"Demek ki, aslında her çeşidiyle ilim, sadece eğrileriyle aczimizi ihtar etmiyor, doğrularıyla da aczimizi gösteriyor; aczin idraki için ilim... Hayret bu idrakten doğar!"
Salih Mirzabeyoğlu
Yaklaşık 30 yıldır İslamcı camianın dilinden düşürmediği, kurulu düzenlerini bozacak, rahatlarını kaçıracak her hareketi yaftaladıkları “provokasyon” kelimesini biraz inceleyelim. Neden Türkçesini değil de Fransızcasını kullanmayı tercih ettiklerini anlayalım…
Kısa ve öz anlatalım. Provokasyon nedir? Türkçede “tahrik etmek” anlamıyla karşılanan kelime, köken itibariyle, Latinceden köken alır “provocare”… Provocare de, “meydan okumak” anlamındadır. Türkçeye Fransızca’dan geçen “provoquer” ise “tahrik etmek, kışkırtmak” anlamına gelir. Ayrıca Fransızca’da sivil itaatsizlik olarak da anlam verilir.
“Provokasyon” kelimesi Türkçe’de 1939 yılında yazılı olarak ilk kez şöyle kullanılmış: “Ruhları biraz daha karıştıran, sinirleri biraz daha germeğe çalışan bir provokasyon mu?”
Provokatör ise 1953 yılında şu şekilde kullanılmış: “17 Haziran hadiselerinde “faşist provokatörleri” meydana çıkarmakta başarı gösteremeyen emniyet polisleri…”
Lakin provokasyon her zaman olumsuz olarak algılanmamalıdır. Bazen olumsuz görünen bir “kışkırtma” aslında olumlu bir netice için yapılır.
Mevcut dengeyi bozacak bir unsurun sisteme dâhil edilmesi provokasyondur.
Bir annenin çocuğuna derslerinde başarılı olması çeşitli yollara başvurarak tuzaklar kurması provokasyondur. Burada çocuğun provokasyona gelmesi beklenir.
Bir çocuğun futbol maçında arkadaşına küfür etmesi provokasyondur. Provokatör sonunda dayak yiyebilir. Veya aşırı sinirleri bozulan rakibi hata yaparak yenilebilir.
Bir boks maşında güç gösterisi için tarafların birbirlerine bağırması, göğsünü yumruklaması, çeşitli hareketlerle rakibini sinirlendirmesi provokasyondur. Rakibi provokasyona gelmemelidir.
Seyircinin futbolcuya tezahüratı provokasyondur. Futbolcu provokasyona gelmelidir.
Velhasıl Michel Foucault, şöyle demiştir: “Provokasyon kelimesi beni hep rahatsız etmiştir zira kışkırtılmamış (provoke edilmemiş) hiçbir eylem-hareket yoktur.”
Daha geniş alalım: Alışılmışın dışında hareket ederek toplumda “infiale” neden olan hareketler provokasyondur.
Fransız ihtilali bir provokasyondur, Mirabeau, Danton, Robespierre, gibi provokatörler tarafından gerçekleştirilmiştir.
Filistinliler’in İsrail’e attığı her taş, her füze provokasyondur. Mescidi Aksa’ya giden her ziyaretçi provokatördür.
Bazı ressamlar provokatördür. Mevcut sistemi bozucu ve yıkıcı resimler yaparak infiale sebeb olurlar. Picasso bir provokatördür. Ressamları bugün dahi ile resimleri provoke etmektedir. Kubizm, Sürrealizm, empresyonizm gibi akımlar bu tür ressamların provakasyonları sonucunda teşekkül etmiştir.
Bazı felsefeciler provokatördür. “Provokatif bir düşünür olarak Gadamer” diye tez yazan adam, bunu Gadamer’i suçlamak için yazmamıştır. Takdirini göstermek için yazmıştır.
Sokrat Atina sokaklarında milleti tek tek durdurup hesaba çekerken, bugünkü anlamda tam bir provokasyon yapmıştır. Hâkimler onu bu provokasyonu sebebiyle cezalandırsa da, provokasyona gelen Eflatun gibi pek çok felsefeci onun yolunu takip etmiştir.
“Kuramsal terörist ve nihilist” olarak tarif edilen Fransız düşünür Baudrillard, gelmiş geçmiş en provokatör felsefecidir. “Ne estetik ne cinsel bir inancımız var ama hala bunlara sahip olmayı öğreniyoruz ve gerçek bir felaket olmayacak çünkü sanal felaket koşullarında yaşıyoruz. Hızla çoğalan aşırı şişen ama doğuramayan bir dünyanın bulantısı bu.” demiştir.
Provokasyon kelimesinin içini boşalttınız madem, biz de böyle dolduralım dedik. Bu anlamda:
21. yüzyılın kurulu düzeninden rahatsız olmayanlar provokasyona gelmez.
21. yüzyılın kurulu düzeninden nemalananlar her sıradışı hareketi provokasyon olarak niteler ve boğar.
21. yüzyılın vahşi kapitalizmden, dünyayı kana bulayan vahşi stratejisinden, yaptığı zulümlerden rahatsız olan her normal insanın, bu sisteme karşı yaptığı her eleştiri, her eylem, her hareket, attığı her slogan, yazdığı her makale, kitap, çizdiği her resim, söylediği her söz provokasyondur.
Her olayda “Provokasyona gelmeyelim” diyenler, mevcut düzeni, sistemi, yanlışlıkları, kötülükleri sineye çekelim diyenler, “aman ağzımızın tadı bozulmasın Ali Rıza bey” diyen Hayriye Hanım’dır.
Kadın Hak ve hürriyetleri… Ülkemizde en çok tartışılan, en çok polemik konusu olan mevzulardan biridir. Osmanlı’da Batılılaşma hareketlerinin iyice gün yüzüne çıktığı 18. Yüzyıllardan bugüne bu durum değişmemiştir. Osmanlı’nın kuruluşundan yükseliş sürecine kadar kadını toplumdaki ahengin içinden ayırıp ayrıca değerlendirmek pek mümkün görünmemektedir. Osmanlı toplumsal hayatı ve sisteminde tutturulan ahenk, kadını bir kadavra gibi oradan ayırıp, tek başına incelememize imkân vermez. O ahengin bozulmaya başladığı yükseliş devrinden sonra gelen duraklama ve gerileme devirlerinde “kadın” bir mesele olarak ortaya çıkmaya başlar. Osmanlıda en tepeden en aşağıya bir ahenk tutturulmuştu ve o ahengin içinden bir notayı çekip, acaba bu nota şöyle mi olsaydı şeklinde bir değerlendirme yapmaya kalkmak abesle iştigaldi.
Osmanlının son dönemlerinde, Batı’nın fikrî, kültürel ve ahlâkî tesirine karşı hazırlıklı bir “aydınlar zümresi” olmaması, varolan aydınların da çoktan Batı tesirine girmiş olması, o bahsini ettiğimiz ahengin bozulması, bizim elimize çeşitli “doneler” ve incelemeye değer “argümanlar” verir. Belki de asıl üzerinde durulması gereken nokta, sistem meselesidir.
Temelde sistemin kendini “yenilememesi”, eşya ve hadiselerin her ân yeniliği karşında “donması”, Osmanlı’nın toplumsal ahenginin bozulması, ahengin bozulmasıyla da mesela kadının bu yenilenmemiş sistemde kendini “değersiz” hissetmesine yol açmıştır. Mesela erkeğin bir Batılı gibi giyinmesine, bir Batılı gibi davranmasına, hatta Batılıların hayat tarzına özenmesine mukabil, kadının bu durumdan etkilenmemesi mümkün değildi. Elbette bu durum, içtimai olarak bir “haksızlık” ortaya çıkarmıştır. Ama o “haksızlığın” muhtevası tartışılır. Tabiî ki, kadın hak ve hürriyeti meselesi bizde Batılı kadınlarla birebir aynı içtimaî şartlar altında ortaya çıkmamıştır. Batılılar bildiğiniz gibi tarihi de, bilimi de hep kendilerinin başlattıkları içtimai olaylara ve buluşlara dayandırırlar. Batılı feministler de bunu yapar ve dünyanın her yerinde, kültürel şartlar, dini şartlar veya geleneklere bakmadan, “ataerkil” denilen bir yapıdan bahsederler. Kadınların bu ataerkil sistemlere başkaldırmasını öğütlerler.
Oysa Batılı anlamda uygulanan monarşik sistemler, krallıklar ile Doğulu anlamda uygulanan monarşik sistem ve imparatorluklar aynı değildir. Buna bağlı olarak Doğulu kadının hayat şartları ile Batılı kadının hayat şartları da aynı değildir. Klasik örnek, Ortaçağda Batılılar, biraz okuyan, yazan, düşünen kadınları “cadı” ithamıyla yakmışlardır. Oysa Doğu, o tarih diliminde, kadın şairler, alimeler, mutasavvıflar yetiştirmekteydi.
Ne demiştik Batılı anlamda “haklar ve özgürlükler” meselesi, bizde Cumhuriyet devrinde daha fazla dile getirilmeye başlandı. Bu devrin önemli bir kadın aktivistinden bahsedeceğim. Pek bilinmez adı, bize öğretilen Cumhuriyet tarihi kitaplarında da adı geçmez.
Nezihe Muhiddin. Kimdir bu kadın? Aristokrat bir aileden gelir. 1889 yılında İstanbul, Kandilli’de doğar. Serasker Ağa Hüseyin Paşa’nın torunu, savcı Muhiddin Bey’in kızıdır. Eğitim hayatı Kandilli mahalle mektebinde başlamış, sonrasında kardeşiyle birlikte evde devam etmiştir. Farsça, Arapça, Fransızca ve Almanca ile bu dillerin edebiyatını özel öğretmenlerden öğrenir. Annesi ile ilk öğretmeni olarak andığı dayısının kızı Nakiye Hanım’ın gözetiminde eğitim hayatı sürer. Kadın sorunları üzerine düşünen, aynı zamanda ilk kadın gazetesi “Hanımlara Mahsus Gazete”nin “Zekiye” takma adıyla aktif yazarlarından olan Nakiye Hanım ile annesinin edebiyat ve toplumsal sorunlar üzerine yaptıkları tartışmalar, Nakiye Hanım’ın evde düzenlediği toplantılar, ilerideki düşüncelerinin ilk tohumlarını atacaktır. Henüz sekiz yaşındayken, annesiyle birlikte kadınların kurdukları hayır derneklerinin çalışmalarında bulunur; Nakiye Hanım vesilesiyle Fatma Aliye ile tanışma fırsatı yakalar. Fatma Aliye Hanım ile ilişkileri uzun yıllar sürecektir. Yüksek öğrenim görmediği halde kendi kendini yetiştirecek, yirmi yaşında Maarif Nezareti’nin fen sınavını kazanarak fen bilgisi derslerini vermek üzere kız idadisine atanacaktır. Aynı zamanda İttihat ve Terakki Kız Sanayi Mektebi’ne müdür olur. Çalışma hayatı oldukça üretken geçer. Maarif Bakanlığı’na eğitim hakkında raporlar yazar; birçok okulda müdürlük, ilkokul ve yabancı okullar için müfettişlik yapar. İki kere evlenir. Ancak yaşamı boyunca ikinci evliliğinin soyadını değil, babasının soyadı olan Muhiddin’i kullanacaktır. 1911 ile 1944 yılları arasında ulaşılabilen 17 romanı, 300 kadar öyküsü yayınlanmıştır.
Nezihe Muhittin bir feminist olarak adlandırılır. Kadınlara oy hakkı, “Hak verilecekse biz veririz” diyen tarafından henüz verilmeden 10 yıl kadar önce, 1923 yılında Cumhuriyet tarihinin ilk partisini kurmuştur: Kadınlar Halk Fırkası. Henüz Cumhuriyet Halk Fırkası kurulmadan evvel. Tabiî ki, bu girişime onay verilmemiş, hatta engellenmiştir. “Parti kurulacaksa biz kurarız” diyerek. Kadınların elinin hamuruyla siyasete karışmaması gerektiğini öğütlemişlerdir kendisine. 8 ay partisinin onaylanmasını beklemiş ve fakat beklediği onay gelmeyince, “Türk Kadınlar Birliği” adı altında dernekleşme yoluna gitmiştir. Kadınların oy hakkı için mücadele etmiş, asker, polis olmaları için teklifler sunmuştur. Çeşitli dergiler çıkarmış, makaleler kaleme almıştır. Gelin görün ki, bu faaliyetleri Atatürk tarafından yasaklanmış, Chp’nin yayın organı, Yunus Nadi’nin gazetesi Cumhuriyette ise “Havva’nın kızları, meclise girip yılın manto modasını tartışacak” şeklinde alaya alınmıştır.
