10 Şubat 2025 Pazartesi

Semih Kaplanoğlu ile Hayat, Sinema ve “Buğday” Üzerine


Röportaj: Gülçin Şenel | Fotoğraf: Yağmur Dinç


Semih Kaplanoğlu Kimdir?


Semih Kaplanoğlu, 4 Nisan 1963 tarihinde İzmir’de dünyaya geldi. Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema Televizyon Bölümü’nden 1984 yılında mezun oldu. Mezuniyet tezi olarak, mezuniyet filmi olan MOBAPP’ı (Meşru Olmayan Bir Aşkın Parçalanmış Portreleri) TRT kameramanı bir tanıdığından temin ettiği parça filmlerle gerçekleştirdi. Okuldayken kısa filmler yaptı ve bitirir bitirmez uzun metraj çekmenin hayalini kurmaya başladı. Bunu gerçekleştirebilmesi için 16 yıl geçti. Bu sürede hikâyeler yazarak, senaryo çalışmaları, kamera asistanlığı yaptı.1984 yılında İstanbul‘a yerleşti. İş hayatına Güzel Sanatlar Saatchi&Saatchi ve Young&Rubicam reklam şirketlerinde reklam yazarı olarak başladı. 1986 yılında Süha Arın‘ın yönettiği ödüllü “Eski Evler- Eski Ustalar” ve “Mimar Sinan” belgesellerinde Kamera Asistanı olarak çalıştı. Semih Kaplanoğlu aynı zamanda şiir de yazmış, Tan, Oluşum, Varlık, Gergedan, Gösteri, Argos gibi dergilerde yayınlanmıştır.1994 yılında yayınlanmaya başlayan “Şehnaz Tango” adlı TV dizisinin 52 bölümünün senaryo ekibinde yazdı ve yönetmenliğini yaptı. 2001 yılında ilk filmi olan “Herkes Kendi Evinde” filmini yaptı. Kaplanoğlu’nun ikinci uzun metrajlı filmi “Meleğin Düşüşü” uluslararası eleştirmenler ve izleyiciler tarafından daha geniş bir ilgiyle karşılandı. Semih Kaplanoğlu, yönetmen olmanın yanı sıra, plastik sanatlar ve sinema üzerine yabancı dillere de çevrilmiş makaleler yazdı. Bu makaleler, Gergedan, Gösteri, Cumhuriyet ve Sanat Dünyamız gibi dergilerde 1987–2003 yılları arasında yayınlandı.1996-2000 yılları arasında Radikal Gazetesi’nde kısa öykülerden oluşan “Karşılaşmalar” adlı köşe yazarlığı yaptı. “Karşılaşmalar” adlı köşeden seçtiği yazıların bir kısmını daha sonra aynı adla kitaplaştırdı. Yumurta-Süt-Bal adlarında film üçlemesi yaptı. 2010 yılında Semih Kaplanoğlu’nun yönettiği ‘Bal’, dünyanın en prestijli festivallerinden Berlin Film Festivali’nde büyük ödül Altın Ayı’yı kazandı. Son filmi “Buğday” ile de Tokyo Film Festivali’nde “En İyi Film” ödülünü aldı.



Takdim


Yağmurlu bir günde Üsküdar Paşalimanı’ndaki H Yayınları Kitap-Kahve’de buluştuk yönetmen Semih Kaplanoğlu ile. “Buğday”dan yola çıkıp hayat, sanat, hatta sanat siyaseti konuştuk.


“Yusuf Üçlemesi”, yani “Yumurta”, “Süt” ve “Bal” filimleri ile gerek Türkiye’de gerek uluslararası camiada adından söz ettiren Semih Kaplanoğlu, “Buğday” ile yeni bir eşiği daha aşmış görünüyor.


Maddi olanı, bir olayı, bir duyguyu sinemada anlatmak kolaydır. Sinemanın imkânları bunlar için seferber edilmiştir. Efektler, görsel materyaller, gerçekçi üç boyutlu teknikler vesaire… Peki ya manevi olan? Maddi olmayan? Ruhi olan? Metafizik olan? Müslüman sanatçıların en büyük açmazı, Tarkovski’nin zirveye çıkardığı bu ifade dilini, şiir dilini, sinemaya nasıl aktaracakları değil midir?


“Buğday” işte bu alanda öne çıkan bir örnek olarak Türk sinemasında bir çığır açmayı başarmıştır bizce.


“Bir bilim adamının maddi bir şey ararken (buğday), uhrevi bir yolculuğa çıkışını, ona rehberlik eden bilim adamının bir dervişe nasıl dönüştüğünü ve neticede aslında ortada bir derviş filan olmadığını, bu yolculuğu bilim adamının tek başına yaptığını ve dervişe dönüşenin de kendisi olduğunu” anlatıyor Buğday özetle…


Kaplanoğlu bu anlamda, İslâm’ın estetik ve sanatta “sırra bakan” inceliğini, tasavvufi bir şiiriyeti filmine yansıtmayı başarabilmiş midir? Bu rüyadır demeden bir rüyanın nasıl “rüya içinde rüya”ya dönüşebileceğini, bunun tevil ve tabiri gerektiğini anlatabilmiş midir? Bizce anlatabilmiştir.


“Buğday” aynı zamanda Batı “bilimi”nin geldiği noktaya da bir eleştiridir. Batı’nın düşüncesi üretilmemiş “bilim”le insanlığı sürüklediği felaketin, bir buğday tanesinin üzerinden tenkidi…


Sözü fazla uzatmadan bu güzel sohbetle sizi baş başa bırakıyoruz…


“Düşüncesi üretilmemiş bilim ve sanatın insana faydası olmaz”


Gülçin Şenel: – Sanat sanat içindir, sanat toplum içindir, sanat şahsî haz içindir gibi pek çok görüş arasında, belki de hepsini kapsayıcı bir tarifle Üstad Necib Fazıl diyor ki, “sanat Allah’ıaramak içindir”. Siz nasıl bakıyorsunuz?


Semih Kaplanoğlu: -Benim bakışım aslında o son söylediğinden çok farklı değil. Yani hakikatin ve Allahu Teâlâ’nın izlerini aramak bence sanat… İnsan yüzünde, eşyada, yaratılmışların hepsinde, O’nun izlerini görmek, şahid olmak ve o şahidliği kendi çapında paylaşmak. Yani sanatın önemli bir meselesinin de şahidlik olduğunu düşünüyorum…


Gülçin Şenel: -Tarkovski’ye göndermeler hep konuşuluyor. Ama şunu görüyoruz. Tarkovski’nin mistik bir sineması var. Manevi olanı, diyelim, görselleştirmeye çalışıyordu. Müslüman sinemacılar da zaten Tarkovski’yi severler ve takib ederler. Ki onların da derdi odur. Aynı derttir. Manevi olanı sinemaya aktarabilmek. Bu pek başarılamamıştı, ama siz Buğday’da başardınız bunu. Kurduğunuz dille, sembollerle… Müslüman sinemacılar açısından baktığımız zaman…


Semih Kaplanoğlu: -Sembolik bir dil kurdum mu onu bilmiyorum aslında. Pek sembolik olduğunu da düşünmüyorum.


Gülçin Şenel: -Metafor-mecaz anlamında diyelim. Yanlış ifade etmeyelim…


Semih Kaplanoğlu: -Evet metafor olabilir. Ama şöyle bir şey diyebilirim. Bir yol var aslında. Bu yolun benim için başlangıç noktası aslında İslâm düşüncesi, tefekküründe, İbni Arabi’den bu tarafa alıp gelen bir yol var. Eşyaya, hakikate, insana bakışımızı belirleyen… Ölçülerini koyan. O sınırlar içerisinde, o ölçüler etrafında sanat yapmak, film yapmak ve bunun yolunu bulmaya çalışmak, bulmak, aktarmaya çalışmak… Ve bizi orada harekete geçiren, tefekkür ettiren, hâlle yaptığımız filmin eşleşmesi, o hâlin seyircide karşılık bulması, bir karşılıklılık aslında… Nasıl anlatayım?.. Film, ancak seyircinin kendi arayış hakikatinin içerisinde mevcuda ulaşabilecek bir film. Sinema benim için böyle bir şey.Film bittikten sonra başlıyorsa eğer, sinemadan çıktıktan sonra film sizin için başlıyorsa, benim için değerli olan o. Dediğim gibi o ölçüler içerisinde düşünüyorum. Bu merhalelerde, dediğim gibi Tarkovski de var bunların içinde, başka yönetmenler de var. Tek başına onu söyleyemeyiz. Ama tabiî hani bu zincirin halkaları gibi öncesi, öncesi, öncesi var. Drayer var, Ozu var, Bresson var, bunlar farklı disiplinlerden, farklı dünya görüşlerinden, farklı geleneklerden gelen kişiler. Ama sonuçta biz de biliyoruz ki aslında, bizi harekete geçiren şey, belli bir birikim var. O şekilde oluşan yol ya da bakış açısı diyebilirim.


Gülçin Şenel: -Bu çerçevede Batı sinemasına bakalım, Hollywood sineması var Batı’da. Bir de sanat filmleri denilen Festival filmleri var. O da enteresan bir ayırım.


Semih Kaplanoğlu: -Parçalamak onların ruhunda var herhalde.


Gülçin Şenel: -İnsanlara sunulan bu: Hollywood sineması. O da tıkandı bir noktada. Marvel’in tekrar tekrar çekimleri. Yıldız savaşlarının tekrarları… Devam filmleri, basit animasyonlar vesaire… Bunu nasıl görüyorsunuz? Burada tıkandı ve fakat insanlara bunu dayatmaya devam ediyor. Ötekini de dışlıyor. “Festival filmi o” diyerek…


Semih Kaplanoğlu: -Yani bu şöyle bir şey bence. Bir sektör bu, global bir sektör. Ama Amerikan sineması dediğimiz ya da, bir anlamda aslında Batı sineması da diyebileceğimiz, hatta Batı sinemasında tırnak içinde katılmadığım tanımlar var ya, sanat sineması, Batı sinemasının sanat bölümü vesaire… Orada da temel bir tükenmişlik var. Bütünüyle aslında o medeniyetin ürünlerinin bir tek sinemada değil, edebiyatta da plastik sanatlarda da, müzikte de, bütünüyle aslında bir tükenmişliği var. Yeni bir söz söyleyemiyorlar. Dünya hakkında söyledikleri yeni bir yaklaşım yok. Felsefe de aslında bitmiş bir noktada. Ya da yerine yeni bir şey koyulamıyor.


Gülçin Şenel: -Hawking’in bir sözü var, şöyle diyor hatırladığım kadarıyla: “Biz bilimde o kadar ileriye gittik ki, felsefe geride kaldı. Eskiden felsefeye bakarak ilham alarak temellendirmelerde bulunuyorduk. Şimdi felsefeye bakıyoruz bitmiş. Ama bilim ilerlemeye devam ediyor.”


Semih Kaplanoğlu: -Çok önemli bir şey söylüyorsun. Düşüncesi üretilmemiş ilmin insana ne kadar fayda getireceği de tartışılır bir şey. Zaten oradan Buğday’a gelirsek… Filmde aslında biraz da buna dikkat çekiyoruz. Tabiî maalesef Türkiye’deki “İslamafobik” çevreler olayı başka türlü algılıyorlar ve artık cehalete düşmüş durumdalar. Kendi toplumuna değil kendine bakmayı bile unutmuş bir “insan”dan bahsediyoruz. Yani insan diyebilir miyiz bilmiyorum ama tekâmül edebilir mi? İnşallah insan olurlar.


Düşünce de, felsefe de, aslında bir anlamda hakikati çevrelemeye çalışan anlamaya çalışan bir disiplin. Belli bir bakışı var, sınırlandıran, yeni perdeler ortaya çıkaran… Arkasında düşüncenin olmadığı bir sanat alanı bence artık tükenişte. O yüzden de form arayışındalar. Formla, formalist bir bakışla, yeni bir şey yapılabilir algısındalar ama geleceğe dair umutlu bir durum değil.


“Ölümü zaman kavramıyla idrak ediyoruz”


Gülçin Şenel: – İslâm’ın zaman hakkındaki tefekkürüne baktığımız zaman, zaman “süre” olarak anlaşılıyor. Ânlarda toplu. Geçmiş geçmiştir, gelecek daha gelmemiştir. Ânda yaşıyoruz. Bu da insana mahsus. Tekâmülünü ölçmek için “süre” deniyor. Böyle diyor Mirzabeyoğlu. İnsanın tekâmülünü izah babında “süre”. Siz de “Zaman inşa etme sanatıdır” diyorsunuz Sinema için…


Semih Kaplanoğlu: -Şöyle düşünüyorum bunu: Şimdi biz şu zaman içindeyiz ya, “kün” emri olduğu andan itibaren o zamanın içindeyiz aslında. O emrin oluşu devam ediyor. Zaman şimdiki zaman aslında. Biz o “şimdiki zaman”ın şu ânına muhatabız, ömrümüz içerisinde. O yüzden de işte, tekâmül meselesi sadece insana ait bir şey. Şöyle bir şey var: Ölümü zaman kavramıyla idrak edebiliyoruz. Zaman kavramı elimizden alınsa ölüm mevhumunu belki (affedersin), hayvanlar gibi bilemeyeceğiz. Zamanı bildiğimiz için öleceğimizi biliyoruz. Ölümü bilmek demek aslında zamanı idrak etmekle alâkalı bir şey. Bu dünyada biz zamanlı varlıklarız. İşte aslında sinemanın ya da filmin bir zaman inşasını ben aslında ölüm idrakını vermesi anlamında söylüyorum. Yani o anlamda “kün” emrinin olduğu zaman devam edegelen mi diyelim, Dehr mi diyelim, onun duygusunu sanat eseri bize vermeli zaten. Yani bu dünyada başıboş, kopuk, kendi nefsinin içinde yaşayan; gelecekle ilgili meselesi, ya da geçmişle ilgili meselesi tamamen bir tür bilinmezlik içerisinde yaşayan bir insan olarak, ya da varlık olarak değil… Aslında ruhun varlığına ve zamanın idrakına sahip olduğumuzu hissettirmeli sanat. Diyoruz ya işte, belki de ilk sorduğun sorunun cevabının devamı gibi. Bu anlamda da eğer biz zaman kavramını, zamanı inşa ederken, bunu bir tür ölümü unutturacak şekilde, yani Amerikan sinemasının, Avrupa sinema tarzlarının yaptığı şekilde yaparsak, inşa edersek, aslında hakikati perdelemeye başlarız. Zamanı o şekilde inşa edebiliriz, kurabiliriz, insanlara verebiliriz, aktarabiliriz. Yoksa hani zaman inşa etme “haşa” yani. Öyle bir mânâda söylemiyorum. Tıpkı şey gibi bu, mekân inşa etme gibi… Sinan’ın mekânı inşa etmesi gibi. Yani çünkü baktığın zaman mekânı inşa eden Allahu Teâlâ. Mekân kavramını düşündüğünüz zaman. Ama insan bir mekân da inşa edebiliyor. Ve o mekân bizi nereye götürüyor ve o mekânda biz neyi tefekkür ediyoruz meselesi çok önemli. Mekân işte öyle olmalı ki, ya da zaman öyle olmalı ki, bizim bağımızı koparmasın.


