10 Şubat 2025 Pazartesi

Kütübhâneler Savaşı

 Helenistik dönemde İskenderiye Kütübhânesi, devrinin en prestijli kütübhânesiydi. Antik dünyada, kütübhâneler bir güç ve kudret işareti sayılıyordu. Bu sebeble, neredeyse bir savaş sürüyordu kütübhânelere sahib olan krallar arasında. En iyi Yunan kütübhânesine sahib olmak, en iyi ve en güçlü krallık anlamına geliyordu. Mısır’daki İskenderiye kütübhânesinin en büyük rakibi ise Bergama’daki Bergama kütübhânesiydi. Ve bu iki kütübhâneye sahib krallar arasında müthiş bir gizli savaş sürüyor, birbirlerine karşı acımasız komplolar kuruyorlardı.

Sofokles ve Homer’e ait yaklaşık 500.000 yazılı metnin bulunduğu İskenderiye Kütübhânesi, Büyük İskender tarafından kurulmuş olsa da, ilk olarak Kral I. Ptolemaios tarafından canlandırıldı. Ptoleme Hanedanlığı zenginliğin getirdiği güçle, dört bir yandan en önemli yazma kitabları toplamış, diğer kütübhânelere hatırı sayılır bir üstünlük sağlamıştı. Bergama kütübhânesi ise 200.000 yazılı metinle, İskenderiye kütübhânesini takib ediyordu.

Öyle ki yarış, en eski Homeros yazmalarının kimin elinde olduğuna dair araştırmalara kadar varmış, her iki kütübhânenin sahibi krallar, zorbalıkla, hile ve komplo ile “kitab avına” çıkmışlardı. Kitab için kan dökmeye hazırlardı. Kütübhânelerde çalışan ilim adamlarını ellerinde tutabilmek için oldukça yüksek ücretler ödeyen krallar, birbirlerinden ilim adamı transfer etmeye bile başlamışlar, hattâ ellerindeki ilim adamlarını başkasına kaptırmamak için hapsettikleri de rivayet edilmiştir.

New York Üniversitesi’nde Eski Klasikler profesörü olan Lionel Casson, “V. Ptolemy’nin, dilbilgisi uzmanı ve eleştirmen olan Byzantionlu Aristophanes’i, Bergama’daki akademiye katılmak üzere İskenderiye’den ayrılabileceği dedikodularını duyduktan sonra hapsettiği söylenir” diye yazar.

Hattâ Ptolemaioslular, Bergama Kütübhânesi’ni zor durumda bırakmak için Bergama ile yaptığı papirüs ticaretini durdurur. Ki papirüs kitabın ana maddesidir. Bu durum, Bergamalıları elbette durdurmaz, neticede Bergamalılar parşömeni icad eder.  Her ne kadar, parşömen denilen, derilerin gerilerek yazılacak hâle getirilmesi işlemi, Doğuda uygulanagelen bir teknik olsa da, Bergamalılar bu tekniği geliştirerek, “parşömen” ismini vermişlerdir. Ki, parşömenin Latince karşılığı, “Bergama kağıtları” demektir.

Tüm bu politik çekişmeler elbette Eski Yunan medeniyetinde kütübhânelerin gelişmesine sebeb olsa da, onların yok olmasına engel olamamıştır. İskenderiye kütübhânesi tek nüsha eseri kalmamacasına yok edilmiştir ama kimin yok ettiği tartışmalıdır. En güçlü iddia şudur: M.S 391 yılında Roma’nın Mısır valisi olan Theophilos, İmparator I. Theodosius’un emriyle, kütübhânede bulunan eserlerin eski pagan inançlarının devam etmesine sebebiyet verdiği için kütübhânedeki eserleri yaktırmıştır. Bergama kütübhânesinin akıbeti de, İskenderiye’ninkinden farklı olmamıştır.

Şimdi tarihin derinliklerinde yaşanmış bu “kütübhâneler savaşı”ndan elimizde kalan nedir? Kütübhâneye ve kitaba, güç ve kudret için verilen bu “aşırı değer”, neticede, başka bir kral tarafından hiç de öyle değerlendirilmemiş, “pagan kültür eserleri” olarak görülüp imha edilmiştir. Öyleyse, “aşırı değer”den bize kalan bir “yokluk” olmuş oluyor. Çünkü, ilim adamlarının gözünde çalışma alanı olan “kütübhâneler” politik bir güç hâline gelince, sadece “daha eski kitab bende” fetişizmine dönüşmüş, kitabın içindeki değerle, onu elinde tutanın elde ettiği güç arasında herhangi bir bağ kalmamıştır. Öyleyse, İskenderiye kütübhânesi, Romalılar onu yakmadan evvel zaten kendi kendini imha etmişti diyebiliriz kolayca…
Aradan yüzyıllar geçtikten sonra, yakılma sırasını bekleyen kütübhâne Endülüs’tedir. Endülüs Emevileri’nin bir ilim ve irfan yuvası hâline getirdikleri Endülüs, her dinden, her kültürden eserleri bünyesinde barındıran kütübhânesi ve ilim adamları ile tarihe damgasını vurmuştu.

Endülüs şehirlerinde, zamanın en büyük kütübhâneleri kurulmuştur. Meselâ II. Hakem tarafından yaptırılan 400.000 kitab kapasitesine sahib saray kütübhânesi bunlardan birisiydi. II. Hakem Kayrevan, Dımaşk, İskenderiye, Bağdat gibi ilim merkezlerine memurlar yollar, oralarda yayınlanan kitabların ilk orijinal nüshalarını temin ettirirdi. 400.000 cildi aşan el yazmalarından oluşan bu kitablığın kataloğu ise her biri 50 yapraktan oluşan 44 cilt tutmaktaydı.

Ayrıca hemen her şehirde kütübhâneler olduğu gibi, kendi hânelerinde değerli kitabları toplayan ilim adamlarının da kütübhâneleri mevcuttu. Antik Yunan filozoflarının pek çok eserinin de bu kütübhânelerde nüshaları bulunmaktaydı. Dünyanın dört bir yanından gelen ilim ve fikir adamlarının buradaki eserleri kendi ülkelerine götürerek tercüme etmeleriyle, Batı’da Rönesans hareketlerinin temeli atılmış oldu.

Ancak Endülüs’ün bilge hükümdarları, Ortaçağ’ın dipsiz kuyularında boğulan Batılı ilim ve fikir adamlarına da kucağını açmış; kütübhânelerini, ilim irfan yuvalarını herkesin kullanımına açmıştır. Ne kitabı, ne de kütübhâneyi bir güç ve kudret aracı olarak “fetişizme” kurban etmemiştir. Neticede Endülüs kütübhânelerindeki binlerce kitab, İspanyol istilaları sırasında yakılmış, yağmalanmış, satılmış, dağıtılmış olsa da, (Babü’r-Remle Meydanı’nda 1 milyon cilt kitab yakılmıştır), Endülüslü hükümdarlar, kitabın verdiği güç ve kudrete değil de, içindeki bilgiye verdiği değerle anılmışlardır. Bugün dünyanın dört bir yanında Endülüs kütübhânelerinden kurtarılmış kitablar vardır. Afrika’dan İngiltere’ye, Hindistan’dan Fransa’ya kadar…

Pierre Curie’ye atfedilen bir söz vardır ki, hakikati andırır bir yönü var. Şöyle diyor: “Onlardan (Endülüslü Müslümanlardan) bize otuz kadar kitab kaldı ve bu sayede ancak atomu parçalayabildik. Eğer yakılan milyonlarca el yazması kitabın yarısı kalsaydı çoktan galaksiler arasında geziyor olacaktık.” (*)

İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu, “Büyük Muztaribler” eserinin birinci cildinde, İngiliz yazar Marmaduke Pickthall’in özellikle Endülüs’ün ilim merkezlerinin, Hristiyan ülkelerdeki düşünce ve ilim adamlarına tesirlerinden, Batı’daki Rönesans hareketinin başlamasına bu ilim ve düşünce alışverişinin temel olduğundan bahsettiği sözlerine yer verir. Pickthall, Felsefe, Tıb, Astronomi, Kimya alanında Batı’da görülen fışkırışın, eser eser, isim isim, hangi Müslüman âlimden “çalındığını” anlatır. “Atıf” olarak dahi Müslüman âlimlerin isimlerini anmayan, çaldığı her şeyi kendi buluşu ve malı olarak takdim eden Batı’nın bu ikiyüzlülüğüne dikkat çeker. Şöyle der İbda Mimarı:

