19 Haziran 2015 Cuma

FİKİRLER TARİHİ


Gülçin Şenel


“Ama, ah Tanrım, okumam gereken ne çok şey var!” diyor günlüklerinde Virginia Woolf. Bir yazarın, hem de oldukça iyi bir yazarın, okuması gereken kitaplardan oluşan listesi ile birlikte böyle bir hayıflanmayı günlüğüne not etmesi ne kadar garip. Oysa biz okumadan-etmeden, gayet de idare eden, internetten tırtıkladığı bilgi kırıntılarıyla, kısa kısa cümleler kurup, büyük yazar ilan edilen nicelerinin arasında yaşıyoruz. İşte biz de bu adamları okuyup, günlük okuma limitimizi dolduruyoruz.
İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun 4 ciltte tamamlanan “Büyük Muztaribler-Düşünce Tarihine Bakış” isimli eserinin, bizim için bir okuma kılavuzu olduğunu düşünüyorum. İlk cildinden son cildine kadar kronolojik olmayan ama fikrî bir takibi zorunlu kılan bu eser, bir düşünce tarihi kitabı olarak da okunabilir. Tabiî, İBDA fikir ve aksiyon mihrakının çağımızın nabzını tutan “bakış”ını unutmadan.
Eserin ilk cildi, Mütefekkir tutuklanmadan hemen önce Mart 1998 tarihinde yayınlanmış, aynı yılın sonunda, malum olduğu üzere tutuklanarak Metris cezaevine konulmuştu. İşte o eser, Mirzabeyoğlu’nun “dışarda” yazdığı son eserdir; 41. eseri…
Son günlerde tarihe ve özellikle düşünce tarihine dair kitapların ard arda yayınlanması İBDA Mimarı’nın bu eserini yeniden okumanın vakti geldiğini ihtar ediyor. Neden mi? Birincisi bu yeni çıkan eserler, meseleyi “batı perspektifinden” değerlendiriyor, okuyanlar için de, kendi düşünce mihrakları olmadığından, pekçok mesele havada kalıyor. Bu konuda İBDA Mimarı’nın verdiği misâl önemli:
«- “Amerika’nın keşfi”… “Afrika’nın keşfi”… Amerika veya Afrika, Avrupalılar tarafından keşfedilmiş ve varlığı ortaya çıkarılmış değildir; Avrupalılar oraya gitmeden önce de oralarda insanlar yaşıyordu, hem de binlerce senedir. “Keşif” lâfı olsa olsa, Avrupalılar’ın tanıması bakımından, “Avrupalılar için” ve bunu onlardan öğrenenler adına ve mânâsına kullanılabilir… Neredeyse onların gözüyle Asya bile Avrupalılar tarafından keşfedilmiştir de, Asya’dan Avrupa’ya gelen seyyahlar, -seyyahlar bir yana, kavimler-, saded dışıdır… Afrika sanatının veya Japon resim sanatının falan veya filân Avrupalı ressam tarafından nasıl özümsendiği bellidir de, nedense o sanatların ve meselâ Japon ressamların adı veya itibarı kayıptır; bahsederken bile, kendi için gösteren, kendinde kaybeden bir edâ… Yeri geldikçe ilimde de, fikirde de, (teknikte de filân diye saymıyorum), Batı’nın bu sahtekârlığını göstermeye devam edeceğiz. Metod ve değerlendirme hâlinde dünya irfan yemişinin üstüne konan ve fikir ve medeniyette bir “plastisite-kabartma” harikasını ortaya koyarken nihayet köksüzlüğün getirdiği çöküntü içindeki Batı’nın bu sahtekâr tarafını, bir nevi şu veya bu “tekâmül nazariyeleri”nin çıkışındaki birbirine geçit veren “ruhî sebeb” diye görebiliriz.» (Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muztaribler-Düşünce Tarihine Bakış, İBDA Yayınları, İstanbul 1998, s. 139)
Eserin “el attığı meselelerin genişliği bakımından şu not da önemli:
«- Ortaçağ karanlığı içinde domuz hayatı yaşayan Avrupa’nın İslâm’dan aldıklarıyla ihya oluşu ve kendine temel edindiği eski Yunan’ı da Müslümanlardan tanıması hakikati… “Amerika’nın keşfi” misâlinden başlayarak söylediklerimizi, kronolojik tarih devrelerinin de –en azından imaj olarak- Avrupa’nın “ben” merkezli tekâmül anlayışına uygun hâle getirilmiş olması ikazıyla bitirelim… “İlkçağ filozofları”… Kime göre İlkçağ?.. Bu sorunun ardından, -Doğu ve Batı ayrımı hakkında söylediklerimiz baki kalmak üzere-, İlk İnsan’dan başlayan İslâm’la var olan ve İslâm hükmüyle nihayete erecek bir “insanlık keyfiyeti”nin macerası hâlinde, Hind ve Çin’den Amerikan yerlilerine ve Afrika düşüncesine kadar açılacağımızı bildirelim… “İslâm merkezli” olarak!..» (A.g.e., s. 145)