Gülçin Şenel: -Kuantum fiziğiyle birlikte ortaya çıkan kuantum felsefesi filan var… Ona tutunuyorlar biraz…

Semih Kaplanoğlu: -Evet yeni inanç sistemleri diyelim.

Gülçin Şenel: -“Allahsız ruhçuluk” diyor bu mistik inanışlara Salih Mirzabeyoğlu.

Semih Kaplanoğlu: -Evet çok doğru…

Gülçin Şenel: -Sizin filminize gelen malum çevrelerden eleştirilerde onu görüyoruz. “Evrensel” değil mesajı diyor birisi mesela. Evrensel nedir? Kuantum fiziğinin gelip dayandığı hakikat de aslında o mânâda “evrensel” değil. Cern’ün son açıklamasında diyor ki: “Aslında kâinatın hiç varolmaması gerekirdi”.

Semih Kaplanoğlu: Daha ne isbat arıyorsunuz?..

Gülçin Şenel: – Evrensel nedir bunun cevabı yok. Tebliğ ediyor deniyor. Oysa filme baktığımız zaman tebliğ etmiyor. Film aslında hiçbir şekilde “İslam” demeden İslam diyor. Annem babamla izledim filmi mesela. Pür dikkat izlediler. Hani bir Allah dostunun sözü var ya “söz kalpten gelince kalbe tesir eder” diye. O mânâda. Böyle de bir tesiri var. Film bütün sinema salonlarına girebilseydi daha çok izlenecekti, ben kendi tecrübemden bunu çıkardım.

Semih Kaplanoğlu: – İzlenecekti muhtemelen. Türkiye’de şöyle bir şey var, bu dağıtımın tröstleşmesi, kültürü belli bir alana hapsetme hali, belli alanların içerisinde tutma hali… Ve tabiî bizim kendi açımızdan da kendi iletişimimizi, ağlarımızı bir türlü verimli hale getiremememiz onun da bir etkisi var. Ama bunun hakikati şu: Yani 40-45 sinemada değil de 150 sinemada girse, bizim gördüğümüz 200 bin seyirciye ulaşma imkânı olan bir şeyden bahsediyoruz. Zaten öyle bir sayıya ulaştığında onun arkası mutlaka gelir. Ama maalesef o ihtimal gerçekleşmiyor bir türlü. Bu sınırlı dağıtım ağı meselesi yüzünden. Buna da birilerinin bir çözüm bulması lazım yahut alternatif bir sistem kurmamız lazım. Kültür merkezleri yapıyorlar Anadolu’da biliyorsun. Dünya kadar var. İçinde hiçbir şey yapmıyorlar. Düğün salonu olarak kullanılıyor çoğu. Onları devreye sokmak lazım.

“Yaşadığımız dünya gösterilenin aksine, mânâda siyah-beyaz”

Gülçin Şenel: – Buğday nedir, filmin adı, filmin içinde de sürekli başından sonuna kadar bir hikâyesi var. Bir metafor olarak nedir buğday, bunun alt metni nedir?

Semih Kaplanoğlu: -Biliyorsunuz Hazreti Âdem’in dünyaya düşüşündeki sebeplerden, düz mânâlarına gidersek, bizim literatürümüzde o buğday olarak da geçiyor. Buğday’ı yeme meselesinden dolayı düştüğü… Buğday dünyevî bir şey aslında: Dünyalık bir şey. Ama buğday sadece buğday değil o anlamda. Birçok arkaplanı da olan bir şey. Bunlardan bir tanesi de, en temellerinden bir tanesi, insan dünyada hiçbir şey kalmasa, sadece buğdayın içindeki, (tabiî genetiğiyle oynanmamış, hakiki buğday), bütün minerallerle ve besin çeşitleriyle ayakta durabilir. Yaşayabilir. Bu mesela bence filmin de temel konularından birisi. Dünyayı temsil ediyor ama aynı zamanda bu konuda çok farklı yorumlar da var…  İslam düşüncesi içinde belli ekoller bu konuda düşünmüşler, buğdayın karnında elif çizgisi var demişler, bunu çeşitli şeylere benzetmişler. Hatta benim okuduğum kaynakların bir kısmında bunu sperme bile benzetmiş ki, o kaynakların yazıldığı dönemde spermin şekli bilinmez. Dölleyen olarak. Artı kadın organına benzetmiş. Yani burada çok geçişli bir anlam var. “Hem birleştiren hem ayıran” demiş, vesaire… Bu konuda çok düşünce üretilmiş.

Benim için sorarsan Buğday nedir? Ben de aslında Buğday’ın Yunus Emre’deki kavramı gereği, orada “dünya mı, hakikat mi” diye soruluyor ya Yunus’a… Benim için “dünya”nın karşılığı aslında buğday…

Gülçin Şenel: -Tam bu noktada, Buğday’ın siyah beyaz çekilmesinin nedenini sormak istiyorum…

Semih Kaplanoğlu: – Filmin siyah beyaz çekilmesinin nedenini birçok estetik vesaire kavramını manipüle ederek anlatabilirim. Hani orada estetik bir dünya varmış, anlamında. O da var. O işin bir yanı. Orada gerçekçilik meselesi yüzünden bu şekilde bir tercih yaptık. Onu da açarım şimdi. Ama temel mesele şu: Çok farklı ülkelerde, çok farklı iklimlerde, çok farklı mekânlarda, farklı tabiat şartlarında çalıştık. Filmde şöyle bir şey var. Amerika’nın Detroit şehrindeki bir sokaktan alıyoruz kahramanı Almanya’daki bir başka mekâna, oradan Türkiye’ye getiriyoruz. Şimdi, o kadar farklı yerler, farklı iklimler ki, bunların hemhal olması, aradaki renk farklılıklarının ortaya çıkmaması gerekiyor. Hani alâkasız bir dünya oluşmaması için. Bir dünya kuruyoruz ya biz orada… O dünyanın gerçekliği açısından bunu yapmamız şarttı. O yüzden siyah beyazı temel, pratik bir sebepten dolayı seçtik. İkincisi filmde belli ikilikler var. Mesela “ölü topraklar, şehir”. İki ana kahraman, bir tanesi filmin ilk yarısında giriyor. İkincisi filmin ikinci yarısında ortaya çıkıyor. O karakterlerin, ton, kontrast farklılıkları ve sonra birbirlerine dönüşmeleri gibi sebebler aslında siyah beyazı tercih etmemizin nedeni.

Bir de şöyle bir şey var: Biz renklerin yani yapay renklerin sinemada ya da görsellikte çok fazla ele alındığı, çok fazla manipüle edildiği, çok fazla değiştirildiği bir dünyada yaşıyoruz. Aslında, savaşların, açlığın, hastalıkların iklimdeki değişimlerin, insan sömürüsünün, katliamların yaşandığı bir dünyada, son derece cafcaflı bir tasavvuru sunuyor görsel dünya. Ama gerçek bu değil. Gerçek aslında mânâda bence renksiz, hatta ölü neredeyse. Yani şu ândaki benim gördüğüm anlamında. Görüntüden bahsediyorum tabiî. Bir de bunu his olarak seyirciye aktarmanın da önemli olduğunu düşünüyorum. O gözümüze çekilen renkli perdelerin hakikati, gerçeği, yaşadığımız çağın gerçeğini yansıtmadığını düşünüyorum. O yüzden de bu renk konusunda böyle bir yaklaşım geliştirdim.

Gülçin Şenel: -Bilim adamını seçmenizin bir anlamı var. Bu adamın buğdayı ararken kendini bulması, Cemil Akman’ın rehberliğinde. Bu hikâye tarzı aslında pek çok kültürde, dinde, dini inanışta, mitolojilerde belli bir “türdür”. Böyle bir yolculuk hikâyesi… Stalker’de de vardır. “Hızır-Musa” hikâyesini hatırlatıcı bir yönü vardı zaten. Hani hakikat tektir ya, “evrensel” filan dedik ya bütün kültürlerde bu yolculuk hikâyesi insanın kendi içine doğru yolculuğu, bunun metafizik boyutlarının filan olması, aslında Peygamberleri, “hakikatleri getirenler olarak” bunların kaynağı gibi görebiliriz. Bir Hint kültüründe bile böyle bir hikâye bulursak, hakikatinin aslında o Peygamberden gelen bir bilgi olduğunu, zamanla değiştirilmiş bozulmuş olsa da kaynağın tek olduğunu… Üstad Necip Fazıl söyler: “Peygamberler olmasa medeniyet olmazdı” diye.

Semih Kaplanoğlu: – Olmazdı, evet.

Gülçin Şenel: – Bütün o mitolojik tarih içinde birleşen mânâlar, olaylar, kişiler var. Hep toparlanıyor mânâlar. Hikâye aslında “evrensel”. Siz filminizde hakikatine işaret ediyorsunuz o sebeble “evrensel değil” diyorlar.

Semih Kaplanoğlu: – Garabet olan şu. Yani öyle bir nesil olarak yetiştirilmişler ki, aslında hiçbir zaman kendilerini ait zannettikleri Batı Medeniyeti diyelim, o Batı medeniyetinin de hakikatini kavrayamamışlar. Çünkü onun altında da başka bir “metafizik” var. Kendi yaşadıkları toplumu da, kavramıyorlar. Çok büyük bir cehalet. Hatta bu Mekkelilerin cehaleti gibi bir cehalet. Vahiy gelmeden önceki. Gerçekten neredeyse öyle. Yani bir yere bağlanamıyor. Sonuçta “evrensel” tırnak içinde, kavramı da bana çok öyle muğlak bir kavram gibi geliyor. Ama yani sonuçta dediğiniz gibi geriye doğru gittiğimizde kaynağın bir olduğunu zaten biliyoruz. Yani kaynak tek bir kaynak. O kaynağın tahrif edilmesi ya da farklılaşması ya da insanın bu konudaki acziyetinden kaynaklanan bir “tekrar” var. Ama din tamamlanmıştır zaten. O anlamda biz bugün sanatla ilgili bir şey yaparken, aslında dayandığımız nokta çok güçlü ve temel bir nokta. Ama bu şu demek değil, aksine çok yeni sorularla, güncellenerek, her ân yeniden anlamaya çalışarak belli bir mefkûre üzerinden bakmayı gerektiriyor.

Gülçin Şenel: – Yani “Allah’ı aramak işi” dedik ya, büyükler “bulamamacasına arama” derler.

Semih Kaplanoğlu: -Tabii ki, bulmak diye bir şey olabilir mi ki?

Gülçin Şenel: – Zaten anlaşılmayan o: İslam “mutlak fikir”dir. Böyle deyince onu donuk bir şey gibi algılıyorlar. İslâm tüm zamanlara ve mekânlara hitap ediyor. Ve her çağda, O’na “muhatap anlayış” yenileniyor. Şeriat ve Tasavvuf iki kanadı İslâm’ın. Alttan akan bir ruh var; Tasavvuf gibi. Ve bu alttan akan damar, sanatta edebiyatta estetikte insanın ruhunu besleyen, “seyru sülük” dediğimiz insanı “kemâl” noktasına götürebilen… Filminiz hep bunları hatırlatıyor aslında. Bu konulara aşina olan insanların da büyük zevk aldığına eminim…

Semih Kaplanoğlu: – Orada mesela söyle bir şey var. Birisi şey yazmış, “çocuğu öldürmek”… Arkadaş sen bu kadar düz mü okuma yapabiliyorsun? O zaman sen Kur’ânı okuduğun zaman nasıl okuyorsun?.. Bu kadar düz mü? O zaman senin sanatla kurduğun ilişki nedir? O zaman izlediğin bütün filmlerdeki cinayetleri ya da başka şeyleri bu kadar düz mü görüyorsun? Bu nasıl düz bir okuma? Zavallıca…

“Bizim bin senelik rüyâ tabirnamelerimiz var”

Gülçin Şenel: M parçacığı meselesi var filmde. Cemil Akman’ın “o olmadan kainatta hiç bir şey varolamaz” mealindeki tezi. “M parçacığı” da sanırım bir metafor olarak, İslâm düşüncesinin “kozmolojisini” temel aldığı “hadis”e de gönderme gibi. “Allah her şeyden evvel Muhammedi Nuru yarattı” mealinde başlayan ve devam eden…

Semih Kaplanoğlu: -Evet, “Nuru Muhammedî”…

Gülçin Şenel: – Salih Mirzabeyoğlu şöyle diyor mealen: Allah dostlarının sözleri “zamanüstü gayesinden” olarak, tecrübe olarak insan ve toplum meselelerinin halli sadedinde değerlendirmeye mevzudur.

Semih Kaplanoğlu: – Kesinlikle. Ve şöyle düşün ki, Anadolu bunlarla dolu aslında ve kapağı açılmamış binlerce mütefekkir, düşünce adamı, tasavvuf ehli, mürşidi kâmil, eserler bırakmışlar. Biz daha onların kapağını yeni yeni açmaya çalışıyoruz. O sebeble kaynak çok zengin. Peygamber efendimizden gelen bu tarafa akan büyük önemli bir mesele var. Ve biz buraya dayandığımız sürece aslında hakikat arayışını sorular sorarak devam ettireceğiz. Hiçbir zaman böyle bir eminlik içerisinde değil… O zaman insan nasıl gelişebilir? İnsan kendinden şüphe etmediği sürece nasıl gelişebilir zaten? Nasıl mümkün olur?

Gülçin Şenel: Cemil Akman’ın kızı filmde bir oyun gibi birşeyle oynuyor bilinmeyen bir dilden harfler okuyor sanki?

Semih Kaplanoğlu: – Orada kaybolmuş medeniyetlerin alfabeleri var. Okyanusya’dan,Tuvala adalarından, kaybolmuş dillerinden harfler, Sümer yazısı da var. Çivi yazısı da var. Sayısız kaybolmuş yazının harfleri onlar. Onlarla bir oyun oynuyor. Çizgileri buluyor çizgilere onu yerleştiriyor. Oradan bir harf çıkıyor filan. Zaten bu dil meselesi, mesela bir rüya görüyor orada bir eskişehir, yıkılmış bir tiyatro var. Parçalanmış, orada bir sütunun alınlığı var. Latince var mesela. Onu anlamaya çalışıyor okumaya çalışıyor kahraman. Sonra işte şeye çıkıyor, yanan ağaç var, “bir şey duydum ama ne dediğini anlamadım” diyor. Şimdi onu “anladım” dese o başka bir makam. Hazreti Musa makamı o. Ona ulaşamaz o. O yüzden dille ilgili kelimelerle ilgili birbirimizle anlaşmakla ilgili o tür bir alt metin de koymaya çalıştım.

