10 Şubat 2025 Pazartesi

Davos’ta Gündem Yeni Dünya Düzeni ve Telegram

 Takdim

Aşağıda okuyacağınız röportaj, Bloomberg HT televizyon kanalında yayınlandı. Röportajda Davos zirvesini takip eden Cüneyt Zapsu, Davos’un gündeminin çok farklı bir noktada, Telegram-Zihin Kontrolü meselesi üzerinde olduğunu söylüyor. Zapsu, Yuval Noah Harari[1] isimli bir profesörün oturumuna katıldığını söyledikten sonra, Yeni Dünya Düzeni’nin küçük bir elit grup tarafından yönetileceğini, bağımsız düşünebilen insan soyunun yok olacağının altını çiziyor. “Biyo-kimyasal, biyo-metrik sensörlerle” insanların ne düşüneceği, ne hissedeceği ölçülüp kaydediliyor diyor. Özetle yenidünya düzeninde insan, “düşünmeyen, hissetmeyen” fakat öyle olduğunu zanneden bir hale gelecek diyor. İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun “Telegram” üzerinden verdiği “metafizik dünya savaşının”[2] Davos’ta gündeme gelmiş olması ve “Yeni Dünya Düzeni buradan başlasın” çağrısının önemi bir kez daha anlaşılıyor mu? Tehlikenin farkında mısınız? Ve bu karanlıktan çıkış yolunun adresinin?..

***

CÜNEYT ZAPSU: “BAĞIMSIZ DÜŞÜNEN SON İNSAN NESLİYİZ”

 48. Dünya Ekonomi Forumu toplantılarından özel yayınlarımız devam ediyor. Yanımızda Forum’un kıdemli danışmanı Cüneyt Zapsu var. Efendim hoşgeldiniz yayınımıza. “Ayrışmış Bir Dünya” sloganıyla başladı. Dünya liderleri burada. Fransa’dan, Kanada’dan, Çin’den, tüm dünyadan liderler burada. Bugün Trump’ın da gelmesi ve yarın kapanış oturumunu yapması bekleniyor. Sizin gözlemlediğiniz, burada gelişen durum nedir?

Cüneyt Zapsu:  Şimdi “ayrışmış dünya” deniyor ama aslında çok daha farklı şeyler de var. Türkiye’de sanırım şu an saat 5’i geçmek üzere. Kaç kişi seyretti bilmiyorum ama işlerine gelir ve hoşlarına giderse de, bu dediklerimi anlatsınlar. Çok değişik bir mecraya değinmek istiyorum. O da, bakın Davos’ta G-7’nin 6 devlet başkanı burada. Yedincisi Japonya’nın da bütün bakanları burada. Misalen az önce konferans merkezinde Kanada başkanı elinde çantasıyla yürüyor. Veya yanımda holde Ürdün kraliçesi tek başına geziyor. Doğrudur herkes burada vesaire ama World Economik Forum siyasi bir sirk değil sadece. Siyaset değil zaten. Bakın 90’ların başlarında ilk gelmeye başladığımda “Kök Hücre” olayı konuşuluyordu. 15 sene sonra dünyada konuşulmaya başlandı. Veyahut yine hatırlıyorum 90’ların başında Bill Gates bugünkü akıllı cep telefonlarımızdan bahsediyordu. 90’ların başlarında daha normal cep telefonları yokken. World Economik Forum biraz farklı. İzin verirseniz izleyicilerimize bambaşka bir yönünü anlatayım. Bu sene dikkatimi çeken ve beni de biraz rahatsız eden bir konu aslında. Profesör Harari’nin bir oturumuna girdim dün. O oturum hakkında bazı notlar aldım. O notlar şu yüzden. Bugüne kadar, çok değil 15-20 sene sonra, sizler kesin yaşarsınız, belki bizler de yaşarız. İnsanların bambaşka bir cins haline gelme durumu var. Yani şu anda yaşadığımız, son normal insan jenerasyonu. İzin verirseniz, notlarım var, yanlış bir şey anlatmayayım diye, o kadar hoşuma gitti ki, notlar almaya başladım. Bir daktiloya da çektim notlarımı. Çok değil 15-20 sene dedim. Nasıl ki Taşdevrinden birçok değişik cinsten sonra bizim cinsimiz yani Homo Sapiens yaşayabildi. Bundan sonra da, bizden sonraki jenerasyonda, insanların bağımsız olarak yaşayamayacakları kanaati çıktı ortaya. Küçük bir elit grup idare edecek insanlığı. Sadece memleketleri değil. Yani bağımsız düşüncelerini kaybetmiş bir insanlıktan bahsediyoruz.

Tarihe baktığınızda imparatorluklar hep toprakla ölçülmüşler. Osmanlı imparatorluğu şöyle, bilmem ne imparatorluğu böyle…  Sonra 200 sene evvel ilk sanayi devrimi, makineler, makinelerin sahibi, teknolojinin sahibi insanları yönetmiş ve ilk başta toprak sahipleri aristokratlar, bir de avamlar. Sonradan kapitalistler proleterler. Şimdi ise yeni devrim, yeni çağda ve bu çok çabuk ilerliyor, datanın sahibi, verilerin sahibi çok çok küçük bir elit grubun olma tehlikesi var. Diğerleri de idare edilenler. Nasıl? Profesör Harari enteresan bir insan. Bilenler bilir, Homo Sapiens kitabının yazarı. Bizler hala korkuyoruz, işte telefonumuz heklendi, bilgisayarımız heklendi. Artık o geride kalmış bir olay.  Verilerimiz heklenmekle kalmıyor.  Yavaş yavaş beynimiz heklenmeye başlandı.  Başlandı bile. Şöyle ki beyin dalgaları bir takım biyometrik sensörlerle ölçülmeye başlandı. Ve bunlar elektrik akımlarına çevrilerek, veriler alınıp analiz edilmeye başlandı.  Sizin kendinizin ne düşüneceğiniz, birini gördüğünüz an hemen görüyor. Ne düşündüğünüz, ne düşüneceğinizi, nasıl reaksiyon verebileceğinizi anlamaya başladılar. Yani biyo-kimyasal sensörler var artık. Ve şundan da kurtulmak yok yani. Kurtulamazsınız. Ben bu telefonu kullanmayacağım. Sen kullanmıyorsan yanındaki kullanıyor. Yani kurtulmanın imkânı yok. Yani kurtulamazsınız da. En basit bir misal vereceğim. Sağlık… Şimdi şu aletleri takıyoruz, ben de takıyorum, kalbinizi ölçüyor bilmem ne… Neye bağlı? Samsung. Veya başka bir telefon. Ama onlar bunları her bir yerde saklıyor. Veriler ışık hızıyla gidiyor ve istedikleri kadar kopyalanabiliyor, istediğiniz yerde.

– Davos da korkunç bir verinin ve geleceğin ve teknolojinin ağırlığı hissediliyor fakat bizim gördüğümüz Türkiye’nin ağırlığı çok fazla artık yok mu, siz ne düşünüyorsunuz? Bu konudaki görüşünüzü de alabilir miyiz?

Cüneyt Zapsu: Bizim ağırlığımız hiçbir zaman olmadı ki. Çünkü ben Türkiye’nin her zaman herkese de söyledim. Türkiye’nin eksiği PR’dır. Pazarlamadır. Ne bizim iş adamlarımız, kusura bakmayın her şeyi hükümetten şundan bundan beklememek lazım. Bizim iş adamlarımızı gördünüz mü neredeler? Yani ben şurada Türk bayrağı taşıyorum, bilhassa, inadına, birileri bir Türk görsünler diye. Yani Türk dediğiniz zaman şu anda ne düşünüldüğünü biliyorsunuz. Ama iş adamlarımız da buraya gelip, kendilerini gösterip, herhangi bir oturumda bir Türk iş adamı görmek mümkün değil.

Biraz evvel bahsettiğim şeyi izin verirsen bitireyim çünkü çok enteresan bir konu. Mesela şimdiye kadar dört milyar sene diyorlar, insanlık var. Dört milyar senede belli bir tabiî kanunlarla, Allah’ın kanunlarıyla gelişmişiz. Şimdi de tabiî Allah’ın kanunları ama tabii-doğal olmayacak. Bundan sonra artık bu biyo-teknolojinin sahipleri bizi yönlendirecekler. Yani ne yiyeceksin, ne içeceksin, ne düşüneceksin. Bu arada Prof. Harari kendisi Kudüs’te Hebrew üniversitesinde. Buna rağmen enteresan bir konu daha söyledi. Dedi ki şu anda, konuştuğumuz anda İsrail Hükümeti Batı Şeria’da her canlıyı, yani sadece insan da değil, hepsini, dünya tarihinde görülmedik bir şekilde 24 saat 365 gün kontrol altına alıyor. Görülmemiş bir şeye soktu. Ve bunu İsrail’in dışında da, bu işin ne kadar önemli olduğunu anlayıp bir kontrol bir regülasyonu haline getiren bir tek Çin var. “Batı”, daha ileri teknoloji olan devletlerde ise hala daha insan hakları, şu, bu… İnsan Hakları filan deyip devletler karışmıyor ama şirketlere kimse bakmıyor, hiçbir regülasyon yok. Çözüm: Bilmiyoruz. Ama regüle edilmesi lazım. En güzel regülasyon da açık, yani ne yapılacağı, kimin nasıl regüle edilebileceği… Son bir şey daha söyleyeyim bu konuda. Benim kızlarımdan biri ikinci master’ını yaptı bu konularla ilgili. Aylar önce bir şey söylemişti. “Baba şu anda yaşadığımız jenerasyon son bağımsız düşünen insan jenerasyonu olacak. Bundan sonra bizim çocuklarımız bağımsız olmayacak. Onları bu yeni gelen insan çağına yetiştirmemiz lazım. Dini telkinler vermemiz lazım.” Ben bunları dinledikten sonra tabii uyandım. Bunu da herkese anlatmak istedim. Davos budur bu arada. Davos sadece işte efendim dolar çıktı, bilmem ne yaptı ya da politikacılar birbirini gördü meselesi değil.