Hatta “kadını aşağılayan” öyle karikatürler yayınlamıştır ki, komik bulunmuş mudur bilmem:
Nezihe Muhittin, siyasi hareketi engellenip, kendisi ve savunduğu fikirler “çok sert” bulunduğu için kendi kurduğu dernekten de çıkarılınca, edebi alanda eserler vermiş, hikâyeler, tiyatrolar romanlar yazmış ve tek başına bir akıl hastanesinde ölmüştür. Kadın derneği ise, kadınlara oy verme hakkı “verildiğinde”, kendini feshetmiştir.
Cumhuriyet gazetesinde şöyle yazılar çıkacaktır: “Salonda zarifane konuşmaktan, yahud gazetecilere resimlerini vermekten, yahud da balodan sinemaya, sinemadan dansa koşan hanımlara karşı, açık ve samimi konuşalım, biz erkekler hürmet de etsek yalandır. Bu hürmet ancak onların zarafetlerine daha ince bir çeşni vermek ve sonra da bu zarafeti şaşırmış ve hayran seyr ü temaşa (seyretmek) içindir.”
Genel olarak mücadelesi, her ne kadar “feminist” olarak adlandırılsa da, batılı muadilleri gibi bir muhtevaya sahip değildir. Kadın ve erkek arasında “tabiatlarından” gelen bir farklılık olduğunun altını çizmiş, “vatandaşlık haklarında” eşitliği savunmuştur. Cumhuriyetin “yenilikçilik” anlayışını yetersiz bulmuştur. 1926’da Türk Kadınlar Birliği, CHP’ye üye olmak için başvuruda bulunduğunda aldığı cevap, “kadınların hayır işleri ile uğraşmasının daha doğru olacağı” yönündeydi. Dernekteki Mustafa Kemal’e yakın bazı kadınlar da, yeni çıkan Medeni Kanun’la “kadınlara layık olmadıkları hakların bile verildiğini” söyleyerek siyasi taleplerde ısrar edilmesini eleştirmişlerdi. 1927 ile 1929 yılları arasında Nezihe Hanım hakkında birçok dava açılmış, hiçbirini kazanamamıştır. Bu davalardan ancak afla kurtulabilmiştir. Davalar ise genellikle Nezihe Muhiddin’in itibarına yönelik davalardır. Yolsuzluk, zimmetine para geçirme gibi…
Kadınların seçme ve seçilme hakkı için mücadele eden Nezihe Muhittin, İktidardaki Cumhuriyet Halk Fırkası tarafından susturulmuş, alay edilmiş ve itibarsızlaştırılmıştır. Nihayet tarihler 1934’ü gösterdiğinde, Atatürk’lü meclis kadınlara seçme ve seçilme hakkı “vermeyi” uygun bulduktan birkaç yıl sonra Nezihe Muhiddin bir akıl hastanesinde ölecektir.
Emmeline Pankhurst
Aynı dönemlerde belki biraz daha önce İngiltere’de ortaya çıkan bir kadın hareketi var: Sufrajet. Aslında “oy hakkı” anlamına gelen “suffrage” kelimesinden türetilmiş ve İngiliz basını bu hareketi alaya almak için Sufrajet adını takmışlar örgüte. Emmeline Pankhurst tarafından kurulan bir örgüt. Alt gelirli işçi sınıfı kadınlar arasında örgütleniyor. Ancak bu örgütün ortaya çıkışı oldukça anlamlı: İşçi kadınlar dediğimiz kesim, ülkenin en fakir kesimi. Kocaları çoğunlukla işçi. Çalıştıkları işler ağır ve fakat erkeklerden daha az ücret alıyorlar. Yarısı kadar bile değil. Üstelik işyerinde taciz ve tecavüz vakaları normal sayılıyor. Kadınlar, tıpkı köleler gibi çalışmak zorundalar fakat düşük ücretle. Üstelik onlara herhangi bir saygı da duyulmuyor. İşte böyle bir toplumsal destek buluyor hareket. Çeşitli şiddet eylemleri hatta bombalı eylemlere karışacak kadar hayatlarından bezmiş bir kesim.
Emmeline Pankhurst, İngiltere’de orta sınıf bir ailenin içinde büyür. Henüz 14 yaşındayken kadınların seçme ve seçilme hakkı üzerine yapılan bir toplantıya katılır. 1873-1879 yılları arası Paris’te bulunan bir kız okuluna gider. Geri dönüşünde, aynı yıl 24 yaşında olan avukat Richard Marsden Pankhurst ile evlenir. Beş çocuğu olur: Christabel Harriette, Estelle Sylvia, Frank, Adela ve Harry. Eşi Richard Pankhurst’un 1898’de vefatından sonra kocasından kalan cüzi miktardaki maaşı ile kıt kanaat çocuklarına bakmak zorunda kalır. 10 Ekim 1903 tarihinde kızı Christabel ve dört arkadaşı ile birlikte Manchester’da radikal kadın hareketleri çerçevesinde Kadınların Sosyal ve Politik Birliği’ni (WSPU) kurar. Kızları Sylvia ve Christabel de kadın hareketlerinde aktif bir şekilde çalışır. Kısa zamanda yaygınlaşan hareketin yöntemi gittikçe radikalleşir, basında hiç yer alamayan hareket dikkat çekmek için şiddete başvurur. Yangınlar çıkarılmış, bombalı saldırılar düzenlenmiş ve bu yüzden Pankhurst birçok defa tutuklanmıştır. Gazeteler elbette bu hareketi alaya almak için tıpkı Cumhuriyet gazetesinin yaptığını yapıyor, Sufrajetleri yaşlı, çirkin kadınlar olarak karikatürleştiriyorlardı.
1913’te Pankhurst, Britanya Bütçe Başkanı David Llyod George’un villasına yapılan bombalı saldırının azmettiricisi olarak üç yıl hapis cezası alır. Bu karar kadın hakları savunucularının polis ile sokak çatışmalarına girmesine neden olur, resmi kurumlara ve başbakan Herbert Asquith gibi tanınmış kişilere saldırılar düzenlenir. Olaylar kundaklama ve bombalı saldırılar şeklinde bütün ülkeye yayılmıştır. 1913’te açlık grevi sebebiyle sağlık durumunun kötü olmasından dolayı Emmeline Pankhurst tekrar serbest bırakılır. Ancak süfrajetlerin eylemleri devam eder: Bombalı saldırılar düzenlenir, posta kutularına asit dökülür, kiliseler kundaklanır ve toplu taşıma araçlarına zarar verilir.
Olaylar, 1 Haziran 1913 tarihinde Epsom’da düzenlenen at yarışında, kralın atının önüne atlayan, ağır yaralanan ve kısa bir süre sonra ölen süfrajet Emily Davison’un ölümü ile iyice etkisini artırmıştır. Emily, Pankhurst tarafından kadın haklarının şehidi ilan edilir ve bildirilerinin manşetlerinde hipodromun meleği olarak gösterilir. Aynı yıl, 1913’de parlamento, tutuklu süfrajetlerin artan açlık grevleri nedeniyle “Kedi ve Fare Antlaşması” adlı kanun tasarısını kabul eder. Açlık grevi sebebiyle, zorla beslenmelerine rağmen ciddi derecede hasta olan tutuklular serbest bırakılır. Sağlığına kavuşan tutukluların ise tekrar tutuklanması istenir. Bu anlaşmayla sağlığına kavuşan Emmeline Pankhurst, Şubat 1914’de tekrar tutuklanır, bunun üzerine tekrar açlık grevine başlar, hastalanır ve tekrar serbest bırakılır.
22 Mayıs 1914 tarihinde ise, Birleşik Krallık hükümdarı V. Georg’a dilekçe vermeye çalışırken Buckingham Sarayı önünde tekrar tutuklanır. Orada bulunan fotoğrafçılar da, bu kadın hakları savunucusunun emniyet müdürü Rolfe’nin kollarındaki hâliyle tutuklanmasını çeker. Fotoğraf, aynı gün Londra’daki birçok gazetede manşet ve kadın hareketlerinin “görsel” ilk fotoğrafı olur.
Birinci Dünya Savaşı’nın çıkması ile radikal kadın hareketlerinin faaliyetleri durur, Pankhurst propagandasını Britanya’nın savaş mücadelesine çevirir. 1918 yılında Emmeline Pankhurst Muhafazakâr Parti’ye katılır; fakat fazla aktif olmaz. Kasım 1918’den itibaren 21 yaş üstü kadınlar parlamentonun üyesi olabilmişler; fakat seçme hakları henüz verilmemiştir. Emmeline Pankhurst 1928 yılında vefat eder ve aynı yıl kadınlar için genel oy hakkı yürürlüğe girer.
Çok yakın bir tarihten bahsediyoruz aslında. İngiltere’de kadınların, özellikle “işçi kadınların” gerçekten “ikinci sınıf” vatandaş ve “köle” muamelesi gördüğünü; Fransa’da, ABD’de ve hattâ tüm Avrupa’daki durumun bundan hiç de farklı olmadığını, feminist literatürü okuyanlar az çok bilir. Verilen mücadeleyi de… Batının “kadın hakları karnesi” oldukça kötüdür bu bakımdan. Zencileri “köle” olarak çalıştıran zihniyet açısından, kadınları da ikinci sınıf görmekte bir beis yoktu. Şimdi bizde, “Batılı bir çok ülkeden önce Türk kadınlarına seçme ve seçilme hakkı Atatürk tarafından verildi” diye ilkokulda öğretilmeye başlayan motto var ya, işte o, bu Süfrajetleri filan görünce “komik” geliyor. Batıda “söke söke alınan hak”, bizde birileri tarafından “verilen”…
ŞALCI BACI
Nezihe Muhittin’den bahsettik. İstiklal Mahkemelerinin kurulduğu dönemde “oy hakkı” isteyen yalnız bir kadın. Geldiği aristokrat çevre sebebiyle birkaç dava ve itibarsızlaştırma ile kurtarıyor yakasını ama o sırada şapka kanunu muhalefeti sebebiyle asılanlar filan var, biliyorsunuz. Şalcı Bacı hakkında resmi bir kayıt bile yok.
Kısaca özetlersek durum şudur: Türkiye’de kadın hakları hikâyesi, Cumhuriyetle başlamaz. Kadın hareketleri Cumhuriyet öncesinde başlamakla beraber, Batılı muadilleriyle aynı muhtevada değildir. Osmanlı’daki kadın hareketleri, Batılı muadillerinden etkilenmekle beraber, iktisadî, sosyal, kültürel meselelerde (meselâ Batıda “kadın işçi” denilen, sanayi devrimiyle ortaya çıkan durumun Osmanlı’da henüz mevcut olmaması gibi) toplumda bir karşılık bulamamıştır.
Bu, “Cumhuriyet”in kurucu iradesinin, üstelik “Cumhuriyet kazanımlarını savunan” bir kadına layık gördüğü muamele. Aynı dönemde bir de Şalcı Bacı var. Son yıllarda ortaya çıktı bu kadıncağızın “şapka kanununa muhalefet etmekten” idam edilmesi. Kimdir bu kadın? Şal satan, eskilerin bohçacı dediği bir kadın. Hakkında fazla bilgi yok ama pek çok rivayet var. Şalcı Bacı, Erzurum’da şapka kanununa muhalefetten asılan onlarca Müslümandan biridir. Devamını Üstad Necib Fazıl’dan dinleyelim:
“Çarşıda kapatılan dükkânların kepenk sesleri… Heyecanlı bir kalabalık… Kalabalık Vilâyet binasının önünde…
Sesler:
– Şapkayı istemiyoruz! Gâvur kılığına giremeyiz!