Gülçin Şenel: İmamı Gazali iştikak ilmini bütün ilimlerin ilk basamağı kabul eder. Kelimelerin köken bilgisi. İştikakla ilgilendiğin zaman bakıyorsun pek çok kelime benzer okunuşlarıyla söylenişleriyle, başka dillerden gelen kelimelerle, sayı değerleriyle birleşmeye başlıyor. Dil gerçekten sihirli bir şey.

Semih Kaplanoğlu: – Yani düşünürsek, Hazreti Âdem ve Havva’dan geliyor, onların bir dili vardı sonuçta. Dağılmış bir sürü diller meydana gelmiş ama bir kaynaktan geliyor o dillerin hepsi. İşte dediğiniz gibi başka dillerde başka kelimeler birbirini buluyor. Mesela ben Japonya’dayken, konuşuyorlar insanlar, yanımda metroda orada burada. Sanki Türkçe konuşuyorlar gibi geri dönüp bakıyorum. Sonra öğrendim ki aslında Japonca ile Türkçe aynı dil grubundan. Ural-Altay dil grubu. Ama orada bir aşinalık oluyor ki insan şaşıyor. Allah Allah dedim sanki bana bir şey demişler gibi hissediyorum. Mesela su onlarda da “su”. Su gibi temel bir kelime yani. Ne kadar önemli bir şey. O sebeble dil meselesini çok önemli buluyorum.

Gülçin Şenel: – Manevi olanın sinemaya aksettirilmesi. Gençlere yahut sinemayla ilgilenenlere neler tavsiye edersiniz? Zor bir mevzu. Sizin işlediğiniz konu itibariyle de zordu, siz bunu verebildiniz. Nasıl beslenmeli genç sinemacılar?

Semih Kaplanoğlu: – Ben şöyle düşünüyorum, sınırlamak da istemem tabiî. Ama bir sınırlanmaya da ihtiyaç olduğunu düşünüyorum beslenme konusunda. O nedenle de Kur’ân önemli bir temel kaynak tabiî… Ama bizim tefsir geleneğini iyi takip etmek gerek. Çünkü Kur’ânın her âyetini tefsir ediyoruz biz. Böyle bir geleneğimiz var. Yüzlerce yıllık gelmiş geçmiş bir sürü farklı ekolün farklı âlimin tefsirleri var. Bu ne demek? Bu aslında şu demek: Bir kıssanın bile on, yirmi çeşit yorumu var. Bu nedemektir? Bu,bize, hayata da bakarken, birçok farklı şekilde yorumlayabileceğimiz, tefekkür edeceğimiz disiplini verebilir. O nedenle bir hikâye yazdığımız zaman, bir senaryo yazdığımız zaman, o senaryoyu kaç türlü “yorumlayabiliriz”i, akletmeyi ve kalpten düşünmeyi gerektirebilir. Bu çok müthiş bir gelenek aslında. Biz hep tek şeyle sınırlıyoruz kendimizi, tek başına, anlatacağımız şeyin tek yönüyle, bu çok çevrelenebilir, çok farklı ele alınabilir bir şey. İşte bu bence bizim eğitim sistemimizde de temel bir eksiklik. Bir olayı tek başına, tek yönden görmek. Mânâsı ile kendisi arasındaki farklılığı, mânânın daha farklı olabileceği meselesini çok düşünmemek. Mesela film yapmak isteyen arkadaşlar için bu meselenin bu anlamda önemli olduğunu düşünüyorum. Bir de tabiî Anadolu irfanı var.İbni Arabi’den, Gazali’den bu tarafa gelen… Halvetîlerin, Kadirîlerin, Nakşibendîlerin müthiş farklı bakışları var,yaklaşımları var, değerlendirmeleri var. Divanlar var. Menakıblar var. Mesela ben en son Şeyh İsa menakıbı okudum. 14. 15. yüzyılda yaşamış bir zat. Akhisar’dan kalkıp, Hacca gidip, Mekke’ye gidip geri gelişini anlatıyor. 14. Yüzyılda. İnanılmaz hikâyeler, inanılmaz detaylar, inanılmaz karşılaşmalar var. O kadar zengin ki ve o, bir geleneğin içinden bakarak bunu yazmış. Bu anlamda aslında çok fazla referans noktamız var. Ama değerlendirmiyoruz. O anlamda biraz çalışmamız lazım. Bir de hani düz bakışlardan artık kurtulmamız lazım.

Gülçin Şenel: – “Nas uykudadır öldükleri zaman uyanırlar” hadisi. Bunun şerhi sadedinde bir Allah dostu şöyle diyor mealen: “Dünya hayatında gördüğümüz şeyler tıpkı rüyada gördüğümüz şeyler gibi sadece hayaldir. Bu mânâda tevil ve tabire ihtiyacı vardır”.

Semih Kaplanoğlu: Zaten şimdi düşünsenize. Bazen gülüyorum. Çok komik geliyor. Mesela bir şeyi değerlendirirken, bizim arkadaşlarımız da bu yola sapıyorlar çoğunlukla. Freud’a göre… Psikanalize göre… Jung’a göre… Tamam da, bizim bin senelik rüya tabirnamelerimiz var. Üstelik bunlar her döneme göre update ediliyor, yenileniyor: Bir zaman atla gidiyorlar sonra trene biniyorlar. Adam rüyasında tren görüyor bunun mânâsı önemli. Artı insanların ruh hallerini ve geldikleri seviyeleri, Şeyhleri, onların rüyâlarını anlamlandırarak yapıyor. Bir sürü dergâhta rüya defterleri tutulmuş. Demek ki biz Freud’tan önce insanı rüyasının üzerinden yorumlayıp bakmışız. Ve maddi dünyanın tezahürleri olduğu kadar manevi dünyanın tezahürleri olarak ayrıştırmamış, birleştirerek bakmışız. Sen şimdi bütün bunları bilmeden, cehalet içerisinde, sadece son yüz senedir elli senedir, Freud’un, Jung’un, (Jung önemli bir adam tabii ki), görüşleri çevresinde bakıyorsun ama bununla sınırlayamazsın. Şimdi bak oradan insan psikolojisine geleceğiz, insana geleceğiz. Biz filmde bir yönüyle de psikoloji üstünden bakıyoruz. Freudçu bir psikanalizin kahraman yaratma tipolojisiyle insana bakarsan veya senaryo bununla sınırlı olursa, senin bu toplumda, bu ülkenin dinamiklerine insan karakterine yaklaşabilmenin imkânı var mı? Tabiî ki yok. O zaman sözünü nasıl söyleteceksin o adamın üzerinden. Söyletemiyorsun, değmiyor çünkü. Problem buralarda ve bunlar çok temel meseleler.

Gülçin Şenel: – Mesela sizin filminizi izleyince insanlar biz az çok okuyup ettiğimiz için bağlantıyı anlıyoruz ama, mesela genç entelektüel ve İslam’ın ortaya koyduğu anlayışa uzak olan birisi bu filme baktığı zaman gerçekten merak eder bu metaforları. Yani “sinema telkin sanatı” der Üstad. Bu anlamda sizin sinemadaki telkininizle insanların zihninde bir şeyler uyanmıştır, bu da önemli.

Semih Kaplanoğlu: – Mesela Japonya’da, Londra’da izleyiciler film bittikten sonra çok uzun dakikalar boyunca gelip soru sordular. “Bunu ben böyle anladım bu nedir” filan diye… Birkaç tane dindar Hristiyan geldi mesela, “Saint John bu, Saint John bu” deyip duruyorlar bana… (Gülüyor). Hintlilerle mesela, en son Hindistan’daydım. Çok ilginç şeyler oluyor. Fakat orada en çok hoşuma giden şey şu oldu: Hindistan’daki üç gösterimde de bu oldu.

Orası Müslümanların yoğun olduğu bir bölge. Film bitince bir ânda, mesela sinemada 200 kişilerse 70 tanesi filan böyle büyük bir aşkla geliyorlar yanıma. Sarılıyorlar filan mutluluk içerisinde, ağlayanlar filan oluyor. Diyorlar ki “bizim hikâyemiz bu, bu biziz işte filan” diye. Bu en mutlu olduğum ânlardan biri oluyor. Yani bu insanların gelişi onlarla karşılaşmamız, bütün o sınırları aşan dilleri aşan gelenekleri ülkeleri aşan bir şey, bir damar… O çıkıyor ortaya.

Yani bunu önemli buluyorum tabiî. Umuyorum bundan sonra yapabilirsek işler, filmler, küçük ya da büyük bilmiyorum, sonuçta bir aşk hikâyesi de anlatırsın, onun içine de bir sürü şey koyabilirsin.

Biz bu konuda hep şikâyet ediyoruz ya, ben şöyle düşünmeye başladım. Tefekkür ettikçe şunu hissediyorum: Hani gelenek kesilmiş kopmuş anlamıyoruz meseleleri var ya, ben bunun şöyle bir şey olduğunu düşünüyorum. Yayın geri çekilmesi gibi bir şey bu bence. Çünkü düşünce durduğu için yay geri çekildi. Öyle umuyorum ki, bu ok çok daha güçlü bir şekilde ortaya çıkacak. Çünkü dünyanın bu ne biliyim son iki yüz üç yüz senedeki büyük değişimini anlamamız idrak etmemiz ve bizim söyleyeceğimiz sözü ortaya koymamız biraz zaman alacak. Ben bunu bir tür yayın geriye çekilişi olarak algılıyorum ve düşünüyorum. O sebeble hiç umutsuz değilim. Bazı arkadaşlarda böyle bir umutsuzluk var, hep işte, kesilmiş hocam nasıl bağlayacağız, o bağlı zaten alttan gidiyor da, kopmamış.

Gülçin Şenel: -Filminizde de bu var zaten, bu umut. Adam buğdayı arıyor, kendini vermiş o işe, adamış yani. O buğdayı buluyor, aradığını buluyor. Bulduktan sonra yani o dünyayı ele geçirdikten sonra “nefes” diyor. Çalışıyor didiniyor uğraşıyor kazıyor taşıyor ve bulduğu ânda terkediyor. İnsanın bütün hikâyesi de o zaten…

Semih Kaplanoğlu: – Bunun için buradayız zaten…

Gülçin Şenel: Benim sorularım bu kadar. Çok teşekkür ederim…

Semih Kaplanoğlu: – Ben teşekkür ederim, çok güzel sorular. Allah razı olsun.



Celal Fedai ile Türkiye’de “İslâmî Tefekkür” Üzerine

 


Röportaj: Gülçin Şenel – Fotoğraf: Büşranur Yılmaz

Celal Fedai Kimdir?

1972’de Kayseri’de doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Kayseri’de tamamladı. Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü 1995 yılında bitirdi. Aynı bölümde master yaptı. (1998) Ege Üniversitesi’nde Turgut Uyar üzerine doktora yaptı. İlk şiir kitabı “Şeytanın Günlüksüz Irgadı” 2001 yılında yayınlandı. Bunu 2002’de çıkan “İmtiyaz Sahibi” izledi. Türkiye Yazarlar Birliği, 2005 yılında Fedai’yi, “Parmak ile Boyanmış” adını taşıyan üçüncü şiir kitabından ötürü yılın şairi ödülüne layık gördü. Merdiven Şiir dergisinin editörlüğü A. Ali Ural ile birlikte yürüten şair, şiirin rejenerasyonu üzerine yazdığı yazılarını “Suyu Seveni Derin Batırın Irmağa” adıyla Ekim 2007’de bir araya getirdi. Mücerret internet dergisinde ve Star Gazetesi’nde “Açık Görüş” bölümünde makaleleri yayınlanıyor.

Eserleri: Şeytanın Günlüksüz Irgadı, İmtiyaz Sahibi, Parmak İle Boyanmış, Suyu Seveni Derin Batırın Irmağa, Şair Dağın Doruğunda-Meydana Getirmenin Estetiği, Sözcükler İçin Savaş, Spekülatörlere Karşı Şiiri Savunmak, Prensesleri Geri Çağırın, Hakikatin Hatırı, Olağanüstü Şiirler, Okuma Perdesi…

***

– “Kulturkampf” ile ilgili bir makaleniz vardı, sohbetimize oradan başlayalım. Salvador Madariaga’nın çok çarpıcı bir sözünü naklediyorsunuz o makalede: “Türk inkılâbına esas olan ilham ve prensiplerin Paris ve Londra’dan gelmeye devam ettiği ölçüde, zamanın Türkleri her bakımdan Avrupalı olarak kalmaya hak kazanacaktır. Araplar, İranlılar, Mısırlılar ve hatta İspanyollar, yeniden İslamî tefekküre dönebilirler. Fakat Türkler asla!..” Bunu Madariaga’nın hangi bağlamda söylediğini açıklar mısınız?