[*] Baran Dergisi’nde yayınlanmıştır.

1- Yuval Noah Harari, 1976 İsrail doğumlu tarihçi ve yazar. Dünyada çok satanlar listesindeki Hayvanlardan Tanrılara Sapiens ve “Homo Deus – Yarının Kısa Bir tarihi” isimli kitabın yazarıdır. Kudüs İbrani Üniversitesi’nde tarih dersleri veriyor.

2- Akademya Dergisi’nin “Telegram Özel Sayısı”nda Hayreddin Soykan imzalı yazının başlığı: “Mirzabeyoğlu’nun Verdiği Metafizik Dünya Savaşı”.

Video: youtube.com/watch?v=4EDORSxv4CI

Fuat Sezgin Hoca’nın Bize Mirası

 Hayreddin Soykan’la her hafta yaklaşık 40 dakika kadar görüşebiliyoruz. Her görüşmemizde dil öğrenmenin özellikle kadîm dilleri öğrenmenin öneminden bahsedip kendi çalışmalarını anlatır. Geçtiğimiz pazartesi günü de rahmetli Fuat Sezgin Hoca hakkında sohbet ettik. Onun neredeyse kaybolmuş pek çok dili de bildiğinden bahsederek şu anekdotu aktardı:

“Fuat Sezgin’in hocası ona şu suali sormuş: Kaç dil biliyorsun? Fuat Hoca, az bildiklerini de ekleyerek “11 dil biliyorum” demiş. “İlim adamı olmak için bu yeterli değil” demiş. Bunun üzerine kendini bir yıl bilmediği dilleri öğrenmeye vermiş ve onlarca dili daha hafızasına nakşetmiş.”

Süryanice de dahil 27 dil bilen Fuat Sezgin’in hocası Helmutt Ritter 32 dil biliyordu. İspanyol oryantalist Nicel 54 dile hakimdi.

Fuat Hoca’nın herhalde en önemli vasfı “çalışma disiplini” olsa gerek. Günde 14 saat çalıştığını söylemişti bir röportajında. Ve bunu da az bulduğunu, gençliğinde 17 saatten fazla çalışabildiğini… 

Günde 17 saat çalışarak 6 ayda 30 ciltlik Taberi Tefsirini okuyarak Arapça öğrenmiş bir ilim adamından bahsediyoruz.

Ansiklopedik çapta ortaya koyduğu İslâm Bilim Tarihi üzerine eserleri, (ki bir kısmı hâlen Türkçe’ye tercüme edilmeyi bekliyor) her ilim adamının elinin altında olması gereken çok önemli eserler. 18. cildi üzerinde çalışmaya devam ettiği “Arap-İslâm Bilim Tarihi” isimli eseri de alanındaki en ciddi çalışmalardan birisi.

Coğrafya, tıp, matematik, astronomi, müzik, felsefe gibi orijinal eserlerin tıpkıbasımlarını ve bu konuda araştırmalar yapmış batılı bilim adamlarının çalışmalarının yeniden basımlarını içeren 1300 cilt civarındaki eser, Fuat Hoca’nın hayatını nasıl geçirdiğini anlamamıza yardımcı olur sanıyorum. Bunların dışında “Geschichte des Arabischen Schrittums (GAS)” adıyla dünyada tanınan 13 ciltlik eseri;

Wissenschaft Und Technik im Islam (İslâm’da Bilim ve Teknik) adlı 5 ciltlik katalog çalışmasını da eklemek gerekiyor. Bu eserlerin onlarca dile çevrildiğini de kaydedelim.

Ayrıca dil ile bu kadar meşgul bir insan olarak filoloji, iştikak ve ebced konularında da uzmanlığı olduğunu talebeleri anlatıyor. Mesela bir dönem talebesi olduğunu söyleyen Celal Şengör, “ebced hesabını” Fuat Hoca’dan öğrendiğini söylüyor.

Kısaca Hayat Hikâyesi

Fuat Sezgin 1924’te Bitlis’te dünyaya geldi. 1943’te İstanbul’a geldi. İstanbul Üniversitesi Şarkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nde alanında en tanınmış uzmanlardan Alman şarkiyatçı Helmut Ritter’in öğrencisi olan Sezgin, Ritter’in tavsiyesi üzerine İslâm bilimlerine yöneldi. Sezgin, 1951’de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirdikten sonra, Arap Dili ve Edebiyatı üzerinde doktora yaptı. “Buhari’nin Kaynakları” konulu doktora tezini tamamlayan Sezgin, 1954’te doçent oldu. Sezgin, bu çalışmasıyla hadis kaynağı olarak önemli bir yere sahip olan Buhari’nin, sadece sözlü kaynaklara değil yazılı kaynaklara dayandığı tezini ortaya attı. 

Türkiye’de 1960’ta askeri darbenin iktidara getirdiği hükümet tarafından hazırlanan ve 147 akademisyenin üniversitelerden men edildiği listede kendi adının da bulunması üzerine Türkiye’den ayrılarak Frankfurt Üniversitesi’nde çalışmalarına devam etti. Cabir ibn Hayyan konusunda 1965’te yazdığı ikinci doktora tezini Frankfurt Üniversitesi “Institut für Geschichte der Naturwissenschaften”a sunan ve bir yıl sonra profesör unvanını kazanan Sezgin, aynı yıl kendisi gibi şarkiyatçı olan Ursula Sezgin ile evlendi. Sezgin’in kızı Hilal, 1970’te dünyaya geldi. 

İnsanlık tarihinin başlangıcından bugüne kadar sahasında yazılan en kapsamlı eser olan Arap-İslâm Bilim Tarihi’nin ilk cildini, 1967’de tamamlayan Fuat Hoca, 17 ciltten oluşan eserin 18. cildini yazıyordu. Süryanice, İbranice, Latince, Arapça ve Almanca da dahil 27 dili çok iyi derecede biliyordu. İstanbul İslâm Bilim ve Teknoloji Müzesi’nin faaliyetlerini desteklemek amacıyla 2010’da “Prof. Dr. Fuat Sezgin İslâm Bilim Tarihi Araştırmaları Vakfı” kuruldu. Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi bünyesinde kurulan Prof. Dr. Fuat Sezgin İslâm Bilim Tarihi Enstitüsü ise 2013 yılında faaliyetlerine başladı.

Uluslararası çeşitli akademilerin üyesi de olan Prof. Dr. Fuat Sezgin, yaşamı boyunca Kahire Arap Dili Akademisi, Şam Arap Dili Akademisi, Fas Rabat Kraliyet Akademisi, Bağdat Arap Dili Akademisi, Türkiye Bilimler Akademisi şeref üyeliği de dahil olmak üzere çok sayıda önemli ödül ve nişana layık görüldü. Türkiye’de de pek çok üniversiteden ödüller almıştır. 

Prof. Dr. Fuat Sezgin’in öncülüğünde kurulan İstanbul İslâm Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi de üstün nitelikli eser ve ortaya konan özgün çalışmalardan dolayı kurum statüsünde Kültür ve Turizm Bakanlığı 2016 Özel Ödülü’ne layık görüldü. Bu müze Gülhane Parkı içinde bulunmaktadır.

Bilim Yobazlığı

Sohbetlerinde dert yandığı en önemli konulardan biri “yobazlık”. Evet hem “din” hem de “bilim yobazlığı”ndan dert yanıyor Fuat Hoca. Ömrünü adadığı, Müslümanların Bilim çalışmalarını anlattığı eserleri, tüm dünyada onu saygın bir bilim adamı yapıyor fakat tesiri “Bilim Tarihi”nin dipnotlarında geçiyor ancak. Ortaya koyduğu ve Müslümanların yaptığını ispatladığı pek çok “keşif”, gazete sayfalarında “iddia” olarak yer alıyor. Oysa onlar iddia değil pozitif bilimin kabul ettiği yöntemlerle ispatlanmış bilgilerdir.

Ülkemizde de Fuat Hoca’nın “Amerika’yı Müslümanlar keşfetti” şeklindeki sözleri çok gündem oldu ama her nedense hep bir alaycı üslupla karşılandı. Oysa karşılarında gerçek bir ilim adamı vardı ve bunu ispatlamıştı. Fuat Hoca’nın bir röportajında söylediği söz herhalde yeterlidir bu durumu açıklamaya:

– “İslâm medeniyetinin büyüklüğünü kendi insanımıza anlatmak Batılılara anlatmaktan daha zor.”

Evet, 94 yaşında vefat eden, hayatını mevzuuna adamış, bir nevi dervişi olmuş böyle bir ilim adamı hâlâ bu “yobazlıklar”dan yakınıyor. Hala “ileri medeniyet” ve “geri medeniyet” hikayeleri ile doluyor ortalık. Bitlisli bir ilim adamı İslâm medeniyetinin buluşlarını bir takım “ilmi verilerle” ispatlasa bile, ruhunu Batı’ya ve Batılı değerlere satmışlar, hurafeleri “ilim” gibi değerlendirmeye devam ediyor.

