hadiselere bir “Müslüman”(!) olarak yapacakları açıklama nedir? Öyle ya Müslüman çağından sorumludur, “halife”dir ya?

Yukarıda bahsini ettiğimiz “Yağmurcu” hadisesi şöyle anlatılıyor eserde:

– “Kiautschau bölgesinde korkunç bir kuraklık oluyor ve yöre halkı umutsuzluk içinde… Katolikler, protestanlar, yağmur için dua ediyorlar, Çinliler kutsal ateş yakıyorlar… Fakat hiçbiri işe yaramıyor… O zaman “Yöre Konseyi”, iç bölgelerden, Schantung’dan bir uzman, bir YAĞMURCU getirtmeye karar veriyor… Kendisini şehir kapısında karşılamaya geliyorlar ve soruyorlar:

– “Sizin için ne yapabiliriz? Arzunuz nedir?”

– “Şehir dışında küçük bir ev verin ve beni rahatsız etmeyin!”

Yağmurcu, küçük bir bahçeyle çevrili evine çekilip üç gün ortalıkta gözükmüyor… Dördüncü günün sabahı lâpa lâpa kar yağmaya başlıyor; bu mevsimde kar, en iyimser umutları bile aşan bir hâdise… Halk büyük bir coşku ile sokaklarda bağırıyor:

– “Yağmurcunun işi bu, yağmurcunun işi!”

Şehirden geçen arkadaşım, bu adamı görmeye gidiyor ve kendisine bunu nasıl becerdiğini soruyor… Çinli, büyük bir tevazu içinde cevap veriyor:

– “Oh! Bunu çok kolay açıklayabilirim. Ben Schantung’tan geliyorum; orada yağmur düzenli yağar, herşey düzenlidir, bu sebeple ben de düzen içindeydim. Kuraklığın hüküm sürdüğü Kiatschau’ya geldim, burada herşey düzensizdi, benim de düzenim bozuldu. Bu sebeple, sakin kalabileceğim ve DERİN DÜŞÜNCEYE DALABİLECEĞİM bir ev istedim. Üç gün-üç gece kendi kendime çalıştım ve eksik olan düzen yeniden kuruldu; kurulunca da yağmur yağmaya başladı!”

İslâm’a, yani ruhçuluğun hakikatine karşı olanlar, misâl Batılı bir ilim adamından gelince hemen mayışıyorlar: “Ah ne harikulade!”. “Allahsız ruhçuluk” onlara daha “hoş” geliyor. Çünkü “İslâm’ın tekliflerinden nefs hoşlanmaz”.

Ancak İslâm’a değil de “ruhçuluğuna” karşı olanlar (nasıl oluyorsa), Batı’dan veya Doğu’dan bu tür olağanüstülükleri “kuru” akılları ile nasıl izah ediyorlar acaba? Öyle ya “miraç mucizesini” bile türlü çeşit açıklamalarla akla uygun hâle getirmeye uğraşanların, ona nisbetle “alelâde” bu hadiseler karşısında söyleyecekleri ne var?

Şöyle yazar Mirzabeyoğlu:

– «“Batı’da Psikoloji’nin üç büyüklerinden biri ve hattâ en büyüğü olarak karşılanan C. G. Jung, uzun süre Çin’de yaşamış bir arkadaşından naklen anlatıyor” kaydıyla, “Yağmurcu” vakıasını vermiştik… Kâfirin de zıddından ruhçuluğun hakikatine bağlılığını gösteren bu güzel misâl, aynı zamanda düpedüz basitliği temsil eden maddecilere karşı, her işin ruhta olup bittiğini göstermesi bakımından ne kadar mânâlı!

Herşeyi bir iç âlem düzeni peşindeki tertip gayesine bağlı bilen ve bunun hakikatini temsil eden biz, kaba maddeciliğe karşı, zıddımızı temsil eden bir ruhçuluktan misâl veriyoruz ki, İslâm’a karşı olanların birbirlerini görebilmeleri için ayrıca mühim!

Olur olmaz “gerçekçi, gerçekçi değil” klişesini geveleyen dört köşe kafalar, kendi anlayışları içinde de anlaşılabilecek gerçeklerin buudlarını anlasınlar: Sözkonusu hâdise, belirli saatlerde belirli şeyler yapmaya, meselâ belli saatte saatin ziliyle uyanmaya alışmış bir adamın, zil çalmasa da o saatte uyanmasına benzer şekilde ruhî bir programlamanın eşyaya yöneltilmiş şeklidir.

Efendim bu, Batı’nın, mevzuundaki en büyük bir ilim adamının tasdik ettiği bir hâdise, bir hakikattir!»

Yağmurcu’da, tenasühten-reenkarnasyondan uzaylılara, aniden kaybolan insanlardan Bermuda şeytan üçgenine, zaman kaymasından kara deliklere ve simyaya kadar, pek çok “açıklanamayan” olağanüstülüklere dair, İslâm tefekkürünün getirdiği mânâlandırmaları okuyacaksınız. “Allahsız ruhçuluğun” sınırını; ilk insanın cennetten yeryüzüne gönderilen Hazret-i Âdem olduğuna inanmayan ama “uzaydan gelen adamlara” inananları; “Miraç”ı yalanlayan ama kurgu filmlerinde Miraç hadisesini yağmalayanları; türlü çeşit temelsiz mistik görüşlere kapılan ama İslâm deyince “akla mantığa aykırı” bulanları enselerinden yakalıyor İbda Mimarı bu eserinde. Böylece tâ 1996 yılında, bugün Kuantum vesilesiyle ayyuka çıkmış “Allahsız ruhçu” görüşleri nasıl değerlendireceğimizin ipuçlarına yer veriyor.

Son olarak eserin “Takdim”inden şu bölümü aktarmadan geçemeyeceğim:

– “Her türlü başıboş arayış verimini ve tesbit olunmuş her hakikati yerli yerince koymak; bir nevi ruh kamaşması uyandıran ve küfre geçit veren harikalara dair hâdise nakillerindeki telkin gücünü, misliyle geri döndürecek gerçek imân ve din kutbundan pencere açmak… Bunu misâllendirdik; misâllendirmek istedik!..”

 

Haftalık Baran Dergisi, 4 Mayıs 2017

Semih Kaplanoğlu ile Hayat, Sinema ve “Buğday” Üzerine

Röportaj: Gülçin Şenel | Fotoğraf: Yağmur Dinç Semih Kaplanoğlu Kimdir? Semih Kaplanoğlu, 4 Nisan 1963 tarihinde İzmir’de dünyaya geldi. Dok...