10 Şubat 2025 Pazartesi

Cemal Toy ile Resim Sanatı ve Resim Eğitimi Üzerine

 


Röportaj: Gülçin Şenel

Fotoğraf: Büşranur Yılmaz

Cemal Toy Kimdir?

1969 yılında Kütahya’da doğdu. 1991 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümünden mezun oldu. Cemal Toy yurt içi ve yurt dışında on iki karma sergiye katıldı ve on bir kişisel sergi açtı. Resimlerinde bütün bir insanlık macerasının; yok olmuş veya olmaya yüz tutmuş kültürlerin sembolleriyle işaret ettiği gerçekliğin izini süren sanatçı, resim çalışmalarını aynı arayışlar çerçevesinde Küçük Ayasofya’daki atölyesinde sürdürüyor. İstanbul’un dünden bugüne kültürel dokusunu resimlerinde geleneksel ve modern bir üslupla yansıtıyor. İstanbul Tasarım Merkezi’nde ve bazı özel okullarda çocuklara resim eğitimi veriyor.

Karma Sergiler: 1990 Haziran, Mimar Sinan Üniversitesi Sergisi (Kassel/Almanya); 1995-1996 Mayıs, 1. ve 2. Kağıt Ürünleri Sergisi, İstanbul Resim ve Heykel Müzesi; 1996 Haziran, Habitat II Kültür Etkinlikleri; 1997 Şubat, Tekel Resim Yarışması Sergisi; 1997 Mayıs, DYO Resim Sergisi; 1999 Ekim, Türkiye Jokey Kulübü 4.Resim Yarışması Sergisi; 2007 Paralel Sergisi Panos Vardakas ve Cemal Toy, Saint Benoît Fransız Lisesi; 2008 UNESCO Mevlana Yılı kapsamında Cemal Toy ve Canan Aydoğan, Saint Benoît Fransız Lisesi; 2011 Nisan, Sanatçıların İlkbaharı Sergisi, Sainte Pulchérie Fransız Lisesi; 2012 Nisan, Sanatçıların İlkbaharı Sergisi, Sainte Pulchérie Fransız Lisesi; 2014 Nisan, No2 Sanat Galerisi, İzmir; 2014 Aralık, İstanbul’un Üç Rengi Sergisi, Sandwich Lab Sanat Galerisi.

Kişisel Sergiler: 1991 Aralık, Devlet Güzel Sanatlar Galerisi; 1993 Aralık, Peyami Sanat Galerisi; 1996 Ocak; Taksim Sanat Galerisi; 1998 Mayıs, Akbank Beylerbeyi Sanat Galerisi; 2000 Mart, Gelsenkirchen Alfred Schimid-Haus (Almanya); 2000 Nisan, Hamm System Bildungszentrum (Almanya); 2005 Aralık, Saint Benoît Fransız Lisesi; 2014 Şubat, Die Farben Istanbul, Berlin JAK Jugend Akademie Der Kunste(Almanya); 2014 Mayıs, Die Farben Istanbuls, Hamm Kulturnacht 2014 (Almanya); 2014 Haziran, Les Couleurs D’Istanbul, Paris Institut Nénuphar (Fransa); 2015 Şubat, Tuvalden Yansıyan İstanbul, İstanbul Ticaret Üniversitesi.

Takdim

Cemal Toy, Akademya’nın yıllardır arka kapak resimlerini çizen Rukiye Şenel’in resim hocasıydı. Röportaj teklifimizi nazik bir şekilde kabul etti. Onu İstanbul Tasarım Merkezi’nde çocuklarla birlikte çalışırken bulduk. Röportajı ise Küçük Ayasofya’daki atölyesinde gerçekleştirdik. Atölyeye gider gitmez, öğrencileri gelmeye başladı. Kimi bir resme başlamış devam ediyor, kimi ise yeni projeler için hocayla görüşmeyi bekliyordu. Hepsiyle özenle ilgileniyor, hiç kimseyi geri çevirmiyordu. Karşımızda gerçekten “muallim ruhu” taşıyan bir sanatçı vardı. Güler yüzlü, samimi ve fedakâr bir ruh… “Sanatçı kaprisi” dediğimiz şey, Cemal Toy’un semtine uğramamış gibiydi. “Salih Bey nasıl?” diye sordu. Bildiğimiz kadarıyla iyi olduğunu söyledik. “Şiir ve Sanat Hikemiyatı isimli eseri var bende” dedi. Biz de “Elif” kitabından bahsettik.  Bu küçücük ama samimi atölyede, bir yanımızda öğrencileri çalışırken röportaja başladık…

– Resme nasıl başladınız? Sizin hikâyeniz nasıl başladı?

Cemal Toy: Aslında her insanın çocukluğunda başlar. Çocukluğunda şekillenir. Okulda bir hocamız vardı Gülsüm Hanım. Portremi çizin diye karşımıza oturmuştu. Hocam çok beğendi ve senin mutlaka resim okuman lazım dedi. Babam Almanya’da çalışan bir işçiydi. Çocukluğumda şunu hatırlıyorum, hep renkli boyalar isterdim. Bunlar belirtiler tabii ilk etapta. Ama İstanbul’a gelince 18 yaşımda, İlhami Atalay’la tanıştım. Tabii hocamla tanışınca bizim rotamız belli oldu. Yaklaşık 10 sene İlhami Atalay’ın atölyesinde çalıştım. 4 ay gibi kısa bir zamanda Akademiyi kazandım, Mimar Sinan Üniversitesi’ni. Hoca bize böyle bir ufuk açtı. Bu işin inceliklerini öğretti. Hâlâ öğrenciliğimiz sürüyor, işte bu gördüğünüz tabloyu da onunla yaptık. Bu bir süreç. Allah ömür verdiği müddetçe… İnsan bir kere başladıysa sanattan kopamıyor, böyle bir yönü var. Biz de resmin içindeyiz hem de eğitmen olarak bunu sürdürüyoruz. Hafta sonları en azından bir günüm öğrencilerle ilgilenmekle geçiyor. Genç yeteneklerin kaybolmasını istemiyorum. Onların güzel yerlere gelmelerini kendilerini geliştirmelerini istiyorum. Bu uğurda da çalışmalar yapmaya gayret ediyorum.

– Geçenlerde bir hat ustası ile görüşme yaptım. Kendisi 80’li yaşlarının üstünde bir duayen gerçekten. Dedi ki, “ben ilkokul okumadım. Ama o zamanlar bile bir kâğıt tutkum vardı. Camilerdeki levhaları, mezar taşlarındaki yazıları uzun uzun bakar incelerdim. Kendi kendime yazmaya çalışırdım. Bugün bile kâğıt görünce heyecanlanırım, dokunmak isterim.” Böyle bir tutku…

Cemal Toy: Renkler de bizim tutkumuz. Babam Almanya’da üç ay hastanede yatmıştı. Benim de çocukluğumun bir kısmı Almanya’da bir kısmı Kütahya’da bir kısmı İstanbul’da geçmişti. Hastanede yattığı süre içinde gittim geldim. Hastanede her taraf orijinal resimle doluydu. Saatlerce o resimleri seyrettiğimi hatırlıyorum. Nasıl yapıldığını merak ediyordum. Yakından bakıyordum, uzaktan bakıyordum. Çiçeği nasıl böyle yapmışlar diye düşünüyordum. Tabii zamanla keşfettik tabii. Siz arayışta oluyorsunuz ve bir gün mutlaka karşınıza birileri çıkıyor ve rotanızı belirliyorsunuz.


“Bizim Resmimiz Tabiatı Taklit Etmez”

– Salih Mirzabeyoğlu bir nevi resim hikemiyatı diyebileceğimiz Elif isimli eserinde şöyle diyor: “Eğer iş hikmet noktasından alınırsa, Âdem Peygamber’den bugüne uzanan bir çizgide ele alınacak insanlık tarihi, kendine bitişik resmin de tarihi olur. İş, resim yapan, yâni ressam yönüyle değerlendirilirse, “herkes üzerinde bulunduğu için zamanı içindedir!” hikmeti gereği, o, iç ve dış yönüyle kendi zamanını-tarihini resmetmektedir.”

Cemal Toy:  Her çizgi, her boyadığımız, ürettiğimiz aslında bizi tarif eder. Öğrencilerimden bahsedeyim mesela. Bir çocuk geldiğinde ilk derse, ona bir insan resmi çizdiriyorum. Oradan çocuğun bütün psikolojik, ruhsal, sosyal durumuyla ilgili veriler elimize geliyor. Batı bununla ilgili olarak yüz yıldır çalışıyor. Bizler bu konuda çok geç kaldık açıkçası. Yaklaşık 24 yıldır çocuklara sanat eğitimi veriyorum. Kendim de acaba ben neler yapıyorum diye baktığım zaman, iyi yaptıklarım var, öğretmenlik boyutum çoğunlukla sanatımın da önüne geçiyor. Ama sanki bu öğretmenliği de bırakırsam Allah’a karşı, sanki yeteneğimi paylaşmamışım gibi bir mahcubiyete düşüyorum. Bir ressama kimse dua etmez ama mesela bir öğrencimin söyledikleri bu konuda beni tutmuştur. Bir ara o kadar çok sipariş geldi ki, artık yetişmiyor. Hocam Türkiye’ye ressam da lazım diye söyleniyor, baskı yapıyor bize. 12-13 yaşında bir öğrencim geldi dedi ki,  “her aklıma geldiğinizde size dua ediyorum”. Bir yerlere dokunmuşuz ki bunu söylüyor bu çocuk. Belki de Allah, içine düştüğüm ikilemde bu çocuk vesileyle yolumu açtı. Öğretmenlikten vazgeçmedim o sebeble. Buraya birkaç tane yardımcı alıp, işlerimizi yoluna koyduk ama eğitim meselesi çok önemli.

Sanat kendi tarihimiz aslında kendimizi inşa ediyoruz. Bir çocuk kendini inşa ediyor. Çocukların çizdikleri nasıl onun ailevi, psikolojik, ruhi durumunu yansıtıyorsa, bizler de sanatçı olarak belki aynı durumdayız. İstanbul üzerine çok çalışıyorum mesela. “İstanbul’un Renkleri” diye Paris’te ve İstanbul’da sergilerimiz oldu. İstanbul’da yaşayan bir sanatçı 2018 yılında ne tür resimler yapar? Bunu sorguluyorum. İstanbul nasıl resmedilir? Kırmızıyla İstanbul nasıl resmedilir? Türk halılarındaki o kırmızıları düşünüp kırmızı seri İstanbullar yaptım mesela. Erguvan rengini, denizin renklerini düşünüp nasıl yansıtabilirim? Bunları yaptım. Bir de İstanbul çok kültürlü bir şehir. Üç medeniyetine beşiklik etmiş. Eserlerime bunlar da yansıyor tabiî olarak. İstanbul’un dünü, bugünü, yarını üzerine çalışmalar yapmaktayım.

En önemli şey renk. Renk bizim ruhumuzu yansıtıyor. İç dünyanız ne kadar düzgünse, temizse, renkleriniz de o kadar temiz oluyor. Picasso’nun bir sözü var: “Ben dört yılda klasik resmi tamamladım. Ama 5-6 yaşlarındaki bir çocuk gibi, o saflıkta resim yapmak için ömrümü harcadım.” 5-6 yaşındaki çocuk nasıldır? Erken ergenlik dönemine girmiştir ve hiç kimseye hesap vermez. Öyle bir özgüveni vardır ki, hiçbir şeyi yapamam demez. 5-6 yaş grubundaki çocuk nefsin esaretine girmemiştir, o kadar temizdir ki, bembeyaz sayfa gibidirler ve içlerinden geldiği gibi çalışırlar.