– “Ortaçağ karanlığı içinde domuz hayatı yaşayan Avrupa’nın İslâm’dan aldıklarıyla ihya oluşu ve kendine temel edindiği eski Yunan’ı da Müslümanlardan tanıması hakikati… “Amerika’nın keşfi” misâlinden başlayarak söylediklerimizi, kronolojik tarih devrelerinin de –en azından imaj olarak- Avrupa’nın “ben” merkezli tekâmül anlayışına uygun hâle getirilmiş olması ikazıyla bitirelim… “İlkçağ filozofları”… Kime göre İlkçağ?.. Bu sorunun ardından, -Doğu ve Batı ayırımı hakkında söylediklerimiz baki kalmak üzere-, İlk İnsan’dan başlayan İslâm’la var olan ve İslâm hükmüyle nihayete erecek bir “insanlık keyfiyeti”nin macerası hâlinde, Hind ve Çin’den Amerikan yerlilerine ve Afrika düşüncesine kadar açılacağımızı belirtelim… “İslâm merkezli” olarak!..” (s. 145)

Velhasıl, kütübhâneler savaşı, her ne kadar bugün kütübhâneler “fetişizm” kurbanı olarak “nesneleşmiş” mekânlar hâline gelmişse de, tefekkür alanında sürüyor diyebiliriz. Ama şöyle bir problem var; bu savaşı bugün İslâm adına tek başına veren “mihrak şahsiyet” Salih Mirzabeyoğlu’dur. Yıllarca “Batı’nın iyi yönlerini alalım” edebiyatı yapan fakat bunun nidüğünü ve nasılını ortaya koyamayan gevezeliklere karşı, Büyük Doğu-İbda kütübhânesinin “şuur süzgeci”, “tenkid şuuru”, tek başına destansı bir mücadele veriyor. Bu mücadele, yangın yerine dönmüş İslâm dünyasının ayakta kalan tek kalesidir. O kaleye sığınmak yetmez, o kaleyi her türlü silahıyla, düşüncesiyle, kalemiyle, fırçasıyla, eseriyle tahkim etmek, hayata katmak, güç vermek, savunmak gerekir…

*Erol Toy, Cumhuriyet Gazetesi, 30 Temmuz 1979

Baran Dergisi 518. Sayı

Bir Ucuzcu ‘Tasarım’

 “Hayvanlardan Tanrılara Sapiens” isimli kitabı neredeyse tüm dünya dillerine tercüme edilen Yuval Noah Harari, isminden de anlaşılacağı üzere İsrailli bir dünya tarihçisi. 1976’da doğdu. 2002’de Oxford Üniversitesi’nde tarih doktorasını tamamladı. Kudüs İbrani Üniversitesi’nde “Dünya Tarihi” dersleri verirken yazdığı kitapla birden tüm dünyada tanınan bir yazar haline geldi. İkinci kitabı da, “Homo Deus – Yarının Kısa Bir Tarihi” adını taşıyor. Dünya tarihini ve günümüzü karşılaştırdığı ve bir gelecek tasavvur ettiği yazılarında, ekonominin “din” yerine geçtiğini, geleceğin dininin ise “teknik-teknoloji” olduğunu vurguluyor. Elbette bunları bir “bilim adamı soğukkanlılığı” ile anlatıyor, kendi düşüncesi nedir, onu pek anlamıyorsunuz (!). Evrimci bir bakış açısıyla yazdığı “Hayvanlardan Tanrılara Sapiens”te şöyle yazıyor:

– “Tamamen bilimsel bir bakış açısıyla bilebildiğimiz kadarıyla, insan yaşamının hiçbir anlamı yoktur. İnsanlar belirli bir amacı olmayan ve körlemesine ilerleyen evrimsel süreçlerin sonucudur ve faaliyetlerimiz ilahi bir kozmik planın parçası değildir. Dünya yarın patlayarak yok olsa, evrende hiçbir değişiklik olmazdı; tahmin edebileceğimiz kadarıyla insanların kendilerine dair anlam arayışı ve öznelliklerinin eksikliği de pek hissedilmezdi. Bu yüzden, insanların yaşamlarına atfettiği herhangi bir anlam sadece sanrıdan ibarettir.” (s. 382)

“Homo Deus”ta bu temel düşüncesini açıyor:

– “Serbest piyasa kapitalizmi, sebep olduğu kaygıları büyük ölçüde yatıştırma gücüne sahip olduğu için bu kadar yaygın bir ideoloji hâline geldi. Kapitalist düşünürler durmadan bize telkin etti: “Merak etmeyin her şey yoluna girecek. Ekonomi büyüdüğü sürece piyasanın görünmeyen eli her şeyin çaresine bakacak.” Böylece kimse ne olduğunu, nereye gittiğimizi anlamadan göz açıp kapayıncaya kadar büyüyen, gözü doymayan bu kaotik sistem kutsandı. (…)

Serbest piyasa kapitalizmine sövmek bugünlerde entelektüel çevrelerin gündeminde. Dünyamız kapitalizmin hakimiyeti altında olduğuna göre, gelecekte bir kıyamete yol açmadan eksiklikleri tespit etmeli ve anlamaya çalışmalıyız. Kapitalizmi eleştirirken faydalarını ve marifetlerini de görmezden gelemeyiz. Gelecekte yaşanacak muhtemel ekolojik felaketi saymazsak ve ölçütümüz üretim ve büyümeyse kapitalizmin şu âna dek harikalar yarattığını kabul etmeliyiz. 2016’da stres dolu ve karmaşık bir dünyada yaşıyor olabiliriz, ancak yıkım ve şiddetle geleceği söylenen kıyamet alametleri henüz belirmedi. Daimi büyümenin ve küresel işbirliğinin abartılı vaatleriyse yerine getirilmiş durumda. Ara ara ekonomik krizler ve uluslararası savaşlar yaşasak da kapitalizm uzun vadede kıtlığı, salgınları ve savaşları engellemekle kalmadı, onları yenmeyi başardı. Binlerce yıl boyunca din adamları insanların bu illetleri kendi başlarına yenemeyeceklerini öne sürdüler. Yeni dönemin aktörleri bankacılar, yatırımcılar ve sanayicilerse iki yüzyıl içinde tümünün üstesinden gelmeyi başardılar.

Sonuç olarak modern sözleşme eşi benzeri görülmemiş bir kudret vaadinde bulundu ve sözünü de tuttu. Peki bedeli ne oldu? Modern sözleşme güce karşılık anlamdan vazgeçmemizi istiyor. İnsanlar bu korkutucu taleple nasıl başa çıkabilir? Anlamdan vazgeçmek dünyayı ahlak, güzellik ve merhametten mahrum, karanlık bir yere dönüştürecektir şüphesiz. Ancak insanevladının bugün sadece hiç olmadığı kadar güçlü değil aynı zamanda bir o kadar da uyum ve işbirliği becerisine sahip olduğu gerçeği de ortada. İnsanlar bununla nasıl baş ediyor? Ahlak, güzellik, hatta merhamet; tanrıların, cennetin ve cehennemin olmadığı bir dünyada nasıl var olacak? Kapitalistler bu soruyu yanıtlarken, her zaman olduğu gibi, piyasanın görünmez elini övmekten geri kalmıyor. Ne var ki piyasanın eli sadece görünmez değil aynı zaman da kör de; bu yüzden insan toplumunu tek başına kurtarması mümkün değil. Tek bir ülke pazarı bile bir tür tanrı, kral ya da dini kurum olmadan kendini idame edemez. Mahkemeler ve polis dahil olmak üzere her şey satılığa çıktığında güven uçar gider, krediler çarçur olur, işletmeler batar. Peki modern toplumu çökmekten ne kurtardı? İnsanevladı aslında arz ve talep kanunu tarafından değil, devrimsel nitelikte yeni bir dinin yükselişiyle kurtuldu: Hümanizm. (…)

Tarih boyunca peygamberler ve felsefeciler; büyük kozmik plana duyulan inanç olmazsa düzen ve birliğin yok olacağını iddia etmişlerdi. Bugünse kozmik bir tasarıya inanmaya devam edenler; küresel düzen karşısındaki en tehditkar unsurlardır. Allah’tan korkan Suriye, seküler Hollanda’dan çok daha şiddet dolu.” (s. 347, 348, 349)

Böylece bizdeki “din düşmanlarının” nerelerden beslendiğini de görmüş olduk. Şu argümanı bizim muhalif medyada çok görmüştük çünkü: “Allah’tan korkan Suriye, seküler Hollanda’dan çok daha şiddet dolu.”