Celal Fedai: – Salvador Madariaga çok bilinen bir isim değil Türkiye’de. Biz İspanyol filozoflardan Ortega Gasset’i filan biliriz. Bu biraz bürokrat da bir adam. Onun çok çarpıcı bir kitabı var, “Avrupa’nın Portresi” diye. Avrupalılar Avrupa Birliği’nin bozulmasını İstanbul’un fethine bağlıyorlar. Daha önce Doğu Roma ve Batı Roma arasında bir birlik bozulması oldu ama asıl bozulma İstanbul’un fethiyle gerçekleşti, diyorlar. Onun telafi edilmesi için çeşitli yollar deniyorlar ama o gerçekleşmiyor. Avrupalı entellektüellerin, şairlerin, yazarların kafasında Avrupa Birliği idesi hep canlı. Bunu en iyi anlatan Stephan Zweig’dır. O “Gelişim Süreci İçinde Avrupa Düşüncesi” diye tercüme edebileceğimiz bir makalesinde uzun uzun bunu anlatıyor. Diyor ki mesela, “Avrupa Birliği düşü, Romain Rolland’dan Goethe’ye kadar 20. yüzyıldaki isimlere kadar hep bu hayâlle yanıp tutuştular. Zaten Zweig da malumunuz öyle bir isimdir. Ama o ideal gerçekleşmiyor. Aksine Birinci Paylaşım Savaşı, İkinci Paylaşım Savaşı gösteriyor ki o idealin gerçekleşmesi artık zaruri… Nitekim, hatırlayalım 1945’ten sonra, İkinci Paylaşım savaşından sonra bir tek kurşun sıkılmıyor. Yani Avrupa Birliği idealini onlar büyük acılar sonrasında gerçekleştirdiler. Bundan evvel Amerika’nın birlik kurma çabası var malum. 1861-1865 arasında Kuzey ve Güney eyaletleri birbirleriyle iç çatışma yaşadılar ve Amerika, birliğini Abraham Lincoln etrafında sağladı. Avrupa Birliği ise 1945 sonrasında oluşmaya başladı. Onlar şöyle bir karar verdiler: Dünyanın geri kalanı ne halde olursa olsun bizde savaş olmayacak, tek kurşun sıkılmayacak. O yüzden Bosna onları tedirgin etmiştir mesela. Madariaga 1950’lerin ortasında o kitabı yazıyor. Tabiî durduk yerde yazdığı bir çalışma filan değil bu. Avrupalı entellektüeller, Avrupa Birliği düşü yaşadıkları için siyaset adamlarını yönlendirmişlerdir. Bunun neticesinde de işte Avrupa’nın farklı uluslarının özelliklerini ortaya koyan, Almanya’nın, Fransa’nın, İtalya’nın, İspanya’nın ve İngiltere’nin özelliklerini ortaya koyan Avrupa’nın ayrılıklı taraflarını değil de birleştiren taraflarını ön plana çıkaran, bu arada Avrupa’yı oluşturan milletlerin hususiyetlerini de tebarüz ettirmeye çalışan bir kitap yazma düşüncesi oluşuyor. O kitap yazma düşüncesi de Madaraga tarafından üstleniliyor. Fransız akademisi üyesi Andreas Maurois kitabın önsözünü yazmıştır. Orada o andığım ülkelerin kıymetleri tek tek anlatılır. Üstün yanları da anlatılır. Bir bahis de Türkiye ve Yunanistan’a açılmıştır. Diyor ki Madariaga, “Türkiye ilhamını Londra’dan, Paris’ten alan devrimlerle kuruldu. Devrimler ilhamını o şehirlerden almaya devam ettiği müddetçe, Yunanistan çok daha fazla Avrupa’nın parçasıdır. Türkler de asla İslâmî tefekküre dönemezler, çünkü öyle bir ilham aldılar ki Paris’ten Londra’dan, dönemezler. Belki biz İspanyollar bile dönebiliriz, bir Endülüs tecrübesi yaşadık. İran belki dönebilir. Mısır dönebilir ama Türkler bir daha asla İslâmî tefekküre dönemezler.” Benim orada işaret etmek istediğim bir ayrım var bilmem dikkatinizi çekti mi? İslâmî tefekküre dönme meselesi hayatî bir meseledir. İslâmî yaşantıya dönemezler demiyor. Zaten Türkiye’de yaşayan insanların hangi etnisiteye sahip olursa olsun, İslâmî yaşantıya dönmesine Avrupa’nın itirazı yok. Mesele İslâmî tefekküre dönmemesi. İnsanın İslâmî yaşantısı zayıf olabilir. Hiç olmayabilir ya da. Bunun hesabını cenabı Allah’a verecek. Fakat İslâmî tefekkür öyle bir şey ki, Türkiye’yi Türkiye olmaktan çıkarıp İslam dünyasının tarihî kaderine dönmesinin gücü haline getireceğini çok iyi bildikleri için, Türkiye’de artık başörtüsüne, İslâmî yaşantısına itiraz edildiği falan yok. İtiraz edilen şey Türklerin İslâmî tefekküre dönmeleri. Türkiye’de öyle insanlar var ki, İslâmî yaşantısı zayıf olmasına rağmen İslâmî tefekkür dairesi içindedirler. O insanları şu eksikleri var, bu eksikleri var diye yargılamanın mânâsı yok. Bizim İslâmî algımız çağlar boyunca bunları önemsememiştir.

Benim o sözü özellikle gündeme getirme amacım şu: Bakın, Ruslar, Rus birliği etrafında birleşiyorlar. Avrupa, Avrupa Birliği etrafında, Amerika’nın birliği ortada. Dünyada birliği olmadığı için dünyanın seyrinin yamuk olduğu tek toprak burası. Bu toprakların fikrî bir birlik etrafında toplanması, İslâmî tefekkür demek, o dünyanın dengesini sağlayıcı bir unsurdur. Onun oluşması lazım. Bunun için uğraş veren, fikir veren insanların bu idealle yanıp tutuşuyor olmaları lazım. Türkiye’de akademisyenler, gazeteciler diyelim, şairler, yazarlar bu fikirle tutuşuyorlar mı? Tutuşmuyorlarsa bunların hiçbiri kalmayacak demektir. Yani bugün isim sahibi olabilirler ama yarın kalmayacaklar demektir.

– Madariaga 1950’li yıllarda yazmış o kitabı. Aynı yıllarda burada Üstad’ın bir çıkışı var biliyorsunuz. Üstad Necip Fazıl tefekkürün önemini, Türkiye’de ilk defa bu kadar güçlü bir şekilde seslendiren ve örnekleştiren birisi. 1940’lı yıllardan itibaren Büyük Doğu’nun çıkışı, orada İslâmî tefekkürün temelinin atılması, sonra Büyük Doğu’yu bir ideolocya, bir dünya görüşü olarak ortaya koyması da sanki biraz o dönemle örtüşüyor. O damar yani İslâmî Tefekkür dediğimiz damar, o zamandan bugüne Salih Mirzabeyoğlu ile ulaşan bir damar. Şimdi siz o makaledeki “kultukampf” kavramıyla galiba siz Almanca’daki karşılığını kasdediyorsunuz, yani kültür mücadelesini, savaşını…

Celal Fedai: Tabii, bugün Almanya diye bildiğimiz bir ülke varsa, bunu Almanlar 1870’lerde Bismarck’ın Wilhelm’in dönemlerinden bahsediyoruz. O dönemlerdeki oluşturulan kültür mücadelesine bağlarlar. Bu nasıl bir mücadele? “Biz kimiz?” sorusunu soruyorlar öncelikle. Biz Almanlar kimiz ve ne için varız? Biliyorsunuz 11 Eylül saldırılarının ardından Amerika’da büyük bir travma yaşandı. O travma neticesinde Samuel Huntington bu isimle bir kitap yayınladı: “Biz kimiz?” diye. “Medeniyetler Çatışması” gibi son derece siyasî spekülasyonların olduğu bir kitabın yazarı, böyle son derece kolay anlaşılan, geniş halk kesimlerine hitap edebilecek kolaylıkta bir kitap yazdı ve dedi ki “Biz kimiz?”… İşte Amerikan toplumu nasıl bir toplum. Kodları neler? Bunu Yahudilikten, Protestanlıktan tutun da siyasî, sosyal, bütün meselelere kadar açtı. Meselâ dedi ki, “biz bir mozaik miyiz?” 1990’lı yıllarda Türkiye’nin bir mozaik filan olduğu konuşuldu. Onlar Amerikan salatası mıyız diyorlar. Esasen adam buna şiddetle, ama görüntüde çok zarif bir şekilde karşı çıkıyordu kitabında. Çünkü öyle bir toplum oluşturursan o toplum darmadağın olur. Yani mozaik olduğunuz zaman, ya da “Avrupa Birliği’nin başkenti İstanbul” dediğiniz zaman İstanbul filan kalmaz sizin elinizde. Tabiî yenilip yutulacak adamlar değil bu adamlar. Yani Amerika’nın birliği için, anlı şanlı bu adam kalktı böyle pragmatik bir eser verdi. Meselâ 15 Temmuz gibi bir şey yaşadı Türkiye. Böyle büyük bir travma atlattı. “Biz kimiz” meselesine Türkiye eğilmedi. Yani onun metnini Allah lütfeder de ben yazsam, ya da bir başka benden büyük biri, ya da akranım yazsa kimse dönüp bakmaz. Bunu ancak devletin içinde Huntingon gibi bir konumu olan biri yazarsa bu bir şey ifade eder. Bu şu anlama geliyor; demek ki Amerikan devleti kendini böyle tanımlıyor. Almanlar “kültür mücadelesi” yürüterek kendilerini tanımladılar. Türkiye bugün kendisini nasıl tanımlıyor? Yani “biz Ehli Sünnet vel Cemaat yolunu takib eden insanlarız. Dini olarak tarihî seyrimiz budur. Siyasî olarak tarihî kaderimiz budur” gibi bir tanıma filan devlet gitmiyor. Eğitimde de bu tanımın noksanlığı hissediliyor. Şimdi bu tanımı yapmaya en muazzam bir gayreti ortaya koyan, devasa bir gayreti ortaya koyan, kuşkusuz Üstad Necib Fazıl’dı. Yani kimsenin bu işlerle uğraşmaya cesaret edemediği, uğraşmaya cesaret edenlerinse o donanımdan ne yazık ki mahrum olduğu bir zamanda, hem bununla teçhiz edilmiş bir adam olarak, hem o cesarete, yüreğe sahip bir adam olarak, bu mücadeleyi o yürüttü. Sizin de ifade ettiğiniz gibi 1950’li yıllarda Avrupa Birliği ideali için Avrupalılar çok çaba sarf ederken, Necip Fazıl da çok şaşırtıcı bir şekilde 1950’lerden başlayarak Adnan Menderes’i destekledi siyasette. Menderes’in vefatı üzerine yazdığı “Zeybeğin Ölümü” şiirini hatırlayacak olursak, aslında ne kadar samimi bir şekilde, hem de son derece mantıklı bir şekilde, rasyonel bir şekilde Menderes’i desteklediği görülür. Alaattin Karaca’nın “Şair ve Başbakan” diye bir kitabı vardır. Mektuplaşmalarını konu edinir ve o mektuplaşmalardaki ikisinin diyaloğunu yorumlar. Baktığımızda Necib Fazıl’ın tek derdinin, biraz evvel bahsettiğimiz İslamî tefekküre bu toprakların bir şekilde dönmesi olduğunu görürüz. Siyasetçilerin fikirlerinin içlerinin doldurulması gerektiğini düşünür. Başka da bir gayesi yoktur Menderes’i desteklemekte. O gaye mühim. Şimdi Türkiye’de siyaset adamları bir süre teknokratlardan çıktı. Yani sosyal bilimlere kafası çok da basmayan kolay manipüle edilecek kişilikler, Türkiye’de İslâmî tefekkürle filan zaten derdi olmayan insanlardı. Bunlar hoş yol filan da yapmadılar, teknokrattılar ama… Türkiye 10 yılda bir şok doktrinine maruz kalan, yani darbelere maruz kalan bir ülke oldu. Bu Amerika’nın hedefine koyduğu ülkelerde, toplumda, entelektüel seviye irtifa kazanamasın diye uyguladığı bir stratejidir.


“Yani Necip Fazıl’ın o bakımdan o tükürükleri son derece şifalıdır. Tükürdüklerine şifa vermiştir”

1940’lı yıllarda akıl sağlığı bozuk insanlara elektro şoklar veriyorlar ve o şoklar beynin bir yerini dumura uğratıyor. Bir süre o adam kendine gelemiyor, etrafını rahatsız etmiyor yani. Amerika da hedefe koyduğu Türkiye gibi ülkelere bazı şoklar uyguluyor. Etrafa rahatsızlık vermesin, belli bir idrak seviyesine ulaşamasın diye Türkiye 10 senede bir o şokları yaşıyor. Zihni dumura uğruyor.

Necip Fazıl’ın muazzam bir tefekkür gücü var. Şiir gücünü filan konuşmanın mânâsı yok. Muazzam bir estet zihne sahip, bir o kadar da tefekkür gücüne sahip. Bunu aksiyonla birleştirebilen bir şahsiyet. Zannediyorum Salih Mirzabeyoğlu’nun da ayırıcı vasfı Necip Fazıl’ın o iki yönünü devam ettirebiliyor olması, onu bünyesinde taşıyabiliyor olması. Türkiye’de Müslümanca düşünmeye gayret eden insanların çeşitli düşünme kanalları oluştu. Sezai Karakoç bir kanalı açtı yürüdü oradan, Nuri Pakdil’in açtığı bir kanal oldu, İsmet Özel’in hakeza. Bu yolların her birinin bence ayrı ayrı kıymeti var. Her birinin var olmasının da önemi var. Fakat bunların kimisi siyasete uzak durdu ve daha edebiyat ve sanat içinde bir yol izledi. Ama Necip Fazıl’ın yolunu takip edenlerin bir de aksiyonu oldu. O aksiyon onları birçok sıkıntıya düçar etti. Necib Fazıl’ın kendisini ettiği gibi. Fakat onların açtığı bir çığır var. Biliyorsunuz “çığ” ilginç bir kelimedir. Çığ düşer ve o birinin eline küreği alıp yol açması lazım. Dağcılar iyi bilirler. Bir çığ düşmüş ve siz o çığın altında kalmışsanız, çığ sizi alır götürür. Sağa çevirir, sola çevirir, bir yerde durur çığ, siz yönünüzü tayin edemezsiniz. Çünkü bembeyaz bir karanlık. Yüzükoyun musunuz yere, yoksa yan mı yatıyorsunuz, yüzünüz gökyüzüne dönük mü bilemezsiniz. O yüzden dağcılar tükürürlermiş. Yani yönünü tayin etmek için. Tükürme eylemi çok mühim bir eylem, hem bir çeşit reddiye aynı zamanda ama çığırı açmak için de muazzam bir araç. Tükürdüğünüzde, yönüne göre yüzünüzün yönünü belirliyorsunuz. İşte ona göre kazmaya başlıyorsunuz. Yani Necip Fazıl’ın o bakımdan o tükürükleri son derece şifalıdır. Tükürdüklerine şifa vermiştir. Bakmayın, Necib Fazıl’ın eleştirdiği kadar, mesela CHP’yi eleştiren yoktur. Eğer istifade edebilmiş olsalardı çok şey kazanabilirlerdi. İstifade edemediler. Bu mânâda “çığır açıcı” olanları ayrı ayrı değerlendirmek lazım. Konuştuğumuz çizginin dışındakiler sanatta ve edebiyatta bir çığır açmışlarsa, Necib Fazıl ve arkasından gelen rahmetli Salih Mirzabeyoğlu’nun açtığı çığır mühim.

Tabiî bizim Türkiye’deki sıkıntımız şu: Yani mesela Necib Fazıl’a layık olabilmek için onu aşmak gerekiyor. Başka türlü ona layık olamazsınız. Onu tekrar ederek varabileceğiniz bir yer yok. Ben naçizane meslek lisesinde top peşinde koşan biri olarak okurken Necip Fazıl’ın Çile’si ile ve birkaç şiiri ile karşılaştım. Şimdi konuşabiliyorsam o şiirlere borçluyum. Bir şair düşünün ki, kendisinden sonra gelenlere bu kadar etkisi dokundu. Benim hayatımda babamın böyle bir tesiri yok. O halde bu tesir, o kişiliklerin arkasından gelenleri değiştirecek, dönüştürecek etkidedir. Fakat arkadan gelenler acaba, o cehde sahip mi? O donanıma sahip mi? İşte maalesef sürmeyebiliyor. Avrupa’da bunun tersini görürsünüz. Bir şirket bile kurduklarında onu 300 yıl yaşatabilirler. Bizim fikir dünyamız maalesef kopuşlarla ilerliyor.