Atalarımıza, Osmanlı’ya, Selçuklu’ya baktığımız zaman, hiç doğayı taklit etmemişler. Bu bizim için bir avantaj. Selimiye Camisinde 102-103 tane değişik lale motifi var. Bir lalenin formu bellidir. Ama öyle bir stilizasyon, öyle bir tecride girmişler ki, o formu kendi iç dünyalarında o kadar güzel formlara dönüştürmüşler ki, sadece bir lale formunda… Ama bunu çoğaltmak mümkün. Mimaride aynı şekilde. Arayışımız hep sürüyor. Sanatla ilgili daha farklı neler yapabiliriz diye. Yabancılarla çok muhatap oluyoruz. 28 yıldır sanatımızla geçimimizi sağlıyoruz. Eserlerimizin büyük çoğunluğu da yurt dışında. Ama özellikle 90’lardan sonra gelen kuşak, sanatla da, kültürle de, edebiyatla da çok ilgili. Bu konuda ümitliyim.

– Bizde şöyle bir problem var: Türkiye’de çok fazla ilgi görmeyen bir eser, bir sinema filmi, yurtdışında daha çok ilgi görüyor. Semih Kaplanoğlu’nun veya Nuri Bilge Ceylan’ın filmleri yurtdışında daha çok izleniyor mesela. Bunun sebeblerinden biri özellikle görsel sanatlar alanını düşünürsek, çok fazla halkla bütünleşemedi bu sanatlar. Özellikle resim sanatı Türkiye’de bir taklit noktasında kaldı Cumhuriyet döneminin “batılılaşma” ideali gereği. Kendi ifadesi olmayan bir sanat olunca da halktan koptu. O kopukluk hala devam ediyor, evet çok iyi çalışmalar da çıkıyor ama bu fikri olarak temellendirilmedi. Sanatçının sanatı üzerine düşünce üretmesi, düşünmesi meselesi bizde çok fazla gelenekleşmediği için biraz da havada kalıyor herşey.

Batı’da da aslında sanatın alıcısı dediğimiz kitle sınırlıdır. Klasik Batı müziği mesela, yüzde beş, altı oranında dinlenir. Ama Türkiye’deki resim olayında şöyle bir şey var: Son Halife Abdülmecid efendi ressamdı. Abdülhamit Han Zonaro’yu çalıştırdı. Milli Saraylar Müzesi yeniden restore edildi ve çok güzel bir müze oldu. Öğrencilerimi oraya da götürüp orada çalışmalar yaptırdım. Sarayın koleksiyonuna baktığımızda resme ne kadar önem verdiklerini görmek mümkün. Kültürel bir kopuş oluyor tabii. Mesela Hoca Ali Rıza,  Nazmi Ziya, 1914 kuşağı dediğimiz ressamlar… Sami Yetik, Şevket Tahir gibi ressamlar Süheyl Ünver Hoca gibi bir hocayı yetiştiriyorlar. Hoca Ali Rıza ve Ahmet Yakupoğlu… Buradaki kültürel gelenek devam etmiyor. Bu sanatçılara destek olunmuyor ve aslına bakılırsa bu sanatçıları toplum da çok seviyor. Ahmet Yakupoğlu’nu çok seviyor. Hala İstanbul’un ressamı, suların ressamı diye geçer. Türkiye’deki o siyaset ve kültürdeki bazı gelişmelere tepki olarak halk uzak durduğu için birçok şeyden… Mesela Suphi Baykam 60 İhtilali’nde Menderes’e karşı ihtilal yapan ekipte. Oğlu Bedri Baykam da karşı duruş olarak kendisine refleks geliştirmiş. Bedri Baykam’ın ressam olarak öne çıktığı zamanki bakış açısını toplumun bir kesimi kabul etmiyor. Bedri Baykam bir sanatçıdır ama bütün kesimlere hitap eder mi? İşte buralarda takılıyor insanlar. Adnan Çoker’e baktığınız zaman düşünceleri ve yaptıkları, bizim kültürümüzle bağı var ama… Bedri Baykam’ın da öyle. Fakat düşünce ve söylemler halkı bunlardan uzaklaştırıyor. Mesela Osman Hamdi Beyin Kaplumbağa Terbiyecisi resminde, “Kalplerin şifası sevgiyle buluşmaktır” yazıyor. Bir hadis olduğu da söyleniyor. Güzel bir söz. Tablonun tepesinde o yazıyor. Çok önyargılarımız olduğu için bundan kaynaklanıyor o kopukluk…


“Yeditepe Bienali’ni küçümsememek lazım, son derece önemli bir başlangıç…”

Cemal Toy: Bir de eğer anne-baba sanat eğitimi almışsa çocuklarına da sanat eğitimi veriyorlar. Bizim yetiştirdiğimiz talebelere bakıyoruz. Mezun ettiğimiz talebelerin çoğu çocuklarına sanat, spor, kültür alanında eğitim vermeye çalışıyor. Siyasi çalkantılar sebebiyle ülkemizde sıra ona gelememiş yıllarca. Aslında Türk toplumu sanatla içiçe. Yaptığı halılar, kilimler, çiniler…

Bizde iki şey yoktur: Hayvanat bahçesi ve müze. Müzecilik Abdülhamit Han döneminde başlıyor. Akademiler açılıyor. Tarihi eserlerimiz o kadar çok yurt dışına kaçırılmış ki, mesela Penhorn müzesi vardır. Koskoca tapınağı Bergama’dan alıyorlar Almanya’daki müzeye taşıyorlar. Osman Hamdi hukuk eğitimi için Paris’e gidiyor ama ressam olarak dönüyor. O zamanlar kanunname çıkarılıyor eserlerin yurtdışına kaçırılmasına engel olmak için. Eğer o kanunnameler yapılmamış olsa daha çok eseri kaçıracaklardı.

Bir öğrencim Yetim Vakfı’nın sanat koordinatörü oldu. Çocuklara resim, Ebru gibi farklı sanat dallarında eğitimler veriliyor. O çocuklar üç dört ay içinde bambaşka bir hale geliyorlar. Böyle iyileştirici bir yönü de var sanatın. Bunu bizzat deniyoruz. Mesela Reyhanlı’daki yetimhanede uygulanıyor bu. Öğrencim, üç dört ayda o kadar değişti ki çocuklar diyor. Son derece önemli bu sanat eğitimi. Buna da sıra yeni yeni geliyor Türkiye’de açıkçası.

15-20 yılda klasik sanatlarımıza, hat, ebru, çini, minyatür gibi sanatlarımıza ilgi o kadar yoğun ki, Kanada’dan bir grup geldi buraya. Buradaki sır nedir diye… Yüzlerce hattat var, minyatürcü var… Yeditepe Bienali’ni küçümsememek lazım. Son derece önemli bir başlangıç bu. Bizden birilerinin bir şeyler yapması gerekiyor ve bizim bunları desteklememiz lazım. Düşünün Yeditepe Bienali ile hiç kullanılmayacak mekânlar kullanılmaya başlandı. Bizim resimlerimiz de Fatih Medreselerinde sergilenecek, restorasyondan ötürü biraz gecikti. Mesela İlhami hocanın sergisi Sahnı Seman medreselerinde sergileniyor. Bumekânları sanatla buluşturmak da önemli.

Resim günah mı değil mi, suret yasağı, bunların da etkisi var. Aslında yasak olan bana göre “doğayı taklittir”. Tapınmadır, başka şeylerdir. Tabiî bunun felsefesi de çok önemli…

Gençlerimizin de artık ilgisi var. Mesela milyonlarca liraya ev alıyorlar ama o eve bir sanat eseri koymak yeni yeni akıllarına geliyor. Bu anlamda sanata ilgi ve iltifat çok fazla diyebiliriz bence. Tecrübelerimden bunu görüyorum.

“Akımlar yoktur, sanatçılar vardır”

– Türk resmi dediğimiz zaman, bir akım, bir düşünce şekli bir ifade biçimi çıktı mı sizce bugüne kadar? Hiç bir şey kendiliğinden çıkmaz ortaya illaki bir kökü var.

Yaşantımızla ve elbette düşüncelerimizle çok bağlantılı bu iş. İstanbul nasıl kozmopolit bir hale geldiyse bizim sanatımız da bundan etkilendi. Hem bizim değerlerimiz hem de Batılı anlayışlar, tarzlar var içinde. Biz nasıl düşünüyorsak, nasıl yaşıyorsak buraya yansıyor. Yansımaması mümkün değil zaten. Aslında insanın kendi inşa etme süreci… Dolayısıyla Türk resmi demekten ziyade güncel sanat, günümüz sanatı demek daha doğru. Pek çok iyi sanatçı var. İlhami Atalay var. Ben onun atölyesinde yetiştim. Bugüne kadar sayısız resmimiz de yurtdışına gitti. Bizim kaygımız nedir? Soyut ekspresyonist diyebileceğimiz bir tarzın üzerine kendi kültürümüz, kendi sanat anlayışımızla, kopya yapmadan, kendi iç dünyamızda bütünleştirerek yapıyoruz resimleri. Belki Picasso’nun dediği gibi o 5-6 yaşlarındaki çocuk saflığında resim yapmaya çalışıyoruz. Bir tarz oluşması için zaman gerekir. Birkaç kuşak gerekir. Batı bunu yaşamış. Mesela Kubizm çıktığı zaman Sürrealistler onu kabul etmiyor. Sürrealistleri soyut ekspresyonistler kabul etmemiş, onları da Popart kabul etmemiş. Gombrich’in bir sözü var, “akımlar yoktur sanatçılar vardır” diyor. Bir sanatçı başkasının anlayışını kabul etmez baktığın zaman Batı’da. Ama tabii bizde öyle değil. Ben hocamla iftihar ediyorum. Burada İlhami Hocamın da resimleri oluyor, benim de oluyor, hatta talebemin de oluyor. Bakın şu resmi yapan öğrenci hem benden hem İlhami hocadan ders alıyor. Buraya gelen yabancılar bu ekolü fark edebiliyorlar mesela. Ekol olmak biraz zaman gerektirir ve eskiyi kopyayla olmaz bu iş. Tezhipçiler artık Hilye-i Şerif çalışmalarını öyle geliştirdiler ki Hilye-i Şerif müzesi açıldı. Artık çok farklı kompozisyonlar yapmaya başladı sanatçılar.

– Hat sanatıyla Picasso’nun ilgilendiğini biliyoruz. Anadolu’daki Siyah Kalem isimli köylü bir ressamdan bahsettiğini biliyoruz. Bugün bizim ressamlarımız Picasso’nun fark ettiği o şeyin farkındalar mı sizce?

