"Demek ki, aslında her çeşidiyle ilim, sadece eğrileriyle aczimizi ihtar etmiyor, doğrularıyla da aczimizi gösteriyor; aczin idraki için ilim... Hayret bu idrakten doğar!" Salih Mirzabeyoğlu
20 Haziran 2015 Cumartesi
“İRFAN VE İNCELİĞİN TEMSİLCİSİ” ŞEYH GALİB*
PUŞKİN’İN SIRRI
ALEV ALATLI YANDAŞ BİR AYDIN MI?
3 Eylül 2009 Perşembe
ELİF ŞAFAK'IN "AŞK" İSİMLİ ROMANI ÜZERİNE
1 Eylül 2009 Salı
LAPLACE’IN ŞEYTANI, KUANTUM FİZİĞİ VE “İHTİMAL DIŞI"
“Kuantum mekaniği konusunda çok çalışmak gerekir. Ama içimden bir ses bana bunun her şeyin çözümü olmadığını söylüyor. Bu teoriyle birçok şey açıklanıyor ama hâlâ O’nun sırrını çözebilmiş değiliz. Ben yine de, O’nun zar atıp kumar oynayacağını hiç mi hiç sanmıyorum.”
Einstein
“Çok satanlar listesinde bir numara” türü reklamlar, aslında bir kitabı “okumamak”, bilâhare okunsa da baştan o derece mühimsememek için yeterli bir kriter olarak da görülebilir. Belki içten içe böyle düşündüğümüz için, şimdi bahsini edeceğimiz ve Batılıların “bestseller” dediği “çok satanlar” dairesindeki Adam Fawer’ın kitabını da, pek âdetimiz olmamasına rağmen, bir yakınımızın ısrarlı tavsiyesi üzerine okuduk. “Çok satan bir roman” olması yetmiyormuş gibi, mütercim tarafından ziyadesiyle kulak tırmalayıcı bir de ad seçilmiş kitaba: “Olasılıksız”. Bize sorarsanız, kitabın isminin “İhtimal Dışı” olması gerekirdi aslında. Çünkü İngilizce orijinal ismi “Improbable”. Demek ki, Türkçeye “Olasılıksız” olarak değil de, o da uydurukçayla malûl biçimde “Olasılık Dışı” olarak tercüme edilebilirdi belki en fazla. “İhtimalsiz” diye bir kelime nasıl kulağımıza ve dil zevkimize yabancı geliyorsa, işte “olasılıksız” da böylesine ve hatta daha da ilerisinde “zorlama” bir kelime. İşte bu sebeble, kitabtan yazımızın bundan sonraki kısmında İngilizce aslına bağlı kalarak “İhtimal Dışı” şeklinde bahsedeceğiz.
Kitabın yazarı Adam Fawer, bir Amerikalı. Sözünü ettiğimiz roman da, yazarın ilk eseri. 2006 International Thriller Writers Award (En İyi İlk Roman) ödülünü almış ve sonrasında beş farklı dile tercüme edilmiş. 2008 yılında ise, yazarın ikinci kitabı “Empati” yayınlanmış.
“İhtimal Dışı” (Improbable), hakkında bir makale yazacak kadar önemli bir roman mı peki? Kanaatimiz pek öyle olmadığı yönünde. Ne edebiyat ne de dil ve üslûb açısından göz kamaştırıcı bir nitelik taşıyor. Konusuna gelince, kabaca ifade etmek gerekirse, bildik bir aksiyon filmini andırıyor çoğu. Ancak tüm bunların ötesinde, Heisenberg’in “belirsizlik teorisi”, Determinizm, “Laplace’ın Şeytanı”, Jung’un “kollektif şuuraltı” meselesi, Tekâmül (evrim) teorisi, Epilepsi nöbetleri, İhtimal Hesabları ve tüm bunların birbirleriyle bir şekilde alâkası romanın belkemiğini oluşturuyor. Bu sebeble, romanda ileri sürülen tezlere bir göz atmakta fayda gördük.