Çok “akıllı bir tasarım” ile karşı karşıyayız. Ahlak, din ve maneviyatın yerine “Kapitalizm” dininin koyduğu şey Hümanizm. Böyle diyor yazar. Tabiî bu bakış açısında, kökenlerinin etkisini gayet rahat söyleyebiliriz. Çünkü, “Homo Deus” kitabı boyunca, Hristiyanlığı ve Müslümanlığı tenkit ederken Yahudilikten hiç bahsetmemesi de kendisini ele veriyor.

Hümanizmini de şöyle açıklıyor:

– “Anlamsız ve kanun tanımaz varlığımızın panzehri, dünyayı geçtiğimiz yüzyıllarda fethetmiş yeni bir devrimci öğreti olan hümanizmin ta kendisidir. Hümanizm dini insanlığa tapınarak, Budizm ve Taoizmde doğa kanunlarının, Hıristiyanlık ve İslamdaysa Tanrı’nın oynadığı rolü insana devretmek istiyor. Büyük kozmik plan insanların hayatına bir anlam kazandırırken, hümanizm bu ilişkiyi tersine çevirerek insan deneyimlerinin kâinatı anlamlandırmasını bekliyor. Hümanizme göre insanlar kendi iç deneyimleri üzerinden sadece kendi yaşamlarının değil tüm evrenin anlamını devşirebilmelidir. Hümanizmin ilk emri de budur: Mânâdan yoksun dünyaya bir anlam kazandırınız.” (s. 358)

Farkettiyseniz yine “Yahudilik” yok.

Gerek kitabında, gerekse konuşmalarında öyle şeyler söylüyor ki, tüm felsefeyi, metafiziği, insanın varoluşuna dair “endişe”leri, ruha ve ruhiliğe dair her şeyi kökünden silip atıyor: “Yok öyle bir şey! Sen bu dünyada varken veya yokken, hiçbir şey değişmeyecek.” Sonra da insandaki bu “anlam arayışı” ihtiyacının varlığını kabul edip, nasıl tatmin edebileceğini izah ediyor. Bir yandan insanın “fert” olarak “anlamsız” olduğunu söylüyor, birlikte hareket etmenin, topluluğunun bir değer ürettiğini söylüyor, diğer yandan insanın teknik ve teknolojik gelişmelerle ulaşacağı yerin varlığının da anlamsızlaşması olacağı iddiasını savuruyor. Türkiye’de verdiği bir röportajda da şöyle diyor:

– “Eski tanrıların ötesine geçeceğiz. İncil’deki tanrının yapabildiği tek şey organik canlılar. İnsanlar, 4 milyar yıllık evrimden sonra organik olmayan canlıları üretmeye, yaşam formlarını üretmeye çalışıyor. Bu artık bir metafor değil. Ama tanrısal yetenekler kazanıyorsanız tanrısal sorumluluklar da elde etmelisiniz.”

Görüldüğü üzere, “akıllı bir tasarım” olarak pazarlanan, hatta “proje” olduğunu düşündürten bu adamın düşüncesindeki “basit ve yüzeysel” çıkarımları okuyup hoşlanan çok insan var. Bu kadar popüler bir “bilim adamının”, “evrim teorisini” insanın kökenini açıklamada kullanması ve insanın “anlam arayışının anlamsızlığını” savunması, bir yandan “kapitalizmi” eleştirir gibi yaparken yüceltmesi, diğer yandan “insanın tanrılaşması”nı yererken idealleştirmesi, kitabını okuyan gençlerde bir “hayranlık” uyandırıyor. Gençlerin yoğunlukla takip ettiği blog ve sözlüklerde bunu müşahede etmek mümkün. Tüm dünyada milyonlarca satan kitaplar yazmasının altında da, “herkesin ağzına bal çalması” yatıyor. Tabii, kullandığı “dil”in basitliği de çok satmasında en büyük etken.

Ucuzcu yazarın beş para etmez ve her biri diğeriyle çelişkili fikir çöplerinin bu kadar rağbet gördüğü bir memlekette biz de “Büyük Doğu-İBDA” gibi gerçekten pahalı ve nadide “bütün” bir fikri savunuyoruz. Deli miyiz, neyiz!..

 

Kaynak

Yuval Noah Hariri, Homo Deus – Yarının Kısa Bir Tarihi, Kollektif Kitap, İstanbul 2016

 

Haftalık Baran Dergisi, 9 Şubat 2017

Kıyamet Kütüphanesi ve Gelecek Senaryoları

 Şöyle bir haber düştü gazetelere: “Norveç, Küresel Tohum Kasası’nın ardından şimdi de Kıyamet Kütüphanesi’ni açtı.” Başlık ürkütücü: Kıyamet Kütüphanesi.  Kıyametten kasıt, büyük bir âfet, yok oluş. Nitekim haberde “nükleer saldırılara dayanıklı” olmasını vurguluyor ki, insanlığın kendi kendini imhasına karşı “bilgiyi” korumaya yönelik bir çaba kasdı anlaşılıyor. Haber şöyle devam ediyor:

– “Kütüphanenin amacı, en hassas ve yeri doldurulamaz bilgiyi gelecek kuşaklar için dijital ortamda koruma altına almak. Kuzey Kutbu Dünya Arşivi de, küresel tohum kasasının yer aldığı Svalbard Adası’ndaki Longyearbyen’de bir madenin içine inşa edilecek. Bu bölge, nisbî olarak felaketlerden korunaklı bir bölge.

Kitaplıkta bütün bilgi ‘offline’ olarak saklanacak ama gerektiğinde ve istendiğinde bilgiye erişim sağlanabilecek. Mahzenin içinde optik fiber bağlantı ile yüksek hızlı internet var. Tıpkı küresel tohum bankasındaki gibi, kutup dünya arşivi de nükleer ve elektromanyetik maddeleri geçirmeyecek şekilde tasarlandı. Öyle ki dünya ekonomisi çökse dahi, burada korunan bilgi güvende olacak.

Kuzey Kutbu dağlarının donmuş toprağı içinde çok derinlerde ve 42 devletin onayıyla silahsızlandırılmış bir takımada üzerinde yer alması, bu bölgenin bir mahzen (banka, kasa, kütüphane) inşa etmek için dünyanın en güvenli yer olduğunu isbatlıyor.

Proje, Norveç devletinin sahip olduğu bir kömür madeni şirketi olan Piql and Store Norske Spitsbergen Kulkompani’ye ait. Şirket, güvenli depolama ve 1000 yılın üzerinde uzun dönemli dijital koruma teknolojisini geliştirmiş. Norveç, Brezilya ve Mexico, en önemli bilgilerini ve kayıtlarını burada depolamak için imza veren ilk ülkeler. Dünya üzerindeki herhangi bir ülke, otorite, organizasyon, şirket yahut fertler burada bilgilerini güvenle saklayabilecek.

Dünya Arktik Arşivi, dünyadaki tek ‘kıyamet kütüphanesi’ değil. ABD’nin Kuzey Carolina eyaletindeki ‘Survivor Library’ kütüphanesinde, insanlığa medeniyeti yeniden inşa etme konusunda yol gösterici 7 bin kitap bulunuyor.”

Kıyamet senaryoları, dünyanın bir gün, ya nükleer felaketlerle, ya biyolojik silahlarla, savaşlarla yok edileceğini yahut tabiî âfetlerle, sular altında kalarak, depremlerle, güneş patlamalarıyla, yıkılıp parçalanarak yok olacağını varsayıyor. Holywood filmlerinde de bu konu oldukça fazla işlendi. Bu filmlerde de genellikle tabiatın dengesinin bozularak dünyanın sonunun geleceği anlatıldı.

Dünyanın sonu geldiğinde, hakikaten kıyamet koptuğunda ise buzullardaki mikrofilmlerden yararlanarak medeniyeti yeniden inşa edecek insan kalmayacağına göre, Norveç’teki şirketin, bu kütüphanede saklayacağı kitaplardan “şu ânda” elde edeceği gelir yanına kâr kalacak gibi görünüyor.