Kalabalık süngülü jandarma zoruyla dağıtılıyor. Erzurum’da Sıkı Yönetim… İstiklâl Mahkemesi… Başta Gavur İmam lâkaplı bir hoca ile Hoca Osman isimli bir din adamı, aralarında da bir kadın, sehpada 33 ceset…”
Darağacı yolunda şaşkınlık içinde, “Kadın şapka giye ki asıla!” diye sorar hatta. Yani kadın şapka giymez ki asılsın der. Şaşkınlığı da bunadır. Bu idamın, kadınlara şapka giyme yolunun hazırlanmasında fayda sağladığından söz edenler olur. Hatta derler ki, Erzurum’da Vali ve Kumandan Paşa bir araya gelmiş, Şapka Kanunu’nun muhayyilelere dehşet salmak suretiyle kabulü için bir kadını asma gibi bir karara varmışlardır.
Biri Cumhuriyet değerlerine sahiptir fakat fikirleri beğenilmez, diğeri ise halktan garip bir kadındır, ibreti âlem için idam edilir. Görüldüğü gibi Cumhuriyet kendi çocuklarını yemekten çekinmemiştir. Halide Edipler, Fatma Aliyeler, hep bu rejimin sert yüzü ile mücadele etmişlerdir.
Günümüze geldiğimizde, sosyalist feministinden, Kemalist veya Marksist feministine hatta İslâmcı feministine pek çok ideoloji altında örgütlenmiş kadın hareketleri var ülkemizde. Feminist literatür ne yazık ki yukarıda değindiğimiz gibi nerede gelişirse gelişsin, “Batı merkezli” bir bakış açısına sahiptir. Mesela Batılı feministler, “Hristiyanlık” temelinde Hristiyanlığın kadına bakışına karşı tenkid geliştirmişse buradaki feminist hareketler de İslâm’ın “kadın düşmanı” olduğunu ispatlamaya gayret etmişlerdir. Feminizm Batı’da temelinde sağlam gerekçelerle ortaya çıkmış, büyük mücadeleler verilerek kazanılmış hakların savunucu ve geliştiricisi olmuşsa, burada o nisbette “taklit”ten öteye geçmemiştir. Bu topraklarda içtimai altyapısı olmayan köksüz bir hareket olarak feminizm, “sonradan görmeliğin” adıdır. Cumhuriyet ideolojisinin desteklediği kadın hareketlerinden, bugüne durum değişmemiştir.
Misal Anadolu’da devlet anadır bizde. Devlet baba demeye cumhuriyetle birlikte başlamışızdır. Bunun üzerine olsun tek bir düşünce üretememiş bizdeki feminist hareketlerin en temel çıkmazı, Hristiyanlığı İslâm’la eşitlemeleri olmuştur. Toplumdaki yozlaşmadan İslâm dinini sorumlu tutmak gibi “sapıkça” bir anlayış yerleşmiştir. Müslüman bir toplumun Batı fikir ve ahlâkı ile kirletilmiş zihni, bozulmuş ahengi ile yaptığı her “kötülük” her nedense İslâm’a kesilmiştir.
Ben feminist literatürü elimden geldiğince takip ederim. Geçmişin bazı sıkı feministlerinin, yaşları ilerledikçe, bazı sert fikirlerinden bütün bütün vazgeçtiklerini gördüm. Kimisi, kadının erkekle eşit haklara sahip olması için mücadele ederken, kadını budadıklarını, etekli erkekler yetiştirdiklerini itiraf etmek zorunda kalmışlardır. Kadının kendine has tabiatını tahrip etmenin içtimai problemlere sebeb olduğunu kabul etmek zorunda kalmışlardır. Bizde ise Amerika’yı yeni keşfeden feministler hâlâ şu “söylemle” başlarlar konuşmaya:
“Günümüzde kadınların karşı çıktıkları ve mücadele etmek zorunda kaldıkları birçok sorun, kadın ve erkek kimlikleri ve rolleri konusunda toplum ve kültür tarafından belirlenmiş ön kabuller ve kalıp yargılarla, başka bir deyişle toplumsal cinsiyetle {gender)* ilişkilidir. Bu, toplumsal olarak verilmiş kadınlık ve erkeklik kalıplan ve imgeleri, varoluşumuz açısından can alıcı bir önem taşır. Bu imgeler, dinlerin ve kültürlerin uzun yüzyıllar boyunca oluşturduğu geleneklerin hem ürünü, hem de parçasıdırlar.”
Oysa “eşitlik hak ve hürriyet”, günümüzde bunlar sadece kelimelerdir. Muhtevası bomboş kelimeler. Nereden bakıyorsan, ona göre anlamlandırılacak kelimeler… Kadının Batı’da ilkesel olarak “aşağı” görülmesi, Hristiyanlıkta “mutlak” olarak “aşağı görülmesi”, İslâm’da ve İslâm medeniyet ve toplumlarında da kadının “aşağı” görüldüğü anlamına gelmez. Kur’ân’da “mümin kadınlara ve mümin erkeklere” hitap vardır. Emirler ve yasaklar konusunda kadın ve erkek arasında kıl kadar bir ayrım yoktur. Zina her iki cinse de haramdır. Kusur araştırmak her iki cinse de haramdır. İçki içmek, yalan söylemek, faiz yemek, her iki cinse de haramdır. Her iki cins de harama bakmaktan men edilmişlerdir. İslâm’da sadece kadına tesettür emri gelmiş zannedenler vardır mesela. Oysa her iki cinsin de tesettürü vardır. Allah katında kadın ve erkeğin eşit olduğunu üstünlüğün ancak takva ile olduğunu bütün Müslümanlar bilirler.
Yaklaşık yüz yıldır İslâm’ın hâkim olmadığı, İslâmî bir hayat tarzının hâkim olmadığı Müslümanların, yaşadıkları ülkelerde Müslümanlar ikiyüzlü bir hayat yaşamaya zorlanmıştır. Ne bekleniyordu ki Müslümanlardan? Ortaya çıkan felaket ve yozlaşma, İslâm hâkimiyetinin son bulmasından sonra ortaya çıkmıştır. Şimdi bazı hoca ve vaizlerin çıkıp “kızlarınızı üniversiteye göndermeyin, pantolon giydirmeyin, açık saçık gezdirmeyin” demesi, infiallere sebeb oluyor. Çünkü aynı vaiz Müslüman erkeklere dönüp aynı uyarılarda bulunmuyor.
Bu “ahlâkın, edebin, namusun” sadece kadına yüklenmiş bir sorumluluk olduğu algısı, İslâm’ın vazettiği bir şey değildir. Eğer İslâm’ın hâkim olduğu bir düzende olsaydık, hiçbir hoca çıkıp da böyle bir şeyi tebliğ etme ihtiyacı duymayacaktı. Problem temelinde bir sistem dolayısıyla bir hayat tarzı meselesidir. Şimdi şu şartlarda bütün meseleler ortada işlenmeyi beklerken, İslâm’ın dünya görüşünün eşya ve hadiseleri zaptı ve meselelere çözüm üretmesi gerekirken, tüm bunlar öylece ortada dururken, çıkıp “kızları üniversiteye göndermeyin” derseniz zulüm etmiş olursunuz.
İşte kızlar böyle giyiniyor, şöyle giyiniyor. Peki ya erkek evlatlarımız nasıl giyiniyor? Pembe daracık pantolonlarla ortada salınmıyor mu? “Gözünüzü haramdan sakının.” Ölçü öyle değil mi? Kim sakınıyor? Sakınmıyor ki, başkalarının kusurlarını görüp araştırıp bir de bunu cümle âleme ifşa ediyor.
Müslümanlar, Türkiye’de “laik demokratik bir cumhuriyet”te yaşadıklarını unutuyorlar. Bu ülkede Allah demenin yasak olduğu, camilerde ezanların Türkçe okunduğu zamanlardan bugüne gelince, iktidardaki hükümetin muhafazakar olmasından dolayı zannediyorlar ki, İslâm hâkimiyeti ve yaşam tarzı geldi ülkeye. Öyle bir şey olmadı arkadaşlar. Oturduğunuz yerden olmaz o işler. Kültürde, sanatta, fikir de edebiyatta yoksun, akademide ortaya koyacak bir sözün yok ama başörtünle üniversite okuyabiliyorsun. Bu bize yetti. Açık konuşalım. Bu bize yetiyorsa, orada bir problem var demektir. Kimse bunu görmüyor, tutturmuşlar Müslüman kadın şöyle olmalı böyle olmalı. İyi de Müslüman erkek sen de şöyle ve böyle olmalıydın ama olmadın.
Şimdi biz Büyük Doğu-İBDA dünya görüşünü hayata hâkim kılmanın mücadelesini verirken, üniversitede de olacağız, sokakta da olacağız, akademide de olacağız, hayatın gerektirdiği her yerde olacağız. Öyle değil mi? Müslümanların kılığı kıyafeti ile uğraşmaya vakti olmaması gerekir bu şartlarda. Çünkü eksik ve yanlış olarak gördüğümüz her şey bizim adam olamamamızdan kaynaklanıyor. Suçu dışarda aramaktan vazgeçmeliyiz bir an evvel. Hak, hürriyet ve eşitlik. Kadınlar konusunda yüzyıldır tartışılan bu mevzuda bizim görüşümüz, taşlar yerine oturmadan kimsenin hakkı da hürriyeti de eşitliği de su götürür demekten ibaret.
Alev Alatlı’nın “Gogol’ün İzinde” serisinin ikinci kitabından “Dünya Nöbeti”nden bir iktibasla bitirelim. Çok naif, naifliği nisbetinde de çarpıcı birkaç cümle. Şöyle diyor:
“Rus kadınlarının yaşadıkları, çağdaş dünyanın kadınlarına ışık tutacak mahiyettedir. Bizler kadın meselesinin ne ezilmek, hatta ne de ekonomik eşitsizlik olduğunu gördük. Bunu kadınlar eşit çalışma için eşit ücret almasalar da olur anlamında söylemiyorum. Kim böyle bir şey söyleyebilir ki? Bizim tecrübemiz bize sorunun ruhanî bakış açısının kaybında, kimliğimizin İsa’dan kopmuş olmasında yattığını söylüyor. Tanrı’nın gözünde kadınla erkek eşittirler. Kendilerinde evrensel hiyerarşide belirli yerler tahsis edilmiştir. Kadınlar kendilerine tahsis edilen yerin daha aşağıda olduğunu düşünüyorlarsa, bunu alçakgönüllü olmayı öğrenmek için bir fırsat olarak da değerlendirebilirler.”
Salih Mirzabeyoğlu’nun Haliç Kongre merkezinde verdiği “Adalet Mutlaka” konferansında hiç aklımdan çıkmayan şu veciz sözü:
“Biz dünyaya birbirimizle didişmeye gelmedik, hani yaşama hakkı diyoruz ya, biz aslında dünyaya yaşama görevi ile geldik. O hak da o görevden doğuyor.”
Sanıyorum bunun üzerine başka bir şey söylemeye gerek yok.
[*] “Akademya Sohbetleri” kapsamında Gülçin Şenel’in “Kadının Hak ve Hürriyetine Farklı Bir Bakış” başlığı altında yaptığı konuşmanın metnidir.
Ahmet Cevdet Paşa’nın başında yer aldığı bir heyet tarafından kaleme alınan “Mecelle”, İslâm hukuku açısından da çok önemli bir kaynak eser... "Mecelle" çalışmaları yapmış çeşitli kaynaklardan derlediğimiz bu “99+1 Külli Kaideyi” hazırlarken, öncelikle Osmanlıca tercümelerine, sonra sadeleştirmelerine, sonra da varsa açıklamalarına yer verdik.
“Ahmed Cevdet Paşa, Mecelle’nin hazırlanmasında önayak olmakla yalnız İslâm hukukuna değil, dünya hukuk hayatına da büyük bir hizmette bulunmuş, hem kendi adını hem de hazırladığı bu mükemmel eserin adını ebedîleştirmiştir.”
Bernard Lewis
TAKDİM
Osmanlı’nın yetiştirdiği büyük hukukçulardan biri Ebu Suud Efendi ise diğeri de Ahmet Cevdet Paşa’dır. Ahmet Cevdet Paşa’nın başında yer aldığı bir heyet tarafından kaleme alınan “Mecelle” ise, İslâm hukuku açısından da çok önemli bir kaynak eser…
“Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye”, 1868-1876 yılları arasında Ahmet Cevdet Paşa başkanlığındaki bir komisyon tarafından derlenen İslâmî özel hukuk (medenî hukuk) kurallarıdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yarım yüzyılında şer’î mahkemelerde hukukî dayanak olarak kullanılmıştır. Bir giriş ve 16 bölümden oluşur ve 1851 madde ihtiva eder. Arabça “çok büyük boy kitab” anlamına gelen mecelle, Fransızca “büyük kitab, hukuk ilkeleri derlemesi” anlamına gelen “codex” kelimesinin tercümesi olarak kullanılmıştır.