1996 yılında Müsiad’ın bir sergisi olmuştu “Hattatlar ve Ressamlar” diye. Dünya Ticaret Merkezi’nde bir sergi açılmıştı. Hüseyin Kutlu hoca bana şunu söylemişti: “Hat yazacaksan düzgün olsun”. O zamandan beri hat yapamıyorum resimlerimde. Şu anda hattan icazet almış öğrencilere veya tezhipten icazetli talebelere resim dersi veriyoruz. Bu anlamda şunu düşünüyoruz elbette: Gelenekle “güncel sanat” dediğimiz o sanatla nasıl yenilikler yapabiliriz? Tarihe baktığınız zaman Necmettin Okyay Hocayla Hoca Ali Rıza arasında, bakıyorsunuz bilgi alışverişi var. Zonaro’yla Hoca Ali Rıza’nın ve diğerlerinin aralarında bir etkileşim var. Üsküdar’da mesela o zamanlar hattatların ve ressamların gittiği bir kahvehane var. Bu disiplinler arasında geçişler var tabii ki. Erol Akyavaş bunu çok güzel başardı. Burhan Doğançay “Kurdelalar“ serisini Divanî yazının gölgesi gibi düşündü. Bunlar güzel şeyler aslında. Belki de olması gereken şeyler. Ama onların da üstünde düşünce yapımız, sanata bakış açımızla ilgili sıkıntılarımız olduğu bir gerçek.

“Çocuklara sanat zevki aşılamak çok önemli”

Cemal Toy: Çocuklara bu “zevki” nasıl vereceğiz? Ders verdiğim öğrencileri düşünürsek, özellikle çocuğun psikolojik olarak, düşünce dünyasıyla alakalı şeyleri resimlerinde görüyoruz. Düşünün bir okulda veli görüşmesinde resim öğretmeninin kapısının önünde bir sıra filan olmaz. Ama aileler bizi bekliyorlar. Çünkü çocukları ile alakalı öyle bilgiler veriyoruz ki, mesela bir çocukla alakalı diyoruz ki, bu çocuk mutlaka spor yapmalı. Çünkü nefesle ilgili bir sıkıntısı var çocuğun. Ya da çocuk çok duygusal, diyoruz ki ailesine bu çocuğa şu şekilde davranın. Bütün bunların bir resimden anlaşılması çok önemli.

Sanata bakış açısı gördüğüm kadarıyla değişim içerisinde. Son yıllarda bilime, sanata alaka arttı. Okullardaki anlayış da değişecek bu şekilde. Biz mesela bir hikâyeyi, bir masalı okutturup çocuklara, onu kapatıp zihnimizden resmini yapıyoruz. Burada hem değerler eğitimi ile alakalı çocuklara ipucu veriyoruz. Kendisi buluyor onu. Ya da çocuğa kendini ifade imkanı veriyoruz. Mesela sen kahramanı olsaydın bu hikâyenin, nasıl yapardın diye.

Rahmetli Süheyl Ünver hocadan bu yana, Hoca Ali Rıza’dan bu yana gelişen bu süreçte resme alaka da artıyor günümüzde. Hoca Ali Rıza’nın eskiz defterleri vardır. İstanbul’un çeşitli yerlerinde çalışmıştır. Anadolu’da gittiği her yerde de mesela, Edirne’ye gitmiş, Bursa’ya gitmiş, oralarda eskiz defterleri tutmuş. Bir öğrencim o defterleri çözümlemeye çalışıyor. Yüksek lisans yapıyor. O gittiği ve çizdiği yerler ne kadar duruyor, ne kadarı kaybolmuş? Eskizlerin yapıldığı yerlere gidip o mekânları bulmaya çalışıyor.

– Dediğiniz gibi o sanattan duyulan zevki verebilmek. Sizin çocuklara verdiğiniz gibi. İsterse ressam olmasın ama o zevki bilsin. Çünkü mesela resme bakan insanın da o zevki bilmesi lazım.

Estetik bakış açısı kazanmak çok önemli. Mesela, Koç ailesi, Rahmi Koç mesela. Evlerinde Hilye’yle tabloyla büyüdükleri için iki üç tane müzeleri var şimdi. Mehmet Şevki Eygi Bey de öyle söyler. Arada uğrar atölyemize. Evinin duvarında Hilye’yi görerek büyüyen bir çocuk, ya da evinde suluboya bir İstanbul tablosu gören bir çocuk, ona baka baka, hayatın doğal akışında öğreniyor o zevki. Ama tabiî ki aile ne kadar ilgiliyse… Bir baba kitap okuyorsa, çocuğu da kitap okur.

– Okullardaki resim derslerinde verilen “eğitim”, çocukların da çok sevmediği bir şey aslında. Çocuklar genelde o dersi kaynatma eğilimindedirler. Günümüzde mesela İngilizce ağırlıklı sınıflar oluşturuluyor, resim ve beden ilk gözden çıkarılan dersler oluyor.

Çok basit bir dokunuşla, iyi olan öğrencileri daha iyi bir hale getirebiliriz. İlgisi olanları daha iyi konuma getirebiliriz. Mesela bizim uyguladığımız bir yöntem var. Müzik, resim, bilgisayar, teknoloji tasarım. Bu dört dersi aynı saatte seçme şansı veriyoruz çocuklara. Bir grup çocuk bilgisayarı tercih ederken bir grup çocuk müziği tercih ediyor. Başka bir grup resmi tercih ediyor. Ve gönüllü olarak geldikleri için o kadar verimli oluyor ki, çok dikkatli bir şekilde ders işliyoruz. Burada temel soru şu: Seçim yapma hakkı sunmadığı için okullar sıkıntı doğuyor. Temel sanat felsefesini çok kolay öğretebilirsiniz çocuğa. Dayatmamak şartıyla. Biz okulda da Tasarım Merkezinde de öğrencilerimle çok verimli dersler işliyoruz. Bir sanat eserini nasıl yorumlayacağız, buradan ne anlam çıkar? Mesela bununla ilgili bir form doldurtuyoruz. Sen bu resimde ne görüyorsun, bu sana ne çağrıştırıyor? Hangi tekrarlar var? Bu resmin tarihi bir değeri var mı? gibi sorularla eseri yorumlatıyoruz. Sanat eğitiminde, resim eğitiminde illaki şunun resmini yapacaksınız diye, mesela bir natürmort koyup illa bunu yapacaksın dememek lazım. Bir sürü yarışmalar oluyor çocuklara yönelik. Bu yarışmaların da formatının değişmesi lazım. Yarışmaların her zaman canlı olması lazım. Mesela Eyüpoğulları kolejinin düzenlediği yarışmalara benim öğrencilerim katıldığı zaman mutlaka ödül alıyorlar. 400 kişi orada salonda aynı anda 2 saat içinde resim yapıyorlar ve en iyisini oradaki hocaları ve usta bir ressam seçiyorlar.

Jürisi olduğum pek çok yarışmada müşahede ettiğim, büyüklerin müdahalesi çok fazla. Resimlere yardımları oluyor. Bunun yerine, okullardaki yetenekli öğrencileri İstanbul’da toplayıp, müzeleri gezdirip üç-dört gün, ona bir mekânda, büyükçe bir stadyumda mesela, binlerce çocuğa o şansı verebilir, orada aynı anda resim yaptırabiliriz.

– Çocuklara resim eğitimi vermek zor mu?

Sanatla alakalı olarak ya bilinçli üretici ya da bilinçli tüketici olmak gerekiyor. Eğer çevremizde yetenekli çocuklar varsa her zaman güzeli tespit etmek lazım. Rahmetli Süheyl Ünver, bir talebesi bir şey getirdiği zaman, şurayı şurayı çok güzel yapmışsın, der cümleye öyle başlarmış. Ben de bunu okulda uyguluyorum. Bir çocuk bana çalışmasını getirdiği zaman, şunları çok güzel yapmışsın ama şunları da değiştirsen iyi olur diye söylediğiniz zaman, hocam siz bizi hiç eleştirmiyorsunuz, diyorlar. Önce güzel olanı görmek ve onun değerini görmek gerekiyor. İlk akademiyi bitirdik resim öğretmenliği yapmaya başladım ama çok zorlandım. O iletişimi kuramadım. Gidip formasyon dersleri aldım. Haluk Yavuzer’in derslerine katıldım. Bununla ilgili çok araştırmalar yaptım. Karşımızdakini ne kadar anlarsak onun ne kadar değerli olduğunu hissettirebilirsek, onunla iletişime geçebiliyoruz. Değer verdiğiniz zaman onlar da size değer veriyorlar. Bundan on sene kadar önce bir devlet okuluna gittim. Ben yıllarca hep özel okullarda öğretmenlik yaptım. Bir devlet okuluna gittik, selam verdim çocuklara, bir müzik hocamız vardı. O masaya oturdu. Ben dolaşıyorum öğrencilerin arasında. Sınav başlamadan önce, bir anda kaynaştık öğrencilerle. Yan sınıflarda nasıl bağırıyor öğretmenler. Çat çat masalara vuruyorlar filan. Sınıfta bir sükûnet havası oluştu konuşuyoruz filan. Bir tane çocuk parmak kaldırdı, “hocam bağırmayacak mısınız” dedi. “Niye bağırayım ki” dedim. Muhabbet ettik, sınav bitti. Bizim okulda çalışan görevli hanımların çocukları varmış orada. Ertesi gün gelip bana teşekkür ettiler. Çocuklar demiş ki, “ilk defa bir hoca bize bağırıp çağırmadan konuştu, halimizi hatırımızı sordu. Muhabbet ettik filan.” Biz öğretmenlerin de kendimize bakmamız lazım. Bizim de hatamız çok fazla.

Ben çocuklara ressamın Monalisa için iki sene uğraştığını söylediğimde bunu anlayamıyorlardı. İki yıl onunla mı uğraşmış diyorlar. Michalengelo iki sene şapelde yaşamış mesela. Kolay bir şey değil bu. Ne kadar emek verildiğini bilirse çocuklarımız buna karşı bir ilgisi oluşacaktır.

– Bir resme nasıl başlanıyor?

“İlham sürekli gelir” der Picasso, “ama çalışırken gelmesi iyidir” der. İlham her insana gelir aslında açık olmak gerekiyor. Mesela ben resmi yaparken bir akış oluşuyor bir bakıyorsunuz resim bitmiş. Ama tabii bunun için çok çaba sarf etmeniz gerekiyor.

Buraya bir gün Kanada ikinci büyükelçisi imiş Ankara’da, o geldi. Upuzun ince bir tuvale bir resim yapmışım. Resimde kubbeler filan var ama minare hiç yok resimde. Buna minare yaparsanız alırım dedi. Bir yabancı İstanbul’u minaresiz düşünemiyor. Bir Fransız şarkı var, minarelerle anlatıyor İstanbul’u.

Bir de İstanbul’un silueti o Ayasofya ile Sultanahmet’in yan yana gelmesi, orada Mimar Sinan Ayasofya’daki minareleri bile farklı farklı yapmış ki, siluete baktığınız zaman, ters ışıkta koyu renklerle gördüğünüz zaman farklı bir siluet çıkar. Defalarca çalıştım mesela ben onu. Monet Noturdam kilisesini ışığın yansımasına göre defalarca çalışmış.

Resim öyle evrensel bir dil ki, sizin yaptığınız şiir olsa mesela bu bir anda karşındakini yakalamayabilir. Dili bilmeyen biri için bizim divan şiirimizi anlamak zordur mesela. Resimde her bakan bir şeyler bulabiliyor. Buraya çok yabancı geliyor. Ama Batılılarda şunu gördüm. Mesela bir mühendis geliyor, resim bilgisi o kadar fazla ki, müzeleri dolaşmış, dünyayı dolaşmış. Bu kültürü biliyor.