Meselenin ilginç tarafı, Batılıların “istikbale dair” beklentisinin artık “kıyamet” olması. Buna yönelik yatırımlar yapması. Meselâ, dünya yok olursa diye uzayda hayat arayışları…

Bunun yanında, gelecek senaryoları da var. ABD her beş yılda bir, ABD’deki istihbarat kuruluşlarını bünyesinde toplayan Ulusal İstihbarat Direktörlüğü’ne bağlı, Ulusal İstihbarat Konseyi tarafından, gelecek senaryosu raporu yayınlıyor. En son hazırlanan 2012 tarihli “Küresel Eğilimler 2030: Alternatif Dünyalar” raporunda, 2030 yılını bekleyen en iyi senaryo, ABD, Avrupa ve Çin’in işbirliği içinde başı çektiği bir dünya, en kötü senaryo ise devletler arasında geniş çaplı ihtilafların oluşması olarak gösteriliyor. Türkiye’yi orta katmanda ülkeler olarak, Kolombiya, Endonezya, Brezilya gibi ülkelerle bir arada zikreden raporda, (raporu kaleme alan) Mathew Brows, Türkiye’nin Ortadoğu’ya model olması gerektiğinin altını çiziyor. Yâni Türkiye bu senaryoya göre rolünü iyi oynayamadı ki, raporda “şişeden cin çıkması” olarak adlandırılan durumlar, Kürdistan meselesi gibi, gündeme geldi. Velhasıl ABD, şişeden cini de kendisi çıkarıyor. Tabiî ki son tahlilde, Batının gelecek senaryoları, genellikle İslâm dünyasının “kıyameti” anlamına geliyor

Bütün bunlardan sonra Türkiye’ye dönüp baktığımızda, henüz kendi medeniyet mirasını tam anlamıyla ortaya çıkaramamış, müzeler ve kütüphaneler bakımından üçüncü dünya ülkelerinden farksız bir manzara çıkıyor ortaya. Misâl, Türkiye’nin bu anlamda bir “istikbal senaryosu” var mıdır derseniz, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “2023 vizyonu” olarak sık sık tekrar ettiği bir şey var. Ama muhtevası hakkında birtakım spekülasyonlardan başka bir şey bilmiyoruz. Yollar, köprüler, metrolar gibi maddiyattan öte bir muhtevası var mıdır acaba?

Geldiğimiz noktada, Batıda ve Doğuda, devletlerin “gelecek senaryoları” pamuk ipliğine bağlı siyasi ve teknik bir takım “değişmelere” dayanıyor. İnsana ve insanın istikbaline dair tek bir fikir kırıntısı göremiyoruz. İnsan ve toplum meselelerinin halline dair herhangi bir fikir ortaya koyamayan bugünün “dünya yöneticileri”, elitler, siyasiler, derece derece, hepsi kendi paçasını kurtarmanın derdinde.

Daha önce de yazmıştık. Türkiye’nin geleceği “Başyücelik”tir, Üstad Necib Fazıl ve Mütefekkir Salih Mizabeyoğlu’nun yazdığı bir senaryoyu yaşıyor gibiyiz, diye. Bu iki dehanın Türkiye’nin dününe, bugününe ve geleceğine dair ortaya koydukları görüşler birer birer gerçekleşirken, hâlâ kendi iç siyasi açmazları içinde debelenen siyasetçilerin de bu gerçeği bir ân evvel idrak etmeleri gerek.

“İstikbâl İslâmındır” isimli eserinde şöyle yazar Salih Mirzabeyoğlu:

– “Öyleyse; 21. yüzyıla kadar bütünlük şuurunu kaybede kaybede gelenlerin, MUTLAK FİKRİ eşya ve hadiselere tatbik edebilmek için neye ihtiyacı vardır? Bütün insan ve toplum meselelerinin hallinde kendisiyle YÜRÜYECEĞİMİZ ve kendisini de yürütmüş olacağımız sisteme; bütünlük şuuruna; görüş, inanış ve ölçülendirişte “Mutlak Fikir”e nisbet içinde olabilmek için gerekli ANLAYIŞ MİHRAKI’na; kısaca bütün insanî verim şubelerinde tezahür edecek ahlâkın ruh ve sistemine; tatbik fikrine, bunun şuuruna… Tek kelimeyle BÜYÜK DOĞU’ya!

İşin ön sözüyle son sözünü kendine bağlayan mânâ, Allah’ın Kur’ân’da buyurduğudur:

– “Allah nurunu tamamlayacaktır, kâfirler istemeseler de.” (Salih Mirzabeyoğlu, İstikbâl İslâmındır – Denenmemiş Tek Nizâm, İBDA Yay., 3. Basım, İstanbul 1995, s. 151)

Sadece Türkiye’nin değil, bütün İslâm âleminin “kurtuluş senaryosu”, İslâma Muhatap Anlayışın asrımızdaki temsilcisi Büyük Doğu-İBDA dünya görüşüdür. Bunu böyle kuru slogan olarak söyleniveren bir şey olarak düşünüyorsak yanılıyoruz. Zira bu, hâlihazırda “yaşanan”dır da!..

Haftalık Baran Dergisi, 6 Nisan 2017

Mütefekkir Mirzabeyoğlu’nun ‘Yağmurcu’ Eseri Vesilesiyle

 Salih Mirzabeyoğlu’nun ilk baskısı 1996 yılında yayınlanan “Yağmurcu-Gerçekliğin Peşinde” isimli eserinin ikinci baskısı geçtiğimiz günlerde çıktı. Kitab, ismini, Carl Gustave Jung’un Çin’de yaşayan arkadaşından naklettiği bir “Yağmurcu” hadisesinden alıyor. Eserde, akıl ve mantıkla açıklanamayan ve Batılıların “Parapsikolojik” olarak adlandırdığı hadiseleri örneklendirerek, bunların İslâm tasavvufu ve tefekkürü zaviyesinden “hakikatini” ortaya koyuyor. Bu tür “mistik-sırra dair” hadiselerin (Batı’da bile çoktan aşılmış olan fakat bizdeki “kuru akılcı”ların hâlâ kumda oynadığı) olabilirliği üzerinden, hem insandaki “din ihtiyacının” merkezî rolünü, hem de insan ruhunun derinliklerinde olan bitenlerin hakikatini işaretliyor. Kuru akılcılığın, önünde apışıp kaldığı bu tür olağanüstülüklerin mânâsını, yine İslâm aklıyla-selim akılla ortaya koyuyor Mirzabeyoğlu. Böylece “ruhçuluğun hakikati”ni de…

Akıl ve mantıkla açıklanamayan “olağanüstü hâller” deyince, elbette “keramet ve istidraç” bahislerini de davet ediyor bu mesele. Bilindiği üzere Allah dostlarından sadır olan olağanüstü hâllere “keramet” deniyor. Salih Mirzabeyoğlu, bu konuyu; “Velilerde tecelli eden kerâmetler, bağlı oldukları Nebilerin tasarrufundadır; bu yüzden iradesi Allah’ın iradesi olmuş velilerde tecelli eden kerametler, onların şahsî isteği ve ihtiyarı ile olmuş değildir…” şeklinde açıklar. Malûm olduğu üzere Allah dostları “keramet”e değil istikamete kıymet verirler. İstidraç, “sahte keramet” olarak adlandırılır ki, Mirzabeyoğlu “keramet ve istidraç” arasındaki farkı da şu şekilde açıklar: “Biri Allah’a ve Allah’ta seyr istikametinde tecelli eden bir harika, diğeri tümevarımın zafiyeti ile malûl ve kendi kendinden ibaret hiçlik mesabesinde bir hüner…”

İslâmcı geçinen “kuru akılcıların” İslâm Tasavvufu’nu reddindeki sahtelik de, “istidraç” nevinden bir olağanüstülük olsa gerek. Nitekim onlar, “olağanüstü” hâllere, hatta Resul’den sadır olan mucizelere burun kıvırıp, yan gözle bakarken, Batı’da veya Doğu’da “istidraç” nevinden meydana gelen olağanüstü hadiselere bir “Müslüman”(!) olarak yapacakları açıklama nedir? Öyle ya Müslüman çağından sorumludur, “halife”dir ya?

Yukarıda bahsini ettiğimiz “Yağmurcu” hadisesi şöyle anlatılıyor eserde:

– “Kiautschau bölgesinde korkunç bir kuraklık oluyor ve yöre halkı umutsuzluk içinde… Katolikler, protestanlar, yağmur için dua ediyorlar, Çinliler kutsal ateş yakıyorlar… Fakat hiçbiri işe yaramıyor… O zaman “Yöre Konseyi”, iç bölgelerden, Schantung’dan bir uzman, bir YAĞMURCU getirtmeye karar veriyor… Kendisini şehir kapısında karşılamaya geliyorlar ve soruyorlar:

– “Sizin için ne yapabiliriz? Arzunuz nedir?”

– “Şehir dışında küçük bir ev verin ve beni rahatsız etmeyin!”

Yağmurcu, küçük bir bahçeyle çevrili evine çekilip üç gün ortalıkta gözükmüyor… Dördüncü günün sabahı lâpa lâpa kar yağmaya başlıyor; bu mevsimde kar, en iyimser umutları bile aşan bir hâdise… Halk büyük bir coşku ile sokaklarda bağırıyor:

– “Yağmurcunun işi bu, yağmurcunun işi!”