Mecelle, 1869’dan itibaren, o tarihte Osmanlı Devleti’ne bağlı Hicaz, Suriye, Ürdün, Lübnan, Yemen, Arnavutluk, Bosna, Kıbrıs ve Filistin’de tatbik olunmaya başladı. Osmanlı milletlerinin lisanları olan Arabça, Bulgarca, Rumca ve Ermeniceye, ayrıca Fransızca ve İngilizce’ye tercüme edildi. Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci’nin belirttiğine göre:
– “Filistin’de Mecelle’nin tatbikatı Osmanlı hâkimiyetinde iken başlamış, 1922 senesine kadar devam etmiştir. Daha sonra İngilizler burayı işgal etmişler, fakat Mecelle’yi yürürlükteki kendi hukukî mevzuatlan ile karışık olarak tatbike devam etmişlerdir. Hattâ İsrail kurulduktan sonra da Mecelle’yi yürürlükten kaldırmamıştır. İsrail vatandaşı müslümanlara şer’î mahkemelerde Mecelle tatbik olunmuştur. Bugün Mecelle’nin tesiri, Müslüman devletlerden daha çok, İsrail’de görülür. Bugün İsrail hukukçularının Osmanlı hukuk sistemini, bilhassa Mecelle’yi iyi bilmeleri gerektiği ve bunların birçok dâva ve meselelerde müracaat kaynağı olduğu kanaati hâkimdir.”
Bir not olarak belirtelim, Mecelle Malayca’ya tercüme edilerek, 1913 yılında Malezya’da Jahor Devleti tarafından Medenî Kanun olarak kullanılmıştır.
Mecelle’nin muhtevasına bakarsak:
– “Mecelle’nin 2–100. maddeleri (toplam 99) küllî kaideler olarak adlandırılmaktadır. Bunlar belli bir konuya âit olmayan genel içtihad kaideleri olup, İbn-i Nüceym’in el-Eşbah ve’n-Nezair’i gibi fıkıh kitablarından derlenmiştir. Bu genel kaideler Mecelle’nin diğer maddelerinin yorumlanmasında kullanılmıştır.” [1]
Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, Küllî Kaideler hakkında şöyle demektedir:
– “Küllî kâidelerin bazıları hadîs-i şerîflerden alınmıştır. Bazıları Sahâbe-i kiramın sözlerine dayanır. Tâbiîn ulemâsına ulaşan küllî kâideler de vardır. Hanefî mezhebinin kurucularından İmam Muhammed’in kitablarında da çok sayıda küllî kâideye rastlamak mümkündür. Meselâ “Ücret ile damân (tazminat) müctemi’ olmaz (bir arada bulunmaz)” meâlindeki Mecelle kâidesi (madde 86) İmam Muhammed’in eserlerinden alınmıştır.
Bu küllî kâidelerden ancak 100 tanesi Mecelle’ye alınmıştır. İslâm Hukuku’nun küllî kâidelerinin bunlardan ibâret olduğu söylenemez. Bu maddeler dışında da küllî kâideler vardır. “Hüküm işin başlangıcına izâfe olunur”, “Hüküm zâhire göre verilir”, “Rızâya ilm, hürmeti nefy eder”, “Şart-ı vâkıf, nass-ı şâri’ gibidir”, “Kesret-i ilel ile tercih vâki’ olmaz”, “Cem’-i müleffak bâtıldır” gibi başka çok küllî kâide bulunmaktadır. Ama Mecelle’de 100 tanesinin tedviniyle yetinilmiştir. Bunlardan farklı mahiyetteki birincisi sayılmazsa, geride 99 madde kalır ki, Mecelle’yi hazırlayan heyetin, esmâ-ı hüsnâ (Allah’ın isimleri) sayısı olan 99 ile teberrük ettiğini, yâni bereketlenmek istediğini söylemek mümkündür.
Mecelle’nin ilk 100 maddesinden ilki diğerlerinden tamamen farklı olup, burada fıkıh ilmi tarif edilmektedir. Diğer 99 maddeden her biri yekdiğeriyle yakından alâkalıdır. Bazıları bir maddenin çeşitli unsurları gibidir. Bazıları ise birbirinin istisnâsıdır. Bazıları neredeyse birbirinin aynısıdır. Fakat aralarında nüanslar vardır. Bu sebeple her birkaç kâide aynı başlık altında ele alınabilir.” [2]
99 genel hukuk ilkesini içeren giriş bölümünden sonra Mecelle, şu konulara temas eder: Büyu’, İcar (kira), Kefalet, Havale, Rehin, Emanet, Hibe, Gasp ve İtlaf, Hacir, İkrah ve Şuf’a, Enva-ı Şirket (ortaklık çeşitleri), Vekâlet, Sulh ve İbra, İkrar (borcu kabul etme), Dava, Beyyinat ve Tahlif, Kaza (yargı).
Mecelle, Ali Himmet Berki tarafından “Açıklamalı Mecelle” başlığıyla yayımlanmıştır. Dr. Osman Öztürk tarafından hazırlanan “Osmanlı Hukuk Tarihinde Mecelle” isimli eser, Mecelle’nin tam metnini ihtiva eder. İstanbul Üniversitesi’nde “mecelle ve medeni hukuk profesörü” olan Ebululâ Mardin’in “Medeni Hukuk Cephesinden Ahmet Cevdet Paşa” adlı eseri de önemlidir. Rum asıllı Hariciye Nazırlarından, Girit Valisi ve Mekteb-i Hukuk hocalarından Sava Paşa’nın “İslâm Hukuku Nazariyatı Hakkında bir Etüd” isimli kitabı da bu konuda yazılmış önemli bir eserdir.
Biz Mecelle çalışmaları yapmış çeşitli kaynaklardan derlediğimiz bu “99+1 Külli Kaideyi” hazırlarken, öncelikle Osmanlıca tercümelerine, sonra sadeleştirmelerine, sonra da varsa açıklamalarına yer verdik.
Çalışmamızda temel olarak Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci ve Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil’in, “Ahmed Cevdet Paşa ve Mecelle” isimli kitabından, özellikle Ekrem Buğra Ekinci’nin “Mecelle’nin Külli Kaideleri” başlıklı üçüncü bölümünden faydalandık. Osmanlıca’dan sadeleştirmelerinde ise Ali Kara ve Muharrem Balcı’nın çalışmalarından faydalandık.
Küllî Kaideler
MAKALE-İ ÛLÂ (BİRİNCİ MAKALE)
MADDE 1. İlm-i fıkh mesâil-i şer’iyye-i ameliyyeyi bilmekdir.
(Fıkıh ilmi amelle ilgili şer’i meseleleri bilmektir.)
Mesâil-i fıkhiyye ya emr-i âhirete teallûk eder ki ahkâm-ı ibâdâtdır veyâhud emr-i dünyâya teallûk eder ki münâkehat ve muamelât ve ukûbât kısımlarına taksim olunur. Şöyle ki Cenâb-ı Hakk, bu nizâm-ı âlemin vakt-i mukaddere dek bekâsını irâde edib, bu ise nev’-i inşânın bekasına ve nev’in bekası tenasül ve tevâlüd içün zükûr ve inâsın izdivacına menûtdur. Ve bir de nev’in bekası eşhasın adem-i inkıtâ’ıyladır. İnsân ise i’tidâl-i mi’zâcı hasebiyle bekada gıda ve libâs ve meskence umûr-ı sınâ’iyyeye muhtâc olur. Bu dahi efradı beyninde te’âvün ve iştirak husûlüne tevakkuf eder. Elhâsıl insân medeniyyü’t-tab’ olduğundan, sair hayvanât gibi münferiden yaşamayıb, bast-ı bisât-ı medeniyyet ile yekdiğere mu’âvenet ve müşarekete muhtâcdır. Hâlbuki her şahs, kendüye mülayim olan şeyi taleb ve müzâhim olan şeye gazâb eder olduğundan, beynlerinde adl ü nizâmın halelden mahfuz kalması için, gerek izdivaç ve gerek mâ-bihi’t-temeddün olan te’âvün ve iştirak hususlarında bir takım kavânîn-i müeyyide-i şer’iyyeye muhtâc olur ki evvelkisi fıkhın münâkehat kısmı ve ikincisi muamelât kısmıdır ve emr-i temeddünün bu minval üzre payidar olması için ahkâm-ı ceza tertibi lâzım gelib, bu dahi fıkhın ukûbât kısmıdır.
İşbu muamelât kısmının kesîrü’l-vuku’ olan mesaili, kütüb-i mu’tebereden cem’ ile kitâblara ve kitâblar bâblara ve bâblar fasıllara taksim olunmak üzere bu Mecelle’nin te’lîfine ibtidâr olunmuşdur. İşte mehâkimde ma’mûlün bih olacak mesâil-i fer’iyye bervech-i âti ebvâb ve fusûlde zikrolunacak mesâildir. Ancak muhakkıkîn-i fukahâ, mesâil-i fıkhıyyeyi bir takım kavâid-i külliyyeye irca etmişlerdir ki her biri nice mesaili muhit ve müştemil olarak kütüb-i fıkhiyyede müsellemâtdan olmak üzre bu mesâilin isbâtı için delil ittihâz olunur. Ve evvel-i emrde bu kavâidin tefehhümü mesâile istinas hâsıl eder ve mesâilin zihnlerde tekarrürüne vesîle olur. Binâen alâ zâlik, doksan dokuz kâide-i fıkhiyye cem’ ile maksuda şürû’dan mukaddem, bervech-i âti makâle-i sâniye olmak üzere îrâd olunur ve eğerçi bunlardan ba’zısı münferiden ahzolundukda ba’zı müstesneyâtı bulunur ise de, yekdiğerini tahsîs ve takyîd etdiklerinden, min-hays-il-mecmû’ külliyyet ve umûmiyyetlerine halel gelmez.
(Fıkhî meseleler ya âhirete ilişkindir ki, bunlar ibadet hükümleridir yahut dünyaya ilişkindir ki, bunlar da nikâh, işlemler ve cezalandırmaya ilişkin kısımlara ayrılır. Şöyle ki; Cenab-ı Hak bu âlemin nizamını takdir ettiği vakte kadar devamını irade etmiş olup, bu da insan türünün devamına bağlıdır. İnsan türünün devamı da onların çoğalmalarına, kadın ve erkeklerin evlenmelerine bağlıdır. Bir de, insan cinsinin devamı, kişilerin zürriyetlerinin kesilmemesi ile mümkündür. İnsan, ölçülü mizacı sebebiyle hayatı boyunca gıda, elbise ve mesken gibi insan yapısı şeylere ihtiyaç duyar. Bu dahi fertler arasında yardımlaşma ve bir arada yaşamaya bağlıdır. Kısacası, insan yaradılıştan medenî olduğundan, diğer canlılar gibi tek başına yaşamayıp, medeniyetin gelişmesi için diğer ferdlerle yardımlaşmaya ve birlikte yaşamaya muhtaçtır.
Hâlbuki her şahıs kendine uygun olan şeyi taleb ve zahmetli şeylere de öfkelendiğinden, aralarındaki adalet ve işleyişe halel gelmemesi için gerek evlilik gerekse medenî olmanın gereği olan yardımlaşma ve birliktelik hususunda sağlam şer’i kanunlara ihtiyacı vardır ki, evvelkisi, fıkhın nikâhlanmalar kısmı, ikincisi ise muameleler kısmıdır ve medenîleşmenin bu zemin üzerine sağlam ve sürekli kılınabilmesi için ceza hükümleri düzenlemeleri de gerekli olup, bu da fıkhın cezalara ilişkin kısmıdır.