Turgut Cansever, okulu bitirdikten sonra babası cebine para koyuyor. Diyor ki, “oğlum birkaç yıl dünyayı dolaş.” O ufuk oluştuktan sonra… O zaman hissedersiniz işte, İstanbul’daki o manevi havayı, o tarihi…

“Güzelin yaygınlaşması lazım”

– “Şiir de resim de gizleme sanatıdır” diyor Mirzabeyoğlu, şiir de gizler, resim de gizler.

Cemal Toy: Aslında orada bakan kişiye göre eser yeniden oluşuyor. Şiiri herkes okur ama herkes bambaşka hislerle okur. 4-5 yaşındaki çocuklar birlikte oynarken, aslında tek başına kendi hayal dünyasıyla oynar aslında. Sanat eseri de böyle sanki. Kendi iç dünyamızda bir şeyler oluyor ve tuvale yansıyor.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Cemal Toy: Burada bize düşen şu, yetenekleri tesbit edip o yetenekleri teşvik etmek. Sanatın her dalında.

Peygamberimiz Hazreti Ali Efendimize, “git şu kabileyi Müslüman yap” diyor. “Hepsini mi” diyor Hazreti Ali. “Evet hepsini” diyor. “Nasıl yapacağım” diyor. “Bir kişiyle başla” diyor. İşte o bir kişiyi bulabilmek. Gidiyor orada topluma bakıyor. Bir kişiyi seçiyor ve anlatıyor ona İslâm’ı. Herhalde başarılı olamayacağım diye düşünüyor. Sonra bir gün geliyorlar o kabilenin hepsi, diyorlar ki “biz hepimiz Müslüman olacağız ama Peygamberimizin huzurunda”… Hepsi Müslüman oluyorlar. Göz göze geliyorlar Hazreti Ali efendimizle Peygamberimiz, “ben sana demedim mi” diyor.

Bir kişi değiştiriyor her şeyi. Toplum sanattan anlamıyorsa, anlayanlarla devam edelim. Okulda da bunu yapıyorum. Bir çocuğun ilgisini uyandırınca, o arkadaşlarını da etkiliyor. Atalarımız “kötünün söylenmesini bile örtün” der. Güzelin yaygınlaşması, estetik olanın yaygınlaşması lazım.

Akademya Dergisi, III. Dönem, 4. Sayısı


Ahmed Berkî ile Salih Mirzabeyoğlu Hakkında

 Akademya: Bizimle Kumandan Mirzabeyoğlu hakkında röportaj yapmayı kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.

Ahmed Berkî: Teşekküre gerek yok. O kadar zahmet etmişsiniz. İnşaAllah geldiğiniz bunca yola değer… Onun yanında bulunduğum zamanlar ara ara aklıma şu düşünce gelmiştir. Ben müslümansam bu insan hangi dine mensub? Yok o müslümansa biz neciyiz? Yani arada o kadar fark var, anlatabiliyor muyum? O yüzden ben kendi adıma söylersem, O’na lâyık bir ömür süremedim; ilimde, fikirde, aksiyonda. Büyük Doğu – İBDA’nın beklediği gençliğin vasıflarını da kendimde göremiyorum. Bununla birlikte dış yüzden hayran olanlardan da değiliz elhamdülillah. Herkes yaradılışındaki kumaşı kadar. Bu sebeble O’nu prezante etmek, tanıtmak ve vasıfları üzerinde kelâm etmek çok zor. Hâlâ aramızda olduğuna iman edip, bizi kontrol ve murakabe ettiğine inanan ve nefesini ensesinde hisseden bir kişiden ne bekleyebilirsiniz? Buraya eşinizden gelen selâmla birlikte bir rüyâ (*) ile gelmeniz ve tevafuk, benim de bir yakınımın dün bildirdiği, “Ahmed’e söyle, Gülçin’le Hayreddin’e hediye versin!” emrine imtisalen bu işe cesaret edebilmemdir. “Present” kelimesi İngilizcede hem “hediye” mânâsına gelir. Hem de, “takdim etmek, tanıtmak, göstermek” gibi mânâlara…

Akademya: Sizce, Salih Mirzabeyoğlu kimdir?

Ahmed Berkî: Evet, bence zaten Kumandan Mirzabeyoğlu kimdir! “Kist” kelimesi Farsçada “kimdir?” mânâsına geldiğine göre O, Kusto’dur. Şaka bir yana, benim kafa hep o tarafa kaydığı için kelimeleri öncelikle o şekilde algılıyorum…

Hani hadîste, “mümin, beş türlü şiddet arasındadır…” der ya, O’nda beşi de tam mânâsıyla tecelli etmiştir… Şeytan ve nefs bir yana, müslümanlar O’nu çekemedi ve görmezden geldi, münafık buğz etti ve sevmedi, kâfir ise canına kasdetti ve muvaffak oldu… Üstad’ın “derinliğine kanına girmiş“, “kafasına kelimelerin yetişmediği adam“, “beklenen genç“, “beklenen mütefekkir“, “kendinden zuhur sahibi“, “bulunan dost” (“Çok şükür dostumu buldum”. N.F.K.), “Nisbeti Sokrat’a nisbetle Eflâtun olan“, “İslâma Muhatab Anlayışın “niçin”ini yenileyen”, Üstad’ın İdeolocya Örgüsü isimli eserinin ithaf edildiği kişi idi…

Akademya: Kumandan Mirzabeyoğlu ile ne zaman ve nasıl tanıştınız?

Ahmed Berkî: Kendimi bildim bileli Üstad’ın âşığıyım. Kumandan’ı da ilk defa 1982 senesinde “Necip Fazıl’la Başbaşa” isimli eserini alıp okumamla farkettim. Sonra “Bütün Fikrin Gerekliliği”, “Damlaya Damlaya Göl Oldu” vesaire vesaire. Kitabın ismi beni cezbetmişti. Böyle bir kitab yazabildiğine göre, “Necip Fazıl’la Başbaşa”, demek fikirlerinin hayli yakını. Ama itiraf etmeliyim, hem o gün talebeliğin verdiği stres, sıkıntı ve Üniversiteye hazırlık, hem de o zaman için yeterince pişmiş olmamamızdan kaynaklı olacak, o eserlerde pek derinleşemedim. Sonra, Üstad’a da yetişemedik. Bugün yarın gideriz derken o vefat etti.

Göklerden şaşkın ve rehbersiz hâlimize acımış olacaklar ki bir süre sonra bir rüyâ vesilesiyle Kumandan’ı tanımış oldum. Uyanınca, “ben bu insanı tanıyorum” dedim kendi kendime; kitablarını da okumuşluğum var. Yani böyle bir nevî ilâhî bir yönlendirmeyle O ve O’nun davasına yaklaştırılmış oldum. Sonra yine aynı şekilde yani dış yüzden bir tesadüf gibi görünen bir vesileyle Şerif Muammer Bey’le tanıştım. Kumandan’la görüşme ve tanışma imkânım ancak 1991 yılında Bayrampaşa Cezaevi’nde ziyaretine gitmemle oldu. O da bizden haberdar ve açtığımız Kitabevi faaliyetlerini uzaktan takib ediyormuş.

Sonraları farkettim ki O’nu tanıdıkça Üstad’ı anladım, Üstad’ı anladıkça da O’nu daha iyi tanıdım. Böyle bir “döngü”. Eğer bu kelimeyi beğenmezseniz; daire üzerinde gidiş – geliş de diyebilirim…

Kumandan’ın yeni tanıştığı birine ilk suâli “isminiz?” ise ikinci suâli “ne iş yapıyorsunuz?” idi. Hiç bir iş yapmayan ve boş boş gezinen insanların onun nazarında kıymeti sıfırdı. Asalak tipler yani. Yine hiç hazzetmediği birşey de, meselâ bir-iki kişi biryerde bir iş yapıyorlar. Hemen etraf ve civarda ne kadar işe yaramaz adam varsa onlar da oraya üşüşüp, biz de bu işi yapıyoruz havalarına girip araziye uyum sağlamaları.

Akademya: Özel hayatı ile ilgili söyleyebilecekleriniz…

Ahmed Berkî: Üstad’ın Çile’sinden bir dörtlük: “Söyleyin, söyleyin, ben miyim yoksa, – Arzı boynuzunda taşıyan öküz? – Belâ mimarının seçtiği arsa; – Hayattan muhacir; eşyadan öksüz?“… Bu O’nu yeterince tasvir edici: “Hayattan muhacir; eşyadan öksüz“!.. Arz, Takdim; boynuz, hayat hikâyesi ve Tilki Günlüğü; taşımak, “nakl” kelimesinde “tercüme etmek” mânâsını da ihtiva edici; en son öküz mânâsına gelen “sevr” kelimesi de “s,v,r” kökünden “süvari” yani kaptan ve kumandan kelimesiyle müşterek bir hiza arzeder… Şimdi ne oldu?.. “Arzı boynuzunda taşıyan öküz“, “Takdim’i Tilki Günlüğü’nde tercüme eden Kumandan” oldu… Bunun gibi Üstad’ın şiirleri hep böyle ehline hitab eden şifrelerle doludur… Aynı usûl ve anlayış doğrultusunda hadîsler ve Kur’ân-ı Kerim’e de bu yaklaşımla baktığımızda, hani bizde “kelâm ve mânâ toplayıcılığı” diye geçer ya, her asra hitab edici mesajları bulabiliriz.

Maalesef biz bugün WhatsApp’dan, Facebook veya Twitter’dan mesaj var mı diye günde 30 defa bakıyoruz ama Kur’ân veya hadîslerde bizim için veya asrımıza hitab edici ne gibi mesajlar var ilgilenmiyoruz, umurumuzda da değil. Her asra hitab edici olması ve mühim hadiselerin şifreli olarak geçmesi mevzuu Efendi Hazretlerinin Rabıta-i Şerife isimli eserinde geçer. Bir de âyet var, “yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki Kitabta olmasın” diye… Herşeyde mutlaka yaşlık veya kuruluktan bir hisse olduğuna göre. Ama dediğim gibi, daha mühim işlerimiz var, sıra ona gelmedi. Buraya bir emoji sembolü koyabilirsiniz.

Kalifiye insana çok önem verirdi. Ne olursan ol, bir işde uzman ol. Diğerlerine, “amele” derdi. Eserlerinin değişik sahalardaki uzmanlar tarafından ne türlü alâka ile karşılanacağına heyecanlanır ve beklerdi. Hani orada diyor ya: “Burayı amele kahvesine çevirmişsiniz”!.. Şimdi de o hesab, eline bir kaydıraklı telefon alan açıyor bir hesab, gelsin kafa dengi parmaklayacak arkadaşlar, oldu sanal ortamın “amele kahveleri”. Halbuki hiç mi işimiz gücümüz yok bizim? Mevzuuyla kayıtlı mahalli idrak çerçevesinde fışkırışlarda bulunacak aydınlar aristokrasisi. Hani bütün işleri bitirsek neyse.