Şehirden geçen arkadaşım, bu adamı görmeye gidiyor ve kendisine bunu nasıl becerdiğini soruyor… Çinli, büyük bir tevazu içinde cevap veriyor:

– “Oh! Bunu çok kolay açıklayabilirim. Ben Schantung’tan geliyorum; orada yağmur düzenli yağar, herşey düzenlidir, bu sebeple ben de düzen içindeydim. Kuraklığın hüküm sürdüğü Kiatschau’ya geldim, burada herşey düzensizdi, benim de düzenim bozuldu. Bu sebeple, sakin kalabileceğim ve DERİN DÜŞÜNCEYE DALABİLECEĞİM bir ev istedim. Üç gün-üç gece kendi kendime çalıştım ve eksik olan düzen yeniden kuruldu; kurulunca da yağmur yağmaya başladı!”

İslâm’a, yani ruhçuluğun hakikatine karşı olanlar, misâl Batılı bir ilim adamından gelince hemen mayışıyorlar: “Ah ne harikulade!”. “Allahsız ruhçuluk” onlara daha “hoş” geliyor. Çünkü “İslâm’ın tekliflerinden nefs hoşlanmaz”.

Ancak İslâm’a değil de “ruhçuluğuna” karşı olanlar (nasıl oluyorsa), Batı’dan veya Doğu’dan bu tür olağanüstülükleri “kuru” akılları ile nasıl izah ediyorlar acaba? Öyle ya “miraç mucizesini” bile türlü çeşit açıklamalarla akla uygun hâle getirmeye uğraşanların, ona nisbetle “alelâde” bu hadiseler karşısında söyleyecekleri ne var?

Şöyle yazar Mirzabeyoğlu:

– «“Batı’da Psikoloji’nin üç büyüklerinden biri ve hattâ en büyüğü olarak karşılanan C. G. Jung, uzun süre Çin’de yaşamış bir arkadaşından naklen anlatıyor” kaydıyla, “Yağmurcu” vakıasını vermiştik… Kâfirin de zıddından ruhçuluğun hakikatine bağlılığını gösteren bu güzel misâl, aynı zamanda düpedüz basitliği temsil eden maddecilere karşı, her işin ruhta olup bittiğini göstermesi bakımından ne kadar mânâlı!

Herşeyi bir iç âlem düzeni peşindeki tertip gayesine bağlı bilen ve bunun hakikatini temsil eden biz, kaba maddeciliğe karşı, zıddımızı temsil eden bir ruhçuluktan misâl veriyoruz ki, İslâm’a karşı olanların birbirlerini görebilmeleri için ayrıca mühim!

Olur olmaz “gerçekçi, gerçekçi değil” klişesini geveleyen dört köşe kafalar, kendi anlayışları içinde de anlaşılabilecek gerçeklerin buudlarını anlasınlar: Sözkonusu hâdise, belirli saatlerde belirli şeyler yapmaya, meselâ belli saatte saatin ziliyle uyanmaya alışmış bir adamın, zil çalmasa da o saatte uyanmasına benzer şekilde ruhî bir programlamanın eşyaya yöneltilmiş şeklidir.

Efendim bu, Batı’nın, mevzuundaki en büyük bir ilim adamının tasdik ettiği bir hâdise, bir hakikattir!»

Yağmurcu’da, tenasühten-reenkarnasyondan uzaylılara, aniden kaybolan insanlardan Bermuda şeytan üçgenine, zaman kaymasından kara deliklere ve simyaya kadar, pek çok “açıklanamayan” olağanüstülüklere dair, İslâm tefekkürünün getirdiği mânâlandırmaları okuyacaksınız. “Allahsız ruhçuluğun” sınırını; ilk insanın cennetten yeryüzüne gönderilen Hazret-i Âdem olduğuna inanmayan ama “uzaydan gelen adamlara” inananları; “Miraç”ı yalanlayan ama kurgu filmlerinde Miraç hadisesini yağmalayanları; türlü çeşit temelsiz mistik görüşlere kapılan ama İslâm deyince “akla mantığa aykırı” bulanları enselerinden yakalıyor İbda Mimarı bu eserinde. Böylece tâ 1996 yılında, bugün Kuantum vesilesiyle ayyuka çıkmış “Allahsız ruhçu” görüşleri nasıl değerlendireceğimizin ipuçlarına yer veriyor.

Son olarak eserin “Takdim”inden şu bölümü aktarmadan geçemeyeceğim:

– “Her türlü başıboş arayış verimini ve tesbit olunmuş her hakikati yerli yerince koymak; bir nevi ruh kamaşması uyandıran ve küfre geçit veren harikalara dair hâdise nakillerindeki telkin gücünü, misliyle geri döndürecek gerçek imân ve din kutbundan pencere açmak… Bunu misâllendirdik; misâllendirmek istedik!..”

 

Haftalık Baran Dergisi, 4 Mayıs 2017

“Bilgi Bilinmezden Devşirilir” ve “Görünmez Yüzyıl”

 Geçenlerde Türkiye’deki genç bilim adamlarının katıldığı bir programı izlemiştim. Kafalarındaki “bilim” idrakinin “mutlak”lığından emindiler. “Bilim” dedikleri şeyin “tekrarlanabilir deneylerle ispatlanmış” ilkelerden ibaret olduğunu vurguladıklarında da kendilerinden emindiler. Oysa bilimin ortaya koyduğu “gerçeklik” şüphelidir. Geçici bir “gerçeklik”tir. Galileo’dan bugüne idrakimiz Atomaltı fiziğine dayanmış, “gerçeklikler” sürekli değişmiştir.

İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu, “bilgi bilinmezden devşirilir” diye yazar. Ve ekler: “Her şeyin bilindiği yerde, her şey donmuş demektir ki, hayat olmaz.” Yani bilinmezin olmadığı yerde “bilmek” de anlamsızdır diyebiliriz.

Bu anlamda, Richard Panek’in “Görünmez Yüzyıl” isimli eserinden hoş bir hikâye:

“Bak. Babası ona bir şey gösterecekti. Göstereceği şey, minyatür bir saat gibi küçük ve yuvarlaktı, ama yüzeyinin ortasından dışarı doğru uzanan iki kol yerine demirden bir ibre vardı. Çocuk bakmaya devam ederken babası cismi çevirmeye başladı. İlk önce bir tarafa, sonra da diğer tarafa çevirdi ve bu sırada olağanüstü bir şey oldu. Çocuğun babası cismi hangi yöne çevirirse çevirsin ibre hep aynı yönü gösteriyordu – çocuğun beklediği gibi cisimle aynı doğrultuda bir yeri değil ama… Başka bir şeyle aynı doğrultuda bir yönü. Aletin dışında, çocuğun göremediği bir şeyin etkisiyle ibre oynamaya başladı. Bundan altmış yıl kadar sonra, bu olayın olduğu sırada dört yaşında mı beş yaşında mı olduğundan emin olamayan Einstein, olaydan çıkardığı dersi daha dün gibi hatırlıyordu. Bütün her şeyin arka planında gizli başka bir şey olmalıydı. Daha doğrusu gizli bir şeyler. Çocuk büyüdükçe o gizli şeylerden bir kaçının ne olduğunu öğrendi: Babasının, o gün ona göstermeye çalıştığı şey, manyetizma ve elektrik ve bu ikisi arasındaki ilişkiydi. Sonradan manyetizma ve elektrik arasındaki ilişkinin çok yeni bir keşif olduğunu, kimsenin tam olarak bu bağlantının nasıl işlediği konusunda kesin bir fikre sahip olmadığını ve yaşadığı dönemde fizikçilerin, bu ilişkinin insanlara görsel olarak ışık şeklinde yansıdığını anlattıklarını öğrendi. Ve ışığın nasıl işlediğini kimsenin anlamamasına karşın, herkesin, ışığın bilinen en büyük gizemin içinden geçerek hareket ettiğini varsaydığını ve bu gizemin herkesin gözünden kaçmasına rağmen dönemin en önde gelen fizikçileri tarafından “avucumuzun içinde” diye tabir edildiğini öğrendi. Bu şey eter (esir)di.”