İş bu muamelat kısmının çok karşılaşılan konuları muteber fıkıh kitablarından toplanarak kitablara, kitablar bablara, bablar fasıllara ayrılmak üzere bu Mecelle’nin yazılmasına başlanmıştır. İşte yargılamalarda, kendisi ile amel olunacak (yürürlükteki) fer’î meseleler aşağıda olduğu gibi, bablar ve fasıllarda zikrolunacak meselelerdir. Ancak fâkihlerin meseleleri derinlemesine tahkik ve tetkik edenleri, fıkhî meseleleri genel kurallara bağlamışlardır ki, her bir kural, birçok meseleyi ihtiva eden fıkıh kitablarında herkesin bildiği örnek problemler şeklinde, bu meselelerin isbatı için delil kabul edilir. İlk önce, bu kaidelerin yavaş yavaş anlaşılması, meselelere alışmaya imkân verir ve meselelerin zihinlerde yerleşmesine vesile olur. Bundan dolayı esasa girmeden önce 99 fıkıh kaidesi aşağıda ikinci makale başlığı altında vazedilmiştir. Her ne kadar bunlardan bazısı tek tek alındığında bazı istisnaları bulunur ise de, bu kaideler bir başka kaideyi tahsis ve takyid ettiklerinden, tamamının bütünlüklerine ve genelliklerine halel gelmez.)
MAKÂLE-İ SANİYE
Kavaid-i Fıkhiyye Beyanındadır.
(Fıkıhla ilgili kaidelerin açıklaması.)
MADDE 2. Bir işden maksad ne ise, hükm âna göredir.
(Bir işten maksad ne ise, hüküm ona göredir.)
Yanî bir iş üzerine terettüb edecek hüküm, ol işten maksad ne ise ona göre olur.
(Yâni bir işten amaç ne ise, gerekli olan hüküm de o amaca yöneliktir.)
MADDE 3. Ukûdda i’tibâr makâsıd ve meâniyedir; elfâz ve mebâniye değildir.
(Akidlerde itibar edilen kasıd ve mânâlardır, lafız ve kalıblar değildir.)
Binaen-alâ zalik “bey’ bil-vefa”da rehin hükmü cereyan eder.
(Bundan dolayı, kararlaştırılan müddet içinde satılanı geri almak şartıyla yapılan “bey’ bilvefa” satış akdinde rehin hükmü cereyan eder.)
MADDE 4. Şek ile yakîn zail olmaz.
(Yakîn-kesin olarak sabit olan şey, şübhe ile yok olmaz.)
MADDE 5. Bir şeyin bulunduğu hâl üzre kalması asldır.
(Bir şeyin bulunduğu hâl üzere kalması asıldır.)
MADDE 6. Kadîm kıdemi üzre terkolunur.
(Kadîm -eski olan- , kıdemi –eski hâli- üzere bırakılır.)
MADDE 7. Zarar kadîm olmaz.
MADDE 8. Berâet-i zimmet asıldır.
(Asıl olan, suçsuzluktur.)
Binâen alâ zâlik bir kimse birinin mâlını telef edib de, mikdârında ihtilâf etseler, söz mütlifin olub, mâl sahibi iddia etdiği ziyâdeyi isbâta muhtâc olur.
(Bundan dolayı bir kimse birinin malını yok eder de zararın miktarında anlaşamazlarsa, zarar verenin sözü esas alınır, mal sahibi iddia ettiği zararı isbat zorundadır.)
MADDE 9. Sıfat-ı ârizada asl olan ademdir.
(Sonradan oluşan vasıflarda, asıl olan o hâlin yokluğudur.)
Meselâ şirket-i mudârebede kâr olup olmadığında ihtilâf olunsa, ademi asl olduğuna binâen, söz müdâribin olub, sâhib-i sermâyekâr olduğunu isbâta muhtâc olur.
(Meselâ, mudarebe şirketinde -bir taraftan sermaye diğer taraftan emek olmak üzere kurulan şirketlerde- kâr olup olmadığı ihtilaflı ise, kârın yokluğu asıl olduğuna binaen, şirkette sermayeyi kullananın sözü asıl olup, sermaye sahibi, kâr olduğunu isbata zorunludur.)
MADDE 10. Bir zemânda sabit olan şeyin, hilâfına delil olmadıkça, bekasıyla hükmolunur.
(Beli bir zamanda kesin olan bir konunun, aksine delil olmadıkça devamlılığına hükmedilir.)
Binâen alâ zâlik, bir zemânda bir şey bir kimsenin mülkü olduğu sabit olsa, mülkiyeti izâle eden bir hâl olmadıkça, mülkiyetin bekasıyla hükmolunur.
(Bundan dolayı, bir zamanda bir şeyin bir kimsenin mülkü olduğu sabit olsa, mülkiyeti gideren bir hâl olmadıkça mülkiyetin devamına hükmedilir.)
MADDE 11. Bîr emr-i hadisin akreb-i evkâtına izafeti asıldır.
(Yeni meydana gelen bir işin kendisine en yakın zamandaki şeyle bağı asıldır.)
Ya’nî hadis olan bir işin sebeb ve zemân-ı vuku’unda ihtilâf olunsa, zemân-ı baîde nisbeti isbât olunmadıkça, hâle akreb olan zemâna nisbet olunur.
(Yâni, yeni meydana gelen bir işin sebebi ve oluş zamanı ihtilaflı ise, daha önceki zamana bağlılığı isbat olunmadıkça, en yakın zamanda meydana geldiği kabul edilir.)
MADDE 12. Kelâmda asl olan ma’nâ-yı hakikîdir.
(Kelâmda asıl olan, hakiki mânâdır, hakikattir.)
MADDE 13. Tasrîh mukabelesinde delâlete i’tibâr yokdur.
(Sarih -açık olan- karşısında delalete itibar edilmez.)
MADDE 14. Mevrid-i nassda içtihada mesâğ yokdur.
(Hakkında âyet ve hadisten kesin delil bulunan hususlarda içtihada izin yoktur.)
MADDE 15. Alâ-hilâfı’l-kıyâs sabit olan şey, sâire makîsün-aleyh olmaz.
(Kıyasa konu olamayacağı ve kaideye aykırılığı kesin olan şeye, başka şey kıyas edilemez.)
MADDE 16. İctihâd ile ictihâd nakzolunmaz.
(İctihad, ictihad ile bozulmaz.)
MADDE 17. Meşakkat teysîri celbeder.
(Güçlükler, kolaylığı getirir.)
Ya’nî suûbet sebeb-i teysîr olur ve darlık vaktinde vüs’at gösterilmek lâzım gelir. Karz ve havale ve hacr gibi pek çok ahkâm-ı fıkhiyye bu asla müteferri’dir ve fukahânın ahkâm-ı şer’iyyede gösterdikleri ruhas ve tahfîfât hep bu kaideden istihraç olunmuşdur.
(Yâni herhangi bir güçlük, kolaylaştırma sebebi olur ve dolayısıyla güçlükle karşılaşıldığında genişlik ve fırsat gösterilmek gerekir. Ödünç verme, havale ve kısıtlama gibi pek çok fıkıh kaidesi bu esasa ilişkindir ve fakihlerin şer’i hükümlerde gösterdikleri ruhsatlar –izinler- ve hafifletmeler, kolaylaştırmalar hep bu kaideden çıkartılmıştır.)
MADDE 18. Bir iş zıyk oldukda müttesi’ olur.
(Sıkıntılı işin sonucu ferahlatıcı olur.)
Ya’nî bir işde meşakkat görülünce ruhsat ve vüs’at gösterilir.
(Yâni bir işte zorluk görülünce ruhsat ve genişlik verilir.)
MADDE 19. Zarar ve mukabele bi’z-zarar yokdur.
(Zarar vermek ve zarara zararla karşılık vermek yoktur.)
MADDE 20. Zarar izâle olunur.
(Zararın mutlaka giderilmesi gerekir.)
MADDE 21. Zaruretler memnu’ olan şeyleri mübâh kılar.
(Zaruretler yasaklanan şeyleri mubah kılar.)
MADDE 22. Zaruretler kendi mikdarlarınca takdir olunur.
(Zaruretler, kendi derecelerine göre ölçülürler.)
MADDE 23. Bir özr için caiz olan şey, ol özrün zevâliyle bâtıl olur.
(Bir özür nedeniyle izin verilen şey, o özrün kalkmasıyla ile hükümsüz olur.)
MADDE 24. Mâni zail oldukda memnu’ avdet eder.
(Engel ortadan kalkınca yasak yeniden uygulanmaya başlar.)
MADDE 25. Bir zarar kendi misliyle izâle olunamaz.
(Bir zarar, aynı miktardaki karşılığı ile giderilemez.)
MADDE 26. Zarar-ı âmmı def için zarar-ı hâs ihtiyar olunur.
(Genel zararı gidermek için özel bir zarar giderme şekli tercih olunur.)
Tabîb-i câhili men’ etmek bu asldan teferru’ eder.
(Cahil doktoru men etmek bu gerekçeden doğar.)
MADDE 27. Zarar-ı eşedd zarar-ı ehaff ile izâle olunur.
(Ağır zarar en az zararla giderilir.)
MADDE 28. İki fesâd tearuz etdikde, ehaffi irtikâb ile, a’zâmının çâresine bakılır.
(İki kötülük çatıştığında, daha hafif karşılıkla büyük suçun zararından kurtulmaya çalışılır.)
MADDE 29. Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur.
(İki kötülükten en az zararlı olanı tercih edilir.)
MADDE 30. Def-i mefâsid celb-i menâfiden evlâdır.
(Fesadı ortadan kaldırmak, yararı gözetmekten daha önceliklidir.)
MADDE 31. Zarar bi-kaderi’l-imkân def olunur.
(Zarar imkân dahilinde giderilir.)
MADDE 32. Hacet umûmî olsun, husûsî olsun, zaruret menzilesine tenzil olunur.
(İhtiyaç genel olsun, özel olsun zaruret derecesine indirilir.)
Bey’ bi’l-vefânın tecvîzi bu kabildendir, ki Buhârâ ahâlisinde borç tekessür etdikde, görülen ihtiyâç üzerine bu muamele meriyyü’l-icrâ olmuşdur.
(Satıcı bedeli geri verdiğinde alıcının da malı geri vermesinin caiz görülmesi -bey-bil vefa akdi- bu kabildendir ki, Buhara ahalisinde borçlanmalar arttığında, görülen ihtiyaç üzere bu muamele yürürlüğe konmuştur.)
MADDE 33. Iztırâr gayrın hakkını ibtâl etmez.
(Çaresizlik, başkasının hakkını hükümsüz bırakmaz.)
Binâen alâ zâlik bir adam aç kalıb da, birinin ekmeğini yese, ba’dehu kıymetini vermesi lâzım gelir.
(Bundan dolayı bir adam aç kalıp da birinin ekmeğini yese, daha sonra kıymetini vermesi gerekir.)
MADDE 34. Alması memnu’ olan şeyin, vermesi dahi memnu’ olur.
(Alınması yasak olan şeyin verilmesi de yasaktır.)
MADDE 35. İşlenmesi memnu’ olan şeyin, istenmesi dahi memnu’ olur.
(Yapılması yasak olan şeyin yapılmasını istemek de yasaktır.)
MADDE 36. Âdet muhakkemdir.
(Âdet, hakemdir -hukuk kaynağıdır-.)
Yâni hükm-i şer’îyi isbat için örf ve âdet hakem kılınır; gerek âmm olsun ve gerek hâs olsun.
(Yâni şer’i hükmü isbat için örf ve âdet hakem kılınır. Gerek genel gerekse özel olsun.)
MADDE 37. Nâsın isti’mâli bir hüccetdir ki ânınla amel vâcib olur.
(İnsanların kullanımı delildir, onunla amel etmek vacib olur.)
MADDE 38. Âdeten mümteni’ olan şey hakikaten mümteni’ gibidir.
(Kaçınılması âdet olan şey, gerçekten kaçınılması gerekli gibidir. / Âdette imkânsız olan şey, hakikatten imkânsız gibidir.)
MADDE 39. Ezmânın tegayyürü ile ahkâmın tegayyürü inkâr olunamaz.
(Zamanın değişmesi ile hükümlerin de değişeceği inkâr edilemez.)
MADDE 40. Âdetin delaletiyle ma’nâ-yı hakîkî terk olunur.
(Hakikat, âdetin delaletiyle terk olunur. / Bir şeyden çıkarılan anlam, âdetteki hükmüne uyularak terk edilebilir.)
MADDE 41. Âdet ancak muttarid yahut gâlib oldukda mu’teber olur.
(Adet, istikrarlı ve tercihe şayan bir uygulaması var ise geçerli kabul edilir.)
MADDE 42. İ’tibâr gâlib-i şayiadır, nâdire değildir.