Yıllar önce dergilerimizden birinde Matematik’le ilgili bir yazım çıkmıştı hatırlarsınız. O yazının çıkışından sonraki görüşmemizde o kadar mutlu olmuş o kadar ki, sevincini ifade eden kelimelerinden sonra ben mahçup oldum. “Kendimi Rönesans’taki İmparatorlar gibi hissettim!.. Hani her sahadaki en iyiyi hep yanlarında bulundururlarmış ya… Matematikçi, Fizikçi, Mütercim…”… Beklediği tek şey buydu; fikirlerine ayna olmak. Fikirlerinin doğruluğunu kendi mevzularında gösterecek vasıflı insanlar. Hem kendileri zenginleşecekler hem de ortak havuza katkıda bulunarak mensub olunan dünya görüşüne farklı bir ışıltı katacaklar. Bunlar, yani işi gerçekleştirecek olanlar, hem vasıta hem hedef. Vasıta ortaya çıkmayınca hedef gerçekleşmedi.

Mevlâna Halid-i Bağdadî Hazretlerinin asrının müceddidi olmasında en büyük sebeblerden biri, yakın bir talebesi olan İbn-i Abidin Hazretlerinin Redd-ül Muhtar isimli eseri yazmasıdır. İsterdi ki kendi çevresinden müsait biri bugün de bu çapta bir güncelleme getirsin, ama çıkmadı. Muhatab anlayışı yenilemek derken böyle. Muradı kestirip ona göre davranmak bir yana, birine söylemiş ama… “Emir vermekten çekiniyorum; havada kalır diye!”…

Onun kadar kitab okuyan kimse tanımadım; babası hariç… Çok sigara içip de etkilenmeyen; babası hariç… Babasının yanında dizleri birbirine yakın veya bitişik, elleri dizlerinin üzerinde, başı önünde oturur ve ondan müsaade almadan konuşmazdı… Bir karışıklık olmasın diye Şerif Muammer Bey’e, “Büyüklerin Kumandanı” ve kendilerine, “Gençlerin Kumandanı” derlerdi. Ses çıkarmadıkları bu hitab şekli kendilerine ait değil, etrafındakilerin yakıştırması.

Büyük kızlarının doğumunda biri, “akika kurbanı” filân dedi. Kitaba uygun olmayan bir şey yapmaktan çekindiği için bütün İman Ve İslâm Atlası’nı baştan sona taradı… Ayrıca… “Ben Üstadım bir kelimeyi nasıl yazdı diye iki gün, üç gün kitablarında aradığım olmuştur!”… Kulağımıza küpe.

Burada okuyucuya basit gelebilecek şeylerden ve teferruattan da bahsediyorum ve bunların sizin sayenizde kayda geçtiğine memnunum. Ama büyük insanların hayatlarına gözatarken her türlü kıvrım ve büklümlerine hikmet gözüyle bakmak lâzım geldiği ve yakın zamanda bir şekilde İslâm Devleti hedefine ulaşıldığında, uzaktan küçük insanlar ve olaylarla kimsenin ilgilenmeyeceği ve 30-40 sene sonra bu işin tarihini yazmak isteyenler, asıl tetikleyen ve insanları buna sevkedip şevklendiren kişilerle ilgileneceği ve o zaman Kumandan Mirzabeyoğlu ve Üstad gibi devlerin daha iyi anlaşılıp kıymet takdirine hedef diye gösterileceklerini ve aziz hatıraları önünde hürmetle eğileceklerini ve o zaman O’na ait herşeyi merak etmeye başlayıp bu gibi insanlara dair ufacık bir şeyi bile mercek tutarak arayacaklarını tahmin etmem üzerine, kayda geçip bunların da kaybolmayacağına memnunum. Şeyh Gâlib’in dediği: “Kâm aldı bu çerhten gedâlar – Ferdâlara kaldı âşnâlar“…

Şemsipaşa ve Kanlıca-Çubuklu hattında balık tutmayı severdi. Yalçın (Turgut) Abi arkadaşı olmasına rağmen O, Kaya Abiyi daha çok severdi. Gençliğinin iki arkadaşı Mevlüt Abi ile Kaya Abi idi. Fazıl Abinin şahsı ve dâvası için neler yaptığını, hattâ birçok gönüldaşa yardımlarını hepimiz biliriz, fakat bildiğiniz o hadiseden sonra… Yine de kötü birşey duymadım onun için. Hattâ Metin’in söylediğine göre bir avukatı ikaz etmiş, gıyabında abisiz “Fazıl” dedi diye… Bilemiyorum, boyumu aştığı için fikir de yürütmüyorum…

İsraftan hoşlanmaz, en fazla da zaman israfından kaçınır, bir dakikasını bile boşa geçirmezdi. Kibritlerden galiba patlayıcı yapmış, kutularını da çöpe atmayıp değerlendiriyor… “Kibrit kutularına sloganlar yazıp çaktırmadan pazarda yerlere attım… Hangi pazara attıysam ertesi hafta orası polis kaynıyor…“. Bu derece yani.

Üniversite zamanı babasından gelen harçlıklarını ev kirası hariç tamamen kitaba yatırıp sonra aç kaldığını anlatmıştı. Bir sonraki ay yine. Sonra yine. Para sıkıntısı O’nu hiç bırakmadı. Gençliğinde, “kesekâğıdı yaptım, testi boyadım… Ne işler” diye o günlerdeki imkânsızlıklarından bahsetmişti. Ortak elektrikçi dükkânı açmış, yürümemiş… “Sıkıştım, babamdan para istedim… “Ben de müsait değilim, dükkândaki telefonu sat” dedi… Hiç aklıma gelmemişti… Hemen sattım… Bir süre de öyle idare ettim” !.. Bir başkası… “Yazacağım, kâğıt yok; para yok… Neyse kapı çaldı, baktım Kaya… Elinde bir top beyaz kâğıt, biraz yiyecek… “Bak Kaya” dedim, “yazarsam bu top biter”… Bir yerden para bulmuş, “yaz abi” dedi, “para var, yine alırız””.

Para ile olan ilişkileri çok dikkatimi çekmiştir. Kurban derisi toplamamızı istemişti. Topladık. Bugünkü para ne diyeyim, belki 15.000 lira kadar birşey oldu. Götürdüm. “Ben parayı n’apayım? Benim için toplanması önemli. İhtiyacınız yoksa parayı dergi çıkaran arkadaşlarınıza verebilirsiniz” dedi.

İkinci hadise: Sadece bir defa görüşüp “kitablarındaki gibi mi?” diye bir itminan hissine mukabil, bugünkü para ile milyonlar sağabileceği bir kişiyle görüşmesi için haber götürmüştüm. Reddetti. Cümlesi şu: “Söylemek mi lâzım? Yardımcı olursa olur, olmazsa kendisi bilir“. Umurunda değil yani.

Parayla ilgili olarak üçüncü hadise de şu: Şerife Neslihan Hanım doğduğunda hastaneye gidecekler. Annesi, “fotoğraf makinesinde pil yok İzzet” dedi. Kumandan o ânda arabayı çalıştırdığı için duymadı. Ben hemen karşıdaki bakkaldan iki kalem pil alıp geldim. Verilen parayı da tabiî olarak reddettim. O farketti. “Parayı al!” dedi, yine almadım. Birden kontağı kapatıp arabadan indi, yanıma geldi ve zorla parayı verdi. İki kalem pil kaç para? Bir veya iki lira olsun.

Bir akşam da, “dün gece senin çakmak bende kalmış. Ama iyi oldu. O olmasaydı sabaha kadar ateşsiz kalacaktım” dedi. “İyi olmuş efendim” dedim. Yani mahçup bir şekilde sanki helâllik istiyor gibi. Halbuki ne olacak? Bunları niye anlatıyorum? Ondan birkaç defa duyduğum ve esasen hadîste de geçen, “adamın ne namazına ne orucuna, onun parayla olan ilişkilerine dikkat et!” ölçüsüne en fazla kendileri dikkat ederdi. Bugün böyle lider nerede? Böyle insanlar kaldı mı ki?

Para ile ilgili olarak bu hâlini, insan çokluğu açısından da uyarlayabilirsiniz. İzzet Bey’in bir diğer hanımından olma, şu ân aşiret üzerinde hayli tesiri olan biri hastane bahçesinde beklerken, “Salih Bey bize hiç teveccüh etmedi. Eğer bizi bir defa bile toplayıp konuşsaydı, ben bugün buraya 5.000 kişi toplardım” dedi… Cevabını verdim tabiî… “İzzet Bey Arab değil mi? Siz bunu unutup, müslümanlığınızdan da bir endişe duymayıp, PKK’ya yakın durmakla aslınızdan ne kadar uzaklaştığınızın farkında değil misiniz?.. Ona böyle insanlar lâzım değildi” dedim.

Eskişehir’e ara ara gitmeyi severdi. Mücadeleye dair bir sürü hatıralar ve gençlik aşkının yaşandığı yıllar. Çocukluk hatıralarının bolca olduğu Bursa’yı ayrı bir sever ve sebebini tam kestiremediğim bir ehemmiyet verirdi… “Bursa’nın bir patitaht olma durumu var, anlıyorsun değil mi?”… Dedesiyle çekirdek satmaya gidermiş, Kur’ân öğrenmeye hocaya gitmiş, Yeşil’e pikniğe, Mudanya’ya o zamanki yavaş bir trenle gezmeye gitmeler vesaire vesaire. Hemen her gün kavga ediyor ve babası görmezden geliyor. Sonra dayanamayıp O’nu boksa yazdırıyor. Antrenör de bir zamanlar kendi talebesi. Şerif Muammer Bey’in Uludağ Gençlik Spor Kulübü’nü kurmasının hikâyesi de şu: “O zamanki gençler berbat… Kimi uyuşturucu mübtelâsı, kimi içkiye alışmış, kimi serseri bilmem ne… Onları değişik branşlarda spora alıştırdım… Bacakları uzun olanlarıyla Atletizm şubesi kurdum, kolları uzun olanlardan da Boks… Ve “Boks”un başına da ben geçtim… Bir süre sonra tebrik ve teşekkürleri kabul ediyorum; “Çocuklarımızı serserilikten kurtardınız, Allah sizden razı olsun”!.. Neyse, Kumandan boksa yazıldıktan sonra “çocuklar arasında bir efe” hesabı, her gün pataklıyor mahalle çocuklarını.

Toprağın altındakiler çağırıyormuş. Padişâhlarla murakabede konuştuğundan bahsederdi. Tophane ve Hüdavendigâr Çay Bahçelerinden Bursa’yı seyretmek ayrı bir zevkti O’nun için. Kaplıcaları severdi.

Bir rüyâ gördüm efendim. Uludağ tarafından bir âfet geliyor; sıvı. Su değil. Binalar, kollar, bacaklar uçuşuyor havada. Ben doğu tarafında siper gibi bir şeyin arkasından seyrediyor ve “Kumandan’ı dinlemezseniz işte böyle olur” diyorum… “Depremler olacak, savaşlar olacak; bu binaların hiçbiri kalmayacak“! Bekliyoruz…

Uyku ve yemekle arası hiç iyi değildi. Çerez gibi lûgat karıştırmaktan hoşlanırdı. Kaptan Kusto denizler içi hayatı kurcalarken bir mucize-i Kur’âniye’ye şâhid oluyor ya? Kamus kelimesi hem “deniz”, hem de “lûgat” mânâsına. Denizler içi hayatı kurcalarken yani lûgatlar içi kelimeleri kurcalarken. Mucize, icaz yani az sözle çok şey anlatmak aynı kökten. Kur’ân’daki ayrı bir icazlı anlatıma şâhid oluyor. Bu farkediş 1400 senelik İslâm tarihinde mevcud değil. Üstad’ının ona verdiği Takdim ve Allah’ın O’na bahşettiği üstün zekâsı sayesinde açığa çıkıyor bu icazlı kelâm. Ve tabiî bizde olmayan şey; çalışmakla. Birkaç haftada bir kitab yazabilen biri olarak tam 10 sene çalışıyor bu lisânı bağlayabilmek için.