Bir Not: Çok ileri (!) medeniyet seviyesine ulaşmış bir dünyada (!), ilerlemenin teknik ve teknolojik bir takım ürünlere erişebilmek olmadığını anlatan güzel bir misal. Eğer bir sabit-değişmez-mutlak değeriniz yoksa, “ilerleme” ve “gerileme”nin “neye göre” suali ortada kalır. “Batıya göre” dediğiniz yerde, Batı’nın “mutlak” olduğunu kabul etmeniz gerekir. Çok basit bir muhakemedir bu… Batı’nın yazdığı bilim tarihini altüst eden Fuat Sezgin Hoca’nın başarısı da burada gizli olsa gerek.

Bilindiği üzere Batılılar kendi düşünce formları üzerinde konuşurken, sanki mevzunun kendisi de onlara aitmiş gibi bir anlayış içinde olurlar. Bu mevzudan Salih Mirzabeyoğlu “Necip Fazıl’la Başbaşa” isimli eserinde bahsediyordu. Yani Batılılar bir mevzuda bir düşünce kalıbı veya düşünce üretince, o mevzuda sanki sadece kendileri konuşabilirmiş gibi davranıyorlar. 

Bence Fuat Sezgin Hoca’nın en büyük başarısı, kendi mevzuunu, yani İslâm Bilim Tarihini, Batılıların ortaya koyduğu “Pozitif bilim” kuralları ile ispatlayarak eserlerini ortaya koymuş olmasıdır. Karınca gibi çalışarak devler gibi eser vermek; Fuat Hoca’nın bize bıraktığı en büyük miras bu olsa gerek…

Baran Dergisi 599. Sayı

Müteal-Aşkın Sanat

 Sinema deyince aklımıza ne geliyor? Böyle sorulunca, belli başlı bir tarif çıkmıyor hemen değil mi? Hollywood sinemasına hepimiz burun kıvırsak da, en çok izlenen, hasılat rekorları kıran filmler bunlar oluyor. Sinemaya gittiğimizde önümüze yığılan fantastik, korku, bilim kurgu, komedi veya romantik filmlerin arasında güya seçim yapıyoruz.

Bize söylenilen şu: Her türlü özgürlüğün, seçme hürriyetinin, fikir özgürlüğünün olduğu bir çağda yaşıyoruz. Fakat sinema denilince önümüze koyulan ve seçmemiz istenen filmler çerçöp. Bunları izlemek ve bunlar arasından seçmek zorundayız. Seçme hürriyetimiz, “kapitalist düzen”in “çok izlenme ve çok hasılat yapma” ölçütüne göre sınırlandırılıyor. Bunu bütün sözde “seçme özgürlüklerimize” yayabiliriz. Seçenekleri kim belirliyor? Kendimizce beğendiğimiz, takip ettiğimiz yönetmenlerin filmlerini ise, sinema salonlarında istediğimiz zaman izleme imkânına sahip değiliz. Ya festival programlarını bekleyeceğiz. Yahut internete düşmesini. Buğday’ın gösterimi sırasında neler yaşandığını hatırlarsınız.

Sinemaya sanat gözüyle bakan, daha doğrusu sinemayı “kendini, varoluşunu ifade etme aracı” olarak gören yönetmenler, sinemayı bir tür eğlence endüstrisi olarak gören yönetmenlerden daha fazla olmasına rağmen, onların filmlerini izleyebilme imkânımız ne yazık ki sınırlı.

Mesela, “Aşkın Üslup” olarak adlandırılan bir akımdan söz ediliyor. Daha doğrusu, bazı yönetmenlerin filmlerinde kullandığı yöntemi “aşkın üslup” olarak adlandırıyor Paul Schrader. “Sinemada Aşkın Üslup” (İnsan Yayınları) isimli eserinde belirttiğine göre belli başlı iki temsilcisi var bu üslubun: Doğu’da Ozu, Batı’da Bresson. Biraz da Dreyer… 
Nedir “aşkın üslup”? “Aşkın-Müteal” kavramını açıklayarak başlıyor Paul Schrader: 

-“Aşkın, normal hissi tecrübelerin ötesindedir ve tabiatı itibariyle mündemiç-içkin olanın aşılmasıdır. Herkesin kabul ettiği bu gerçek dışında, hayatta ve sanatta aşkının tabiatı hakkında çok az fikir birliği vardır. (…) Aşkın kavramı doğrudan yahut dolaylı olarak şu anlamlarda kullanılabilmektedir: 1. Aşkınlık; Kutsal ve İdeal’in bizzat kendisi veya Mutlak Öteki, 2. Aşkınlığa dair bir şeyi ifade eden insan faaliyetleri ya da eserleri veya Mircae Eliade’nin tabiriyle hiyerofani-ilahi tezahür, 3. Derin bir psikolojik ihtiyacın ya da nevrozun (Freud) yahut dış bir psikolojik “öteki” gücün (Jung) oluşturduğu insan tecrübesi. (…)

Geleneksel Hristiyanlık ve Doğuya Özgü Sanat (yani Aşkın Sanat) hakkındaki çalışmasında Ananda Coomaraswamy bu durumu şöyle ifade eder: “Sanat en zirvesinde bile maksada ulaşmak için bir araçtan ibarettir, hatta kutsal kitaplarla ilgili sanat bile buğulu bir camın ardından bakmaktan öteye geçemez; her ne kadar bu hiç görememekten iyi olsa da, hakikatle karşı karşıya geldiğinde her tür tasvir imkânı yok olur.” Aşkın din gibi aşkın sanat da mistisizmle iç içedir;“mutlak din mistisizmdir, sessiz ve şekilsizdir. Mutlak sanat da aynı şekilde ne duyulabilir ne de görülebilir.” 

İslami, Hristiyani veya Zen sanat olamayacağını, sanatın mukaddesin huzurunda bulunabileceğini, aşkın sanatın da kutsal hislerin tasviri ya da ifadesi değil bizzat Kutsal’ın kendisini (aşkın olanı) ifade ettiğinin altını çiziyor. Bu anlamda Japon yönetmen Ozu’nun Zen inancı ile yaptığı filmleri ile Bresson’un kendi kültürel öğeleri ile bezeli filmlerinin, o “öğeleri” aşan bir “evrensel üslup” olduğunu anlatmaya çalışıyor. Yani Japon yönetmen Ozu ile Fransız yönetmen Bresson’un filmlerini aşkın sanatta buluşturan şeyin kullandıkları imajlardan çok “üslup”da belirginleştiğini vurgulamaya çalışıyor.

Eserde Ozu, Bresson ve Dreyer’in filmleri üzerinden “Aşkın Üslup” kavramını bir nevi inşa ediyor yazar ve bu sinemanın özelliklerini bu üç yönetmenin sineması üzerinden bir nevi tesbit ve tahlil ediyor.

Mesela Ozu hakkında şöyle yazıyor:
“Ozu, Japon kültüründe Aşkın anlatımı yeniden canlandırma ihtiyacı ya da bu anlatımı Doğu kültürüne aşılama ihtiyacı duymamış, onu sadece sinemaya uyarlamıştır. Ozu geleneksel Japon düşüncesi ve sanatını temsil eder ve Doğulu geleneğin manevi yükünü tabiatı itibariyle modern ve anarşist olan film aygıtına yükler. (…) Ozu eski geleneği yeni bir biçime oturtma çabasındadır. Japonya’da modern uygarlık yalnızca yüz yaşındadır ve iki bin yıldır süregelen bir medeniyetin üzerine yapılan bir ciladan ibarettir; Ozu’nun filmlerinde Zen sanatı ve düşüncesi medeniyetin kendisidir, sinema sadece onun cilasıdır. (…) Sinema çağdaş Japonya için Batılaştırıcı etkilerin başında gelir ve Ozu geleneksel değerleri yaşatmak için mücadele etmiş ve popüler trendlere karşı koymuştur, bunun için Japon gençliğinin büyük bir kısmı tarafından hala mürteci olarak kabul edilmektedir. Ozu sinemada aşkın üslubu benimseyerek bir bakıma modaya karşı gelmiştir fakat onun karşılaştığı direnç, Fransada estetik bir öncül bulabilmek için skolastiklere kadar gitmek zorunda kalan ve ticari başarı ve kitlesel bilinirlik bakımından umutsuz vaka olan Bresson’un karşılaştığı dirençle mukayese edildiğinde devede kulak kalır.”

Bresson hakkında da şu değerlendirmede bulunur:
“Ozu gibi Bresson da biçimcidir: “Film bir gösteri değil, her şeyden önce üsluptur”. Bresson’un filmden filme konudan konuya çok az değişiklik gösteren, sabit öngörülebilir bir üslubu vardır. (…) Bresson’un kendi sanatıyla ilgili açıklamaları da dini biçim ve ritüellere uygulanabilecek türdendir: “Bir filmin konusu sadece bir bahanedir. Biçim içeriğe oranla seyirciye daha fazla temas eder ve seyirciyi eğitir.” (…) Hem Ozu hem Bresson geleneksel dini tarzda biçimcidirler. Onlar inancı aşılamak için biçimi temel yöntem olarak kullanırlar. Bu, seyirciyi yapım sürecinin etkin bir katılımcısı yapar, yani seyirci bağlamsal olarak biçime tepki vermek zorundadır.  (…) Bresson: “Biçime çok büyük önem veriyorum, devasa bir önem. Ve de biçimin ritme götürdüğüne inanıyorum. Şimdi bütün ritimler güçlü. Seyirciye erişmek her şeyden önce bir ritim meselesidir.”