Burada bir parantez açarak, yukarda bahsi geçen "Laplace'ın Şeytanı" meselesini bir nebze açıklığa kavuşturalım. Laplace, "İhtimal Hakkında Felsefî Denemeler" isimli kitabında şöyle diyor:
"Bir ân için tabiatın tüm güçlerini ve bunu oluşturan tüm varlıkların mevkîlerini anlayabilen bir canlı olduğunu düşünürsek -ve onun bu verileri inceleyebileceğini de göz önüne alırsak-, aynı ânda kâinattaki en büyük varlıkları ve en küçük atomları da hesaba katarak bir hesab yaparsa, hiçbir şey belirsiz değildir ve gelecek de aynen geçmiş gibi gözlerinin önündedir."
Zamanla bilim adamları, bu düşüncede sözü edilen sanal varlığa "Laplace'ın Şeytanı" adını vermişler. Peki ama niçin? Yani, bu düşünce tecrübesindeki varlığa niçin “Şeytan” denilmekte? Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun işaretlediği şu husus belki bir fikir verebilir:
«Akıl yürüterek Allah’a ilk karşı gelen, malûm olduğu üzere Şeytan. Allah kendisine Âdem’e secde etmesini söylediği zaman, “ben ateşten yaratıldım, o ise topraktan!” diyerek isyan ediyor. Bugün Batı dillerinde “şeytan” ve “hürriyet!” kavramlarının aynı kökten olmasına dikkat.» (1)
Konuyla ilgili yapılan yorumlarda, Heisenberg’in “belirsizlik teorisi” ile Determinist düşünceye sahib Laplace’ın bu tezinin artık geçerliliği kalmamıştır, deniliyor. Diğer yandan roman, «Laplace’ın Şeytanı “ihtimal dışı” bir şey ancak imkânsız değil» düşüncesini savunarak çeşitli yorumlarla bunu isbatlamaya girişiyor ve bu noktada romanı filân geçip felsefî bir esere dönüşüyor:
"Diyelim ki hem senin aklından geçenleri ve beynini, hem de arkadaşınınkileri okuyabilen bir bilgisayar olsun. Eğer o bilgisayar aynı zamanda tüm dünyadaki tüm çevre şartlarını da bilse, o zaman nerede ve nasıl karşılaşacağınızı da bilirdi. Yani şans eseri karşılaşma aslında şans eseri bir şey değil, tahmin edilebilir bir gerçek. (...) Böyle bir bilgisayar olmadığı için böyle bir olayı önceden göremeyiz, yahut bilemeyiz; ama bu, olayı bilinemez kılmaz, bu bizim bilemediğimizi gösterir sadece. Aradaki farkı anlayabiliyor musun?" (2)
Böylece Laplace'ın Şeytanı, bizim bilemediğimizi bilebilen ve görebilen bir varlık olarak tasvir ediliyor ve Heisenberg'in "belirsizlik teorisi"yle bakın nasıl alâkalandırılıyor:
"Eğer Heisenberg'in teorisine inanıyorsan, o zaman her şey mümkün, o zaman da elektronların hareketlerinin rastgele olmama ihtimalini de kabul etmeliyiz. (...) Eğer elektronların hareketlerinde bir amaç olduğunu kabul edersen, o zaman bu amacı belirleyen ve öngören bir güç olduğunu da kabul etmek zorundasın. Eğer şimdiye kadar saptanmamış daha ölçümü yapılamayan o güç varsa, o zaman ışık dalgası olmadan da bir elektronu müşahede etmenin bir yolu daha vardır. (...) Yani diyorsun ki, ihtimallerle yönetilen bir kâinatta herşey olabileceği için, kâinat ihtimallerle değil de mutlaklarla yönetiliyor. Heisenberg'in ihtimal teorisini kullanarak teorinin kendisini çürütüyorsun." (3)