İktisat Ve Ahlâk isimli eserini iki haftada Bursa’da yazmış… “O kadar sıcaktı ki, günde iki-üç defa duş alıyorum yine yetersiz…”… Yerden bir metre kadar bir yüksekliği gösterip, “Bütün Fikrin Gerekliliği’nin ilk hâli ise bu kadar oldu !.. Tabiî onu o şekilde veremezsin –basım zorluğu, okumazlar– … Sonra kısalta kısalta son hâli el kadar oldu, biliyorsun”!..

O’na ayak uydurmak, konuşmalarını ânı ânına takib edip kaçırmadan anlayabilmek çok zordu. Bir Batılı gibi ifade edecek olursam, “avant-coureur”, “avant-garde”dı… Öncü, önden giden, haberci, belirtici… Yine Batılı bir tasvire göre, Robinson Crusoe misâli tek başınaydı. Güliver’i de bu benzetmeye ilâve edebilirsiniz. Cüceler ona engel olamıyorlar ve devlerin arasından da yolunu bulup gidiyor. Cüceler, şahıs olarak aykırı tipler ve devler de küfrün temsilcisi devletler, kuruluşlar diyebilirsiniz. Taraf’ın kapağında bir resmi çıkmıştı; sinek, böcek gibi tipler üzerine konmuş. O zaman söylediği: “Buna benzer bir rüyâ görmüştüm”… Rüyâyı anlatmadı.

Ayak uydurmak zordu derken… Yerine göre Üstad’ı bile… “12 Eylül’de Üstad’ın yanına gittim… “Vurayım mı?” (K.E.’i) dedim!.. Üstad, “otur yerine” dedi!..“… O, buydu… Bir başka son derece tehlikeli eylemini anlattıktan sonra, kendi hâli üzerine kendi tesbiti: “Akıllı adamın yapacağı işler değil ama…”!..

Müzikten anlamadığını söylerdi ama o nasıl anlamamaksa, “uçlar arasında gidiş-gelişleri bana uygun” der, Çaykovski’yi dinlerdi… Resim, hep dikkatini çekmiş, onunla ilgili olarak ileri derecede fikirleri vardı… “Bir at resmi çizmek istiyorum; zamanı temsil eden!.. Hani o adım atışları filân…” dedi; “Ben kaldım o söz lebimde kaldı – Keştî-i murad lenger aldı”. Şeyh Gâlib.

“Salih” kelimesinin “silâh” kelimesiyle kök alâkası dahilinde her çeşit silâhı ve onlarla vakit geçirmeyi severdi. 7.65 Çek Vizör’le 25-30 metreden sigara paketini ortadan vururdu. Anlattığına göre yaktığı mermilerin haddi hesabı yok. Hep “devlet”i gözleyici yaşadı. Tıbkı Üstad’ı gibi, hep “devlet”i gözleyici yaşadı… “Benim bu patlak koltukta oturduğuma aldanmayın… Birazdan buradan kalkar, oraya otururum“… Ve sevgili Üstad’ı: “Büyük bir masası vardı… Bizi onun etrafında toplar ve talimatlar verirdi… Sanki Devlet kurulmuş gibi davranırdı…“… Her ânı böyle iki ömür: O ve Üstad’ı. Ve bekledikleri gençlik.

Şiddetle inanıyorum ki, Efendi Hazretlerinin İstanbul’a geliş tarihi olan 1919’dan 2018’e kadar tam 100 sene, önce 25, sonra 40 ve en son 35 sene; önceki dönemi İslâm Tasavvufu, sonra Batı Tefekkürüne nüfûz ve en son, “Batı Tefekkürünü İslâm Tasavvufu önünde hesaba çekip muhasebe eden” yani, “Batı Tefekkürü ile İslâm Tasavvufu arasında kanatlarını açmış” İBDA devri olmak üzere toplamda tam bir asır harcanmış bu mücadele boşa gitmeyecek. Biz varsak bu dâva var, ölsek de arkadan gelenlerimiz var. İnsana intikam almak yok, intikam Allah’a mahsus ve Muntakîm yüce Allah’ın bir ismi. O hâlde, yâ Muntakîm Allah, bizi intikamına memur et!

Salih kelimesinin İngilizcedeki karşılığı da “Just”!.. J’nin “c” dönüşümü ve “c”nin de “k” ile “s” sesi verdiğini biliyorsunuz… Yani “just”, kust!.. Latinceden gelen bu kelime hukuk, mahkeme ve adalet gibi mefhumların da kökü… Demek istemem Salih ve Hukuk Fakültesi arasındaki alâkaya dikkat… Hayatının her kıvrımına hikmetle bakmak derken…

Akademya: Tasavvufla ilgisi ne dereceydi? Bu mevzuda dergimiz okurlarına, gençlere söylemek istediğiniz birşeyler var mı?

Ahmed Berkî: Aslında akıllı ve uyanık bir kişi kitablarından bunu hemen farkeder. Ben yine de suâliniz üzere birkaç şey söyleyeyim. Üstad’ın, “seni ben yetiştireceğim” sözünü bugün Üstad’ı tam mânâsıyla anlamakta güçlük çeken bazı çevreler kabullenmekte zorluk çekebilirler. Onlara ne diyebiliriz ki ? Öte yandan Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretlerinin Üstad dahil kimseye mutlak hilâfet veya icazet vermediğini de ileri sürebilirler. Bu da birşey demek değil. Çünkü Efendi Hazretleri Büyük İrşad Kutbu’dur ve bu makam sahibi bir velinin vefat etmesi irşadının sona ermesini gerektirmez. Zaten bilenler bilir, hiçbir velinin kerameti öldü diye de geri alınmaz ayrıca. Yani Üveysî olarak istidadlı kişileri yetiştirebilirler.

Ben kendilerinden, “Efendi Hazretleri beni yetiştiriyor!” diye duydum. Ayrıca Tilki Günlüğü’nde geçen bazı levhaların tabire gerek olmayan cinsten, yani o hâli yaşayanlara bir misâl ve yol gösterici olması açısından oraya konulduğunu söylemişti. Onu da sizin organize ettiğiniz konferansta söylemiştim. O zaman hayattaydı. Bunlar nedir? Kelime-i Tevhid ve lafza-i Celâl yani “Allah” kelimesinin tekrarından oluşan zikir ve bu zikrin tekrarı neticesinde meydana gelen ehline malûm hâller.

Bunların ortalıkta konuşulmasından pek hoşlanmazdı. Bir sebebi, ehli olan kimse yok. İkincisi, zayıf yaradılışlı kişiler asıl istikameti unutup, kendilerinde bir hâller vehmederek yoldan ayrılacak olmalarıdır. Halbuki aslolan “devlet“i gözleyici olmaktır. Gerisi hikâye. Ben içtimai kavga plânındaki mücadeleme devam ederken mânâ âleminden birşeylere de kavuşabiliyorsam kavuşuyorumdur, bu kimi ilgilendiriyor? Bu hâlimi ve varsa kerametimi gizlemem lâzım değil mi? Yok eğer sende bi numara yoksa niye o zaman bu mevzu üzerinde çene yoruyorsun? Bugün ortalıkta açan kötü kokulu birtakım çiçekleri de bu izahım doğrultusunda değerlendirebilirsiniz.

Mizacı Muhyiddin-i Arabî Hazretlerine daha meyyal bir çizgideyken, İmam-ı Rabbânî Hazretlerini daha üstün bilirdi. Şu da ekstrası: “İtalyanca nasıl okunduğunu bilmiyorum… Yazıldığı gibi okuyacağım… Giovanni Papini anlaşılmadan İmam-ı Rabbânî anlaşılmaz”!

Ahmaklar gördüm, onlar bile O’nun keşif sahibi olduğunu kabul etmişlerdi. Bununla birlikte bazı şeyleri O’ndan saklayabileceklerini zanneden zavallılara da şâhidim. Ve O pek çok kişiyi hayatı boyunca idare etti, kullandı; Üstad’ı gibi. Bu ikiyüzlü olmak veya popülarite demek değil ki. Çünkü dâvası için, nefsin bir hissesi yok ki ikiyüzlülük olsun.

Şimdi hatırladığım, pek farkedilmeyen bir hususiyetinden bahsedeyim. Biz tamamen menfî birşey gördüğümüz veya duyduğumuzda ne yaparız? Şiddetle karşı çıkarız değil mi? O hiç bozuntuya vermeden sanki çok güzelmiş gibi bir reaksiyon verirdi. Üstad’ın, A. Kabaklı’nın İman Ve İslâm Atlası isimli eserinin takdimini beğenmemesini bahsetmesi ve daha sonra Kabaklı’nın telefonu ve “Üstad’ım, nasıl takdimimi beğendiniz mi?” sorusu üzerine, “haaarika” demesi misâli buna benzer bir tavır.

Bir de misâl olarak sizin bir yanlışınızı gördü ve rahatsız diyelim, bir süre sonra sanki o sizin yaptığınızı bir başkası yapmış gibi size anlatarak kibarca sizi doğruya sevkederdi… Tabiî anlayanına… Ürkütmek de istemiyor… “Adama, “aferin iyi bir iş yapmışsın” diyorum, yatıyor kulağının üstüne… Yanlış bir şey yapıldığında kızıyorum, bakıyorum adam kaçmış… Ben de şaşırdım ne yapacağımı”… “Şaşırdım” derken, “ne kadar zor, insanlarla uğraşmak” mânâsına…

(…)

Akademya: Takdim’i O’nun için çok önemliydi değil mi?

Ahmed Berkî: 1983’ten aramızdan ayrılma tarihine kadar O’nun için en önemli şey, sevgili Üstad’ının O’nu “Takdim”iydi. Onunla gömülmeyi isteyecek kadar. Üstad’ın O’na ithaf ettiği bir noktalama şöyledir: “Sen ki beş vakit namaz kibriyle ferahtasın – Günahım yok sanırken en büyük günahtasın“… Biz bunu Kusto Lûgatı’ndan okursak ilgili mısra, “Takdimim yok sanırken en büyük takdimdesin” olur. Herşey Takdim’den çıkıyor; tohum halinde orada gizli. Onun açılımı da Günlük. Kafa Kâğıdı’nı ele alalım. Kafa, Kâfi… Vafi… Vâvî… Tilki!.. “Kafa Kâğıdı” oldu “Tilki Kâğıdı”!.. Yani Takdim… “Kıtt” kelimesi de hem kâğıt hem de kitab mânâsına… O halde “Tilki Kâğıdı”: “Tilki Kitabı”!..

Üstad’ın yarım bıraktığı, tamamlanması Kumandan Mirzabeyoğlu’na nasib olan bir şiiri: “Kelimenin üstünde, – Cümlelerin altında, – Benim büyük meselem!“… Cümleler’in “ebcedler” ve “az sözle çok şey anlatmak hâlinde olan” yani icazlı anlatım mânâsına geldiğini daha önce söylemiştim… “Girenler mekteb-i dilde okurlar dersi bî talim, – Sezai bunda ânınçün akılla ictihad olmaz“… Akıl, zekâ mutlaka gerekli ama yeterli olmuyor; teslimiyet gerekli. İlham önce yüzyıl sahibine iniyor ve sonra istidadlı kişilere dağılıyor.