(İtibar, galib ve yaygın olanadır, nadir olana değil.)
MADDE 43. Örfen ma’rûf olan şey, şart kılınmış gibidir.
(Örfte bilinen şey, şart kılınmış gibidir. / Herkesin örf olarak şeriata uygun gördüğü şey, bağlayıcı olarak kabul edilir.)
MADDE 44. Beyne’t-tüccâr ma’rûf olan şey, beynlerinde meşrut gibidir.
(Tüccarlar arasında geçerli olan örf, onların aralarındaki meselelerde bağlayıcı kuraldır.)
MADDE 45. Örf ile ta’yîn, nass ile tayin gibidir.
(Örfe göre hükmetmek, kesin hukuk kuralı ile hükmetmektir.)
MADDE 46. Mâni’ ve muktazi tearuz etdikde mâni’ takdim olunur.
(Engel ve gereklilik çatıştığında -bir fiilin ifasında engel/özür bulunduğunda-, öncelikle engelin ortadan kaldırılması gerekir.)
Binâen alâ zâlik bir adam borçlusu yedinde merhûn olan mâlını âhara satamaz.
(Bundan dolayı, bir adam borçlusu elinde zayi olan malını başkasına satamaz.)
MADDE 47. Vücûdda bir şeye tâbi’ olan, hükmde dahi ona tâbi’ olur.
(Bir şeyin ayrılmaz parçası, hükümde de ona bağlıdır.)
Binâen alâ zâlik bir gebe hayvan satıldıkda, karnındaki yavrusu dahi tebe’an satılmış olur.
(Bundan dolayı bir gebe hayvan satıldığında karnındaki yavrusu dahi onunla birlikte satılmış olur.)
MADDE 48. Tâbi’ olan şeye ayrıca hüküm verilemez.
Meselâ bir hayvanın karnındaki yavrusu ayrıca satılamaz.
MADDE 49. Bir şeye mâlik olan kimse ol şeyin zarûriyyâtından olan şeye dahi mâlik olur.
Meselâ bir haneyi satın alan kimse ona mûsil olan tarîka dahi mâlik olur.
(Meselâ, bir gayrimenkulü satın alan kimse, ona ulaştıran yola dahi malik olur.)
MADDE 50. Asıl sakıt oldukda fer’ dahi sakıt olur.
(Asıl yürürlükten kalktığında -hükümsüz kaldığında- fer’i de hükümsüz olur.)
MADDE 51. Sakıt olan şey avdet etmez.
(Yürürlükten kalkan şey tekrar hüküm ifade etmez.)
Yâni giden geri gelmez.
MADDE 52. Bir şey bâtıl oldukda onun zımnındaki şey dahi bâtıl olur.
(Bir şeyin aslı batıl sayıldığında, onun ihtiva ettiği anlam de batıl sayılır.)
MADDE 53. Aslın ifâsı kabil olmadığı hâlde bedeli ifâ olunur.
MADDE 54. Bizzat tecviz olunmayan şey bi’t-teba’ tecviz olunabilir.
(Kendisi caiz görülmeyen şey, başka bir şeye tâbi olmak suretiyle caiz olabilir.)
Meselâ müşteri, mebî’i kabz için bâyi’i tevkil etse caiz olmaz. Amma iştira eylediği zahireyi ölçüb koymak için bâyi’a çuvalı verib, o dahi zahireyi çuvala vaz’ edicek, zımnen ve tebe’an kabz bulunur.
(Meselâ, müşteri satın aldığı şeyi teslim almak için satıcıyı vekil tayin etse caiz olmaz. Ancak, satın aldığı zahireyi ölçüp koymak için satıcıya çuval verip, satıcı da zahireyi çuvala koyarsa, dolaylı olarak ve alıcıya tabi olarak —alıcıyı temsilen— mal teslim alınmış olur.)
MADDE 55. İbtidâen tecviz olunmayan şey, bekâen tecviz olunabilir.
(Başlangıçta cevaz verilmeyen şeye, bekâsında cevaz verilebilir.)
Meselâ hisse-i şayiayı hibe etmek sahih değildir. Amma bir mâl-ı mevhûbun bir hisse-i şayiasına bir müstehık çıkıb da zabtetse, hibe bâtıl olmayıb, hisse-i bakiye mevhûbun lehin mâlı olur.
(Meselâ, müşterek mülkiyetteki payı hibe etmek geçerli değildir. Fakat, hibe edilen müşterek mülkiyetteki paya o payı hak etmiş birisi çıkıp da el koysa, hibe batıl olmayıp, bu hisse üzerinde müşterek mülkiyet hakkından yararlanır.)
MADDE 56. Bekâ ibtidadan esheldir.
(Bulunulan hâlde kalmak, başlamaktan kolaydır.)
MADDE 57. Teberru’ ancak kabz ile temam olur.
(Bağış ancak teslim alma ile tamamlanır.)
Meselâ bir adam birine bir şey hibe etse, kable’l-kabz hibe temam olmaz.
(Meselâ, bir adam birine bir şey hibe etse, teslim almadan evvel hibe tamam olmaz.)
MADDE 58. Ra’iyye, yâni teb’a üzerine tasarruf maslahata menûtdur.
(Vatandaş üzerine tasarruf maslahata göredir.)
MADDE 59. Velâyet-i hâssa, velâyet-i âmmeden akvâdır.
(Özel velayet genel velayetten daha kuvvetlidir.)
Meselâ, mütevellî-i vakfın velayeti, kadı’nın velayetinden akvâdır.
(Meselâ, bir vakfın idaresi kendisine verilmiş olan kimsenin velayeti bir kadı’nın velayetinden daha kuvvetlidir.)
MADDE 60. Kelâmın i’mâli ihmâlinden evlâdır.
(Sözün yorumlanması, terk edilmesinden daha iyidir.)
Ya’nî bir kelâmın bir ma’nâya hamli mümkin oldukça ihmâl, ya’nî mânâsız i’tibâr olunmamalıdır.
(Yâni, bir sözün yorumu mümkün ise, o söz anlamsız sayılmamalıdır.)
MADDE 61. Ma’nâ-yı hakikî müteazzir oldukda mecaza gidilir.
(Gerçek anlamı bulmak güç olursa mecaza —benzer anlamlarını bulmaya— gidilir.)
MADDE 62. Bir kelâmın i’mâli mümkin olmaz ise ihmâl olunur.
(Bir sözün yorumu mümkün olmazsa terk edilir.)
Yâni bir kelâmın hakîkî ve mecazî bir ma’nâya hamli mümkin olmaz ise o hâlde mühmel, ya’nî mânâsız bırakılır.
(Yâni, bir sözün gerçek veya mecazi anlamda bir yorumu mümkün olmaz ise anlamsız sayılarak terk edilir.)
MADDE 63. Mütecezzi olmayan bir şeyin ba’dını zikretmek küllünü zikr gibidir.
(Parçalara ayrılmamış bir şeyin bir kısmını zikretmek bütününü zikretmek gibidir.)
MADDE 64. Mutlak ıtlâkı üzere câri olur. Eğer nassen yâhud delâleten takyîd delili bulunmaz ise.
(Herhangi bir kayda bağlı olmayan, bulunduğu hâl üzere geçerli olur. Eğer lafzı ile veya delaleti ile kesinlik ifade etmez ise.)
MADDE 65. Hâzırdaki vasf lağv ve gâibdeki vasf mu’teberdir.
(Görünenin vasfını söylemek hüküm ifade etmez, fakat huzurda olmayanın vasfı hüküm ifade eder.)
Meselâ, bayi’ meclis-i bey’de hâzır olan bir kır atı satacak olduğu hâlde “Şu yağız atı şu kadar bin kuruşa satdım” dese, icâbı mu’teber olub, yağız ta’bîri lağv olur. Amma meydânda olmayan bir kır atı, yağız deyu satsa, vasf mu’teber olmakla bey’ mün’akid olmaz.
(Meselâ, satıcı, bir alışveriş yerinde hazır olan bir kır atı satacaksa, ‘şu yağız atı şu kadar bin kuruşa sattım’ dese bu satış geçerli olup, yağız tabiri lüzumsuzdur. Fakat, meydanda olmayan bir atı ‘yağız’ diye satsa, vasıf geçerli olmakla birlikte satış akdi kurulmuş olmaz.)
MADDE 66. Sü’âl cevâbda iade olunmuş addolunur.
Ya’nî tasdik olunan bir sü’âlde ne denilmiş ise, mucîb onu söylemiş hükmündedir.
(Yâni, kabul edilen bir soruda ne sorulmuş ise, cevab veren ona cevab vermiş sayılır.)
MADDE 67. Sâkite bir söz isnâd olunmaz. Lâkin ma’râz-ı hacette sükût beyandır.
(Sessiz kalana bir söz isnad edilmez. Ancak, ihtiyacını söylemesi gereken yerde susması sükût –kabul- ettiği anlamına gelir.)
Yâni, sessiz kalan kimseye şu sözü söylemiş oldu denilemez, ancak söyleyecek yerde susması ikrar ve beyan kabul edilir.
MADDE 68. Bir şeyin umûr-ı batınada delili, ol şeyin makamına kâim olur.
(Bir şeyin özündeki gizli-açık delili, o şeyin kendisi yerine geçer.)
Ya’nî hakikatine ıttıla müteassir olan umûr-ı bâtınada delîl-i zahiresi ile hükm olunur.
(Yâni, gerçeği hakkında bilgi sahibi olunması zor olan şey hakkında karar verirken, o şeyin görünen delilleri ile hükmolunur.)
MADDE 69. Mükâtebe muhataba gibidir.
(Yazışma, karşılıklı konuşma gibidir.)
MADDE 70. Dilsizin işâret-i mabudesi lisân ile beyân gibidir.
(Dilsizin bilinen işaretlerle ifade etmesi, dil ile ifade etmiş anlamındadır.)
MADDE 71. Tercümanın kavli her husûsda kabul olunur.
MADDE 72. Hatâsı zahir olan zanna itibâr yokdur.
MADDE 73. Senede müstenid olan ihtimâl ile hüccet yokdur.
(İhtimalli bir durum senede dayansa bile delil olmaz.)
Meselâ bir kimse veresesinden birine şu kadar kuruş borcu olduğunu ikrar ettiği takdirde, eğer maraz-ı mevtinde ise, diğer verese tasdik etmedikçe bu ikrarı hüccet değildir. Zira diğer vereseden mal kaçırmak ihtimali maraz-ı mevte müsteniddir. Amma hâl-i sıhhatde ise ikrarı muteber olur ve ol halde olan ihtimal mücerred bir nev’i tevehhüm olduğundan ikrarın hücciyyetine mâni olmaz.
(Meselâ, bir kimse mirasçılarından birine şu kadar kuruş borcu olduğunu ikrar ettiği takdirde, eğer ölüm hastalığında ise diğer mirasçı tasdik etmedikçe bu ikrar delil değildir. Zira diğer mirasçılardan mal kaçırma ihtimali ölüm hastalığında olmasına dayanmaktadır. Fakat sıhhatli iken yaptığı ikrarı geçerli olur ve bu hâlde olan ihtimal mücerred bir vehim olduğundan ikrarın delil olmasına mâni değildir.)
MADDE 74. Tevehhüme itibâr yokdur.
(Evhamlanmaya —yok olanı var zannederek korkuya kapılmaya— itibar edilmez.)
MADDE 75. Burhan ile sabit olan şey, ıyânen sabit gibidir.
(Kat’i delil ile sabit olan şey, açık ve kesin kabul edilir.)
MADDE 76. Beyyine müddeî için ve yemin münkir üzerinedir.
(Delil göstererek isbat, iddia eden üzerine, yemin inkâr eden üzerinedir.)
MADDE 77. Beyyine hilâf-ı zahiri isbât için ve yemin aslı ibkâ içindir.
(Delil, gözle görünenin zıddını isbat için, yemin işin aslını korumak içindir.)
MADDE 78. Beyyine hüccet-i müteaddiye ve ikrar hüccet-i kâsıradır.
(Delil dava ilgili herkesi, ikrar ise ikrar edeni bağlar.)
MADDE 79. Kişi ikrarıyla muaheze olunur.
(Kişi ikrarı ile tenkid edilir, sorumlu tutulur.)
MADDE 80. Tenakuz ile hüccet kalmaz, lâkin mütenâkızın aleyhine olan hükme halel gelmez.