Belirsizlik Teorisi’nden bir zıplayışla Jung’un “Kollektif Şuuraltı”na geçerek, onu da tezine delil kılıyor Fawer. Bunu da bir taraftan kuantum fiziğindeki, düşüncenin de madde gibi enerji oluşu teorisinden, zamanın hem ileriye hem de geriye doğru hareketi düşüncesinden yola çıkarak yorumluyor. Meselâ, Tekâmül (evrim) teorisindeki tek hücreli canlıdan meydana gelen ilk bebek, annesini emmeyi kalıtımla öğrenemeyeceğine göre, zamanın ileri-geri hareketi sayesinde, efendim bu “kollektif şuur”dan faydalanarak öğreniyormuş bunları. Yani, Laplace’ın Şeytanı, aslında bu “kollektif şuuraltı”nı görebiliyor-kontrol edebiliyor ve zamanın ileri-geri hareketini de göz önünde tutarsak, bedeni burada olduğu hâlde bir nevî zihnen “zamanda yolculuk” yapıyor demeye getiriyor. Dehâların da aslında kollektif şuuraltını daha iyi görebilen insanlar olduğunu vurgulayarak, doğu ve uzak doğu mistik görüşlerinin veya dinlerinin kuantum fiziğinin yeni ulaştığı bilgilere nasıl ulaştığını da açıklamış oluyor: E onlar da “kollektif şuuraltı”nı kullanabilen ve bir bakıma zamanda yolculuk yapabilen “Laplace’ın Şeytanı” idiler de ondan!
Garip ama gerçek, Laplace bile bu kadarını düşünemezdi herhalde. Şimdi bu karmaşadan düzlüğe çıkmaya çalışalım.
Birincisi, Laplace, bu düşüncesiyle aslında bir şeytandan filân değil, “Kâinatı Yaratan”dan bahsediyor ve O’nun varlığını bu determinist düşünce tecrübesi ile kendince isbatlamaya çalışıyordu. Adam Fawer ise, “Yaratıcı” inancından fersah fersah uzakta olduğundan olsa gerek, bunu “insanı ilâhlaştırma” yoluyla izaha davranıyor.
İkincisi, Kuantum fiziğinin ortaya çıkardığı ve Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “müdahil insan” olarak vurguladığı, insanın maddenin hareketlerini müşahid olarak belirleyici rolü, ne yazık ki roman yazarının istediği gibi insanın ilâhlaşması neticesine varmıyor. Ve kaderini değiştirme gücünü, “ihtimallerden birini veya diğerini seçerek” elinde tutuyor da olmuyor insan. Çünkü kader, ancak bir “imân” mevzuu. Dolayısıyla, mesele yine dönüp dolaşıp “imân”a dayanıyor. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu “Berzah” isimli eserinde, Adam Fawer gibilerinin “gariban” durumunu şöyle işaretlemekte:
«“Kader, bir amel meselesi değil, imân mevzuudur”; her düşünce için geçerli ölçülendirme, netice. Burada, kader ve iradî davranışı-hürriyeti, birbirine karşı olarak görüyoruz. “Dehr ve Zaman” bahsinde, insan aksiyonunun “zamanda” ve “zamanüstü” oluşuna nisbetle “zorunluluk” ve “hürriyet”ten bahsetmişken, “kader” ve “iradî davranış” zıtlığında “hürriyet” meselesinin tersine döndüğünü görüyoruz; “kader-zorunluluk” ve iradî davranış-hürriyet”… Ne yaparsak yapıyoruz ve yaptığımız kaderin gerçeklenmesi oluyor. Tıpkı, ruhîlikle ruh’un gerçeklenmesi gibi. Bu durum, “irade-seçme yapabilme”yi, bir bakıma vücudumuzun gayri iradî faaliyetlerini andırır hâle getiriyor: Kader ve iradî davranış aynı. Nerede ve nasıl, berzah sırrında. “Efendim, söylediklerin mübhem!”… İşte mübhemlik de bir hakikat veya hakikatlerin niteliği ya! Hakikatler, Allah’ın muradıdır, mahlukudur; biz söyledik, peki söylesinler, “hiç”le yok’un muradı nedir? Hem “hiç”, hem “yok”, hem murad sahibi?”» (4)