– Gelenekleşme olmuyor.

– Olmuyor, çünkü sürekli arkadan gelen öne geçmeye çalışıyor. Bizde saf tutmak namazda, sünneti kılarken herkes kafasına göre takılıyor tabiri caizse, ama farza geldiğinde orada herkes saf tutarken, yer açılıyor bir bakıyorsun küçücük bir çocuk en önde saf tutuyor. Yani, bu da bir nasip meselesi. Ama o safta yer tutmak lazım. Necip Fazıl herhalde son yüzyıl içerisinde sahip olduğu enerjiyle büyük yol açmış, çığır açmış birisi. Ben Salih Mirzabeyoğlu’nu çok geç tanıdım. Aksiyonuyla biliyor idim Necip Fazıl’ı sürdüren ve onun yanında yürüyen aksiyonuyla… Fakat sanatla ilgili, düşünce ile ilgili yazdıkları çok çarpıcı şeyler. Yani düşünce gücünü görebiliyorsunuz yazdığı eserlerde. Ama işte Türkiye’de yaşıyor olmanın sıkıntıları var. Yani o düşünce gücünü geliştirecek çevre oluşturmak, onu yine kendi kendiyle yarışıp geliştirmek imkânını Türkiye gençlerine vermiyor. Bunu şeye benzetebiliriz. Grek mitolojisinde, Roma mitolojisinde geçen Satürn’ün hikâyesi. Satürn’e bir kahin diyor ki, “senin bir çocuğun olacak oğlun  olacak, o senin yerine geçecek.” Doğal olanı bu tabiî, oğlu geçecek. Ama kafa manyak bir kafa olduğu için doğan çocuklarını yemeye başlıyor. Altı tanesini yiyor işte, karısı yedinciyi saklıyor. Avrupalılar belli kuşaklar, nesiller yetiştiremedikleri zaman “biz acaba evlatlarını yiyen Satürn’e mi döndük” deyiverirler. Kontrol ederler kendilerini. Türkiye evlatlarını yiyen Satürn’dür maalesef. Boyuna, kim çıkıyor onu yiyor. Eğitimde de, kültürde de bu oluyor. Süreklilik filan olmuyor. O “kültür mücadelesi” meselesi bizde yürümüyor. Bir kere devletimiz “benim kültürel kodlarım budur” diye karar vermemiş. O karar üzere devlet iradesi oluşmamış. O irade bir ideal oluşturmamış. Biz zannediyoruz ki, kültür bakanı değişince bu işler değişir herhalde. Kültür bakanı deyince, Amerika’da bu işler, (1940’ların sonunda CIA kuruluyor ama biraz evveli de var) tamamen CIA ürünüdür. Amerika’nın kültür iradesini CIA belirler. O servis eder yürütmeye. Yürütme ve bakanlıklar bunu yürütür. Bunu yürüten insanlar da dışardan görünmez. Türkiye’de Kültür Bakanlığı bir şey yapıyor diyelim, meşhur ya bizim kurultaylar şimdi. Beş tane on tane adam çıkıyor. Ne konuştukları belli. Amerika’da belli isimler vardır ve o adamlar hiç görünmez adamlardır. Yani mesela Henry Kissenger diye bir adam var, Amerika’nın son otuz yılının siyasetine damgasını vuran… Fukuyama gibi Huntington gibi adamların 60’larda kurdukları Foreign Policy dergisi var ki bunlar gibi onlarca dergi var. Bizde maalesef bir garip kasabalı havasıyla işleri yürütmeye çalışıyoruz. O yüzden mücadele ettiğimiz ülkelerin yaptıklarını sadece taklit etsek bile muazzam bir mesafe alırız. Yani Almanya bu işi nasıl yapmış? Amerika nasıl yapmış, Japonya nasıl yapmış, Çin nasıl yapmış? Rusya nasıl yapmış? Sadece taklit etsek, yani bize özgün bir şeye de gerek yok, yol alırız. Ama bu konuda bizim bir planımız bir kararımız yok. Türkiye dönem dönem sıkışınca bir karar alacakmış gibi oluyor. Ama sıkışma geçince bırakıyor. Bu yüzden Allah bizim düşmanlarımızı bize karşı açık ve net tavırlı kılsın ki biz de açık ve net tavırlı olalım. Öbür türlü bir takım nesilleri kaybediyoruz. Zaten insan ağaç gibi yetişen bir şey de değil. Mesele şu: Niçin bir tane Salih Mirzabeyoğlu var? Niye 5 tane değil? Şundan: Eğitimin içinden yırtan biri bir şey oluyor. Eğitim geri kalan herkesi birbirine benzetiyor, kişiliksizleştiriyor, bu şeytani bir ideolojinin neticesinde oluyor. Popülizm ideolojisi. Popülizmi bizim ülkemizde halkçılık filan zannediyorlar. Popülizm insanların genetiği ile oynamak anlamına gelir. Nasıl bitkilerin genetiği ile oynanıyor, insanların genetiği ile de oynanıyor. Toplumun en alt kesimi olan avamı toplumun tamamına yaymak gibi bir ideolojik proje var. O proje Türkiye’de yürütülüyor. 1946’da Marshall yardımı Türkiye’ye verildiğinde şart koşulan şeylerden bir tanesi de şu: Amerika’daki hayat tarzını Türkiye’ye tanıtan popüler kültür dergileri çıkarılacak. O dergilerden bir tanesi “Bütün Dünya” dergisi mesela. 1940’lı yıllarda çıkmaya başlıyor ve Jet Sosyete olarak adlandırılan sosyetenin hayatını topluma yavaş yavaş yayıyor. Hürriyet gazetesi sadece bu iş için yayın yapmıştır yıllarca. Daha sonra muhafazakârca düşündüğünü söyleyen gazetelerin tamamı bu işlevi görür hale gelmiştir. Türkiye’de önce sol, Atatürkçü kesim filan alıklaştırılmıştır. 1990’larda da Türkiye’de Müslümanca düşünen insanlar alıklaştırılmıştır. O bakımdan biz henüz “kulturkampf” oluşturmak niyetinde filan değiliz. Ben o makalede onları açmaya çalıştım, şunu yazmak istedim aslında, Türkiye ne yapmalı? Baktım ki hiç böyle bir niyet yok. Bari başkaları ne yapmış, onu göstermeye çalıştım yani bize gelemedim maalesef.

– Aslında çok temelde problemlerimiz var. Bizde entelektüel, “uçların adamı” olamıyor. Ne dibe vurabiliyor, ne yükseklere çıkabiliyor. Ne derinleşebiliyor, ne derinlikteki yüksekliklere ulaşabiliyor. Bir yol açanlardan filan bahsettiniz. Onları da içine alan bazı sorularım var. Laiklik’in tanımında aslında devletin izin verdiği kadar Müslümansın. Buna itiraz eden yok. Devlet fikri mesela, zaten fikir içinde gelişen bir şey değil midir? Tercih edilebilir bir şey midir, yoksa bir zorunluluk mudur? Klasik olarak “namazına karışan mı var?” deniliyor ya… Devlet fikri bir zorunluluk olarak kendini dayatırken, neden böyle bir tercih meselesi imiş gibi anlaşılıyor? “Önce kendimizi düzeltirsek her şeyi düzeltiriz” gibi anlayışlarla, Müslümanların devletleşme idealini ötelemek… Devlet ve fikir arasındaki münasebet hakkında ne söyleyebilirsiniz?

Celal Fedai: Dostoyevski’nin öncesinde de, kendi döneminde de biliyorsunuz bir Rus entelijansiyası var. Bu sorduğunuz soruya Ruslar açısından kafa yoruyorlar. Romanovların, Rus halkı üzerinde bir hâkimiyeti var. “Rusların devleti bu mu? Bundan mı ibaret?” Yani halkın çok büyük bir kesimi aç ve köylerde çalışıyor. Rus entelijansiyası, Rus devlet idesi konusuna öylesine kafa yoruyor ki, bireysel dünyalarının uçlarına gidiyorlar, toplumun hayrı için devlet idesine kafa yoruyorlar. Bu ikili yürüyen bir şey. O halde bizim devlet idemiz konusunda fikrimiz nedir? Bizim entelijansiyamız nasıl bir gayret sarf ediyor? Entellektüeller üzerine çalışma yapanlar, enteljansiyayı şöyle tanımlıyorlar: Isıah Berry’nin tanımı bu: “Belli bir ideale ulaşmak için birbirleriyle beraber olmayabilirler, uzakta olabilirler, ama aynı ideal için birlikte mücadele insanlar entelijansiyayı oluşturur.” Türkiye’de bir entelijansiya yok. Osmanlının son döneminde Cevdet Paşa gibi büyük devlet adamları var. Farklı yerlerde de görülseler, Namık Kemal’in de derdi, Ziya Paşa’nın da derdi belli. Şinasi’nin derdi bambaşka mesela. O artık tam bir Batılı zihne sahip biri. O yüzden Osmanlının “Osmanlı” olmaktan çıkması noktasında bütün kritik hamleler Mustafa Reşit Paşa üzerinden nasıl yürüyorsa, Şinasi üzerinden de yürüyor. Ama onların açtıkları bir takım yaralar varsa, bizim toplumumuz öyle bir toplum ki, o yaraları tamir etmeyi çok iyi biliyor. Söğüt ağaçlarını kırarsınız. Kırdığınız yerden hemen altından sürgün verir. Bizim toplumumuzda entelijansiyamız yok. Kendi uçlarına giden isimlere pek az rastlıyoruz. Fakat toplumun irfan sahibi halkı ki onlara avam asla diyemeyiz. Muazzam bir kavrayışa ve idrake sahipler. Toplumun taşıyıcıları, koruyucuları hep o insanlar. Bizim entelijansiyamız tabiri caizse, bu halkın kendisi. O dengeleri buluyor. Bir takım siyasetçilerin açtıkları yaraları tamir ediyor. Parasızlığın kahrını çekiyor, sağlık problemlerinin kahrını çekiyor, şok doktrine maruz kalıyor, evlatları hapse düşüyor, onu da atlatıyor. Bizim entellektüellerimiz arasında kendi uçlarına giden pek göremiyoruz. Bizim entellektüellerimiz son derece kendini sağlama alan, sığ sularda yüzen… Biliyorsunuz Avrupalılar kendilerini tanımlarken, aydınlanma ile tanımlarlar ve aydınlanmanın sembolü “gemi” metaforudur. O gemi Bacon’ın kitabının kapağına koyduğu gemi. Kıyılardan süzülüyor, açık denizlere gidiyor. Kaybolma ihtimali var ve bir sürüsü de kayboluyor zaten. Bizde o türden insanlar pek az. Bizim en çok saldırıya uğrayan kavramlarımızdan biri o yüzden “devlet idesi”. Devlet idesi dediğimiz şeyi nasıl algılamamız lazım? Ben şahsen bunu Kutadgu Bilig’de anlatıldığı gibi anlıyorum. Yani devlet idesinin ne olduğu, onu oluşturan unsurların neler olduğu meselesi de, aslında Selçuklular’da da Osmanlılarda da, Kutadgu Bilig’de anlatıldığı gibi anlaşılmıştır. Onu sürdürmüştür. O yüzden bürokrat değil, devlet adamı yetiştirmiştir. Devlet adamı tipini ortaya çıkarmıştır. Senin bahsettiğin insanlar kendi kişisel maceraları yürürken devlet idesine zarar verebilirler. Devlet o kadar güçlü bir yapıya sahiptir ki, o evlatlarını esasen ötekilerden çok sevmiştir. Çünkü adam uçurumun kenarında yaşıyor, yani devlet onu kendine tehlikeli görmemesi gerekir. Aksine onun kıymetini bilmesi gerekir. Fakat az evvel bahsettiğim postmodern alıklaştırması neticesinde devletin makbul vatandaşı kim oluyor? Vasat insan oluyor. Yani insan gerekirse devletin aleyhine de fikir serdedebilir. O aleyhindeki şey onu yıkma anlamına mı gelir? Orası ince bir nokta… Ben gelmemesi gerektiğini düşünürüm. Şahsen kanaatim budur. Devletin varlığı hiç olmamasından iyidir. Devletin yanlış tarafa gidiyor olmasını ben geçici bir süre olarak görürüm.


“Düşünce hayatımıza bir bakın: Kötülük şebekelerinin dayanışması vardır. İçlerinden bir tane bir tip çıkıp da, kendince bir çığır açacaksa, onu hemen yer bitirirler”

Sizinle röportaja gelmeden evvel, Akademya’yı bir karıştırdım, eski sayılarda sizin arkadaşlardan birinin Selçuklu ile ilgili uzunca bir yazısına rastladım. Kolay okunabilir bir yazıydı. Baktım aldı götürdü beni tamamını okudum. Defalarca Selçuklu devleti sıkıntılar yaşıyor. Ama hep o devlet idesinin varlığı etrafında birleşmeye gayret ediyorlar. Devleti kutsallaştırmak veya devleti yıkmak, bunlar ifrat ile tefrit arasındaki mânâsız şeyler bana göre.

– Devlet zaten her zaman orada. Olmaması diye bir şeyden bahsetmiyorum. Rejimin karakteri meselesinden bahsediyorum, demokrasiyi demokrasi ile iptal etme hakkı, fikrî olarak temellendirme meselelerinden bahsediyorum. Liberalizm akımlarında bile devlet yüzde otuz dâhil olmalı filan denilmeye başlandı. Bu kadar bireyselcilik olmaz noktasına geldi.