Panek, “Görünmez Yüzyıl” isimli kitabında “Freud” ve “Einstein”in ortaya koyduğu “bilinçaltı” ve “izafiyet”in, “Psikanaliz” ve “Kozmoloji” gibi bilim alanlarına nasıl yol açtığının hikâyesini, “görünmeyen” ve dolayısıyla “bilinmeyen”ler üzerinden anlatıyor. “Madde” deyince kafamızda “somut-müşahhas” bir şey oluşur. Hatta bir şeyin görünürlüğünü anlatmak için “maddi örnekler” veririz. Bir takım ilmî keşifler yapılmadan evvel ne mikrobu, ne gökyüzündeki sayısız yıldız ve galaksiyi, ne de yeryüzündeki sayısız canlıyı (gözümüzle göremediğimiz için) bilmiyorduk. Bilmediğimiz şey bizim için yoktu. X ışınını keşfeden Wilhelm Conrad Röntgen’e bir röportajda sorarlar:

– “Görünmez olan şey artık görünür mü oldu?”

– “Gözümüze değil!” cevabını verir.

İşte “görmenin” bir şeyin “gerçekliğini”, “varlığını” ve “hakikatini” keşifteki rolü… Gözümüzün göremediği “gerçeklikler”…

Şöyle yazar Panek:

“Teleskopla bakarak çıplak gözle görülebileceğinden çok daha uzağı görmek ve Dünyamız dışında var olan yeni dünyaları keşfetmek mümkündü. Mikroskopla bakarak çıplak gözle görülebileceğinden çok daha yakını görmek ve içimizde var olan yeni dünyaları keşfetmek mümkündü. Çıplak gözle görülenden daha fazlasını görerek, daha fazla şey keşfetmek mümkündü. Peki, ne kadar fazla? Bu, doğa bilimcilerinin kendi kendilerine sorduğu mantıklı bir soruydu ve gelecek üç yüzyıl boyunca bir cevap arayışına girmeleri kaçınılmazdı: Evrendeki en iç ve en dış âlemlerle ilgili gerçekler, sistemli bir şekilde takibe alınmıştı. Yirminci yüzyılın başına gelindiğinde, bu takibin görsel aletlerin yardımıyla bile insanın algılayış yeteneğinin en uç noktalarına ulaştığı görülüyordu ve bu noktada doğa bilimcileri şunu merak etmeye başladı: Peki ya şimdi ne olacak? Peki ya artık keşfedilecek daha fazla şey kalmadıysa? Yani: Üç asır önce başlayan dev bilim dalgası bir sona mı yaklaşıyordu? Ya da mevcut bilgilerin daha detaylı incelenmesi, daha büyük gerçeklerin kapısını mı aralayacaktı? Fakat bazı araştırmacılar, bir şekilde kendilerini üçüncü bir seçenekle karşı karşıya buldular. Bilimsel araştırmanın ikiz sınırları olan iç ve dış evrenleri zorlarken bir çıkmaza sürüklendiler. Ama bu çıkmazın üstesinden geldiler. Yeni bir tür bilimsel kanıt keşfedene dek bakmaya devam ettiler, sadece üstün körü bakmakla keşfedilemeyecek bir kanıt, görünen âlemin ötesinde bir kanıt, bütün bakış açılarına karşı görünmez kalabilen bir kanıt bulana dek. (…) Isaac Newton dış evrenlerle ilgili bilgileri kavrayış gücünün sınırlarına dayandırdığında yerçekimi kavramını ortaya çıkardı. Rene Descartes iç evrenlerle ilgili bilgileri kavrayış gücünün sınırlarına dayandırdığında bilinç kavramını ortaya çıkardı. Ama yirminci yüzyıla gelindiğinde, bazı araştırmacıların ortaya çıkarmaya başladığı görünmezlik kavramı yepyeni bir şeydi. Bu, bilim adamları için doğaüstü şeylere, batıl inançlara ve metafiziğe ilgi göstermek felaketle eşdeğerdi. Ama şimdi görünmez olsalar da su götürmez kanıtlar vardı karşılarında.”

Yüzyılımızın bilimi “görünmeyen”ler üzerine yoğunlaşmış durumda. Madde dediğimizde elle tutulur, gözle görülür bir şeyi kasdetmiyoruz artık. Panek’in yüzyılımızı “görünmez” olarak niteleyişinin sebebi de bu. Şöyle anlatıyor:

“Einstein’ın arkadaşı fizikçi Werner Heisenberg kendisiyle 1926 senesinde bir akşam onun hala saf bir pozitivist olduğunu düşündüğü bir dönemde aralarında geçen konuşmayı anımsıyordu. Heisenberg, aklını meşgul eden bir sorunu – deneysel kanıtlara dayanarak bir atomda bulunan elektronların yörüngelerini açıklayamadığını, çünkü bu olayın henüz net bir şekilde gözlemlenebilecek düzeyde olmadığını anlatıyordu. Einstein da, “Herhalde bir fizik teorisinde sadece gözlemlenebilir öğelerin bulunması gerektiğine inanmıyorsunuz ya?” diye karşı çıktı. Heisenberg şaşırarak. “Siz görecelik teorisinde öyle yapmadınız mı?” sorusunu yöneltti. “Mutlak zaman gözlemlenemeyeceği için mutlak zaman hakkında konuşmanın doğru olmadığını: zamanı ölçmede ister hareketli isterse hareketsiz sistemlerde sadece yerel saatin gerçek olabileceğini vurgulamıştınız”. “Muhtemelen böyle bir mantık izlemişimdir.” dedi Einstein, “Ama yine de bu saçmalıktan başka bir şey değil.” Sonra, “Gözlemler bir teoriyi oluşturmada faydalı, bilgilendirici ve yol gösterici olabilir,” diye eklemişti. Ama görecelilik teorisini pozitivizmin ilkelerine sadık kalmadan tasarladığı kuşkusunu içinde hissettiği zaman gözlemlerin önemini aşırı derecede abartmıştı. “Prensipte gözleme dayalı olgular üzerine bir teori kurmak oldukça yanlıştır. Yalnız iş pratiğe döküldüğünde durum tam tersine döner. Neleri gözlemleyebileceğimize karar veren, teorinin kendisidir.”

“Eddington, güneş tutulmasının sonuçlarının açıklanmasından yalnız bir ay sonra The Contemporary Review dergisinde, “Okuyucu, bükülen uzayın aslında kendi bükülen anlayışı olduğunu bilmeli” diyordu. Hayatta kalma iç güdüsünden değil belki de ama alışkanlıklarımızdan dolayı aklımızın dış dünyayla doğrudan bağlantı içinde olduğunu farz etmiştik hep. Gördüklerimizin kesinlikle orada olduğuna inanmıştık hep. Ama durum böyle değildi. “Bunun ötesinde” diye devam ediyordu Eddington, “Dış dünyayla ilgili fikir üretmemizi sağlayan en önemli iki unsur – boşluk ve zaman – aslında dış dünyaya ait değilmiş.” Peki o zaman neredelerdi? “Algı kanallarımız aracılığıyla beynimize ulaştırılırken oluşuyorlar”dı.”

Kitabını şu sözlerle bitiriyor yazar:

“Yerçekimi nedir? Yirmi birinci yüzyılın başında bulunduğumuz şu dönemde fizikçiler evrendeki galaksilerin sayısının yüz yirmi beş milyarı bulduğunu, her birinin içerisinde elli milyon kara delik bulunduğunu ve bunun doğrultusunda evrende beş katrilyon civarında kara delik bulunuyor olabileceğini düşünüyor. Ama hala kara deliklerin diğer tarafında neler olabileceği bir fikirleri yok. Bilinç nedir? Yirmi birinci yüzyılın başında bulunduğumuz şu dönemde nöroanatomistler insan vücudunun yüz milyar hücreden oluştuğunu, bunların her birinin bin ila on bin arası sinapstan meydana geldiğini, bununda az çok yüz trilyon bağlantı noktasına denk geldiğini düşünüyorlar. Ama bir düşüncenin tam olarak ne olduğunu hala açıklayamıyorlar.”

İşte bu “açıklananamayan”, “görülemeyen” ve “bilinemeyen” şeyler, “bilimin” “geçici gerçekliklerden” yeni gerçekliklere yürümesini sağlamaktadır.

*Kaynak: Richard Panek, Görünmeyen Yüzyıl, Altınbilek Yay., İstanbul 2006
 
Baran Dergisi 557. Sayı

“Zeybeğin Ölümü”

Üstad Necip Fazıl “Benim Gözümde Menderes” isimli eserinde Celal Bayar’ın şu sözlerine yer verir:

“Fakat kaderin ne acı bir oyunudur ki, bütün hayatında meşruluğu bu ölçüde savunmuş, kanun içinde kalmak konusunda bu ölçüde titizlenmiş, milletten başka baskı kaynağı olmayacağına bu ölçüde iman etmiş bir devlet adamı, Anayasayı çiğnemek iddiasıyla darağacında can verdi!..”