Batılıların anladığı mânâda bir “Tanrı” inancı, determinizmin çöküşü ile temel paradigmalarını kaybetmiştir. Bu yüzden pek çok Batılı Kuantum Fiziği’nin neticesinde, gerçekliği kabul edilmek zorunda kalınan mistik görüşlere ve tabiî panteist inanışlara kuantum düşüncesi çerçevesinde çorba edip yaklaşmakta sakınca görmemiştir. “İhtimal Dışı” romanı da bu çorbalardan biri olarak satış rakamlarını garantiliyor ve yarım yamalak fizik, matematik, biyoloji bilgisiyle öne sürdüğü tezler, bu meselelere âşina olmayan okuyucuya “vay be!” dedirtiyor ki, çok satıyor. Öyle havaya girip, insan aksiyonunu ön plana çıkaran bir “mutlak” inancıyla ve bazı nevzuhur usûllerle insanın geleceği görebileceği, kaderini belirleyebileceği tarzında “uçuk fikirleri”, çeşitli ilmî gelişmelerle ve mistik inanışlarla harmanlayarak bir kitab yazmak ve sonra da kenara çekilmek yok; şunun cevabı verilmeli öncelikle:
“Mutlak Varlık’ın, Mutlak Kelâm’ı; şuurumuzun muhatab olduğumuz hakikatler yönünden, tabiî olarak tek ölçü olduğunu, Zorunlu Varlık ve O’nun kelâmının gerekliliğini de şuurumuzun gösterdiğini söyledik. Allah, Kur’ân’da, ona misil kelâm olamayacağını söylerken, kâfirler bir meydan okuma olarak kabul ederek, karşılığında neyi gösterebilmişlerdir, gösterebilirler? Evvelâ, kim, “ben Mutlak Varlık’ım-Mutlak Şuur’um” diyebilecek; tevilsiz ve nisbetsiz ve söylediği ne?” (5)
1) Salih Mirzabeyoğlu, Berzah –Bütün Dalların Birleştiği Kök’e-, İBDA Yayınları, İstanbul 2006, s. 193
2) Adam Fawer, Olasılıksız, April Yayınları, s. 254
3) A.g.e., s. 117
4) Salih Mirzabeyoğlu, A.g.e., s. 240-241
5) Salih Mirzabeyoğlu, İmân ve Tefekkür –İmân ve İki Âlem-, İBDA Yayınları, İstanbul 2007, s. 291
Aylık Dergisi, Şubat 2009
Gülçin Şenel
gulcinsenel@gmail.com
29 Ağustos 2009 Cumartesi
“ÇOCUK GÖZÜYLE SAVAŞ” RESİM SERGİSİ
Çocukların çizdiği resimlerin genel olarak onların psikolojilerini yansıttığı söylenir. Çünkü onlar henüz (biz yetişkinler gibi “akıl tutsağı” anlamında) “şuurlu” bir şekilde değil, belki de sadece ânlık sezgileriyle çizim yapmaktadırlar. Bu sebeble, onların resimlerine “ustalık verimi” sanat gözüyle değil de, yaşadıkları hayatın psikolojilerindeki yansımaları gözüyle bakmak gerekecektir. İşte bunun gibi, savaş bölgelerinde yaşayan çocukların çizdikleri resimler, onların bu altüst oluşa (savaşa) rağmen ne kadar dayanıklı ve cesur olduklarını gösterecektir meselâ. Bir Çeçen mülteci kampında kalan çocukların çizdiği resimler buna güzel bir örnek:
Geçtiğimiz aylarda Filistin’de gerçekleştirilen İsrail saldırılarına karşı direnen Gazze’de, saldırıları ve katliamı yaşamış çocukların yapmış olduğu resimlerden oluşan bir sergi açıldı İstanbul’da. “Çocuk Gözüyle Savaş” isimli resim sergisinin materyallerini oluşturan resimlerde, Ocak-Şubat-Mart 2009'da Gazze’de İsrail’in masum insanlar üzerinde kullandığı şiddet sonucu ailesini, yakınlarını, arkadaşlarını, oturduğu evi, eğitim yaptığı okulunu, muayene olduğu hastanesini kaybeden Gazzeli çocuklar savaşı anlatıyor. 25 Ağustos 2009’da eski Bayrampaşa cezaevinde açılan sergi, gazeteci Abdullah Aytekin’in anaokulu, ilkokul ve ortaöğretim yaşındaki Gazzeli çocuklara çizdirdiği 400 resimden seçilen bir koleksiyondan oluşuyor.