Kısaca karmaşa, kaos içinde çeşitli hislerimizi harekete geçirip anlık doyumlar sağlayan bir nevi nefsimize hitap eden popüler sinema bir yanda, bizi maneviyatımızdan veya ruhumuzdan yakalamaya çalışan, ahenk ve ritim sineması, “aşkın sanat” diğer yanda. 

Paul Schrader’in 1972 yılında keleme aldığı “Sinemada Aşkın Üslup” isimli eserini İnsan Yayınları’ndan edinebilirsiniz. Son bir not: Tercümede bir üslup sorunu var, kitabı okumayı zorlaştırıyor.

Baran Dergisi 601. Sayı

“Tilki Günlüğü” Bir Roman Mıdır?

 Öncelikle şunu soralım: Edebiyat ve onun içine aldığı türler, insan için ne ifade eder? Özellikle roman… Ne içindir?

18. yüzyılda Batı’da roman türü yaygınlaşmaya başladığında, kadınların vakit geçirmek için okuduğu basit muhtevalı bir oyalanma aracıydı. Her ne kadar 16. yüzyılda “Don Kişot” gibi ilk örnekleri görülse de romanın yaygın olarak yayınlanması ve geniş kitleler tarafından takip edilmesi, özellikle Batı’da 18. yüzyılda başlayan bir süreçtir denilebilir.

Yazarları açısından bakıldığında büyük romancıların büyük dertleri vardı. Özellikle Rus edebiyatının ustaları, insanı ve onun problemlerini muhasebe ederlerdi. Varoluştan, yani Jung’un tabiriyle “ilk örneklerden” kendi zamanlarına çektikleri hatlarla romancılar, insanı anlamaya ve anlatmaya çalışırlardı. Öyle ya, Dostoyevski, Raskolnikov’u, ilk defa o suç işlemiş ve ilk defa o kendini ve tüm hayatı muhasebeye çekmiş gibi anlatmaz mı? Biz de o hisle okumaz mıyız, Suç ve Ceza’yı? Peki, günümüz romancısının muhasebesi nedir? Tabiî, insanın problemleri deyince bugün anlaşılan şeyi, bugün yazılan romanların çoğundan anlamak mümkün. Günümüzde artık büyük romancı dediğimizde, çağını aşan büyük metinlerle pek karşılaşmıyoruz. İnsanı, problemleri içinde kuşatan bir muhasebeye de rastlamak pek mümkün olmuyor bugün.

18. ve 19. yüzyıl, romanın en iyi örneklerinin ortaya çıktığı yüzyıldır aynı zamanda. Klasikler dediğimiz romanlar bu zaman dilimini kapsar genellikle. Yine romanın en sıradışı örnekleri de bu dönemde ortaya çıkar. James Joyce, “Ulyses” romanını bu dönemde yayınlamıştır. Suç ve Ceza’nın yayınlanmasından 40 yıl sonra. Yani en iyi romanların yazılmasının üzerinden uzun yıllar geçmeden, roman, hemen kendine yeni bir form arayışına girmiştir.

Bu kısa girişten sonra başlıkta yer alan suale dönebiliriz. “Tilki Günlüğü-Ufuk ile Hafiye” bir roman mıdır? Salih Mirzabeyoğlu’nun 6 ciltlik bu eserinin üzerinde “Roman” yazdığına göre, elbette. Öyleyse edebî bir tür olan “Roman” kategorisinde yer alabilir fakat yine de kafamızda soru işaretleri kalıyor. Çünkü Tilki Günlüğü çok yönlü bir eser. Üzerinde farklı yönlerden çalışılmış bir eser de değil. Mesela “edebi bir tür” olarak? Bir rüya tabirnamesi olarak? Bir lügat olarak? Bir dil ve iştikak eseri olarak? Bu sebeble fazla alternatif görüşe de sahib değiliz.(*) Ama Salih Mirzabeyoğlu’nun bir diğer romanı “Gölgeler” üzerine yaptığı değerlendirmeler, bize bir takım ipuçları verebilir. “Gölgeler” romanı hakkında şöyle yazıyor Mütefekkir:

– “Bir merkez ve ondan yayılan halkalar halinde bir pano… Bu ışıklı panonun merkezi, yazarın kendisidir… Ve sırası gelince yanan her bir halka, gölgesi Adem’in katılıcı veya müşahit sıfatiyle göründüğü hadiseler zincirinden birinin tezahürüdür… Bunaltıcı bir tecrit, keskin bir teşhis ve yakıcı bir hayal penceresinden, sanat gözüyle çağımız insanının hayat hikâyesi… Böyle bir derinlik ve genişlik, “dünya çapını” kucaklamak demek değil mi?”

Bu takdimde yakalayabileceğimiz şey, panonun merkezinde yazarın kendisinin yer alması ve yanan her bir halkanın Adem’in gölgesi olması. Adem kimdir? İlk insan. Fakat “A” kelimesinin üstüne inceltme işareti konulmamış. Bu bilinçli bir tercih. Kelimenin her iki mânâsına da işaret. “Adem”: Yokluk…

O dönemin Milli Gazetesine verdiği bir röportajda da, “Gölgeler” vesilesiyle roman hakkında şöyle diyor:

– “Varlık ve oluş, hayat ve ölüm, zaman ve hürriyet, dil ve diyalektik, estetik ve ahlak, fert ve toplum, imân ve sanat… İnsan “ben”inin temele meselelerinde tecrit terleri dökmemiş ve bu mevzuda has ve hususi bir eda belirtmeyen hiçbir büyük sanatkâr gösterilemez. Bu ölçü içinde baktığımız zaman, romancının seçtiği tipler ve anlattığı vakalar, belirli bir keyfiyetin görünüşüne vesile olan ve hizmet eden unsurlar mahiyetindedir; zamanın mekânda tecelli etmesi gibi… Eğer, şuur seviyesinin her değişiminde gerçeklik seviyesinin de değişmesi ve sanatın görünümlerinin “sıradan varoluş”a nisbetle daha yüksek bir varoluşa karşılık olmasını gözönünde tutarsanız, sanatçı hamurunu veya çamurunu istediği yerden alabilir; bütün kıymet ona üflediği ruh ve nefeste… (…)

Hayâl gücü, buna dikkat… “Görme” istidadının “görülecek şeyle” ortaya çıkması gibi ruhun merkezi fakültesi ve öncü hayal, suretlerle görünüyor ve suretlerle etkileniyor… Bu dünyanın her ân “tamam” ve hayatın her ân “mümkün” oluşu, romanın ise hayat filminden bir yansıma olması şartıyla birlikte düşünürseniz, romancının “tümevarım” ve “tümdengelim”le yaptığı seçme ve icatlar, sıradan bir varoluşa ait değildir. Yani hatıra veya başa gelmiş vak’anın kuru anlatımında değil iş; keyfiyette… “Yaşamak” da sadece fiilî davranışa ait değil; ruhî ve fikrî yön, zaten fiilî davranışın muhtevasında da görünüyor. O hâlde, eserin “yazarın aynası” olması meselesi, iç âlem düzenine ve şuuruna ait bir iş. Bu şekilde anlamazsak, saksı resmi yapan bir ressamı saksı gibi görmek gerekir; kısacası romancı için malzemenin ne olduğu değil, o malzemenin sağladığı imkân mühimdir…” (**)

Sanatçının veya romancının “sıradan varoluşa” nisbetle daha yüksek bir varoluşa karşılık geldiğinin altını çiziyor Mütefekkir. Şimdi bu çerçevede Tilki Günlüğü’ne bakalım.

Tilki Günlüğü’nün merkezinde yazar var; Salih Mirzabeyoğlu. Ve eser, “bir takdim yazım olacak, bütün hüviyetinle görüneceksin” diyen Necip Fazıl’ın “Takdim yazısı” ile başlıyor. “Dünyayı Sarsan Hadise: Kaptan Kusto Müslüman”… Eserin alt başlığı “Ufuk ile Hafiye”. Ufuk, Necip Fazıl. Hafiye takdim yazısını arayan Salih Mirzabeyoğlu. “Ufuk bir tilkidir kaçak ve kurnaz”… Öyleyse Ufuk ve Hafiye bir yönüyle de aynı kişidir romanda: Tilki.

17 Ağustos’la başlayıp, 16 Ağustos’ta bitişi arasında 365 gün yer alıyor bu günlükte. Yıllar değişse de, günler sırasıyla devam ediyor.

Gölgeler romanını takdim ederken yazdıklarından takip edersek; Tilki Günlüğü’nün de merkezinde yazarın kendisi var. Tilki Günlüğü, Ufuk ile Hafiyenin günlüğü. Bu merkezden yayılan halkalar halinde ortaya çıkan karakterler yazarın gölgesi. Bu, bir rüyada (Levha), bir günlük hadisede (Düşvari), Üstad’ın Kafa Kâğıdım isimli eserinden notlarda (Ufuk), Üstad ile Kumandan’ın sohbetinde (Yevmiye), bir kelimenin iştikakında (Tablo) ve günün sonundaki değerlendirmede (Varidat) karşımıza çıkıyor. Eserde yer alan her bir kişi, olay, rüya veya kelime, yazarın “gölgesi” olarak değerlendirilebilir mi?