Onun için: “Zâhidâ esmâ’da kalma gel müsemmâ dersin al, – Bil müsemmâdır kamu talim-i esmâdan garaz“… Müsemmâ, “isimlendirilen, bir ismi olan” mânâsına… Hani, “Seni meşhur bir isimle isimlendiren ben!” diyor ya Üstad… Vesm’den türemiş “mevsûm” ise hem “isimlendirilmiş”, hem de “işaretlenmiş, damgalanmış, nişanlanmış” demek… Nîl, “vesime” adı verilen boya otu ve çivit boyası” demek… “… gel Tilki dersin al” demek isteniyor şiirde kısaca.

Akademya: İştikak ilmi, Cifir ve ebcedler, bir de tevil üzerine konuşabilir misiniz? O’nun bunlarla alâkası, çalışmaları…

Ahmed Berkî: Bir kamus hazırlıyorum. Yakın zamanda inşaAllah basılacak. Orada bahsettim. Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin İsâ Aleyhisselâmdan bir rivayeti var. Çok korkunç. Sadece bu rivayet Kumandan Mirzabeyoğlu’nun misyonunu özetlemeye ve ispata kâfi. Demiş ki: “Biz tenzili getirdik, Mehdî ise tevili getirecek“!.. Tevil, tenzil olunmuş ilâhî kitabları izah edici, açıklayıcı. Kumandan bir hokus pokusla Özgürlük Heykeli’ni yıksaydı, “aha Mehdî geldi” olabilirdi belki. Halbuki Üstad’ının verdiği takdim ile “tevil” ilmini getirmiş, ses yok.

Bir taraftan, “arkadaşlar, meseleyi sadece iştikak ve ebcedlere indirgemeyelim” vurdumduymazlığı, diğer taraftan da iştikak ilmine vâkıf olmadan bir kelimeye ebcedi tutuyor diye bir sürü kelimeyi katar yapmak işgüzarlığı…

Akademya: Mehdî ve İsâ Aleyhisselâm ile ilgili ortada bir sürü spekülatif şeyler var. Bu mevzulardaki fikirlerinizi aktarabilir misiniz ?

Ahmed Berkî: Spekülatif kelimesi de tam karşılamıyor aslında. Burada, “acziyet” kelimesi daha öne çıkar. Meselâ Said-i Nursî Hazretlerine soruyorlar, “Deccal’in eşeği” filân… Elinizde şifreleri çözecek bir harita yoksa yapacağınız pek birşey de yok. Tahminde bulunmakla nereye kadar ? Biz bugün “eşek”in Günlük’te “lisân” mânâsına geldiğini biliyor ve o lisanı konuşan 70.000 kişi yani İsrail’in tasvir edildiğini rahatlıkla anlayabiliyoruz. Ama bizim hâlimiz çok daha acı. Üstad’ın bir benzetmesinde olduğu gibi… Anahtarı ceketimizin astarı içinde kaybetmiş vaziyetteyiz. Burada mevzu farklı ama bunun gibi. Yani biz hem şifrelere malikiz, hem de çözümleyememekte diğerleriyle müşterekiz…

1440 üzerine bir sürü beklenti oldu klavye başında düne kadar, biliyorsunuz. Ne oldu ? Fehim’in nişanı oldu. Bir de İstanbul’un Anadolu yakasında şiddetli yağmur. Başka bi numara yok. Peki ne bekliyorduk ? Onu da bilmiyoruz. Şimdi bu, 18 Ocak 1984 gününe ait Tilki Günlüğü’nün 3. cildinde geçen bir levha. Eser sahibi zaten getirdiği lisan ile bu ve diğer bütün levhaları çözmüş. Biz de bu işi öğrenelim de böylece kendi rüyâlarımızı, şiirleri, hattâ müteşabih hadîs ve âyetleri bile çözebilelim, anlayabilelim diye bize de bahşetmiş. Orada geçen “Muammer” ve “gömlek” kelimelerinin kıvrıldığı mânâ ve mefhumları yakalayabilirsek biz de bunun gerçekleşmesini bekleyebiliriz. Yani ben şu yoldan gelirken anahtarımı kaybettim diyelim. Tekrar aynı yolu geri giderken neyi arıyorum, anahtarı. Eğer gözüme bir çakmak filân ilişirse onlara tenezzül etmem ve anahtarı aramaya devam ederim. Yok eğer kaybettiğim çakmak veya bir başka şeyse, o zaman da gözüm bir anahtara da ilişse, “bana ne ?” derim ve o çakmak veya neyse onu aramaya devam ederim. O yüzden neyi aradığımızı bilirsek bulduğumuzun da farkına varırız. Bunun için de önce Günlük’ün bütünü hakkında bir fikir sahibi olmamız gerekir. Niye yazıldı, mevzu nedir, buradaki isimler acaba neleri simgeliyor gibi. Yoksa bunları yazan, anlaşılmasın diye mi yazdı acaba ? Emin olun o kadar fazla istiyordu ki vasıflı insanlar tarafından bu lisanın öğrenilmesini ve onunla değişik meselelere sarkılıp çözümlemelere kavuşulmasını.

Mehdî mevzuunda da böyle. Yani siz Mehdî’den ne yapmasını beklerdiniz ki karşılamadık ? Şapkadan tavşan çıkarsak belki daha fazla dikkat çekebilirdik. Halbuki üç tane Mehdî geldi geçti, uyuyoruz. Siz biliyorsunuz, benim çalışmalarıma göre Mehdî, Kusto’ya özdeş. Yine benim anladığım bütünün sonucu olarak Kusto, daha ziyade imtiyazlı olarak Kumandan Mirzabeyoğlu iken bazen Üstad ve bazen de Efendi Hazretlerine çıkıyor. Bunu anlayıp kabul ettikten sonra bir dördüncü olarak da İsâ Aleyhisselâm var. Bu da Üstad’ın takdiminde verilmiş, prezante edilmiş… Kusto, küs, cüs, Cesus, Jesus diye de bunun geçişini daha önce vermiştim. Tabiî Dünya çapında bir hadise çünkü daha önce hiçbir Peygamber kendi dinini bırakıp bir başka dine girmiş değil. Külliyatımızda bununla ilgili olarak, “İmam-ı Rabbânî Hazretlerinden İsâ Aleyhisselâma uzanan bir çizgide İbda …” filân diye geçer. Anarşist ruhlu bir piskopat “ahmedberki.com”a bir yorum göndermiş. Düne kadar Mehdî diyormuşuz, O ölünce de makas değiştirip, İsâ filân deyip milleti ebcedlerle uyutuyormuşuz. Merak etme, “İsâ indi, millet uyuyor !” diye duymamıza ve bunu duyurmamıza rağmen bize kimse inanmıyor. Bu işler öyle kolay değilmiş demek ki. Ruhlar pörsümüş. Bırakalım dalgalarını geçsinler. Bu gibi tipler yarın da TV’lardan seyreder, sosyal medyadan “beğen” tıklarlar.

Seyyid Haşim Baba isimli Melâmî tarikatından bir veli zâtın “Devr-i Daim” isimli bir eseri var. 2023 senesini işaret eder ve toplam 14 tane Mehdî’den bahseder. Ölüm Odası B-7 Matla’da, “Hulefa-i Mehdiyyin” diye geçer. Asır yenileyici “Mehdî Halifeler”… Kendileri sonuncusu olmak üzere toplamda 14 tane ! 14 asırda 14 tane. Diğer taraftan bu 4’ün üzerine bir 10 kişi daha beklenebilir. Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin de galiba Anka-yı Mugrib isimli kitabında geçiyor. 12. Başkandan sonra 10 başkan daha geleceğini bildirir. Bir de İmam-ı Ahmed el Bûnî’nin Şems-ül Maarif isimli eserinde Ukub bin Yahya Hazretlerinin bir şiiri var. Kuyrukluyıldız, Haçlıların Irak’a saldırması ve Türkiya ile Mısır arasında bir anlaşmazlık olacağından bahseder. “Türkiya ve Mısriya” diyordu zannedersem. 1400 senelik şiir. Peygamber torunlarının hocası bu sahabi.

Benim İsâ Aleyhisselâmla ilgili bir rüyâm vardı, kendisine anlattım. “Bırakalım şimdi İsâ’yı filân, biz işimize bakalım… Bizim bir görevimiz var, o iş sonra!” şeklinde tâbiri oldu. Hasretle “sonra”yı bekliyoruz.

Akademya: Bir dönem kimselere görünmezken sizin burada sınırsız bir istifadeniz sözkonusu bir de…

Ahmed Berkî: Evet, tanıştığımız tarihten ben cezaevine girene kadar. En son cümlesi neydi biliyor musunuz? “Bundan sonra bir süre görüşemeyeceğiz. Beni görmek istediğin zaman kitabı açacaksın, ben oradayım. Ben heryerdeyim“! Hayreddin’in bir sözünü hatırladım şimdi: “Biz orada yüzüne hasretken, sen burada nimetler içinde yüzüyorsun”. Ama o hiçbir zaman hased etmedi. Birçok hasedçinin oklarına maruz kaldım sonraları. “Halk içinde gerçi menfûruz Sezâî gam değil, – Çünkü şâh-ı aşka mensub olmuşuz rağbetteyiz“. Halbuki Allah kime ne nimetler göndereceğini sana mı soracak ve senin hoşlanmaman sonucu değiştirebilir mi? Nitekim sonra cezaevine girince herkes gördü yüzünü. Sonuç olarak ilmî, fikrî veya aksiyona dair farkettirici bir fışkırış oldu mu? Pek azı müstesna, birçok kimse için, zannetmiyorum. Çünkü netice ortada. Halbuki, “sevgi ve muhabbetinizi iş ve verim sahasında gösterin” O’nun sözü değil miydi?

Akademya: Olsun, bize göre size bu açıdan bir ayrıcalık tanınmış anladığım kadarıyla. Cezaevinde kapıları açsalar orada durmaya devam mı ederdi ? Yoksa evine, ailesinin yanına ve normal hayatına mı dönerdi ? Tabiî ki normal hayatına dönerdi. Yani orada sıkıştırılmış ve istekli olmayan bir hâl sözkonusu. Sizinkinde ise tamamen ihtiyarî.

Ahmed Berkî: Güzel yakaladınız. Bunları ben ifade etsem kibir sayılabilirdi. Ama sizin farkedip söylemeniz başka oldu. Bunun sebebini ben de bilmiyorum, kendileri bilir. Bilebildiğim kadarını bahsedecek olursam… İnsanlarla olan ilişkilerinde zayıf bir profil çizmesi kendinden kaynaklı değil, umumiyetle muhatablarının çapsızlığıyla alâkalı bir savunma olsa gerek. Zekâ ve kültür seviyesi çok yüksek. Bir mevzu konuşurken verilen misâl ve meselelerden muhatabın haberi olması gerek ki müşterek bir payda veya basamak olsun. Hani matematikte paydalar eşitse toplama olabilir ya onun gibi. Veya aynı basamağa ayak basmak da diyebilirsiniz.