Abdullah Aytekin, şöyle anlatıyor resimlerin Türkiye’ye getiriliş macerasını: “Pimaş borulara sarıp muhafaza ettim resimleri. 25 metrelik kumaşlar büyük yer kapladı. Yarısını getiremedim. Kalanlarını da adım başı kontrole tabi tuttular. Sürekli açıp gösterdim resimleri görevlilere. Resimleri sardığım borular başıma epey iş açtı. Renginden dolayı üstelik. Turuncu renk borular Kassam’ın füzelerini andırdığı için, her gören tedirgin olmuş. ”Nasıl olur da bir füzeyle dolaşırsın ortalıkta! Ânında vurur seni İsrail askerleri, dediler.”
Bütün dünyanın patlamış mısır eşliğinde izledikleri katliamı, Gazzeli çocukların çizimleri ile görmek isteyenlere duyurulur.
Baran Dergisi, 28 Ağusos 2009
Gülçin Şenel
gulcinsenel@gmail.com
8 Ağustos 2009 Cumartesi
“KÜTÜB HA! NE?”*
Gelelim kitab okuma oranlarına… Bu rapora göre Türkiye kitab okuma konusunda Afrika ülkelerinin bile gerisinde kalmış durumda. Japonya’da toplumun yüzde 14’ü, Amerika’da yüzde 12’si, İngiltere ve Fransa’da yüzde 21’i düzenli kitab okurken, Türkiye’de yalnızca binde 1 kişi düzenli kitab okuyor. Bir Japon yılda ortalama 25, bir İsviçreli yılda ortalama 10, bir Fransız yılda ortalama 7, BİR TÜRK İSE 10 YILDA ANCAK 1 KİTAB OKUYOR. Efendim bu hesabla Türkiye’de kimlerin kitab okuduğunun isim isim tesbit edilmesi bile mümkün görünüyor.
Milli Eğitim Bakanlığı da bir araştırma yayınlamıştı hatırlarsanız; lise ve üniversite öğrencilerinin ne kadar az kitab okuduğunu o vesileyle de hayretle müşahede etmiştik. Bu durumda Türkiye’de her yıl binlerce (30.000) kitab yayınlandığı düşünülürse, kim okuyor bu kitabları? Yukardaki hesab doğru olsa gerek: “Sen, ben, bizim oğlan…” Zaten yayınevlerinin “çok satanlar” listelerine bir göz atıp, “okuyanlar da ancak bunları okuyor” diyerek seviye tesbiti bile yapılabilir.
Şimdi, bu “okumama” durumunun pek çok sebebi var. Maddî zorunluluklar sebebiyle çalışma saatlerinin günün büyük bir bölümünü işgal etmesi gibi belki geçerli olabilecek meşgalelerin yanında, televizyon, müzik, bilgisayar, internet ve sinema gibi, “gereğinden çok fazla”, yani lüzumsuzca başında vakit geçirilen teknolojik oyuncaklar da var. İnsanlara teknoloji kolay ve hızlı bir “bilgi edinme” veya “öğrenme” aracı gibi geliyor, ancak öyle değil. Kitabla kurulan hissî, fizikî ve ruhî bağ bir tarafa bırakılacak olsa bile, meselâ televizyon ve internetin başında geçirdiğimiz ve nasıl geçtiğini anlamadığımız iki saatle, kitab okurken geçirdiğimiz ve nasıl geçtiğini saniye saniye hatırladığımız iki saat arasındaki “zaman” farkını karşılaştırmamız, bize gereken cevabı muhtemelen pek güzel verecektir.