Tilki Günlüğü’nü, yazarının “takdim yazısını arayışının” yani “kendini arayış serüveninin” bir hülasası olduğunu düşünürsek, yazarının “kim” olduğu daha da önem kazanıyor. Onun kimliği bizce “malum bir meçhul”.  Bildiğimizi sanıyoruz fakat meçhullükten de kurtaramıyoruz. Dünya çapını kucaklayan bir keyfiyeti küçük dünyamıza hapsediyoruz sanki…

Yukarıda bahsi geçti, şöyle diyordu Mütefekkir: “O hâlde, eserin “yazarın aynası” olması meselesi, iç âlem düzenine ve şuuruna ait bir iş. Bu şekilde anlamazsak, saksı resmi yapan bir ressamı saksı gibi görmek gerekir; kısacası romancı için malzemenin ne olduğu değil, o malzemenin sağladığı imkân mühimdir…”

Böyle değerlendirirsek, Tilki Günlüğü’nün neden “kâinat lügati” olarak değerlendirildiğini, neden “rüya tabirnamesi” olarak anlaşıldığını, neden esere her bakanın eserde kendini bulabildiğini anlayabiliyoruz. Fakat, Tilki Günlüğü’nü bir “roman” olarak değerlendirdiğimizde bize ne söyleyeceğini henüz tecrübe etmedik zannediyorum.
 
*Daha önce yapılmış ve halen yapılmakta olan çalışmalar var elbette. Ancak bir veya iki isimden öteye geçemiyor.

** Salih Mirzabeyoğlu, Necip Fazılla Başbaşa – İntibâ ve İlham, İbda Yayınları, İstanbul 1989, 2. Basım, s. 258-259

Baran Dergisi 604. Sayı

Provokasyon Nedir, Provokatör Kime Denir?

 Yaklaşık 30 yıldır İslamcı camianın dilinden düşürmediği, kurulu düzenlerini bozacak, rahatlarını kaçıracak her hareketi yaftaladıkları “provokasyon” kelimesini biraz inceleyelim. Neden Türkçesini değil de Fransızcasını kullanmayı tercih ettiklerini anlayalım…

Kısa ve öz anlatalım. Provokasyon nedir? Türkçede “tahrik etmek” anlamıyla karşılanan kelime, köken itibariyle, Latinceden köken alır “provocare”… Provocare de, “meydan okumak” anlamındadır. Türkçeye Fransızca’dan geçen “provoquer” ise “tahrik etmek, kışkırtmak” anlamına gelir. Ayrıca Fransızca’da sivil itaatsizlik olarak da anlam verilir.

“Provokasyon” kelimesi Türkçe’de 1939 yılında yazılı olarak ilk kez şöyle kullanılmış: “Ruhları biraz daha karıştıran, sinirleri biraz daha germeğe çalışan bir provokasyon mu?”

Provokatör ise 1953 yılında şu şekilde kullanılmış: “17 Haziran hadiselerinde “faşist provokatörleri” meydana çıkarmakta başarı gösteremeyen emniyet polisleri…”

Lakin provokasyon her zaman olumsuz olarak algılanmamalıdır. Bazen olumsuz görünen bir “kışkırtma” aslında olumlu bir netice için yapılır.

Mevcut dengeyi bozacak bir unsurun sisteme dâhil edilmesi provokasyondur. 

Bir annenin çocuğuna derslerinde başarılı olması çeşitli yollara başvurarak tuzaklar kurması provokasyondur. Burada çocuğun provokasyona gelmesi beklenir.

Bir çocuğun futbol maçında arkadaşına küfür etmesi provokasyondur. Provokatör sonunda dayak yiyebilir. Veya aşırı sinirleri bozulan rakibi hata yaparak yenilebilir.

Bir boks maşında güç gösterisi için tarafların birbirlerine bağırması, göğsünü yumruklaması, çeşitli hareketlerle rakibini sinirlendirmesi provokasyondur. Rakibi provokasyona gelmemelidir.

Seyircinin futbolcuya tezahüratı provokasyondur. Futbolcu provokasyona gelmelidir.

Velhasıl Michel Foucault, şöyle demiştir: “Provokasyon kelimesi beni hep rahatsız etmiştir zira kışkırtılmamış (provoke edilmemiş) hiçbir eylem-hareket yoktur.” 

Daha geniş alalım: Alışılmışın dışında hareket ederek toplumda “infiale” neden olan hareketler provokasyondur.

Fransız ihtilali bir provokasyondur, Mirabeau, Danton, Robespierre, gibi provokatörler tarafından gerçekleştirilmiştir.

Filistinliler’in İsrail’e attığı her taş, her füze provokasyondur. Mescidi Aksa’ya giden her ziyaretçi provokatördür.

Bazı ressamlar provokatördür. Mevcut sistemi bozucu ve yıkıcı resimler yaparak infiale sebeb olurlar. Picasso bir provokatördür. Ressamları bugün dahi ile resimleri provoke etmektedir. Kubizm, Sürrealizm, empresyonizm gibi akımlar bu tür ressamların provakasyonları sonucunda teşekkül etmiştir.

Bazı felsefeciler provokatördür. “Provokatif bir düşünür olarak Gadamer” diye tez yazan adam, bunu Gadamer’i suçlamak için yazmamıştır. Takdirini göstermek için yazmıştır.

Sokrat Atina sokaklarında milleti tek tek durdurup hesaba çekerken, bugünkü anlamda tam bir provokasyon yapmıştır. Hâkimler onu bu provokasyonu sebebiyle cezalandırsa da, provokasyona gelen Eflatun gibi pek çok felsefeci onun yolunu takip etmiştir. 

“Kuramsal terörist ve nihilist” olarak tarif edilen Fransız düşünür Baudrillard, gelmiş geçmiş en provokatör felsefecidir. “Ne estetik ne cinsel bir inancımız var ama hala bunlara sahip olmayı öğreniyoruz ve gerçek bir felaket olmayacak çünkü sanal felaket koşullarında yaşıyoruz. Hızla çoğalan aşırı şişen ama doğuramayan bir dünyanın bulantısı bu.” demiştir.

Provokasyon kelimesinin içini boşalttınız madem, biz de böyle dolduralım dedik. Bu anlamda:

21. yüzyılın kurulu düzeninden rahatsız olmayanlar provokasyona gelmez.

21. yüzyılın kurulu düzeninden nemalananlar her sıradışı hareketi provokasyon olarak niteler ve boğar.

21. yüzyılın vahşi kapitalizmden, dünyayı kana bulayan vahşi stratejisinden, yaptığı zulümlerden rahatsız olan her normal insanın, bu sisteme karşı yaptığı her eleştiri, her eylem, her hareket, attığı her slogan, yazdığı her makale, kitap, çizdiği her resim, söylediği her söz provokasyondur.

Her olayda “Provokasyona gelmeyelim” diyenler, mevcut düzeni, sistemi, yanlışlıkları, kötülükleri sineye çekelim diyenler, “aman ağzımızın tadı bozulmasın Ali Rıza bey” diyen Hayriye Hanım’dır.

Baran Dergisi 618. Sayı

Kadının Hak ve Hürriyetine Farklı Bir Bakış

 Kadın Hak ve hürriyetleri… Ülkemizde en çok tartışılan, en çok polemik konusu olan mevzulardan biridir. Osmanlı’da Batılılaşma hareketlerinin iyice gün yüzüne çıktığı 18. Yüzyıllardan bugüne bu durum değişmemiştir. Osmanlı’nın kuruluşundan yükseliş sürecine kadar kadını toplumdaki ahengin içinden ayırıp ayrıca değerlendirmek pek mümkün görünmemektedir. Osmanlı toplumsal hayatı ve sisteminde tutturulan ahenk, kadını bir kadavra gibi oradan ayırıp, tek başına incelememize imkân vermez. O ahengin bozulmaya başladığı yükseliş devrinden sonra gelen duraklama ve gerileme devirlerinde “kadın” bir mesele olarak ortaya çıkmaya başlar. Osmanlıda en tepeden en aşağıya bir ahenk tutturulmuştu ve o ahengin içinden bir notayı çekip, acaba bu nota şöyle mi olsaydı şeklinde bir değerlendirme yapmaya kalkmak abesle iştigaldi.

Osmanlının son dönemlerinde, Batı’nın fikrî, kültürel ve ahlâkî tesirine karşı hazırlıklı bir “aydınlar zümresi” olmaması, varolan aydınların da çoktan Batı tesirine girmiş olması, o bahsini ettiğimiz ahengin bozulması, bizim elimize çeşitli “doneler” ve incelemeye değer “argümanlar” verir. Belki de asıl üzerinde durulması gereken nokta, sistem meselesidir.

Temelde sistemin kendini “yenilememesi”, eşya ve hadiselerin her ân yeniliği karşında “donması”, Osmanlı’nın toplumsal ahenginin bozulması, ahengin bozulmasıyla da mesela kadının bu yenilenmemiş sistemde kendini “değersiz” hissetmesine yol açmıştır. Mesela erkeğin bir Batılı gibi giyinmesine, bir Batılı gibi davranmasına, hatta Batılıların hayat tarzına özenmesine mukabil, kadının bu durumdan etkilenmemesi mümkün değildi. Elbette bu durum, içtimai olarak bir “haksızlık” ortaya çıkarmıştır. Ama o “haksızlığın” muhtevası tartışılır. Tabiî ki, kadın hak ve hürriyeti meselesi bizde Batılı kadınlarla birebir aynı içtimaî şartlar altında ortaya çıkmamıştır. Batılılar bildiğiniz gibi tarihi de, bilimi de hep kendilerinin başlattıkları içtimai olaylara ve buluşlara dayandırırlar. Batılı feministler de bunu yapar ve dünyanın her yerinde, kültürel şartlar, dini şartlar veya geleneklere bakmadan, “ataerkil” denilen bir yapıdan bahsederler. Kadınların bu ataerkil sistemlere başkaldırmasını öğütlerler.