Celal Fedai: Ama orada devlet, ekonomik ve sosyal hayatı organize eden bir organizma gibi. Şimdi gene Rusların tarihînden örnek vereyim. Ekim devriminin öncesindeki Rusya ile sonrasındaki Rusya’ya bir bakalım. Mesela Türkiye ile ilişkileri açısından bakalım. Ekim Devrimi sonrasındaki Rusya, Lenin’in henüz kontrol ettiği ve Türkiye’de de Milli Mücadele’nin verildiği yıllar. Türkiye ile yazışmaları var. Orada diyorlar ki Türkiye Batı’ya karşı mücadele ediyor ve belki bize yaklaşır diye sıcak davranıyorlar, malumunuz yardımları söz konusu. Ali Fuat Cebesoy’u gönderiyor Moskova Elçisi olarak Mustafa Kemal filan. Bu arada Çerkez Ethem’i filan da bir alternatif olarak destekliyor Ruslar. Mesela İttihat ve Terakki’nin önde gelen isimlerinden Enver Paşa’yı, Mustafa Kemal başarısız olursa diye Kars sınırına kadar gönderiyorlar. Bunları yapan ülkenin bürokrasisinin, devlet adamlarının, nasıl bir devlet zekâsına sahip olduklarını görüp şaşarsınız. Oysa onlar devletlerini 1917’de yıkmışlardı. Yıkılan bir devlet yok. Devletin sadece Rusların idealleri doğrultusunda bir form değiştirmesi söz konusu. Arkadan gelenler, tamamen Rusluk idesi üzerinden meseleye sahip çıkıyor ve 1990’lı yıllarda Doğu Blok’u ağırlıklarını atıp da kurtulduğunda bugün Putin’in Rusya’sında görüyoruz ki, aynı ideden vazgeçmemişler. Bizim vazgeçmediğimiz, çağlar boyunca getirdiğimiz bir kaderimiz var, daha doğrusu vazgeçmememiz gereken… İslâmî Tefekkür eşittir tarihî kader. Biz bundan, İslâmî Tefekkür’den vazgeçtiğimiz için, kendi sınırlarını aşmaya çalışan insanlara toplumun tahammülü yok zaten. Devletten evvel zaten fikrin tahammülü yok. Bizdeki fikir adamları belli fikirleri aşıp, belli irtifalara çıkabilmiş insanlara tahammül göstermiyor ki, devlet niye göstersin? O hiç göstermez.

“Biz böyle zirve isimleri ya putlaştırırız, ya da kendi irtifamıza, seviyemize çekeriz, indirgeriz”

Düşünce hayatımıza bir bakın: Kötülük şebekelerinin dayanışması vardır. İçlerinden bir tane bir tip çıkıp da, kendince bir çığır açacaksa, onu hemen yer bitirirler. Ece Ayhan diye büyük bir şairimiz var. O öyle söyler: “Türkiye’de niteliksizlikler ve kötüler bir dayanışma halindedir ve bunda da siyasî fikirlerin filan bir önemi yoktur. Çünkü “niteliksizlikte” dayanışma halindedirler.” Onlar bambaşka nitelikte bir şair veya yazar çıkarsa, entelektüel çıkarsa, onu zaten başka hiçbir şeye gerek kalmadan onlar boğar. Her şeye rağmen Rus entelijansiyası Avrupa’da yetişmiştir. Rusya’nın içinde de ona müsaade etmezler. Şimdi Türkiye esasen hiper demokrasinin olduğu bir ülke olarak da tanımlanabilir. Türkiye her şekilde herkesin fikrini söyleyebildiği bir ülke oluyor zaman zaman, bazen de öyle bir ülke haline gelebiliyor ki, bunu işte 28 Şubat döneminde yaşadı Türkiye. Söylediğiniz bir sözün bir cümlenin alınıp başka bir yere monte edilmesiyle ömrünüz çürütülebilir. Söz söylemenin korkutucu bir hale geldiği zamanları da oluyor Türkiye’nin. Sizin bahsettiğiniz türden uçlara gidebilecek türden fikirleri ortaya koyabilecek iyi eğitilmiş gençler çıkmıyor. Bu anne baba ile ilgili bir şey. Necip Fazıl’a bakalım: Niçin Necip Fazıl var? Siz Salih Mirzabeyoğlu’nu çok seviyorsunuz. Niçin var ki? Çünkü Necip Fazıl var. Onun dibinde olup da, onunla teşriki mesai yapıp da, sohbet edip de büyük olmamak senin beceriksizliğin olur. Bu mânâda biz böyle zirve isimleri ya putlaştırırız, ya da kendi irtifamıza, seviyemize çekeriz, indirgeriz. Veya öylece bırakıveririz.

– Salih Mirzabeyoğlu’nun bir Necip Fazıl tanımı var. Şöyle der: “İdeali aramayla toprağa bağlanma arasındaki bir berzahta kıvranan insanoğlunun oluş ıstırabını hakikatin hakikatine nisbetle heykelleştiren adam.” Bu anlamda şuradaki dünyayla, ideal dünyayla, şuradaki en alelade, binasından tut, giydiğimiz elbiseye kadar, bu ikisi arasındaki ilişki problemi diye bir şey var. Yani çok iyi bir şairdi, ama keşke siyasete bulaşmasaydı, çok iyi şairdi ama keşke düşünmeseydi filan. Şair böyle alkol almış bir tipleme içindeymiş gibi. Ne dediğinin o da farkında değil ki hesabı. Bu ikisi arasındaki ilişki, yani ideal ve şu yaşadığımız dünya arasında nasıl ilişki kurabiliyorsunuz? Ya da nasıl olmalı?

Celal Fedai: İçine doğduğumuz toplumun şartları bizi bu konuda yönlendiriyor. “Coğrafya kaderdir” diyorlar ya, Gasset’in bir cümlesinden çarpıtılmış bir söz galiba ama, hakikati olan da bir şey. Aliya İzzet Begoviç’e bakalım. O diyor ki, “gerçek bir sanatçı, istesin veya istemesin, kendini bir savaşın içinde bulmuştur. Onun sanatı kötülüğe karşı bir mücadele olacaktır. Ama gerçekten onun bir sanatı varsa…” İşte bizim konuştuğumuz isimler olsun, gelmekte olan nesillerden birileri olsun, onlar bu konuştuklarımızı kendi benliklerinde yoğuracaklar ve karşılıklarını vereceklerdir. Zaten bu meselelerde gayret eden insanların sayısı çok sınırlıdır her zaman. Malumunuz Efendimiz bir Cuma hutbesi irad ederken şehre kervanın geldiğini haber veren davullar çalmaya başlıyor. Sahabe efendilerimiz bırakıp alışverişe gidiyorlar. Efendimiz konuşuyor, sahabiler alışverişe gidiyor. Bir düzine insan kalıyor caminin içinde. Şimdi Türk devlet idesi, bu bir düzine insanı çok önemsemiştir. Kutadgu Bilig’in ana omurgası budur. Efendimiz zamanında topluma nisbetle, toplumu taşıyıcı insan sayısı, bir düzinedir. O cemaate nisbetle yüzde ondur. Bugün yüzde beştir. O yüzde beşe nisbetle toplumu yönlendirirler. Çünkü geniş halk yığınları, sevk ve idare edilmek ister. O yüzde beş, sevk ve idare eder. Mesela Amerika bunu aynen uyguluyor. Amerikan halkı alıktır, ahmaktır yani. Ömrü tuvaletle mutfak arasında geçer. Avrupalı alıktır, postmodern popülizm ideolojisi bu koskoca iki kıtayı alık yapmıştır. Onların hayatlarındaki en büyük ideal turist olmaktır. Toplumu yöneten yüzde beşi bulmuşlardır. Onlar idare ederler.

– Bir dönem çıkan bir derginin kapağında, “İslam sınıfsız toplumdur” gibi şeyler yapıldı ve bunlar devletin pohpohladığı idealize ettiği tipler olarak o çizgiden gelen insanlardı. Sınıfsız toplum tezi üzerinden İslami tefekkür yaptıklarını düşünüyorlardı…

– Çok feci bir şey. Bizim düşüncemizin âletleri yok edildi. Mesela “çok üretken bir yazardır” deniliyor. Yani bu Marksist terminolojinin kullanımıdır. Yazar üreticidir onlara göre. Yazarı “yaratıcı” olarak tanımlarsan, hümanist Avrupa fikriyatının tanımını kullanıyorsun demektir. Bizim kullandığımız terminolojiyi kaybettik. Bizde şair ve yazar “meydana getiren”dir. Meydanda yok, bir yerlerde var onu alıyor meydana getiriyor. Bazen de şunu yapıyor, onun kıymeti bilinmeyince onu alıp götürüyor, saklıyor. Yani soyutlaştırıyor. Şimdi bunu Marksizmin içinden düşündüğünde soyut yapmamalı bu adam, boyuna realist olmalı. Müslümanlar kullandıkları aletleri bilmedikleri için, bağ koptuğu için, kopması da bahane değil aslında, tembelliklerinden ötürü… Mesela ben eski yazı öğrenme işini oğluma bir saatte öğrettim, çok zor bir şey değil ki bu. Bunun gayretini göstermiyorlar, ondan sonra “koptuk” diyorlar. Öyle bir şey yok. Tarihte biz kopuşlar yaşadık doğru ama tarih de bilmiyoruz. İnsanlar birbirini vahşice öldürmüşler, kavgalar olmuş, altüst oluşlar olmuş…

Bugün kaliteli insan her şeye rağmen ideallerinin peşini kovalayan insan, bedel ödemesine rağmen, yüzde bir bile yoktur. Türk devlet idesi o yüzde birin peşindedir. O yüzde birin kaderi, toplumun kaderi haline gelir. Bu iki türlü olur. Abraham Lincoln diyor ki Amerikan iç savaşı sırasında, “yedik birbirimizi, biz kaybettik, Kuzey kazandı, onlar da bunu anladılar, şimdi biz birlik olamazsak, Amerikan gemisine kaptan yapacak adam bulamayacağız.” Çünkü kim iç savaş olan bir geminin kaptanı olmak ister ki? Toplum birlik olur, toplumun kaderi toplumu yöneten kişiye sirayet edebilir. Bu pek az rastlanan bir hadisedir. Genelde kaderi olan biri toplumun yöneticisi olduğunda o kader aşağı doğru yayılır. Şimdi Necip Fazıl’ın kaderi etrafına yayılmıyor mu? Yayılıyor. O kader aşağı doğru yayılırken bir yerde tıkanıyor. Başta bahsettiğimiz o “kulturkampf” meselesinden ne anlaşılıyor? “Biz kültür savaşı yapalım, Çinlilerinki gibi yapalım.” Böyle bir şey değil ki. Çok net bir şey var, bizim insanımız alık hale getiriliyor. O da eğitim yoluyla oluyor. Biz istediğimiz kadar kendimizi yırtalım, Necip Fazıl etrafını etkilemiştir, Salih Mirzabeyoğlu etrafını etkilemiştir ama devlet bu kararı vermediği için nesiller kaybolup gidiyor. Biz, “istisnai birkaç adam niye bizde çıkmıyor” diyoruz. Aslında o adamlar çıkıyor da, yanında yoldaşlık edebilecek, dostluk edebilecek, onunla aşık atabilecek birileri çıkmıyor. Deli Dumrul vardır ya. Deli Dumrul dünyanın en yalnız adamlarından bir tanesidir. Çünkü adam hem fikriyat itibariyle hem beden gücü itibariyle tektir, toplumu da o yönetiyor. Ama yapayalnız.

Sizler sevdiğiniz için Salih Mirzabeyoğlu’nu konuşuyorsunuz. Ama mesela, O’nun etrafında, onunla aşık atacak birileri var mıdır? Veya var mıydı? Necip Fazıl’ın varsa şanslıdır, Mirzabeyoğlu’nun varsa şanslıdır. Yoktur işte. Niye yoktur? O öyle bir irtifaya çıkıyor ki, o dağların zirvesine çıktıktan sonra kişi kendinden başka ses duymamaya başlar.

– “Şair Dağın Doruğunda” diye bir kitabınız vardı.

Celal Fedai: Evet onu bir Çinli’den aldım ben. Dağın doruğuna doğru seyahat bir yalnızlıktır. Yanınızda biri olsa mesela, öyle olmaz. İsmet Özel’i çok seven birisi olarak ben İsmet Özel’de tecrübe ettim bunu. Yani 91’den başlayarak İsmet Özel’i çok severek okudum ama bir süre sonra fark ettim ki, İsmet Özel öyle bir irtifaya çıktı ki, ondan sonra artık kulağını kaybetti ve kimseyi dinleyemez hale geldi. Bu onun kaderi. Konuşabileceği birilerinin olması, o irtifada birisi için çok mühimdir. Mesela Avrupalıların başına bu gelmiyor. Niçin gelmiyor. Çünkü toplum ve toplumun entellektüelleri, entelijansiyası, bu insanlarla diyalog kurabiliyor. O tek başına, boyuna adam o çıktığı irtifadan aşağı inip de bizimle mi uğraşacak? Bir iniyor bir çıkıyor, bir yerden sonra artık… Bir süreden sonra insanın sağlığı da bozulabilir. Dağcılık bilgisine sahip olmak gerekir. Bunu başaranlar bizim mutasavvıflardır. Çünkü onlar nefsin tabakalarını bilirler ve o tabakalara nasıl çıkacaklarını öğretenler vardır. Entelektüellere öğretenler olmadığı için bir vurgun hali yaşıyorlar ve pervane kopuyor. Onlardan biz toplum olarak istifade edemiyoruz. Bizim entelektüel sahada da böyle çok problemlerimiz var. Devletle ilgili toplumsal sahada da problemlerimiz var. Hangi birine odaklanıp konuşsak bilemiyorum tabiî.

– Zirvedeki yalnızlık dediğiniz mevzudan devam edelim. Salih Mirzabeyoğlu çok yazıyordu. Her hafta Baran dergisine yazdığı “Ölüm Odası” tefrikası devam ediyordu. Şöyle bir şeyden bahsedelim: Fikir geleneği diyoruz ya, Salih Mirzabeyoğlu’nun Üstad’a rabtolmuş bir nisbeti var. Büyük Doğu’ya. Necip Fazıl’a ve Abdülhakim Arvasi Hazretleri’ne… Dolayısıyla aslında o yalnız değil. Biz onun yalnız olduğunu görüyoruz ama o da bizim gözümüz. O kadar çok eseri var ki, hemen hemen her meselede. Şimdi sizin dediğiniz o zirvedeki yalnızlığı yaşayan entellektüeller kısırlaşıyorlar bir süre sonra.

Celal Fedai: Şuna dikkatinizi çekmek isterim. Yazmaları onların vazifeleri. Yazmak zorundalar.

– Tabiî yazmak zorundalar “Dava şuuru” diye bir şey var. Çünkü o rabtolunmuşluk hissi ile meydana getirdiği eserleri dava şuuru ile yazıyor birincisi, Üstad’a olan borcu olarak yapıyor ikincisi, Büyük Doğu’nun, İbda’nın bu dünyayı değiştirecek kurtarıcı bir fikir olduğu için yapıyor bu üçüncüsü. Fikir geleneği dediğimiz şeyin örnekleştirilmesi var burada. Yani mesela İsmet Özel’le fark burada, bir dava var burada. Sizin “kulturkampf” dediğiniz şeyi ben bir ideolojik çerçeve olarak görüyorum biraz da… Sovyetlerin, Rusların veya Amerikalıların veya Almanların ortaya koydukları bir üst şuur bir ideoloji var. Bu mânâda bakılınca Salih Mirzabeyoğlu’nun tefekkürü bir dünya görüşü inşa etmek ve bunu çeşitli meseleler içinde işlemek olarak tezahür eder. Bir dil kurmuştur yani. Dolayısıyla hani bu anladığımız mânâda bir entelektüel değil, davası olan bir insandan bahsediyoruz…



“Müslüman çevrede Salih Mirzabeyoğlu’nun kavradığı kadar, resim sanatının özüne geçmiş şeyleri kavrayabilmiş birine rastlamadım.”