Üstad Necib Fazıl’ın tarih görüşünü “keramet çapında” olarak değerlendirir İbda Mimarı. Üstad’ın “Benim Gözümde Menderes” isimli eserinin her cümlesinin de, “bugüne” ışık tutan keramet çapında değerlendirmeler olduğunu görebilirsiniz. Menderes’in iktidara gelmeden, iktidara geldikten sonra ve idam edilmesine kadar yaşanan süreci, tüm teferruatlarıyla anlatmakla kalmaz, her biri bir fikir, siyaset ve aksiyon dersi olan değerlendirmeler yapar. Bu değerlendirmeler, o günleri sanki bugün değerlendirmiş gibi tazedir ve her kesimin alacağı pek çok dersi muhtevidir. Mesela, Demokrat Parti iktidara gelmeden evvel tesadüfen Maraş’ta karşılaştığı iki genç DP’liyle ilgili şunları yazar:

 “Bir aralık Fevzi Lûtfi ve Samed’i alarak kimsesiz bir odaya çekildim ve tepeden inme sordum:

— Demokrasi bir ideal değil, bir metottur. Sizin bu metot içinde güttüğünüz dünya görüşü nedir ve insanlarla mezhepler arası dost ve düşman kutuplarınız kimler ve nelerdir? Ve acaba bizim dost ve düşman kutuplarımızla alâkanız ne merkezdedir? İşte müzakere usulünü tâyin edici biricik vazediş budur! Demokrat Partiye fikir ve (doktrin) rengi verebilecek gençler arasında bu ikisinden daha yeterli bulunamayacağına göre, bana verdikleri cevabın sığlığı, onların da Celâl Bayar’dan ileriye bir fikir sahibi olmadıklarını ve partilerinden fazla bir şey beklemeye yer bulunmadığını gösterdi.”

Üstad’ın DP’ye ve iktidar olduktan sonra Menderes’e bakışı, ne menfaat, ne ikbal, ne de başka bir şeydir: Bir dava adamının, davasının istikbali ve hali gereği, gerektiği yerde şiddetle tenkid, gerektiği yerde de yol göstericilik yapmasından ibarettir. Her karşılaştığı durumu davası lehine semerelendirme…

Demokrat Parti’yi üç devreye ayırır ve şöyle değerlendirir Üstad:

“Demokrat Partinin 14 Mayıs 1950’de başlayıp 27 Mayıs 1960 darbesiyle sona eren tam 10 yıl 13 günlük iktidar hayatını, seçimlerle sınırlı üç devre içinde mütalâa etmek, son derece ayrıntılı çizgileri bakımından riyazi bir görüş olur.

Birinci devre: 1954 seçimlerine kadar 4 sene… Hedefsiz Gayret Devresi…

İkinci devre: 1957 seçimlerine kadar üç sene… Boşuna Zahmet Devresi…

Üçüncü devre: 1960 baskınına kadar üç sene… Boyuna Gaflet Devresi…”

Bu devreleri tek tek inceler ve bugün ders alınması gereken müthiş değerlendirmelerde bulunur. Bence en can alıcı bölüm şudur:

“Adnan Menderes, iktidara erdiği ilk günden itibaren, halkın kendisini öc alıcı olarak gönderdiğinden habersiz, kusuriyle «inkılâp» dediği şeyin ne olduğundan ve onun başında Halk Partisini tasfiye memuriyeti bulunduğundan gafil, ona normal bir muhalefet partisi mahiyetinde hayat hakkı tanımıştır. Milletin, bir silkelenişte boynundan söküp attığı yılana, Adnan Menderes hiç bir hamleye aklı ve gücü yetmez demokrasi softalığı içinde, sadece uslu durmasını şart koşarak kafeste yer vermiştir. Böylece, ilk günden itibaren kaatilini beslemeye ve onunla demokrasi prensipleri üzerinde anlaşmaya yönelmekle intiharını kendi eliyle imzalamış; üstelik 14 Mayıs 1950 zaferinin bir inkılâp değil, basit bir seyr içinde hazin bir muvaaza getirdiğini, 7 yıl sonra anlaşılmak ve Onuncu sene nihayetinde de kafalara dank diye çarpmak üzere o günden belli etmiştir.”

Nihayet, eserin sonunda, Üstad Necip Fazıl’ın yine bugüne hitap edici maddeler halinde sıraladığı değerlendirmeler:

 “Nazik anlarda bir dostuna demişti ki, Adnan Bey:

“— Kardeşim! Şu Ankara’ya bak! Şu ufka bak! Şu Mehmetçiğe bak! İhtilâl olacak diyorlar! Bu Mehmetçik mi bana ateş edecek? Ben ki, onun köyüne yolu götürdüm, suyu götürdüm, makineyi, işi, parayı götürdüm… Onun için, onun Ayşe’si için, Fatma’sı için, anası için, babası için neler yapmadım? Ben gecemi, gündüzümü, bunlara adamadım mı?… Bunlar mı ihtilâl yapacaklar?…”

Bilmiyordu ki, sam yeli eserken sapsarı bozkırlara bakıp iç geçirerek köyünü ve tarlasını düşündüğü Mehmetçik, kılıç gibi, hançer gibi, balyoz gibi bir şeydir; ve anadan, babadan devralınan mutlak itaat, sorgusuz baş eğme hasleti yüzünden, kimin eline geçerse onun işini yapar… Ah Menderes, daha neler bilemedin sen, neler!..

Birincisi: Üzerinde toplanan bütün hıncın tam mânasıyle sivil olmandan ileri geldiğini bilemedin ve ona göre davranamadın!

İkincisi: Harbiye’den başlayarak ordunun içine girmek, oraya yeni bir mâna, bir çift göz ve kulak yerleştirmek gerektiğini, yoksa orduyu müdahalesiz ve kendi başına bırakmanın onca bir nevi düşmanlık sayılacağını bilemedin ve ona göre davranamadın!..

Üçüncüsü: Tanzimat’tan beri gelen sahte inkılâplara “dur!” demeyi, bu dâvada asıl sorumlu Halk Partisini topyekûn eseri ve tesiriyle iptal etmeyi, Allah’ın sana biçtiği memuriyete göre Türk’ün ruh köküne dayalı gerçek inkılâbın ne olduğunu göstermeyi bilemedin ve ona göre davranamadın!..

Dördüncüsü: Toprak ve köylü sermayesine yönelici millî bir iktisad politikası takip etmenin, mason, Yahudi ve kozmopolitler elindeki karanlık sermaye merkezlerini kudurtacağını ve aynen olduğu gibi, seni zaif düşürmek için partini hiziplere böldüreceğini ve seni zıtlarınla halkalayacağını bilemedin ve ona göre davranamadın!..

Beşincisi: Hesap sormayanlara mutlaka hesap sorulacağını, üstelik, aynen olduğu gibi, kendisinden hesap sorulmayanın kendi öz suçuna hesap sormayana devr ve havale edeceğini, onu aslında kendi suçiyle suçlandıracağını bilemedin ve ona göre davranamadın!..

Altıncısı: Ruhlara hâkim olunmadıkça ve orada bir imar sahası açılmadıkça madde imarının basit ve haris gözlere mirasyedilik gibi görüneceğini ve içtimaî sınıfları yeni refah şartları istemeye doğru tahrik edeceğini, ortalığa bir açgözlülük havası yayılacağını ve bazı sınıfların bu hava içinde müthiş yağmacılık hissine kapılacaklarını ve haklarını gasbedilmiş sayacaklarını bilemedin ve ona göre davranamadın!..

Yedincisi: Tepeden ve etrafındaki zıt kutupları tasfiye ve tevsiye edip partini yekpâreleştirmeyi ve bu yekparelikle bütün aykırılıkların üstünden silindir gibi geçmeyi, tezatsız bir kadro kurmayı bilemedin ve ona göre davranamadın!..

Sekizincisi: Partisine bağlı milliyetçi ve mukaddesatçı gençliği kendi elinle boğmak yerine, ne yapıp, dere, tepe, bunları dörtlü ümit yaprağı ararcasına bulmak ve demetlemek icap ettiğini bilemedin ve ona göre davranamadın!…

Dokuzuncusu: Sana hesap soranlara “asıl hesap soracak benim!” diye ölmeyi bilerek kahramanlaşmayı bilemedin ve ona göre davranamadın!..”

Adnan Menderes’e Allah’tan rahmet, 27 Mayıs darbe sürecinde yaşananların da bugüne ibret olmasını dileriz.