Oysa Batılı anlamda uygulanan monarşik sistemler, krallıklar ile Doğulu anlamda uygulanan monarşik sistem ve imparatorluklar aynı değildir. Buna bağlı olarak Doğulu kadının hayat şartları ile Batılı kadının hayat şartları da aynı değildir. Klasik örnek, Ortaçağda Batılılar, biraz okuyan, yazan, düşünen kadınları “cadı” ithamıyla yakmışlardır. Oysa Doğu, o tarih diliminde, kadın şairler, alimeler, mutasavvıflar yetiştirmekteydi.

Ne demiştik Batılı anlamda “haklar ve özgürlükler” meselesi, bizde Cumhuriyet devrinde daha fazla dile getirilmeye başlandı. Bu devrin önemli bir kadın aktivistinden bahsedeceğim. Pek bilinmez adı, bize öğretilen Cumhuriyet tarihi kitaplarında da adı geçmez.

Nezihe Muhiddin. Kimdir bu kadın? Aristokrat bir aileden gelir. 1889 yılında İstanbul, Kandilli’de doğar. Serasker Ağa Hüseyin Paşa’nın torunu, savcı Muhiddin Bey’in kızıdır. Eğitim hayatı Kandilli mahalle mektebinde başlamış, sonrasında kardeşiyle birlikte evde devam etmiştir. Farsça, Arapça, Fransızca ve Almanca ile bu dillerin edebiyatını özel öğretmenlerden öğrenir. Annesi ile ilk öğretmeni olarak andığı dayısının kızı Nakiye Hanım’ın gözetiminde eğitim hayatı sürer. Kadın sorunları üzerine düşünen, aynı zamanda ilk kadın gazetesi “Hanımlara Mahsus Gazete”nin “Zekiye” takma adıyla aktif yazarlarından olan Nakiye Hanım ile annesinin edebiyat ve toplumsal sorunlar üzerine yaptıkları tartışmalar, Nakiye Hanım’ın evde düzenlediği toplantılar, ilerideki düşüncelerinin ilk tohumlarını atacaktır. Henüz sekiz yaşındayken, annesiyle birlikte kadınların kurdukları hayır derneklerinin çalışmalarında bulunur; Nakiye Hanım vesilesiyle Fatma Aliye ile tanışma fırsatı yakalar. Fatma Aliye Hanım ile ilişkileri uzun yıllar sürecektir. Yüksek öğrenim görmediği halde kendi kendini yetiştirecek, yirmi yaşında Maarif Nezareti’nin fen sınavını kazanarak fen bilgisi derslerini vermek üzere kız idadisine atanacaktır. Aynı zamanda İttihat ve Terakki Kız Sanayi Mektebi’ne müdür olur. Çalışma hayatı oldukça üretken geçer. Maarif Bakanlığı’na eğitim hakkında raporlar yazar; birçok okulda müdürlük, ilkokul ve yabancı okullar için müfettişlik yapar. İki kere evlenir. Ancak yaşamı boyunca ikinci evliliğinin soyadını değil, babasının soyadı olan Muhiddin’i kullanacaktır. 1911 ile 1944 yılları arasında ulaşılabilen 17 romanı, 300 kadar öyküsü yayınlanmıştır.

Nezihe Muhittin bir feminist olarak adlandırılır. Kadınlara oy hakkı, “Hak verilecekse biz veririz” diyen tarafından henüz verilmeden 10 yıl kadar önce, 1923 yılında Cumhuriyet tarihinin ilk partisini kurmuştur: Kadınlar Halk Fırkası. Henüz Cumhuriyet Halk Fırkası kurulmadan evvel. Tabiî ki, bu girişime onay verilmemiş, hatta engellenmiştir. “Parti kurulacaksa biz kurarız” diyerek. Kadınların elinin hamuruyla siyasete karışmaması gerektiğini öğütlemişlerdir kendisine. 8 ay partisinin onaylanmasını beklemiş ve fakat beklediği onay gelmeyince, “Türk Kadınlar Birliği” adı altında dernekleşme yoluna gitmiştir. Kadınların oy hakkı için mücadele etmiş, asker, polis olmaları için teklifler sunmuştur. Çeşitli dergiler çıkarmış, makaleler kaleme almıştır. Gelin görün ki, bu faaliyetleri Atatürk tarafından yasaklanmış, Chp’nin yayın organı, Yunus Nadi’nin gazetesi Cumhuriyette ise “Havva’nın kızları, meclise girip yılın manto modasını tartışacak” şeklinde alaya alınmıştır.

Hatta “kadını aşağılayan” öyle karikatürler yayınlamıştır ki, komik bulunmuş mudur bilmem:

Nezihe Muhittin, siyasi hareketi engellenip, kendisi ve savunduğu fikirler “çok sert” bulunduğu için kendi kurduğu dernekten de çıkarılınca, edebi alanda eserler vermiş, hikâyeler, tiyatrolar romanlar yazmış ve tek başına bir akıl hastanesinde ölmüştür. Kadın derneği ise, kadınlara oy verme hakkı “verildiğinde”, kendini feshetmiştir.

Cumhuriyet gazetesinde şöyle yazılar çıkacaktır: “Salonda zarifane konuşmaktan, yahud gazetecilere resimlerini vermekten, yahud da balodan sinemaya, sinemadan dansa koşan hanımlara karşı, açık ve samimi konuşalım, biz erkekler hürmet de etsek yalandır. Bu hürmet ancak onların zarafetlerine daha ince bir çeşni vermek ve sonra da bu zarafeti şaşırmış ve hayran seyr ü temaşa (seyretmek) içindir.”

Genel olarak mücadelesi, her ne kadar “feminist” olarak adlandırılsa da, batılı muadilleri gibi bir muhtevaya sahip değildir. Kadın ve erkek arasında “tabiatlarından” gelen bir farklılık olduğunun altını çizmiş, “vatandaşlık haklarında” eşitliği savunmuştur. Cumhuriyetin “yenilikçilik” anlayışını yetersiz bulmuştur. 1926’da Türk Kadınlar Birliği, CHP’ye üye olmak için başvuruda bulunduğunda aldığı cevap, “kadınların hayır işleri ile uğraşmasının daha doğru olacağı” yönündeydi. Dernekteki Mustafa Kemal’e yakın bazı kadınlar da, yeni çıkan Medeni Kanun’la “kadınlara layık olmadıkları hakların bile verildiğini” söyleyerek siyasi taleplerde ısrar edilmesini eleştirmişlerdi. 1927 ile 1929 yılları arasında Nezihe Hanım hakkında birçok dava açılmış, hiçbirini kazanamamıştır. Bu davalardan ancak afla kurtulabilmiştir. Davalar ise genellikle Nezihe Muhiddin’in itibarına yönelik davalardır. Yolsuzluk, zimmetine para geçirme gibi…

Kadınların seçme ve seçilme hakkı için mücadele eden Nezihe Muhittin, İktidardaki Cumhuriyet Halk Fırkası tarafından susturulmuş, alay edilmiş ve itibarsızlaştırılmıştır. Nihayet tarihler 1934’ü gösterdiğinde, Atatürk’lü meclis kadınlara seçme ve seçilme hakkı “vermeyi” uygun bulduktan birkaç yıl sonra Nezihe Muhiddin bir akıl hastanesinde ölecektir.


Emmeline Pankhurst

Aynı dönemlerde belki biraz daha önce İngiltere’de ortaya çıkan bir kadın hareketi var: Sufrajet. Aslında “oy hakkı” anlamına gelen “suffrage” kelimesinden türetilmiş ve İngiliz basını bu hareketi alaya almak için Sufrajet adını takmışlar örgüte. Emmeline Pankhurst tarafından kurulan bir örgüt. Alt gelirli işçi sınıfı kadınlar arasında örgütleniyor. Ancak bu örgütün ortaya çıkışı oldukça anlamlı: İşçi kadınlar dediğimiz kesim, ülkenin en fakir kesimi. Kocaları çoğunlukla işçi. Çalıştıkları işler ağır ve fakat erkeklerden daha az ücret alıyorlar. Yarısı kadar bile değil. Üstelik işyerinde taciz ve tecavüz vakaları normal sayılıyor. Kadınlar, tıpkı köleler gibi çalışmak zorundalar fakat düşük ücretle. Üstelik onlara herhangi bir saygı da duyulmuyor. İşte böyle bir toplumsal destek buluyor hareket. Çeşitli şiddet eylemleri hatta bombalı eylemlere karışacak kadar hayatlarından bezmiş bir kesim.