Celal Fedai: Siz bir takipçi olarak, bir seven olarak, empati kurduğunuzda bu dediğinizi böyle algılayabiliriz. Empati’nin gerçek mânâsı bizzat o olmaktır. Bizzat o olduğunuzda bu dediğiniz geçersiz hale gelmez fakat siz bir şeyi tecrübe etmiş olursunuz. Bu tecrübe ettiğinizden ötürü de bu dedikleriniz değersizleşmez, geçersizleşmez ama sizin sorununuz olmaz hale gelir. İsmet Özel’le ilgili şeye katılmıyorum ama bunun dışında şöyle bir empati yöntemi seçmek lazım. Bizzat Necip Fazıl olmadan, Salih Mirzabeyoğlu olamazdı. Yani onun kurduğu empati biçimi “Necip Fazıl olmak” şeklinde. Sizin kurduğunuz empati biçimi bir takipçi olarak yorumlamak şeklinde. Şimdi ben meseleyi yorumlarken bir takipçi veya seven olarak yorumlamıyorum. İsmet Özel’le ilgili olduğunda da, Necip Fazıl’la ilgili olduğunda da öyle yorumlamıyorum. Ben şunu tecrübe etmeye çalışıyorum. O kişiliklerin irtifasına onları aşmadan layık olamayacağımı düşünüyorum. Layık olabilmek için onları çok iyi anlamak, onlarla tartışmak, eleştirmek, yorumlamak ve yaşadığımız bugünde onların açtığı çığırı sürdüren, (çünkü yine çığ düşüyor), o çığı açan haline gelebilmek. Bu size, “hadi oradan sen kimsin de böyle olacaksın” diye iç sesinize söyletebilir. Bu gayet de tabiîdir. Bu bir nasip meselesidir. Ben bunun için yaşıyor olabilirim, bu bana nasip olmayabilir. Ya da ben bunun için yaşıyor olabilirim bana nasip olmuyordur, çünkü donanımım yoktur. Donanımım vardır ama Allah nasip etmez. O bakımdan bu insanların bu yapabildikleri, başardıkları şeylerdeki Allah’ın takdirini göz ardı etmemek gerekiyor. Niçin herhangi biri değil de o… O zaman bütün bu konuştuklarımız şey oluyor. Acaba niçin kimse değil de ben olmalıyım. Yani, bu biliyorsunuz tebarüzle alakalı bir şey. Bu Arap savaşlarında iki ordu karşı karşıya geldiğinde birkaç kişinin karşılıklı mübarezeye tutuşması, acayip bir şeydi. Hazreti Ali efendimiz çıkıyor karşısına bir kâfir çıkıyor. Hazreti Ali efendimizin oraya çıkması nefsi bir şey mi? Ama baktığımızda kahraman olarak o görünüyor. O bir zorunluluk olarak oraya çıkıyor. Şartların onu oraya getirmesi söz konusu. Tebarüz ediyor. Hazreti Ali gibi bir kahraman var. Bazen fikir adamı da böyle çıkıyor ama tebellür edemiyor. Tebarüz ediyor ama tebellür edemiyor. Bu kendisiyle ilgili bir şey de değil.

Salih Mirzabeyoğlu’nun 60 küsur kitabı var. Bu eserler üzerinde kritik yapılabiliyor mu? Koca bir sempozyum etrafında bunlar konularına göre ayrılıp konuşuluyor mu? Mesela Salih Mirzabeyoğlu’nun resim sanatı üzerine yazdıkları beni çok etkiledi. Bunları biliyor olması beni çok etkiledi. Müslüman çevrede onun kavradığı kadar, resim sanatının özüne geçmiş şeyleri kavrayabilmiş ben birine rastlamadım. Nasıl kavrayabildi mesela onu? Bütün o ressamları tanımak bilmenin ötesinde bir kavrayış ortaya koyabiliyor. O konularda mesela, sanatla ilgili veya Hikemiyat meselesi, orada koyduğu bir poetika var, o ne oluyor? Konuşulabiliyor mu? Popüler olanın konuşulduğu, dönüp dönüp konuşulduğu ama hakikaten besleyici olanın konuşulmadığı bir yerdeyiz. Sizin bir sempozyum tertip etmeniz lazım. Farklı farklı insanlara o sempozyumda bu fikirleri konuşturmanız lazım. Salih Mirzabeyoğlu’nun fikirlerini konuşulabilir hale getirilmesi ve artık onun aksiyonunun fikri haline gelmesi lazım. Yani O’nun hapse girmesi, orada çektiği sıkıntılar, evveli sonrasıyla; düşünün eserleri olan birini buna indirgiyorsunuz. Bundan herkes mutlu olur zaten. İndirgemiş ne güzel işte. Kimdir o? Hapse düşmüş. 28 Şubat’ta hapse düşmüştür, Telegram’a maruz kalmıştır. Herkes bunu bilir hale gelir ve devasa şeyler konuşulamaz hale gelir.

Doğrusu beni şahsen Salih Mirzabeyoğlu’nun aksiyonundan ziyade fikir dünyası ilgilendiriyor. Fikir dünyası da benim için şaşırtıcı şeylerle doluydu. Ona yeterince mesai ayırabildim mi, kuşkusuz ayırabildiğimi söyleyemem. Eğer sizler ayırabildiğinizi düşünüyorsanız, işin bu veçheleriyle ilgili, yönleriyle ilgili şaşırtıcı düşüncelere sahipsinizdir. Mesela onun gibi düşünmeyen insanlara gidip onu sormanız lazım. Birkaç gün önce Ruşen Çakır’ın Salih Mirzabeyoğlu ile ilgili yazdığı bir yazıyı okudum. Hapishaneye gitmiş ziyarete. Bana Ruşen Çakır şöyle biri gibi gelir: İslâmîyetle ilgili, Müslümanlarla ilgili yaptığı çalışmalar bana bir antropoloğun yaptığı çalışmalar gibi gelir. Yani, bir antropolog nasıl bakarsa konu maddesine, Ruşen Çakır da öyle bakar. O şekilde yorumlar. Başka hiçbir sıkıntıya girmez. Çünkü gazetecidir. O adamlar gibi düşünmüyordur. Yani bu şeye benziyor: Galatasaray fanatiği bir adamın gidip Fenerbahçe’yle ilgilenmesi gibi bir şey. Fantastik bir şey. Fakat o yazısı beni çok şaşırttı. O yazıda Ruşen Çakır’ın benim göremediğimi fark ettiğim bir yanını gördüm. Orada bir hakikati teslim ediyor. Kendi kendime dedim ki “sen Müslümanlara bakışında antropologtur dediğinde hata etmiş olabilirsin”. Birçok örneği var, hata etmediğimi bana doğrulatıyor ama, Mirzabeyoğlu gibi herkesin kaçtığı bir adamla ilgili bunları serdediyor olması şaşırtıcıydı. Orada açık yüreklilikle başka şeyler de söylemiş.

“Gönüldaşlık ilişkilerini bağlarını insanların kurması gerekiyor. Öbür türlü Kervan geldiğinde davul çalınca alışverişe gidenlere benziyoruz.”

O bakımdan bizim Türkiye’de problemimiz şu oluyor: İsmet Özel hakkında, Sezai Karakoç hakkında onlarca sempozyum konferans düzenleniyor. Aynı şeyleri söylüyorlar. Yani onların hiçbiri yapılmasa hiçbir kayıp olmaz. O döngüden kurtulup fikirleri konuşulabilir hale getirmemiz lazım. Bakın şöyle bir şey vardır, kapitalist dünyanın ekonomi-politiği şöyle işler: Bir insanı marjinalleştirirler ve etki alanını daraltırlar. İsmet Özel’e mesela bunu yapmaya çalıştılar ve bugün İsmet Özel’in fikirlerinden insanlar istifade edemiyor. Atıl hale getirdiler. Karakoç atıl hale geleli otuz sene oldu. Necip Fazıl çok güncel kılınmalı bence. Son yazdığım bir yazıda o konuya eğilmeye çalıştım. Bu adamın 1950’lilerde 1960’larda, 1970’lerde ortaya koyduğu fikirlere, Müslüman zihnine sahip Türkler, Kürtler, Çerkezler Araplar, hiçbiri itiraz etmiyor. Çünkü Necip Fazıl öyle bir şey söylüyor ki, herkes orada kendini buluyordu. Bugün Müslüman bir mütefekkirin İslâmî tefekkür dairesi içinde bu farklı etnisitelerdeki insan gruplarını kucaklayacak bir söylemi ortaya koyması gerekir. “Avrupa’nın Portresi” kitabını Madariaga bunun için yazıyor. Yani diyor ki, bu Almanlar Avrupa Birliği ideali için mühim adamlar.

Bizim “Müslümanların Portresi” diye bir çalışmamız yok. Yani diyelim ki Araplar İslâm tefekkürü içinde şunları yaptı, şunlar da zaaflarıydı. Bunu söyleyebilmemiz lazım. Yanına da Türkleri yazmamız lazım, yanına da Kürtleri yazmamız lazım. Bütün unsurları koymamız lazım ve her unsur orada kendini gördüğünde, “hakikaten doğru” diyebilmeli ve özeleştiri yapabilmeleri lazım. Zile’ye bir sempozyuma gitti eşim 3-4 yıl evvel. Dedi ki “ya bu nasıl bir şey? Birçok Alevi var, bu kadar Sünnî var, birbirleriyle öyle tatlı yarenlik yapıyorlar ki.” Bu tatlı yarenliği toplum oluşturabiliyorsa, bunun “Türkiye’nin Portresi” içinde oluşturulması lazım ve bizim bedel ödemiş mütefekkirlerimizin marjinalleşmesinin önüne geçmemiz lazım. Marjinalleştirildiğinde, o zaman üç kişi okuyor, beş kişi okuyor. Buna çalışılıyor yani. Ben kendimi bu konuştuklarımız arasında bir şey yapmış olarak görmüyorum, ama benim başıma bile bu gelebiliyorsa… Yani benim yazdıklarımı birileri bir şekilde bir şeye koyup okutturmaz hale getiriyor. Bunu bana yapmaları çok kolay. Ama devasa adamlara da yapabiliyorlar. Pes doğrusu diyorum. Bana göre burada yapılması gereken şey, küçük küçük paralize olmuş, parçalara bölünmek değil de, biraz önce size sordum bir bağınız var mı diye mesela, gönüldaşımız dediniz. Gönüldaşlık ilişkilerini bağlarını insanların kurması gerekiyor. Öbür türlü Kervan geldiğinde davul çalınca alışverişe gidenlere benziyoruz.

Türkiye’de İslâmî tefekkür dairesindeki insanlar, o daire içinde olmadıklarını söyleseler bile, mesela Türkiye’deki farklı fikirleri orada görüp benimsemek zorundalar. Yani diyelim Atatürkçü biri, sosyalist biri, kimin ne olacağı belli değil çünkü. Onları da kapsayıcı çok geniş bir kucağa sahip olmak, samimiyetle böyle düşünüyorum. Öbür türlü bizim yandığımızın resmidir.

– Bunun bir benzerini Mirzabeyoğlu da söylemişti konferansında. “Herkesin emeğini gerekli kılacak bir yerde duruyorum” demişti. İnsanları kendilerini bağlı oldukları fikre nisbetle ortaya koymaya, kendilerini derin derin izah etmeye davet etmişti. “Yeni Dünya Düzeni kurulacaksa, ben de diyorum ki buradan başlasın” şeklinde bir davet…

Celal Fedai: – O çağrıya, insanlar gelmese bile, ısrarla devam etmek gerekir. Çünkü Türkiye’de fikir hayatı için uğraşan insanların, çevrelerin sayısından kat kat fazla, o fikir hayatını kabzetmeye yönelik çevreler vardır. Onlar Türkiye’de çok aktiftir. Bizim fikir gemimiz kendi karasularından çıkıp açılamadı. Kısrak başı meselesi var. Çok seviyor herkes bunu. Milliyetçiler de seviyor, solcular da seviyor. Nazım Hikmet’in şiirinde geçtiği hali var ya, “dörtnala gelip uzak asyadan / akdenize bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim.” Yani tamam da sadece bu kısrak başı değil ki bizim memleket. Bu kısrağın gittiği yerler vardı, tahayyül dünyası vardı. O tahayyül dünyasından vazgeç diyor sana Avrupa Birliği, Amerika, sen tahayyül dünyandan vazgeç, senin kısrak başı olmana razıyız. Ben kısrak başı olmaya razı değilim. Kısrak başı olmaklığımı da kaybederim tahayyülümü kaybedersem. Türkiye fikri giderse hepsi gider. Türkiye fikri için çile çeken insanlara bakalım: Necip Fazıl’ın çektiği çileye bakalım, Mirzabeyoğlu’nun çektiği çileye bakalım. Buna rağmen bu adamlar bu topluma bu devlete küsmemişlerdir. Kendilerine işkence eden devlete küsmemişlerdir. Çünkü bu bir terbiye meselesidir. Bunun aksini yaptığınızda bunun bedelini toplumun geri kalanı her şekilde ödüyor. Türkiye kendisi için düşünenlerin sayısı az olan, ama ona karşı düşünenlerin sayısının çok olduğu bir ülkedir ve bizim dışımızda yani Türkiye sınırlarının dışında bu konuda düşünenlerin, manipüle edenlerin muazzam bir etkisi vardır.

– Şair yalnızlaşmasından bahsettiniz ya, şair gerçekten şiirlerinde neyi arar? Şair ne arar? Şairin aradığı aslında bu dünyada bulamadığı bir şeydir. Siz bu yalnızlaşmayı yaşıyor musunuz gerçekten? Kendi iç dünyanızda yalnız mısınız?