"Okuma, insanların en bilgesiyle bile olsa, bir konuşmaya indirgenemez; bir kitabla bir dost arasındaki asıl farklılık, bilgeliklerinin büyüklüklerindeki farklılık değil, onlarla irtibat kurma biçimidir; okuma konuşmanın tersine yalnızlığımızı sürdürürken, yani yalnızken sahib olunan ve konuşunca çabucak dağılan entelektüel güçten yararlanmaya devam ederek, ilhamlara açık olmaya ve zekânın kendi üzerindeki çalışmasını bütünüyle verimli kılmaya devam ederek, her birimizin önceden iletilmiş bir başka düşünceyi edinmesidir" diyor Proust, “Okumak Üzerine” adlı eserinde.
Aynı çizgide, “Kitab okumaktansa televizyonda bir belgesel izlerim” diyorsanız, yine yanılıyorsunuz; en iyi belgesel kanalları genellikle Amerikan medyası tarafından yönetilmektedir ve her türlü manipülasyona açık bilgilerle doludur, manipülatiftir, dezenformatiftir, velhasıl kafanızı belli bir şekilde biçimlendirmeye, “formatlamaya” yarar. Misâl, en meşhur ve en çok izlenen belgesel kanallarından History Channel. Bu kanalda yayınlanan “tarihî” belgesellerin hemen hepsi manipülatif ve dezenformatif bilgilerle donatılmış klasik Amerikan tarzını yansıtır. Heyecanlandırır, ilginizi çeker, sürükler ama neticede o kadardır; hakikatin değil, “kendi bakış ve değerlendiriş açısı” istikametinde “eğlendirme”nin peşindedir. Yani, “televizyonda sadece belgesel kanallarını izliyorum” sözü, “entel” görünmenin değil, “aptal” görünmenin ve “aptal kutusuna” esir olmanın bir “gösterge”sidir sadece.
Şayet “Kitab okumaktansa internetten daha geniş bilgi edinirim” diyorsanız da yine yanılıyorsunuz; çünkü internette aynı konu üzerinde binlerce yazı, makale veya belgeye ulaşabilirsiniz, fakat bunları nasıl “değerlendireceğinizi” bilemeyerek, kafanızı lüzumlu lüzumsuz yüzbinlerce şeyle boşuna meşgul edersiniz. Sonunda, internette bulabileceğiniz kimi “doğru” bilgilerin yanı sıra bir o kadar da “yanlış”, “saptırılmış”, “dezenformatif” bilgiye ulaşırsınız ki, bir süre sonra doğruyu ve yanlışı ayırd edemez hâle gelirsiniz.
Ancak ne zaman ki kitab okumaya başlarsınız, işte o zaman internet de, hatta televizyon da işinize yarar hâle gelir. Takıldığınız bir kelime, kuşkulandığınız bir bilgi, merak ettiğiniz bir isimle karşılaşınca, açarsınız interneti, “gerekli” olanı “hızla” bulur ve okumanızı zenginleştirirsiniz. Televizyon mu? O sırada muhtemelen kapalı olacağından, “en faydalı” durumunda olacaktır.
Toparlarsak, aslında yukarıdaki istatikî bilgilerin neyin işareti olduğu açık; okumayan, dolayısıyla düşünmeyen, fikretmeyen bir toplum hâline geldik. Bu aynı zamanda, yapıp ettiklerimizin üzerinde durup düşünmediğimiz anlamına da geliyor. Boş gururumuzla “Üçüncü dünya ülkeleri” tarzında horladığımız ülke insanları bile bizden kat kat fazla kitab okuyor, düşünüyor, fikrediyor. Biz ise kitabla yoğurulmuş bir medeniyetin “kalıntıları” üzerinde, “sonradan görme zenginler” gibi, teknolojiyi “marifetin kapısı” zannıyla baştacı ediyor, hayatı “geçim derdi”nden öte mânâlandıramıyoruz. Bilvesile, Abbasî halifelerinden Me’mun’a atfedilen çok hoş bir hikâye okuduk geçenlerde, belki hâlimize zarif bir çare olur:
Hayat Sana Yakıştığı Müddetçe!