Emmeline Pankhurst, İngiltere’de orta sınıf bir ailenin içinde büyür. Henüz 14 yaşındayken kadınların seçme ve seçilme hakkı üzerine yapılan bir toplantıya katılır. 1873-1879 yılları arası Paris’te bulunan bir kız okuluna gider. Geri dönüşünde, aynı yıl 24 yaşında olan avukat Richard Marsden Pankhurst ile evlenir. Beş çocuğu olur: Christabel Harriette, Estelle Sylvia, Frank, Adela ve Harry. Eşi Richard Pankhurst’un 1898’de vefatından sonra kocasından kalan cüzi miktardaki maaşı ile kıt kanaat çocuklarına bakmak zorunda kalır. 10 Ekim 1903 tarihinde kızı Christabel ve dört arkadaşı ile birlikte Manchester’da radikal kadın hareketleri çerçevesinde Kadınların Sosyal ve Politik Birliği’ni (WSPU) kurar. Kızları Sylvia ve Christabel de kadın hareketlerinde aktif bir şekilde çalışır. Kısa zamanda yaygınlaşan hareketin yöntemi gittikçe radikalleşir, basında hiç yer alamayan hareket dikkat çekmek için şiddete başvurur. Yangınlar çıkarılmış, bombalı saldırılar düzenlenmiş ve bu yüzden Pankhurst birçok defa tutuklanmıştır. Gazeteler elbette bu hareketi alaya almak için tıpkı Cumhuriyet gazetesinin yaptığını yapıyor, Sufrajetleri yaşlı, çirkin kadınlar olarak karikatürleştiriyorlardı.

1913’te Pankhurst, Britanya Bütçe Başkanı David Llyod George’un villasına yapılan bombalı saldırının azmettiricisi olarak üç yıl hapis cezası alır. Bu karar kadın hakları savunucularının polis ile sokak çatışmalarına girmesine neden olur, resmi kurumlara ve başbakan Herbert Asquith gibi tanınmış kişilere saldırılar düzenlenir. Olaylar kundaklama ve bombalı saldırılar şeklinde bütün ülkeye yayılmıştır. 1913’te açlık grevi sebebiyle sağlık durumunun kötü olmasından dolayı Emmeline Pankhurst tekrar serbest bırakılır. Ancak süfrajetlerin eylemleri devam eder: Bombalı saldırılar düzenlenir, posta kutularına asit dökülür, kiliseler kundaklanır ve toplu taşıma araçlarına zarar verilir.

Olaylar, 1 Haziran 1913 tarihinde Epsom’da düzenlenen at yarışında, kralın atının önüne atlayan, ağır yaralanan ve kısa bir süre sonra ölen süfrajet Emily Davison’un ölümü ile iyice etkisini artırmıştır. Emily, Pankhurst tarafından kadın haklarının şehidi ilan edilir ve bildirilerinin manşetlerinde hipodromun meleği olarak gösterilir. Aynı yıl, 1913’de parlamento, tutuklu süfrajetlerin artan açlık grevleri nedeniyle “Kedi ve Fare Antlaşması” adlı kanun tasarısını kabul eder. Açlık grevi sebebiyle, zorla beslenmelerine rağmen ciddi derecede hasta olan tutuklular serbest bırakılır. Sağlığına kavuşan tutukluların ise tekrar tutuklanması istenir. Bu anlaşmayla sağlığına kavuşan Emmeline Pankhurst, Şubat 1914’de tekrar tutuklanır, bunun üzerine tekrar açlık grevine başlar, hastalanır ve tekrar serbest bırakılır.

22 Mayıs 1914 tarihinde ise, Birleşik Krallık hükümdarı V. Georg’a dilekçe vermeye çalışırken Buckingham Sarayı önünde tekrar tutuklanır. Orada bulunan fotoğrafçılar da, bu kadın hakları savunucusunun emniyet müdürü Rolfe’nin kollarındaki hâliyle tutuklanmasını çeker. Fotoğraf, aynı gün Londra’daki birçok gazetede manşet ve kadın hareketlerinin “görsel” ilk fotoğrafı olur.

Birinci Dünya Savaşı’nın çıkması ile radikal kadın hareketlerinin faaliyetleri durur, Pankhurst propagandasını Britanya’nın savaş mücadelesine çevirir. 1918 yılında Emmeline Pankhurst Muhafazakâr Parti’ye katılır; fakat fazla aktif olmaz. Kasım 1918’den itibaren 21 yaş üstü kadınlar parlamentonun üyesi olabilmişler; fakat seçme hakları henüz verilmemiştir. Emmeline Pankhurst 1928 yılında vefat eder ve aynı yıl kadınlar için genel oy hakkı yürürlüğe girer.

Çok yakın bir tarihten bahsediyoruz aslında. İngiltere’de kadınların, özellikle “işçi kadınların” gerçekten “ikinci sınıf” vatandaş ve “köle” muamelesi gördüğünü; Fransa’da, ABD’de ve hattâ tüm Avrupa’daki durumun bundan hiç de farklı olmadığını, feminist literatürü okuyanlar az çok bilir. Verilen mücadeleyi de… Batının “kadın hakları karnesi” oldukça kötüdür bu bakımdan. Zencileri “köle” olarak çalıştıran zihniyet açısından, kadınları da ikinci sınıf görmekte bir beis yoktu. Şimdi bizde, “Batılı bir çok ülkeden önce Türk kadınlarına seçme ve seçilme hakkı Atatürk tarafından verildi” diye ilkokulda öğretilmeye başlayan motto var ya, işte o, bu Süfrajetleri filan görünce “komik” geliyor. Batıda “söke söke alınan hak”, bizde birileri tarafından “verilen”…

ŞALCI BACI

Nezihe Muhittin’den bahsettik. İstiklal Mahkemelerinin kurulduğu dönemde “oy hakkı” isteyen yalnız bir kadın. Geldiği aristokrat çevre sebebiyle birkaç dava ve itibarsızlaştırma ile kurtarıyor yakasını ama o sırada şapka kanunu muhalefeti sebebiyle asılanlar filan var, biliyorsunuz. Şalcı Bacı hakkında resmi bir kayıt bile yok.

Kısaca özetlersek durum şudur: Türkiye’de kadın hakları hikâyesi, Cumhuriyetle başlamaz. Kadın hareketleri Cumhuriyet öncesinde başlamakla beraber, Batılı muadilleriyle aynı muhtevada değildir. Osmanlı’daki kadın hareketleri, Batılı muadillerinden etkilenmekle beraber, iktisadî, sosyal, kültürel meselelerde (meselâ Batıda “kadın işçi” denilen, sanayi devrimiyle ortaya çıkan durumun Osmanlı’da henüz mevcut olmaması gibi) toplumda bir karşılık bulamamıştır.

Bu, “Cumhuriyet”in kurucu iradesinin, üstelik “Cumhuriyet kazanımlarını savunan” bir kadına layık gördüğü muamele. Aynı dönemde bir de Şalcı Bacı var. Son yıllarda ortaya çıktı bu kadıncağızın “şapka kanununa muhalefet etmekten” idam edilmesi. Kimdir bu kadın? Şal satan, eskilerin bohçacı dediği bir kadın. Hakkında fazla bilgi yok ama pek çok rivayet var. Şalcı Bacı, Erzurum’da şapka kanununa muhalefetten asılan onlarca Müslümandan biridir. Devamını Üstad Necib Fazıl’dan dinleyelim:

“Çarşıda kapatılan dükkânların kepenk sesleri… Heyecanlı bir kalabalık… Kalabalık Vilâyet binasının önünde…

Sesler:

– Şapkayı istemiyoruz! Gâvur kılığına giremeyiz!

Kalabalık süngülü jandarma zoruyla dağıtılıyor. Erzurum’da Sıkı Yönetim… İstiklâl Mahkemesi… Başta Gavur İmam lâkaplı bir hoca ile Hoca Osman isimli bir din adamı, aralarında da bir kadın, sehpada 33 ceset…”

Darağacı yolunda şaşkınlık içinde, “Kadın şapka giye ki asıla!” diye sorar hatta. Yani kadın şapka giymez ki asılsın der. Şaşkınlığı da bunadır. Bu idamın, kadınlara şapka giyme yolunun hazırlanmasında fayda sağladığından söz edenler olur. Hatta derler ki, Erzurum’da Vali ve Kumandan Paşa bir araya gelmiş, Şapka Kanunu’nun muhayyilelere dehşet salmak suretiyle kabulü için bir kadını asma gibi bir karara varmışlardır.

Biri Cumhuriyet değerlerine sahiptir fakat fikirleri beğenilmez, diğeri ise halktan garip bir kadındır, ibreti âlem için idam edilir. Görüldüğü gibi Cumhuriyet kendi çocuklarını yemekten çekinmemiştir. Halide Edipler, Fatma Aliyeler, hep bu rejimin sert yüzü ile mücadele etmişlerdir.

Günümüze geldiğimizde, sosyalist feministinden, Kemalist veya Marksist feministine hatta İslâmcı feministine pek çok ideoloji altında örgütlenmiş kadın hareketleri var ülkemizde. Feminist literatür ne yazık ki yukarıda değindiğimiz gibi nerede gelişirse gelişsin, “Batı merkezli” bir bakış açısına sahiptir. Mesela Batılı feministler, “Hristiyanlık” temelinde Hristiyanlığın kadına bakışına karşı tenkid geliştirmişse buradaki feminist hareketler de İslâm’ın “kadın düşmanı” olduğunu ispatlamaya gayret etmişlerdir. Feminizm Batı’da temelinde sağlam gerekçelerle ortaya çıkmış, büyük mücadeleler verilerek kazanılmış hakların savunucu ve geliştiricisi olmuşsa, burada o nisbette “taklit”ten öteye geçmemiştir. Bu topraklarda içtimai altyapısı olmayan köksüz bir hareket olarak feminizm, “sonradan görmeliğin” adıdır. Cumhuriyet ideolojisinin desteklediği kadın hareketlerinden, bugüne durum değişmemiştir.