* “Zeybeğin Ölümü”: Üstad Necib Fazıl’ın Adnan Menderes’in idamından sonra yazdığı şiir.

​Baran Dergisi 558. Sayı

Kendini Arayan İnsan

 Seyyid Ahmed Arvasî Kimdir?

1932 yılında Ağrı’nın Doğubeyazıt ilçesinde doğdu. Ailesi Van’ın Bahçesaray kasabasına bağlı Doğanyayla (Arvas) köyündendir. Muhitlerinde ‘Arvasiler’ olarak tanınırlar. Soyadı kanunu çıktıktan sonra köylerinin adı Arvas oldu.

1952 yılında Erzurum Öğretmen Okulu’ndan mezun oldu. Bir süre ilkokul öğretmenliği yaptı. 1958’de Gazi Eğitim Enstitüsü Pedagoji Bölümü’nü bitirdi. Sırayla Balıkesir, Bursa ve İstanbul’daki Eğitim Enstitülerinde hocalık yaptı. 1979 yılında emekli oldu. Aynı yıl Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel İdare Kurulu’na seçilerek, bu partideki görevine, 12 Eylül 1980 ihtilaline kadar devam etti. MHP’den İstanbul Senatör Adayı da oldu.

Hergün Gazetesi’nde, ‘Türk-İslam Ülküsü’ başlığıyla günlük makaleler yazdı. 12 Eylül darbesinden sonra, MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası’ndan yargılandı. Mamak Cezaevi’nde işkence gördü. Tahliye olduktan sonra ülkücü gazete ve dergilerde yazılar yazdı. Türkiye gazetesinde Hasbihal başlığı ile makaleleri neşredildi. 31 Aralık 1988 tarihinde İstanbul Erenköy’deki evinde vefat etti. Vefat ettiğinde yaşı 56 idi.

Eserleri şunlardır: Türk-İslam Ülküsü (3 cilt), Kendini Arayan İnsan, İnsan ve İnsan Ötesi, Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz, Şiirlerim, Eğitim Sosyolojisi, Doğu Anadolu Gerçeği, İleri Türk Milliyetçiliğinin İlkeleri, Hasbihal (6 cilt). Hasbihal, daha sonra konularına göre şu isimlerde yayınlandı: Emperyalizmin Oyunları, Devletin Dini Olur mu, Kadın Erkek Üzerine, İnsanın Yalnızlığı.

Kendini Arayan İnsan

S. Ahmet Arvasî’nin “Kendini Arayan İnsan” isimli eserini, onun eserleri arasında biricik kılan nedir?

Bilindiği üzere Ahmet Arvasî bir “hoca”dır. Talebelerinin anlatımıyla çok mükemmel bir muallimdir. Günümüzde arasak da bulamayacağımız türden… Onun “Kendini Arayan İnsan”daki, mücerred meseleleri, temel kavram ve fikirleri tane tane anlatışı, tek tek izah edişi, biraz da onun “muallim” vasfı ile alâkalıdır.

Diğer yandan Salih Mirzabeyoğlu’nun tabiriyle devrinin aydın geçinenleri arasında “hariç” tutulabilecek bir fikir haysiyetine sahibtir. Ele aldığı kavramları titizlikle inceleyip, bilhassa “Kendini Arayan İnsan” isimli eserinde, İslâm tefekkürü dairesi içinde bir tefekkür ortaya koymuştur.

Yine Arvasî, “Büyük Doğu’nun ne anlama geldiğini bilerek Büyük Doğucuyum” der ve Üstad Necib Fazıl’ın eserlerini bütün talebelerine tavsiye ederdi.

Eserin önsözünde şöyle yazar Arvasî:

“Öyle anlaşılıyor ki “ilmin” bugünkü tutuşu insanı kuşatamamaktadır. Bu gidiş bizi kendimize ulaştıramayacaktır. Aklın kanunları, insan bilgisini kuşatacak bir kıvraklığa ve hayatîliğe sahip olmayan donmuş kalıpları ifade etmektedirler. İnsan bilgisinin prensipleri hayatîlik ifade edici bir kıvraklığa sahip olmalıdır.”

Eser, “İnsan ve heykeli”nin diyaloğu ile başlar. Burada “İnsan” ve “Heykeli” işte tam da yukarıda bahsedilen “hayatîlik ifade edici kıvraklığı” tartışırlar.

Eserde en mücerred meselelere el atarken bile tefekkürünü her zaman “selim akıl” çerçevesinde tutmuş, “muallim” vasfını eserin her köşesinde hissettirmiştir.

İnsan nedir, zekâ, akıl, hakikat nedir gibi konuları incelediği eserinde, “İnsan Bilgisinin Bilimi” üzerine şöyle yazar:

“Sırf aklın kanunları ile yaşayan bir insan muhalfarz, mevcut olsa idi, bu insan için iyi, doğru, güzel, hürriyet, yaratıcı, yaratma, irade ve şuur gibi değerler ve endişeler mevcut olmazdı. Halbuki bütün insanlar arasında, değişik kılık ve kadrolarda belirmelerine rağmen, bu ortak kavramların ve mânâların tarih boyunca varolduklarını gözleyip duruyoruz. Bu var oluşun, bu ortaklığın kökleri insana bağlı olmak üzere, prensipleri de pek âlâ olabilir.”

İnsanı eşyaya göre değil, insana göre izah etme çabası olarak ortaya koyduğu anlayışı da şu sorularla hülasa eder:

“Beni bilgili olmaya zorlayan sadece dışımdaki varlıklar ve parçacıklar ise ve onların bana telkin edecekleri veya verecekleri şeyleri varsa onlar bunları nereden aldılar? O veriler, o varlıklarda kendiliğinden mi mevcut bulunmaktadır? Renk, ışık, hareket ve yer kaplama eşyanın tabiatından mı geliyor? O halde eşya şuuruna varamadığı bir bilgi deposu durumunda mıdır? Bilginin hem insanda doğuştan mevcut oluşu hem de insan tarafından bilinemeyişi bir çelişme ise, aynı çelişme burada da aranamaz mı? Eşya hem bilgi yüklü, hem de bilginin şuurundan yoksun ise, bu durum insan için de varit olamaz mı?”

Yine eserden varlığın mahiyeti ve hakikati hakkında şu bölüm:

“Öyle anlaşılıyor ki, biz zannettiğimiz kadar madde ile de, ruh ile de yüz yüze değiliz. Renk, ses, şekil, sühunet, hareket hep insana göre keyfiyetlerdir. Bunların gerisinde, içinde ve üstünde madde, hayat, ruh, insan zihnine ulaşan bilgilerdir. İnsan zihni bu keyfiyetlerden maddeye de, hayata da, ruha da ulaşmıştır. Biz, renk, hareket, şekil ve sühunet gibi keyfiyetle gözüken varlığı ve oluşu, oluş altı bir soyutlama ile dondurarak maddeyi, bu keyfiyetleri kendimizde yaşayarak hayatı, oluş üstü bir soyutlama ile keyfiyetleri Mutlak Varlığın bütün zamanı yakıp kül eden emir ve iradesinin bir ifadesi halinde duyarak ruh kavramına ulaşıyoruz. İnkâr edilemez ve fakat idrak ve tasavvur edilemez Mutlak Varlığı, yani Allah’ı bunlardan birine veya hepsine irca etmek çok büyük hata olur. Varlığın temeli ne madde, ne hayat, ne de ruhtur. Varlık sadece ve mutlak olarak varlıktır. Varlığın mana ve mahiyeti mutlak olarak nedir? Varlık hiç şüphesiz inkâr edilemez ve aynı derecede duyular ve tasavvurlarla da kavranamaz olandır. Madde, hayat ve ruh kısmen kavranabilen varlık tezahürleridir. Mutlak Varlık bunların arkasındaki ezeli ve ebedi varlık olup yokluğu imkânsız kılan yegâne varlıktır.”

Kendini arayan gençlerin, Seyyid Ahmed Arvasi’nin “Kendini Arayan İnsan” isimli eserini okumaları, onları, mücerred kavramlara yaklaşırken, kavramların nasıl incelenip sorgulanacağına, nasıl fikir yürütüleceğine dair bir antrenmana da hazırlamış olacaktır.

Seyyid Ahmed Arvasî’ye rahmet ile…

Baran Dergisi 573. Sayı

Semih Kaplanoğlu ile Hayat, Sinema ve “Buğday” Üzerine

Röportaj: Gülçin Şenel | Fotoğraf: Yağmur Dinç Semih Kaplanoğlu Kimdir? Semih Kaplanoğlu, 4 Nisan 1963 tarihinde İzmir’de dünyaya geldi. Dok...