Abbasî halîfelerinden Me'mûn, meclisindeki âlimlerle sohbet ederken amcası İbrahim bin Mehdî içeriye girer. Aralarında şöyle bir konuşma geçer:
- “Amca bu âlimlerin söyledikleri hakkında sen ne dersin?”
- “Ey mü'minlerin emîri! Çocukluğumuzda bizi birtakım şeylerle meşgul ettiler. İhtiyarlığımızda da biz kendimizi meşgul ettik... Böylece ilimden mahrum kaldık.”
- “Şimdi okumanızda ne mâni vardır?”
- “Bizim gibi ihtiyarlara okumak yakışır mı?”
- “Evet, vallâhi ilim talebesi olarak ölmen, cehâlete kanaat ederek yaşamandan hayırlıdır.”
- “Ne zamana kadar okumak bana yakışır?”
- “Hayat sana yakıştığı müddetçe...”
*(http://kutuphaneciden.blogspot.com) isimli internet sitesinin “motto”su.
VİCTOR FRANKL’IN “İNSANIN ANLAM ARAYIŞI” İSİMLİ KİTABI ÇIKTI!
20. yüzyılın önemli psikiyatrlarından, “Logoterapi” okulunun kurucusu Victor Frankl’ın, baskısı uzun zaman önce tükenmiş “İnsanın Anlam Arayışı” isimli eseri, Okuyan Us Yayınevi tarafından yeniden yayınlandı. Kitab 30’un üzerinde dile tercüme edilmiş ve 12 milyondan fazla satmış. Yazar Logoterapi’yi, Nazi toplama kamplarında geçirdiği üç yılın tecrübeleri eşliğinde anlatıyor.
Peki “Logoterapi” nedir? Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “İNSAN -Erkek ve Kadın-” isimli eserinde şöyle tarif ediliyor:
“Bu psikoterapi metodu, LOGOS’tan mülhem bir terapidir. Logos, Yunanca’da: Tanrının irâdesi, kâinattaki akışı kontrol eden ilkeler, bilgi, mânâ, lisân… Frankl, logos’u daha ziyade MÂNÂ olarak almıştır. Logoterapi: Mânâ vasıtasıyla tedavi. Bu tedavi usûlü, mânâya âit iradenin, zevke ve hazza âit irâdeden daha temel olduğunu savunmaktaydı; yâni kişinin en temel kaygısı haz peşinde koşmaktan ziyâde mânâdır. Varoluş tahlili ise, kişinin esasında sahib olduğu yitik-sırrî-örtük anlamını veya ruhî budunu şuur seviyesine getirmek için tasarlanmıştır.” (s. 297-298)
Kısaca, bu kitabın çıkışı çok güzel bir haber.
Baran Dergisi, 7 Ağustos 2009
Gülçin Şenel
gulcinsenel@gmail.com
Semih Kaplanoğlu ile Hayat, Sinema ve “Buğday” Üzerine
Röportaj: Gülçin Şenel | Fotoğraf: Yağmur Dinç Semih Kaplanoğlu Kimdir? Semih Kaplanoğlu, 4 Nisan 1963 tarihinde İzmir’de dünyaya geldi. Dok...

-
“İrfan ve inceliğin temsilcisi”… Üstad Necib Fazıl böyle tarif ediyor Şeyh Galib’i. İşte o Şeyh Galib ki, edebiyat ve şiirimizde onda...
-
“Bed’i Besmele”, besmeleye başlamak demek. Osmanlı Devleti’nde, 4-7 yaş arasındaki çocukların ilk mektebe, bugünün ilkokuluna başlama merasi...
-
Nasreddin Hoca ve Seyyid Mahmud Hayranî… Bu iki büyük İslâm velîsi ve “delisi”nin birbirleriyle olan alâkaları, bizim için hayret uyandırıcı...