(Çelişki delilin delil olma vasfını ortadan kaldırır, ancak ortaya çıkan çelişkiye düşen aleyhine verilmiş hükme halel gelmez.)
Meselâ, şâhidler şahadetlerinden rücu’ ile tenakuz etdiklerinde şahadetleri hüccet olmaz. Lâkin evvelki şahadetleri üzerine kâdı hükmetmiş ise bu hükm dahi bozulmayıb, mahkûmun bihi şâhidlerin tazmin etmesi lâzım gelir.
(Meselâ, şahitler şahitliklerini geri alarak çelişkiye düştüklerinde şahitlikleri delil olmaz, ancak kadı, evvelki şahitlikleri üzerine hükmetmiş ise bu hüküm dahi bozulmayıp, hükmedilen şeyi şahitlerin tazmin etmesi gerekir.)
MADDE 81. Asl sabit olmadığı hâlde ferin sabit olduğu vâriddir.
Meselâ bir kimse filanın filana şu kadar kuruş deyni vardır, ben dahi ona kefilim dese ve asîlin inkârı üzerine dâyin iddia etse, meblâğ-ı mezbûru kefilin vermesi lâzım gelir.
(Meselâ, bir kimse filanın filana şu kadar borcu vardır, ben dahi ona kefilim dese ve asilin inkarı üzerine alacaklı iddia etse, söz konusu borcu kefilin ödemesi gerekir.)
MADDE 82. Şartın sübûtu indinde ona muallak olan şeyin sübûtu lâzım olur.
(Şartın kesin —kabul edilebilir— olması için şarta bağlı olan konunun sabit/belli olması gerekir.)
MADDE 83. Bi-kaderi’l-imkân şarta mürâat olunmak lâzım gelir.
(Mümkün olduğu kadar şarta riayet etmek gerekir.)
MADDE 84. Va’dler sûret-i taliki iktisâ ile lâzım olur.
(Vaadler, bedelini ödemeyi üzerine alma şeklinde yapılır.)
Meselâ “sen bu malı filan adama sat, eğer akçesini vermez ise ben veririm” dese ve malı alan akçeyi vermese bu va’di eden kimsenin akçeyi vermesi lâzım gelir.
MADDE 85. Bir şeyin nef i damânı mukâbelesindedir.
(Bir şeyin faydası, karşılığının ödenmesindedir.)
Ya’nî bir şey telef olduğu takdirde hasarı kime âid ise onun damânında demek olub, ol kimsenin bu veçhile damânı ol şey ile intifâ’a mukabil olur. Meselâ hıyar-ı ayb ile reddolunan bir hayvanı müşteri kullanmış olmasından dolayı bayi’ ücret alamaz. Zîrâ kable’r-red telef olaydı hasarı müşteriye âid olacakdı.
(Yâni bir şey telef olduğu takdirde kim hasar verdi ise hasarı onun ödemesi gerekli olup, o kimsenin hasarı karşılama zorunluğu, hasar gören şeyden yararlanması karşılığındadır. Meselâ, ayıblı hayvanı geri verme hakkı bulunan alıcının bu hayvanı kullanmasından dolayı satıcıya ücret ödemesi gerekmez. Zira hayvan iadeden önce telef olsaydı hasarı müşteriye ait olacaktı.)
MADDE 86. Ücret ile damân müctemi’ olmaz.
(Ücret ile kefalet birleşmez.)
MADDE 87. Mazarrat menfeat mukâbelesindedir.
(Zararlar, menfaat karşılığındadır.)
Ya’nî bir şeyin menfeatine nail olan, onun mazarratına mütehammil olur.
(Yâni, bir şeyin menfaatine nail olan o şeyin zararına da katlanır.)
MADDE 88. Külfet nimete ve nimet külfete göredir.
MADDE 89. Bir fiilin hükmü failine muzâf kılınır ve mücbir olmadıkça âmirine muzâf kılınmaz.
(Bir fiilin hükmü, fiili işleyene bağlı kılınır, zorunlu olmadıkça amirine bağlı kılınmaz.)
MADDE 90. Mübaşir, ya’nî bizzat fail ile, mütesebbib müctemi’ oldukda, hükm ol faile muzâf kılınır.
(Bir işe başlayan, yâni bizzat fail ile fiile sebeb olan içtima ettiklerinde hüküm, o faile bağlı kılınır.)
Meselâ, birinin tarîk-ı âmda kazmış olduğu kuyuya diğeri birinin hayvanını ilkâ ile itlaf etse o zâmin olup kuyuyu hafr eden kimseye damân lâzım gelmez.
(Meselâ, birinin umumî yolda kazmış olduğu kuyuya, diğeri, birinin hayvanını atarak telef ederse tazminatı ödemesi gerekli olup, kuyuyu kazan kimse tazminat ödemekle yükümlü değildir.)
MADDE 91. Cevâz-ı şer’î damâna münâfi olur.
(Şeriatın cevaz verdiği hususta tazminat söz konusu olmaz.)
Meselâ, bir adamın kendi mülkünde kazmış olduğu kuyuya birinin hayvanı düşüp telef olsa damân lâzım gelmez.
(Meselâ, bir adamın mülkünde kazmış olduğu kuyuya birinin hayvanı düşüp telef olsa tazminat ödemesi gerekmez.)
MADDE 92. Mübaşir müteammid olmasa da zâmin olur.
(Bir işi yapan kasden yapmasa dahi tazminat yükümlülüğü vardır.)
MADDE 93. Mütesebbib müteammid olmadıkça zâmin olmaz.
(Bir işe sebeb olanın kasdı yoksa, tazminat yükümlülüğü yoktur.)
MADDE 94. Hayvanâtın kendiliğinden olarak cinayet ve mazarratı hederdir.
(Hayvanın verdiği zarar hederdir.)
MADDE 95. Gayrın mülkünde tasarrufla emretmek bâtıldır.
MADDE 96. Bir kimsenin mülkünde onun izni olmaksızın âher bir kimsenin tasarruf etmesi caiz değildir.
MADDE 97. Bilâ-sebeb-i meşru birinin mâlını bir kimsenin ahz eylemesi caiz olmaz.
(Meşru bir sebeb olmaksızın birinin malını bir başka kimsenin alması caiz olmaz.)
MADDE 98. Bir şeyde sebeb-i temellükün tebeddülü, ol şeyin tebeddülü makamına kâimdir.
(Bir şeye malik olma sebebinin değişmesi, o şeyin değişmesi demektir.)
MADDE 99. Kim ki bir şeyi vaktinden evvel isti’câl eyler ise mahrûmiyetiyle mu’âteb olur.
(Kim ki bir şeyi acele ile/vaktinden önce isterse, bundan mahrumiyetle azarlanır.)
MADDE 100. Her kim ki kendi tarafından temam olan şeyi nakzetmeye sa’y ederse, sa’yi merdûddur.
(Her kim ki kendi yanındaki eseri bozmaya çalışırsa, bu çalışması reddedilir.)
DİPNOTLAR
1 Abdullah Çelikkanat, “Mecelle’den Ölçüler”, Sızıntı Dergisi, Şubat 2008.
2 Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil, AHMED CEVDET PAŞA VE MECELLE, KTB Yayınları, İstanbul 2008, s. 71-73.
KAYNAKLAR
Abdullah Çelikkanat, “Mecelle’den Ölçüler”, Sızıntı Dergisi, Şubat 2008.
Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil, AHMED CEVDET PAŞA VE MECELLE, KTB Yayınları, İstanbul 2008.
Muharrem Balcı, Tebliğ: “Birinci Tanzimat’tan İkinci Tanzimata: İslah – Resepsiyon ve Uyum Çalışmalarının Tahlili”, Osmanlı’nın 700. Kuruluş Yıldönümü Sempozyumu, Türkiye Milli Kültür Vakfı, 20.05.2002. (Bkz. Umran Dergisi, Mayıs 2001).
Ali Kara, 100 Mecelle Kaidesi, Arapça-Türkçe Açıklamalı, (http://www.ihvanlar.net/2013/08/15/100-mecelle-kaidesi-arapca-turkce-aciklamali/ 4 Mayıs 2015)
Ali Hikmet Berki, AÇIKLAMALI MECELLE, 3. Basım, Hikmet Yay., İstanbul 1982.
Yıllar önce gördüğümüz bir rüyanın tabiri gibi bir kitabla haşır neşiriz bir süredir: Mircae Eliade imzalı Mitlerin Özellikleri. Mitlere umumi bir bakış sunan önemli bir eser.
«Yarım yüzyıldan daha uzun bir süredir, Batılı bilginler mitlerin incelemesini, sözgelimi 19. yüzyılınkiyle açıkça çelişen bir bakış açısı içine yerleştirmişlerdir. Tıpkı kendilerinden öncekilerin yaptığı gibi, miti, kavramın yaygın anlamıyla yani “fabl”, “uydurma”, “kurmaca” olarak ele almak yerine, onu, arkaik toplumlarda anlaşıldığı biçimiyle benimsemişlerdir; bu gibi toplumlarda mit, tersine, “gerçek bir hikaye”yi belirtir, üstelik de kutsal sayıldığı, örnek oluşturduğu ve anlamlı olduğu için son derece değerlidir. Ancak “mit” kelimesine yüklenen bu yeni mânâ değeri, onun gündelik dildeki kullanımını oldukça anlaşılmaz kılar. Nitekim, bu kelime günümüzde “kurmaca” ya da “hayal” anlamında olduğu kadar, özellikle etnologlar, toplumbilimciler ve din tarihçileri arasında yaygın olan “kutsal gelenek, en eski vahiy, örnek gösterilecek model” anlamında da kullanılır.»[1]
Haklı olarak bu noktaya dikkat çekiyor, çünkü eseri boyunca “mitolojinin” bir gerçeklik olarak tarihte, sanatta, psikanalizde, hatta felsefede izlerini sürüyor. Zaten eserinde altını çizdiği üzere, mitin henüz yaşamakta olduğu toplumlarda yerliler, mitleri yani “gerçek hikâyeleri” ve yalancı hikâyeleri yani masalları birbirinden net bir şekilde ayırıyorlar. Eserde mitolojiyi tarif etme denemesi de yapıyor ve şöyle diyor:
«Bana göre en geniş şümûllü olduğu için en az kusurlu olan tarif şudur: Mit kutsal bir hikâyeyi anlatır; en eski zamanda, “başlangıçtaki” masallara has zamanda olup bitmiş bir olayı anlatır. Bir başka deyişle mit, Tabiatüstü Varlıklar’ın başarıları sayesinde, ister eksiksiz olarak bütün gerçeklik yani Kozmos olsun, isterse onun yalnızca bir parçası (sözgelimi bir ada, bir bitki türü, bir insan davranışı, bir kurum) olsun, bir gerçekliğin nasıl hayata geçtiğini dile getirir. Demek ki mit, her zaman bir “yaratılış”ın hikâyesidir: Bir şeyin nasıl yaratıldığını, nasıl varolmaya başladığını anlatır. Mit ancak gerçekten olup bitmiş, tam anlamıyla ortaya çıkmış olan şeyden sözeder.»[2]
Eliade mitlerin gerçekliğinden bahsederken, miti, bir başka deyişle kutsal olan herşeyi, başka ilim şubelerinin tasdikine ihtiyacı olmayan “bağımsız” bir alan olarak görür. Der ki,“ancak kendi seviyesinde anlaşılırsa tanınabilir, yani; dinî bir şey olarak çalışılırsa. Böyle bir fenomeni, fizyoloji, psikoloji, sosyoloji, iktisat, dilbilim, sanat yahut başka bir tür çalışmayla anlamaya çalışmak yanlıştır: Bu çabalar, dinî olana has ve ircâ edilemez olanı kaçırırlar; kutsal unsuru.”