Celal Fedai: Bu anlatılması müşkül bir şey. Yalnızlık kelimesinin etimolojisi ile ilgilenerek izah etmeye çalışayım. Malûm, köpeklerin yediği şeye “yal” der Anadolu’da insanlar. Suyun içine un filan karıştırırlar. Türkçe’de de Peygamber’e “Yalavaç” denir. Bunun “yal” ile yalnızlık ile alakası var. Yalvarmakla alakası var. Peygamber’e “Yalavaç” diyorlar çünkü yalvarmanın nasıl bir şey olduğunu biliyorlar. Yalvarmayı öğretiyor Peygamberler. Nasıl yalvaracağız? Yani biz köpek olduğumuzu unutuyoruz Cenabı Allah’ın karşısında, ondan yal istediğimizi unutuyoruz. Dara düştüğümüzde kuyruk salladığımızı unutuyoruz. Ve işte Yalavaç’ın halini unutuyoruz. Bunu unutunca yaltaklanan, yalaka bir hale geliyoruz. Yalnızlık kimden yal istediğinizle ilgili bir şey. Yal istediğiniz Cenabı Allah ise yalnız değilsiniz. Çünkü o yalınızı veriyor öyle ya da böyle. Ama siz o yalı Cenabı Allah dışında birinden istediğiniz zaman yaltaklanmanın başka türleri çıkıyor. Biraz ondan istiyorsunuz, biraz öbüründen istiyorsunuz. Ve bir sürü yerden size yal geliyor. Bu mânâda bunun kararını ben veremem. Benim verdiğim gayrete eserlere bakarak biri diyebilir ki, bu adam bir tek Allah’a yaltaklanıyor. Bakıyorum eserlerine bunu görebiliyorum, yaşantısına bakıyorum bunu görebiliyorum diyebilir.

Necip Fazıl’a baktığımızda ne görüyoruz. Adnan Menderes ile ilişkisini biraz evvel konuştuk. İlişkisinde ben hiçbir yaltaklanma görmüyorum. İslâmî idealler dışında hiçbir derdi yok. Ama yazdığı mektuplarda ona karşı tazimde bulunuyor. Çünkü adam başvekil seçilmiş bu milletin başbakanı. Ona karşı hürmet cümleleri kuruyor ama sert de eleştiriyor. Hatta en çarpıcı eleştirilerinden bir tanesi darbeden kısa süre önce. Darbeden bir kaç ay evvel, Necip Fazıl bir mektup yazıyor Menderes’e diyor ki, “Efendim, ben hapse düştüm. Bir şeyler yaptım ve o yaptıklarım neticesinde hapse düştüm. Siz o zamanlar bana dediniz ki, bu kadar keskin olma. Ben tekrar hapse düştüm, yine siz dediniz ki bu kadar keskin olma.” Necip Fazıl’ın 1950’den 60’a kadar Büyük Doğu’da yürüttüğü mücadeleye bakın, çok serttir. Hep hapse düşmüştür ve Menderes onu bir şekilde çıkarmıştır. Diyor ki “siz haklıydınız ben yanlış yaptım. Ama şimdi ben haklıyım siz çok yumuşak davranıyorsunuz” diyor. Darbenin geldiğini söylüyor. “Lütfen yumuşak davranmayın” diyor. Bu Gezi Olayları sırasında başbakan Tayyip Erdoğan Kuzey Afrika’da bir geziye gitti. Türkiye’deki atmosfer Gezi olaylarının “bu açıdan haklı, şu açıdan haklı” konularına geldi yoğunlaştı o yokken. O zaman aklıma Necip Fazıl’ın yazdığı bu mektup geldi. Dedim ki eğer Başbakan Erdoğan Türkiye’ye döndüğünde “evet bu arkadaşların derdi niyeti şuydu burada hata yaptılar ama şuralarda haklıydılar” derse bittik dedim. Bizimle ilgili bir şey değil bu. Türkiye’yle ilgili bir şey. Oradaki organizasyon yani Gezi olayları organizasyonu tamamen ihale gibi bir şeydi. Türkiye’deki solcular burada muazzam manipüle edildiler. Kendileri bile bunun farkına varmadı. İşte onu gördü Tayyip bey, bunun tam aksi bir açıklama yaptı ve bunu toplum bir tavır olarak benimsedi.

Ben yalnız mıyım? Cenabı Allah’a bağlı olan bir kul yalnız olabilir mi? Milyarlarla ifade edilen Müslümanlar içinde anlaşamadıklarım var diye ben yalnız mıyım? Hiç olmadı müteveffa ulular var. Yani onları okuyoruz. Dolayısıyla bu şairin yazarın yalnız olması meselesinde benim kastettiğim şey, böyle bir şey değil. Bu bize pazarlanmış hümanist edebiyat, sanat düşüncesinin yansıması. İşte şair yalnızdır, kafası böyle dumanlı bir adamdır. O yalnızlıkla ömür sürer, o ulaşılmazdır. Yani Allah’ı yok sayan Peygamberin yerine de sanatçıyı koyan bir hümanist düşüncenin bize yansıması. Ben bu mânâda, şunu söyleyebilirim ama: Mücadele edecek fikir teatisinde bulunabilecek, bir şeyler yapabilecek insanları sağımda solumda görmemekten şikâyetçiyim. Bu mânâda şikâyetim olabilir. Zaman zaman böyle insanlar oldu, belki ben onların kıymetini bilemedim. İşte kaderin değişik cilveleri var. O mânâda Hac üzerine bir şiir yazmıştım o aklıma geldi. Onu da ekleyeyim bitireyim.

Dünyanın farklı yerlerinden Hacca insanlar geliyor. Tek başına geliyorlar ama burada milyon tane kardeş bularak ayrılıyorlar. Aslında Haccın muhteşem yanlarından bir tanesi odur. Siz oraya eşinizle gidiyorsunuz, üç beş arkadaşınızla gidiyorsunuz ama Müslümanların farklı farklı binlerce renginin olduğunu hacca gidince anlıyorsunuz.  Ben ona şahid olmadım ama çocukken köyde Hacca gidenleri akın akın uğurlamaya giderlerdi. Onlar Hacdan gelince onları ziyaret etmek apayrı bir mutluluktu. Hacdan gelen insanlara muazzam bir hayranlıkla bakarlar. Onların ilk anlattığı şey de mesela zenci hacıları anlatmaktır. Pakistanlıları, Hintlileri Afrikalıları anlatırlar. İlk defa görürler çünkü. O da bizim gibi namaz kılıyor derler. Yani yalnızlığı gidiyor adamın. Türkiye’nin büyüklüğü esasen böyle. İslâmî tefekkür dairesi çok geniş. 15 Temmuz gecesi, Kuşadası’ndaydım. Haberi alınca hemen arabaya atlayıp İzmir’e geldim. İzmir’de Konak köyü vardır. Tünelin girişinde park ettik arabayı. 2-3 km yürüyerek Konak’a vardık. Sabaha kadar orada kaldık. Dönüşte canımız çıktı. Muazzam bir gerilim var, dönüp TV’den takip edelim dedik. Tünelden yürürken biri yaklaştı arabayla. Açtı camı “abi bırakayım mı?” dedi. Nimet oldu bizim için. Bindik, ben biner binmez ayağım bir şeye çarptı, şıngırtı oldu, baktım bira şişeleri, şoför anladı onun halini fark ettiğimi. Dedi ki, “abi napalım, o kadar kalabalık var orada, bize de bu vazife düşmüş. Millet gidiyor, geliyor, yoruluyor, ben de milleti götürüp getiriyorum, 12. seferimsiniz siz”… Bu adamın İslâmî yaşantısı zayıf olabilir ama bu adam İslâmî tefekkür dairesindedir. Böyle binlerce insan var Türkiye’de. Onların halini anlayıp onlarla kardeşliği nasıl tesis ederiz. Benim yalnızlığımı gidermem için onu tesis etmem lazım.

Dikkatle bakacak olursak esasında burada konuştuğumuz büyük şahsiyetlerin derdi de budur. Yok, bir şair yazar bunun derdinde düşmemişse kendi bencilliğinin derdindeyse, zaten onun gibi onlarca örnek var. Onların ölümüyle de o maceraları son bulur. Ama konuştuğumuz isimlere bakın, bu macera son bulmuyor. Yani, Nacip Fazıl’ı niye konuşuyoruz? Salih Mirzabeyoğlu’nu niye konuşuyoruz, yani siz niye anlatmaya çalışıyorsunuz onu? Bundan. Yani o bönlüklere kapılmadıklarından. Peygamber nasıl “yal” istiyor Cenabı Allah’tan? Tabir size garib gelebilir, biz köpek miyiz insanlar olarak Cenabı Allah’tan yal istiyoruz? Öyleyiz. Türkçede “it” demek “iteklenen” demek. Köpeği itersin yine de gitmez. Geri gelir. Çünkü muhtaç. Cenabı Allah bizi hiç itmiyor ama biz kaçıp sonra tekrar koşa koşa geliyoruz ve henüz gelmeyenleri kınayamayız o yüzden, belki gelecektir. O mânâda beni de zaman zaman melankoliye sokan bir yalnızlığım olmuyor değil. Ama bunu böyle aşmaya gayret ediyorum.

– İçtimaî meydan kavgası…

Celal Fedai: – Evet, aynı zamanda meydan muhabbeti. Muhabbetin içinde kavga, kavganın içinde muhabbet. Boksörlerin hali gibi, bazen birbirlerine sarılıverirler böyle.

Bu iş zor, sizin işiniz zor. Şimdi Salih Mirzabeyoğlu gibi bir takım isimleri konuşmak istemiyor insanlar, işlerine gelmiyor. “Yolsuz adamlar yol vurucudur” der Mevlana. Bunlar yolsuz adamlar aslında. Yolu vuruyorlar o yüzden kendileri konuşulsun istiyorlar sadece. Aslında yapıp ettikleri şey de postmodern popülizmin Türkiye’de kök salmasına yarayan şeyler. İnsanların alık hale gelmesine, avam hale gelmesine yarayan şeyler. Bunun aksi şeyleri de anlamak ve konuşmak istemiyorlar. Hüsamettin Arslan Hoca vefat etti geçen sene, Allah rahmet eylesin. Mesela onunla ilgili bir sempozyum yapmak lazım. Adamın fikirleri konuşulsun, bu adam ne yaptı? Konuşacak adam bulmakta zorlanıyorsun. Hazırlanıp çalışmak lazım tabiî. Ezberlenmiş bir takım şeyleri boyuna tekrar etmeye alışmışlar.

Mesela o Zihin Kontrolü meselesi ile ilgili oluşturulan birçok yayın var sizin derginizde, Akademya’da. Gördüm, önemli konular var. O mevzuda boyuna “yaa evet öyle bir şey var Telegram diye” diyorlar… Yani adam aslında Zihin Kontrolüne kendisi her gün maruz kalıyor. Bütün ömrü böyle geçiyor ama farkında değil. Zaten mesele de o.

Eskiden insanlar mesela, “Havas” diye bir kesime heves ediyordu. “Ben okuyamadım çocuklarım okusun” diyordu. Şimdi avamlık pirim yapıyor. Bizim temel problemimiz, halkımızı alık yapan bir eğitim sistemini, üniversite eğitimini iktisadi hayatı oluşturmuş ve kabul etmişiz. Ama Müslümanlar, bir tek bireyin bile (İslam tarihîne bakalım) alıklaşmasına müsaade etmemişlerdir. Ben 72’de Kayseri’de köyde doğdum. Köyde ahalinin her biri bir lakabla anılır. Ama o adamlar birer bireydir. Çünkü onlara kendi kimliklerini oluşturmalarında birer yol açılmış ve onlar kendileri olmuşlar. Şimdi bunun önü kapatılmış. Ve blok halinde aptal alık olmuş insanlar. Sonra diyoruz ki bu gençlik niye böyle? Onun alıklaştırılması için türlü Zihin Kontrol yöntemleri ile sen müsaade ediyorsun. Bir “kültür mücadelesi” uygulamıyorsun, “Kulturkampf” programın yok. O zaman bunlar böyle olacak, kaçarı yok.

– Ben son zamanlarda şeyi duyuyorum “Okuyup da ne olacaksın?” Emlakçı olmuş adam parayı kazanıyor. Okuyanları küçümsüyor. Haklı da aslında.

Celal Fedai: – Batılı fikir adamları okuduğunuzda önsözleri çok enteresandır. İki sayfa teşekkür eder. Adamın böyle yardımcıları var gerçekten. Adamın o hale gelmesinde kurumlar var, şahsiyetler var, dostluklar var. Bizde böyle dayanışma göremezsiniz.

– Fikir geleneği meselesine geliyor yine. Mesela İmam Rabbani Hazretleri, ikibin yılın yenileyicisi. Bir mezhep kuracak kadar büyük bir âlim. Ama mezhep kurmuyor, gidip Ebu Hanife’ye bağlanıyor. Neden? Veya İmam Gazali? O gelenek, işte fikirdeki “nisbet” meselesi çok önemli.

Celal Fedai: – Çap meselesi yani, futbol takımlarında görülür ya, orada bir tane adam var, çok iyi futbolcu, topu ayağına alsa üç kişi bastırıyor, baş edemiyor, ama pas atacak adam yok, tek başına koşuyor. Bizde sürekli olan bu. Bizde bir adam çıkıyor, ikinci adam, üçüncü adam oluşamıyor. Bunun için kanallar açık değil.

Çile çekene bizdekiler hasetleniyor. “Şark kurnazlığı” diyor ya gâvurlar. Tam tarifi bu, şark kurnazı tipi. İsmet Özel şöyle demişti. “Şiir çingene ruhlulara kaldı.” Türk şiirinin manzarası bundan güzel tarif edilemezdi.

Bu bir bozuluş evresi, oluş evresi için süreç lazım. Meydandan uzaklaşan şeyleri biri gelecek meydana getirecek. Belki aynı kişi meydana getirip ayıracak, tasnif edecek. Bir kişinin bütün bu işleri yapması mümkün mü? Bilmiyoruz.

Genç kuşak nasıl geliyor, içlerinden ne çıkacak? Cengâverler çıkacak mı? Ben çeşitli çevrelere bakıyorum, her çevre kendine has bir hastalıkla malul. O hastalık nasıl oluyorsa nesilden nesile bulaşıyor. O hastalıklar tedavi olamadığı zaman oraya gelen genç fevkalade de olsa, pörsüyor. Mühim olan şey şu: O kişi içindeki ateşi koruyorsa, onu kimse tutamaz zaten. İçten kendi ateşini harlayarak devam eder yoluna.

– Çok teşekkür ediyoruz bu güzel sohbet için.

Celal Fedai: -Ben teşekkür ederim.

AKADEMYA DERGİSİ III.DÖNEM 5.SAYI – GÜZ/EKİM 2018 (SALİH MİRZABEYOĞLU ÖZEL SAYISI)


Semih Kaplanoğlu ile Hayat, Sinema ve “Buğday” Üzerine

Röportaj: Gülçin Şenel | Fotoğraf: Yağmur Dinç Semih Kaplanoğlu Kimdir? Semih Kaplanoğlu, 4 Nisan 1963 tarihinde İzmir’de dünyaya geldi. Dok...