Şimdi siz bu bizim bahçede otururken ben teleferiğe binip Uludağ’ın tepesine çıksam ve oradan konuşmaya devam etsem, en basitinden siz benim sesimi duyamazsınız ve anlaşamayız. Aynı zemine ayak basmıyoruz çünkü. Biraz ekstrem bir misâl olacak, bir bayram ziyaretinde biri, “İzzet Bey, nasıl o kitablarla geçinebiliyor musunuz ?” diye sordu. Şimdi bu adama nereden başlayıp nasıl anlatmak lâzım gelir bilemiyorum. Sanki o kitabları karnını doyurmak için yazıyor. Bugün biz meselelerden tamamen habersiz, teğet bile geçmeyen bir çizgi arzediyoruz… Bir fonksiyonun grafik eğrisine sonsuzda teğet olan doğru veya eğri; asimptot.

Bunun gibi biraz Platon, Descartes, Hegel, Kant, Nietzsche, Bergson’dan yalamadan, Şiir, Roman, Tiyatro gibi Edebiyatın türleri üzerine bir anlayış kazanmadan, Tarih, Mitoloji okumadan, biraz da olsa İktisad, Siyaset, Modern Fizik ve Matematik’e dair bir sancınız olmadan, Sosyoloji ve Psikolojinin bahsettiği meselelerden habersiz, diğer taraftan Kelâm yani Akaid, Tefsir, Fıkıh, Hadîs ve nihayet Tasavvuf ve onun da özü olan Vahdet-i Vücûd ve eksikleri tamamlanmış hâli olan Vahdet-i Şühûd mevzularından uzak bir günümüz entellektüeli düşünülemeyeceği için, asgarî donanım kuşanılmadan O’nun karşısına çıkmak fayda değil zarar getirirdi ve öyle de oldu zaten.

Akademya: O’nun dâvası için bundan sonra neler yapılabilir sizce?

Ahmed Berkî: Bunun da cevabı külliyatımızda dağınık bir şekilde mevcud. Yani ara ara okuyucuya göndermeler yapılarak. Bodler’in, “riyakâr okuyucu, benim benzerim, benim kardeşim” mısraını hatırlıyorum. O da biliyor, o da biliyor ama nefs bırakmıyor hesabı…

Beşyüz yıldır beklenen mütefekkir” demek kolay. Ona farklı sahalarda ayna, delil ve bürhan olmak lâzım gelir. Mevzuu olanlar hangi iş üzerindeyse zaten ona devam ederler, olmayanlar ise önce derinleşecekleri bir mevzu bulacak ve ondan sonra o mevzuda zirve yapıp dünya çapında eser, keşif, görüş sahibi olup insanları O’nun fikrine yönlendirerek yüzyılımızın bütün meselelerinin çözümlerinin ancak orada olduğuna işaret edecekler. Yani değişen birşey yok aslında, yolumuza devam. İçimize sızmış veya yerleştirilmiş kötülere aldırmadan kendilerinin iyi ve doğrulardan olduğuna inananlar, gerektiğinde birbirlerini bulup ortak faaliyette bulunabilirler. Bugünkü bu mülâkatınız da buna bir misâl. Bu saatten önceki faaliyet sahamız ve düşüncemiz biraz farklı, bu saatte ortak bir gaye ve zeminde birlik ve bir saat sonra siz yine yolunuza ben de kendi faaliyetlerime geri döneceğim.

Beni siz, etrafa çirkin gösterdiniz!” demiş ya… Olan olmuş, bundan sonrasına bakarsak, O’nu ve o destansı mücadelesini kalabalıklara en güzel şekilde anlatabilirsek belki kendimizi affettirebiliriz…

O’na lâyık bir oluş çok zor, ama olduğu kadar. Yani sınırlarımızı zorlamak bakımından. “Yaran kabuk tutmasın… ” diyor ya Üstad, bunun gibi bir “autosuggestion” hâliyle davranmak. Yani eskilerin, “telekkun” dedikleri, psikolojide “kendi kendine telkin” denilen şey. O her sahada engin bir bilgi birikimine sahipti. Belki 2-3 sene olmuştur, şurada iki adım ötede Mudanya’ya gidemiyorum. Günde 15-20 saat bilgisayarın  tepesindeyim. Takib ettiğim meselelere dair okumam gereken kitablar her geçen gün artıyor. Yetişmekte zorlanıyorum. Onun mücerred tefekkürde getirdiği fikirleri ve kurmuş olduğu lisânı insanlara nasıl tanıtabilirim diye bir kaygım var. Malımız ve dünyevî menfaatlerimizi yoluna ve dâvasına zevkle serdik, canımız da sırada, bekliyoruz. Sancar, Hasan ve Halil önden gittiler, biz de sıramızı bekliyoruz.

Evlâdım, siz bu milletin Cehenneme gitmesine vesile olacaksınız” diyen Şerif Muammer Bey’e, “efendim, biz ne yaptık ki?” diye sormam üzerine, “siz orada futbol topu gibi –tekme, tokat, dayak ve koğuştan koğuşa, cezaevinden cezaevine nakilleri kastediyor- oradan oraya savrulurken bunların rahatı hiç bozulmadı!” cevabını vermişti.

Bu itibarla, O’nun kıymetini bilmeyen bizler de bundan sonra başımıza gelebilecek bütün felâketleri O’ndan bilelim. Kötülük yapıp karşı gelen veya engelleyenler bunun karşılığı olarak, engellemeyenler ve dâvasına destek vermeyip görmezden gelenler de bu hâllerinin karşılığı olarak ve hattâ O’nu etrafa çirkin gösterenler de dahil, başımıza ne gelirse bundan bilelim. En başta beklenen Marmara depreminden tutun da ayağımızı ısıracak bir sineğin ısırışına kadar…


* Cezaevindeki hücremdeyim. Kumandan hücreme gelmiş. Akademya’da Ahmed Berkî’nin bir yazısı var diye bahsedince, heyecanlanıyor ve dergiyi aramaya başlıyoruz. Dergiyi bulup oturuyoruz. Yakın gözlüğümü veriyorum. Gözlüğün iki sapını ayırarak (genişleterek) takıyor ve “ben büyük kafayım ya” diyor. (Hayreddin Soykan-Temmuz 2018)


Erâs: Başı büyük olan kimse ?.. Er’es: Kocakafa, başı büyük ?.. Eris: Zeki, akıllı, uyanık ?.. Ers: Gözyaşı ?.. Gözyaşı ise Kusto Lûgatında, “Mürşid, Batı, Rüyâ tâbir etmek, Çok faziletli, şerefli ve Tilki” mânâlarına gelir…

“Yaradan, rahmetini kahrından üstün saydı; – Ne olurdu hâlimiz, gözyaşı olmasaydı?” diyor ya Üstadım… Şimdi ben okuyorum, dikkat et!.. “Ne olurdu hâlimiz, Batı olmasaydı?”… Adamlar bizim korumaktan aciz olduğumuz tarihî eserleri bizden iyi korudular bu vakte kadar… “Ne olurdu hâlimiz, Mürşid olmasaydı?”… Bu zaten malûm!..” S.M.

Şimdi de itminan olsun diye geçişleri verelim…

Eşk: Gözyaşı. Dem?.. Eşik ?.. Eşekk: Çok şek ve şüphe sahibi. Tereddütte ileri giden?.. Himar: Merkep. Eşek?.. Hammâr: Mürşid, şeyh, kılavuz. Şarap yapan veya satan kimse. Meyhaneci ?.. (“Okyanusa nisbetle damla” misâlimiz ve “kaç yüzbin kardeş bir Hamlet eder?”)

Abre: Gözyaşı?.. Eberr: Çok faziletli, şerefli. Çok sadık ve dindar. Çok iyiliksever. Şenlikten uzak bedevi?.. Abr: Rüyâ tabir etmek. Düş yormak. Yaş akıtmak. Sudan veya başka bir yerden geçmek. Söylemeden bir şeyi düşünmek?.. Bi’r: Kuyu. Hesap defteri?.. Birr: Tilki yavrusu. Fare. Koyunu sevketmek. İyi amel. İhsan etme. Takva. Temizlik. Gönül, kalb!..

Garb: Batı. Sığır derisinden büyük kova. Nasır acısı (gözde olur). Kenar. Gözyaşı.

İhtişar: Büyük kafalı olma, koca başlı olma. Toplanma, cem’ olma ?.. Küta’: Tilki eniği. Kötü adam. Tamamlanmak, toplanmak !..

Minzâr: Ayna. Bakma âleti. Gözlük?.. Manzar: Bakılan yer, görülen yer. Görünüş?.. Manzara: Dışarıyı görecek pencere?.. Sahne: Manzara, Tiyatro oynandığı yer. Oyun yeri?.. İngilizce “flat“: Taşınabilir sahne parçaları?.. Osmanlıca lûgatında “felât“: Sahra, çöl. Şenliksiz yer?.. Sahra: Çöl. Kır. Ova. Yazı. Kızıl dişi eşek?.. Mishel: Yabanî eşek. Dil, lisân. Ziynet verecek nesne. Dizgin. Eğe, törpü?.. Kündür: “Günlük” denilen nesne. Kısa boylu ve şişman kimse. Vahşi hımar, yabanî eşek. Büyük çuval!..

AKADEMYA DERGİSİ III.DÖNEM 5.SAYI – GÜZ/EKİM 2018 (SALİH MİRZABEYOĞLU ÖZEL SAYISI)


AHMET BERKÎ KİMDİR

1966 doğumlu olan Ahmed Berkî, 1983’de Bursa Erkek Lisesi’nden mezun olduktan sonra, İTÜ Temel Bilimler Fakültesi, Matematik Mühendisliği bölümünde okudu. 1982 Ak-Zuhur ve Tahkim dergilerinde 1992 yılından itibaren matematik ve tasavvuf merkezli makaleleri yayınlandı. 11 Şubat 1994’te gözaltına alınıp Metris Cezaevi’ne konuldu. 28 Şubat’ta, 21 sene 6 ay hüküm giydi. Tüm hayatını vakfettiği fikrî, ilmî, bediî tetkiklerine, hapis hayatı boyunca daha da yoğunlaşarak devam etti. 30 Aralık 2004’te, Ceza İnfaz Kanunu’nda yapılan 5 yıllık bir indirimle tahliye oldu. 1998’de Bandırma Cezaevi’nde kaldığı dönemde, “Nevfer” isimli bir dergiyi 7 sayı tek başına çıkarttı; yine aynı dönemde, Arthur Rimbaud’nun tüm şiirlerini ihtivâ eden bir tercüme kitabı neşretti. Ahmed Berkî’nin hazırladığı diğer eser ve çalışmalar şöyle: Ölüme Mahkûm – İzzet Cüsten, Just(ement) – Ghost Writer, Sin Risalesi, 40 Hadis, Mektubat-ı Ümm, Til Mirzabeyoğlu, Benzerler Lûgatı, Tilki Günlüğü Fihristi, Te’vil Risalesi, Geçiş (-Gelip Geçen) Risalesi, Ağlayan Risale, Baudelaire’in “Les Fleurs Du Male” tercümesi.

Semih Kaplanoğlu ile Hayat, Sinema ve “Buğday” Üzerine

Röportaj: Gülçin Şenel | Fotoğraf: Yağmur Dinç Semih Kaplanoğlu Kimdir? Semih Kaplanoğlu, 4 Nisan 1963 tarihinde İzmir’de dünyaya geldi. Dok...