Misal Anadolu’da devlet anadır bizde. Devlet baba demeye cumhuriyetle birlikte başlamışızdır. Bunun üzerine olsun tek bir düşünce üretememiş bizdeki feminist hareketlerin en temel çıkmazı, Hristiyanlığı İslâm’la eşitlemeleri olmuştur. Toplumdaki yozlaşmadan İslâm dinini sorumlu tutmak gibi “sapıkça” bir anlayış yerleşmiştir. Müslüman bir toplumun Batı fikir ve ahlâkı ile kirletilmiş zihni, bozulmuş ahengi ile yaptığı her “kötülük” her nedense İslâm’a kesilmiştir.

Ben feminist literatürü elimden geldiğince takip ederim. Geçmişin bazı sıkı feministlerinin, yaşları ilerledikçe, bazı sert fikirlerinden bütün bütün vazgeçtiklerini gördüm. Kimisi, kadının erkekle eşit haklara sahip olması için mücadele ederken, kadını budadıklarını, etekli erkekler yetiştirdiklerini itiraf etmek zorunda kalmışlardır. Kadının kendine has tabiatını tahrip etmenin içtimai problemlere sebeb olduğunu kabul etmek zorunda kalmışlardır. Bizde ise Amerika’yı yeni keşfeden feministler hâlâ şu “söylemle” başlarlar konuşmaya:

“Günümüzde kadınların karşı çıktıkları ve mücadele etmek zorunda kaldıkları birçok sorun, kadın ve erkek kimlikleri ve rolleri konusunda toplum ve kültür tarafından belirlenmiş ön kabuller ve kalıp yargılarla, başka bir deyişle toplumsal cinsiyetle {gender)* ilişkilidir. Bu, toplumsal olarak verilmiş kadınlık ve erkeklik kalıplan ve imgeleri, varoluşumuz açısından can alıcı bir önem taşır. Bu imgeler, dinlerin ve kültürlerin uzun yüzyıllar boyunca oluşturduğu geleneklerin hem ürünü, hem de parçasıdırlar.”

Oysa “eşitlik hak ve hürriyet”, günümüzde bunlar sadece kelimelerdir. Muhtevası bomboş kelimeler. Nereden bakıyorsan, ona göre anlamlandırılacak kelimeler… Kadının Batı’da ilkesel olarak “aşağı” görülmesi, Hristiyanlıkta “mutlak” olarak “aşağı görülmesi”, İslâm’da ve İslâm medeniyet ve toplumlarında da kadının “aşağı” görüldüğü anlamına gelmez. Kur’ân’da “mümin kadınlara ve mümin erkeklere” hitap vardır. Emirler ve yasaklar konusunda kadın ve erkek arasında kıl kadar bir ayrım yoktur. Zina her iki cinse de haramdır. Kusur araştırmak her iki cinse de haramdır. İçki içmek, yalan söylemek, faiz yemek, her iki cinse de haramdır. Her iki cins de harama bakmaktan men edilmişlerdir. İslâm’da sadece kadına tesettür emri gelmiş zannedenler vardır mesela. Oysa her iki cinsin de tesettürü vardır. Allah katında kadın ve erkeğin eşit olduğunu üstünlüğün ancak takva ile olduğunu bütün Müslümanlar bilirler.

Yaklaşık yüz yıldır İslâm’ın hâkim olmadığı, İslâmî bir hayat tarzının hâkim olmadığı Müslümanların, yaşadıkları ülkelerde Müslümanlar ikiyüzlü bir hayat yaşamaya zorlanmıştır. Ne bekleniyordu ki Müslümanlardan? Ortaya çıkan felaket ve yozlaşma, İslâm hâkimiyetinin son bulmasından sonra ortaya çıkmıştır. Şimdi bazı hoca ve vaizlerin çıkıp “kızlarınızı üniversiteye göndermeyin, pantolon giydirmeyin, açık saçık gezdirmeyin” demesi, infiallere sebeb oluyor. Çünkü aynı vaiz Müslüman erkeklere dönüp aynı uyarılarda bulunmuyor.

Bu “ahlâkın, edebin, namusun” sadece kadına yüklenmiş bir sorumluluk olduğu algısı, İslâm’ın vazettiği bir şey değildir. Eğer İslâm’ın hâkim olduğu bir düzende olsaydık, hiçbir hoca çıkıp da böyle bir şeyi tebliğ etme ihtiyacı duymayacaktı. Problem temelinde bir sistem dolayısıyla bir hayat tarzı meselesidir. Şimdi şu şartlarda bütün meseleler ortada işlenmeyi beklerken, İslâm’ın dünya görüşünün eşya ve hadiseleri zaptı ve meselelere çözüm üretmesi gerekirken, tüm bunlar öylece ortada dururken, çıkıp “kızları üniversiteye göndermeyin” derseniz zulüm etmiş olursunuz.

İşte kızlar böyle giyiniyor, şöyle giyiniyor. Peki ya erkek evlatlarımız nasıl giyiniyor? Pembe daracık pantolonlarla ortada salınmıyor mu? “Gözünüzü haramdan sakının.” Ölçü öyle değil mi? Kim sakınıyor? Sakınmıyor ki, başkalarının kusurlarını görüp araştırıp bir de bunu cümle âleme ifşa ediyor.

Müslümanlar, Türkiye’de “laik demokratik bir cumhuriyet”te yaşadıklarını unutuyorlar. Bu ülkede Allah demenin yasak olduğu, camilerde ezanların Türkçe okunduğu zamanlardan bugüne gelince, iktidardaki hükümetin muhafazakar olmasından dolayı zannediyorlar ki, İslâm hâkimiyeti ve yaşam tarzı geldi ülkeye. Öyle bir şey olmadı arkadaşlar. Oturduğunuz yerden olmaz o işler. Kültürde, sanatta, fikir de edebiyatta yoksun, akademide ortaya koyacak bir sözün yok ama başörtünle üniversite okuyabiliyorsun. Bu bize yetti. Açık konuşalım. Bu bize yetiyorsa, orada bir problem var demektir. Kimse bunu görmüyor, tutturmuşlar Müslüman kadın şöyle olmalı böyle olmalı. İyi de Müslüman erkek sen de şöyle ve böyle olmalıydın ama olmadın.

Şimdi biz Büyük Doğu-İBDA dünya görüşünü hayata hâkim kılmanın mücadelesini verirken, üniversitede de olacağız, sokakta da olacağız, akademide de olacağız, hayatın gerektirdiği her yerde olacağız. Öyle değil mi? Müslümanların kılığı kıyafeti ile uğraşmaya vakti olmaması gerekir bu şartlarda. Çünkü eksik ve yanlış olarak gördüğümüz her şey bizim adam olamamamızdan kaynaklanıyor. Suçu dışarda aramaktan vazgeçmeliyiz bir an evvel. Hak, hürriyet ve eşitlik. Kadınlar konusunda yüzyıldır tartışılan bu mevzuda bizim görüşümüz, taşlar yerine oturmadan kimsenin hakkı da hürriyeti de eşitliği de su götürür demekten ibaret.

Alev Alatlı’nın “Gogol’ün İzinde” serisinin ikinci kitabından “Dünya Nöbeti”nden bir iktibasla bitirelim. Çok naif, naifliği nisbetinde de çarpıcı birkaç cümle. Şöyle diyor:

“Rus kadınlarının yaşadıkları, çağdaş dünyanın kadınlarına ışık tutacak mahiyettedir. Bizler kadın meselesinin ne ezilmek, hatta ne de ekonomik eşitsizlik olduğunu gördük. Bunu kadınlar eşit çalışma için eşit ücret almasalar da olur anlamında söylemiyorum. Kim böyle bir şey söyleyebilir ki? Bizim tecrübemiz bize sorunun ruhanî bakış açısının kaybında, kimliğimizin İsa’dan kopmuş olmasında yattığını söylüyor. Tanrı’nın gözünde kadınla erkek eşittirler. Kendilerinde evrensel hiyerarşide belirli yerler tahsis edilmiştir. Kadınlar kendilerine tahsis edilen yerin daha aşağıda olduğunu düşünüyorlarsa, bunu alçakgönüllü olmayı öğrenmek için bir fırsat olarak da değerlendirebilirler.”

Salih Mirzabeyoğlu’nun Haliç Kongre merkezinde verdiği “Adalet Mutlaka” konferansında hiç aklımdan çıkmayan şu veciz sözü:

“Biz dünyaya birbirimizle didişmeye gelmedik, hani yaşama hakkı diyoruz ya, biz aslında dünyaya yaşama görevi ile geldik. O hak da o görevden doğuyor.”

Sanıyorum bunun üzerine başka bir şey söylemeye gerek yok.

[*] “Akademya Sohbetleri” kapsamında Gülçin Şenel’in “Kadının Hak ve Hürriyetine Farklı Bir Bakış” başlığı altında yaptığı konuşmanın metnidir.



Delilik ve Dahilik Arasında


Semih Kaplanoğlu ile Hayat, Sinema ve “Buğday” Üzerine

Röportaj: Gülçin Şenel | Fotoğraf: Yağmur Dinç Semih Kaplanoğlu Kimdir? Semih Kaplanoğlu, 4 Nisan 1963 tarihinde İzmir’de dünyaya geldi. Dok...