Bu sebeble, Eliade eserinde mitlerden bahsederken, onun inananları tarafından nasıl idrak edildiğini, yaşandığını anlamaya ve anlatmaya gayret göstermiş, üstelik modern insanla “ilkel” insanın, zaman, tarih, bilgi, düşünce hakkındaki düşüncelerini karşılaştırmayı da ihmal etmemiştir:
«Modern bir insan, kendini Âlemşümûl Tarih’in akışının bir sonucu olarak görmekle birlikte, bu Tarih’i bütünüyle öğrenmek zorunda olduğunu düşünmez; ama arkaik toplumların insanı, kabilesinin mitik hikâyesini hatırlamak zorunda olmanın yanısıra, onun oldukça büyük bir bölümünü de dönem dönem yeniden gerçekleşme safhasına getirmek durumundadır. İşte arkakik toplumların insanı ile modern insan arasındaki en önemli ayrım da bu noktada kavranır: Modern insana göre Tarih’in sunduğu ayırt edici açıklama sayılan “olayların geriye dönüşlü olmaması” olgusu, arkaik toplum insanı için bir gerçeklik oluşturmaz. (...) Demek ki ona göre önemli olan şey, mitleri öğrenmektir. (...) Mitleri bilmek demek, nesnelerin kökenindeki sırrı öğrenmektir. Bir başka deyişle, yalnızca nesnelerin nasıl varolma safhasına geldiği değil ama aynı zamanda, ortadan kaybolduklarında nerede bulunacakları ve nasıl yeniden ortaya çıkarılabilecekleri bu yolla öğrenilir.»[3]
Nesnelerin kökenini mitler aracılığıyla bilen ve “çünkü atalar bu tohumu böyle ekti”, yahut “çünkü atalar bu ilacı böyle yaptı” şeklinde açıklamalarla “başlangıçların kutsallığı”na vurgu yapan arkaik toplum insanı... Eliade, Batı kültürünün de belirgin bir niteliğinin “nesnelerin kökenini bilmek” olduğunu söyler.
Diğer taraftan Eliade, arkaik toplum insanının zaman anlayışının bu çerçevede “dairevî” olduğunu söyler. Her yokoluş yeni bir başlangıcın müjdesidir; bu sebeble arkakik toplum insanı yıkımların yeni bir başlangıca gebe olduğuna inanarak bu yıkımları bekler ve hatta ister.
İlginç bir tesbit olarak, felsefe ve mitoloji ilgisini de vurgular Eliade:
«Dindar insana (homo religious) göre “öz olan” varoluştan önce gelir. Bu görüş, “ilkel” ve doğulu toplumların insanı için olduğu kadar Yahudi, Hristiyan, Müslüman için de geçerlidir. (...) Görülüyor ki, “öz olan”a inanılmaz bir geriye dönüşle ulaşılır. Bu, ritler yoluyla elde edilen bir geriye dönüş değil ama, fikrî bir çabayla gerçekleştirilen bir “geriye dönüştür.” Bu bakımdan ilk felsefî spekülasyonların mitolojilerden kaynaklandığı söylenebilir. Sistemli düşünce, Kozmogonilerin sözettiği “mutlak başlangıç”ın ne olduğunu anlamaya ve kavramaya, Dünyanın Yaratılışı ile ilgili sırrı, kısacası Varlık’ın ortaya çıkışındaki sırrı aydınlatmaya çalışır.»[4]
HATIRLAMANIN VE UNUTMANIN MİTOLOJİSİ
Rüya: Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun Telegram işkencesinden kurtulmasının formülü olarak bir görüntü; helezon-daire şeklinde kıvrılmış bir yılan ve başını dairenin orta yerinden çıkarıyor. “Başlangıç durumuna dönmek” diye birşeyler söyleniyor. (G.Ş., 2004)
Mitlerin Özellikleri isimli kitabı okurken sürekli hatırımıza bu rüyanın gelmesi boşuna değilmiş. Mitlerdeki, “başlangıç durumuna dönmek”, dairevî zaman, yılan ve yenilenme gibi sembol ve inanışların rüyamızda üstelik Telegram bahsiyle ilgili olarak görünmesi bunları daha önce bilmediğimiz için şaşırttı bizi. Ancak belki daha ilginç olanı, Mircae Eliade’nin “Hatırlamanın ve Unutmanın Mitolojisi” başlıklı bölümde anlattıkları:
«Hafıza’nın kişileştirilmiş biçimi ve Kronos ile Okeanos’un kızkardeşi olan tanrıça Mnemosyne, Musaların (müzlerin) anasıdır. O herşeyi bilir; Hesiodos’a göre O, “olmuş olan herşeyi, olmakta olan herşeyi, olacak olan herşeyi” bilir. Şair, Musaların etkisine girmişse, doğrudan doğruya, Mnemosyne’nin bilgisiyle yani özellikle “kökenler”, “başlangıçlar”, soy soplara ilişkin bilgiyle beslenir. Gerçekten de Musalar şarkılarını, en baştan, dünyanın ortaya çıkışından, tanrıların oluşundan, insanın doğuşundan başlayarak söylerler. Bu yolla ortaya çıkan geçmiş, şimdinin geçmişinden öte birşeydir; onun kaynağıdır.»[5]
«Yunanistan’da hafızanın iki değerlendirmesi vardır: 1- En eski olaylara (kozmogoni, teogoni, jenooloji) başvuran hafıza; 2- Önceki varoluşların yani tarihî ve şahsî olayların hafızası. Lethe, yani “unutma” bu iki çeşit hafızaya da karşı çıkar. Ancak Lethe (unutma) birkaç ayrıcalıklı kişi karşısında güçsüz kalır: 1- Musalardan ilham alan yahut bir “geriye doğru kehanette bulunma” sayesinde en eski olayların hafızasını yeniden bulmayı başaranlar; 2-Pythagoras yahut Empedokles gibi önceki varoluşlarını hatırlayanlar. Bu iki ayrıcalıklılar kategorisi unutmayı dolayısıyla da bir bakıma ölümü yenilgiye uğratırlar. (...) Platon’a göre öğrenmek, neticede hatırlamak anlamına gelir.»[6]
KİTABIN TECRÜBEYİ ALTETMESİ
Eliade, yazılı kültürün, mitolojileri, bugün bildiğimiz mitolojik hikâyeler hâline getirdiğini, fakat bu esnâda, bu mitlerin dayandığı dinî muhtevadan da kopardığını söyler:
«Kültür sayesinde kutsallığı kalkmış bir dinî kanaat ve mitleri yıkılmış bir mitoloji, örnek gösterilebilecek tek medeniyet olmayı başaran Batı medeniyetini oluşturmuş ve ve beslemiştir. Burada Logos’un Mythos’a karşı kazandığı zaferden de öte birşey vardır. Burada kitabın sözlü geleneğe karşı kazandığı zafer, belgenin özellikle de yazılı belgenin, elinde yazım öncesi anlatım araçlarından başka bir şey olmayan yaşanmış bir tecrübeye karşı kazandığı zafer sözkonusudur. (...) “Klasik” Yunan mitleri, daha o dönemde edebî eserin dinî inanışa karşı kazandığı zaferi temsil eder. Kendi kült çerçevesiyle birlikte bize ulaşmış hiçbir Yunan miti yoktur. Bizler mitleri, bir rite bağlı dinî bir tecrübenin kaynakları olarak değil de, edebî ve sanat vasıflı belgeler olarak öğreniriz. (...) Sebebi de kesinlikle, sistemli bir şekilde yazılı olarak tasvir edilmiş olmasıdır.»[7]
Mitlerin bu şekilde orijinalliklerini yitirmeleri ve akıl karşısında hezimete uğramaları, Eliade’ye göre, yok oldukları anlamına gelmiyor:
«Mitolojik düşünceye has klasik biçimlerin akılcı eleştiri tarafından “gözden düşürülmüş” olması, sözkonusu düşüncenin kesin olarak ortadan kaldırılmış olması anlamına gelmez.»[8]
Ortadan kaldırılamayan bu düşünce biçimini Marx’ın komünizminde tesbit ediyor meselâ:
«Biz yakın bir tarihte Marx’ın, Asya-Akdeniz dünyasının büyük eskataloji (dünyanın sonu) mitlerinden birini almış olduğunu farkettik; bu, Tanrı’nın sevgili kulunun, Adil’in (İsa), (bunu çağdaş dünyada proleterya ile özdeşleştirmiştir) kurtarıcı rolüdür; onun çektiği acıların dünyanın ontoloji statüsünü değiştirmesi beklenir.»[9]
Diğer taraftan, kitle haberleşme araçlarının da mitolojik ve folklorik kahramanların modern benzerlerini oluşturarak, insanı etkileri altına aldıklarından bahsediyor Eliade. Meselâ, diyor, bir film kahramanında, toplumun büyük bir bölümünün idealini öyle müşahhas şekilde canlandırırlar ki, herkesin sempatisini kazanırlar. Bu bahiste bizim verebileceğimiz aktüel bir örnek olarak, son dönemde çekilen Avatar filminin izlenme rekorları kırmasının önemli bir sebebi de bu olsa gerek. Çünkü film, Maya mitolojisinden Hind mitolojisine kadar, hemen bütün mitolojilerin ortak sembollerinden faydalanarak hazırlanmıştı. Toplumların kahraman ihtiyacı da acaba böylesi mitolojik bir hatıra mıdır?.. Yahut, mitolojik gerçeklik, Jung’un dediği gibi, şuuraltı dünyamızın bir karşılığı mıdır?
MODERN SANATTA “DÜNYANIN SONU”
Eserde modern sanatın, kendi dünyasının sonunu kendi elleriyle hazırlar gibi bir yıkım sürecinde olduğunu söylüyor Eliade. Bu durumu da, mitlerin “dünyanın sonu” inanışlarına benzeterek, tıpkı arkaik insanın yaptığı gibi, yeni bir başlangıç için sanatçıların kendi dünyalarını yıkmaya giriştiklerini ifade ediyor:
«Özellikle Batı sanatının tarihini düşünüyorum. Yüzyılın başından beri, plastik sanatlar kadar edebiyat ve müzik de öylesine köklü değişikliklere uğradı ki, artık bir “sanat dili yıkımı”ndan sözedilebilir duruma gelindi. (...) Son zamanlarda ortaya konan bazı eserlere bakıldığında, sanki sanatçının bütün resim tarihini bir tabula rasa hâline getirmek istediği intibâına kapılır insan. (...) Günümüzde hiçbir büyük sanatçı, sanatının yozlaşacağına ve pek yakında yok olacağına inanmaz. Bu bakış açısından, onların tutumu, ilkellerinkine benzer: Bir başka dünya doğurmak için Dünyanın yıkılmasına –yani kendi dünyalarının, kendi sanat âlemlerinin- katkıda bulunmuşlardır. Oysa bu kültür olgusu son derece önemlidir, çünkü bir medeniyetin yahut bir toplumun gerçek ibdâcı güçlerini özellikle sanatçılar temsil eder. Sanatçılar eserleriyle, toplum ve kültür hayatının öbür kesimlerinde kimi zaman bir yahut iki kuşak sonra olacakları önceden sezerler. (...) Bugünkü sanatta da Dünyanın Sonu mitinin yeniden değerlendirilmesi sürecini yakından incelemek son derece ilginç olacaktır. (...) Modern insanlar arasında da ön sırada yer alan sanatçılar, içinde insanın var olabileceği, seyre dalabileceği ve düş kurabileceği bir sanat âlemini yeniden kurmak amacıyla kendi dünyalarını gerçek anlamda yıkmaya giriştiler.»[10]
Eserin sonunda Eliade, Hristiyanlığın, “mitoloji”yi din dışına sürerek, onun bir masal veya hikâyeden ibaret olduğunu ortaya koyarak, kendi inançlarındaki “benzer” hikâyelerden ayrıştırmaya çalıştığını, fakat bir yandan da kendi inançlarını anlatmak için mitlerden faydalandığını tartışıyor:
«Hristiyanlar Tanrı’nın Cisimleşmesi, Dirilmesi ve Göğe çıkmasını ilân etmekle yeni bir mit sunmadıklarına inanmışlardı: Gerçekteyse mitik düşüncenin kategorilerinden faydalanıyorlardı.»[11]
Eliade şu önemli noktaya da dikkat çekiyor:
«Büyük dinî kişiliklerle, özellikle de reformcular ve peygamberlerle ananevî mitoloji taslakları arasındaki bağlantılar üstüne bir araştırma yapılmalıdır.»[12]
Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun Mitoloji ve Esatir – Güneş ve Ay isimli eseri bu gözle de okunmalıdır bizce...
Sonuç olarak, Mitlerin Özellikleri, üzerinde durduğu meseleleri gayet sarih bir şekilde anlatıyor; mevzuya hiç ilgisi olmayanlar için bile oldukça öğretici ve şaşırtıcı bir eser.
[1] Mircae Eliade, Mitlerin Özellikleri, Om Kuram Yay., s. 11