Şimdi bahsini ettiğimiz “düşünce tarihi” etrafında çıkan yeni eserlerden birine göz atalım. Peter Watson imzalı “Fikirler Tarihi” isimli eser, geçtiğimiz günlerde Yapı Kredi Yayınları tarafından yayınlandı. Aslında eserin muhtevasında, büyük olayların arkasında küçük fikirlerin “oluşum” süreci, fikirlerin nasıl “mayalandığı” inceleniyor. Fikir derken, icadlar, keşifler, ve bunların izinden fikirlere doğru bir açılım… Bir noktadan sonra da yazar dinlerin insanların fikri-entelektüel gelişimini nasıl baltaladığını filan anlatmaya koyuluyor. Şöyle diyor eserin henüz giriş bölümünde:
“Cambridge Üniversitesi’nden bilim tarihçisi Joseph Needham, The Grand Titration (1969) adlı kitabında, tarihin en büyüleyici bulmacalarından biri olduğunu düşündüğü şeyi yanıtlamak üzere yola çıkar: Kâğıdı, barutu, tahta baskıyı, porseleni ve kamu görevlileri için yazılı sınav fikrini bulmuş ve dünyayı yüzyıllarca entelektüel açıdan yönetmiş olan Çin, niçin gelişkin bilimi ya da modern iş yöntemlerini –kapitalizm– geliştirememiş; bu yüzden de, ortaçağdan sonra, egemenliğin Batı’nın eline geçmesine izin vermiş ve sonra gitgide daha geri plana düşmüştür? Aynı şey, İslâm için de söylenebilir. Bağdat, 9. yüzyılda entelektüel açıdan Akdeniz dünyasına öncülük etmiştir: Antikçağ uygarlıklarının büyük klasikleri burada çevrilmiş, hastane fikri burada bulunmuş, cebir burada geliştirilmiş ve felsefede önemli ilerlemeler kaydedilmiştir. 11. yüzyıla gelindiğinde, köktendinciliğin katı kurallarından ötürü, Bağdat artık önemini yitirmişti. Charles Freeman yakınlarda yayımladığı Batılı Zihnin Kapanışı adlı kitabında, Hıristiyan köktendinciliğinin egemen olduğu erken Ortaçağ’da entelektüel yaşamın nasıl zayıflayıp yok olduğuna ilişkin birçok örnek verir. Lactantius, 4. yüzyılda şunları yazıyordu: “Amacı ne bilginin? Maksat doğal nedenleri bilmekse, Nil’in nerede yükseldiğini ya da şu gök kubbenin altında ‘âlimler’in kafa patlattıkları her ne ise onu bilmemin bana ne yararı var?” Hippokrates’in İÖ 5. yüzyıl gibi erken bir tarihte doğal bir hastalık olarak betimlediği epilepsi, ortaçağda Aziz Kristof’un şifa vereceği bir hastalık olarak görülüyordu. Bir İngiliz hekimi olan Gaddesdenli John, tedavi yöntemi olarak epilepsili hastaya Kutsal Kitap okunmasını, aynı zamanda hastanın üzerine beyaz bir köpeğin tüyünün koyulmasını öneriyordu.”
“Köktendincilik” filân diye genellemeyle İslâm’ı da içine katarak verdiği örneklerle “din” olgusunu etkisizleştiriyor. Lâkin, İslâm’ın 11. yüzyıldan sonrasını yok saymayı nasıl izah ediyor anlamak güç. Hristiyan Ortaçağ’ı ile İslâm aynı örnekte bir araya getirilebilir mi? Geçelim… Yazarın bir diğer tezi de şu:
“Düşünce tarihindeki en büyük başarılar Platon’un değil Aristoteles’in mirası sayesinde mümkün olmuştur. (…) 1050’yle 1250 arasındaki dönem, Aristoteles’in yeniden keşfi, insanın dünya üstündeki yaşamındaki en büyük ve önemli dönüşümüdür. Modernitenin yolunu açan bu dönem olmuştur, iki yüzyıl sonra yaşanacak olan Rönesans değil.”
Parçaları birleştirince yazarın “fikri gelişimi” de ortaya çıkıyor. Dinleri yok sayarak, (asıl amaç elbette İslâm’ı yok saymak, diğer dinlerin “ölü”, İslâm’ın ise “canlı” olduğunu anlamak için uzman olmaya hacet yok), dolaylı yoldan idealizmin de “ölümünü” ilan ederek, gitti Sokrat ve Eflatun, dolayısıyla Rönesans; geldi “modernitenin” babası Aristo.
Evet, düşünce tarihi yerli yerinde, ama ona bakan gözlerdeki “fark”a dikkat… Eşeği boyayıp bize “yeni” diye satanlara, yepyeni bir dünyanın kapılarını aralayan Büyük Doğu-İBDA fikir mihrakının zaviyesinden “solmaz pörsümez yeni”nin nasıl’ını göstermenin vaktidir şimdi; fikirde, sanatta, siyasette…


Baran Dergisi, 27 Mart 2014
O. HENRY VE TEVEKKÜL
Gülçin Şenel

O. Henry, asıl ismi William Sydney Porter olan, kısa hikâyeleri ile ünlü Amerika’lı yazar. 1800’lerin sonlarında Kuzey Carolina’da dünyaya geldi. Babası varlıklı bir doktordu. Annesi o üç yaşındayken veremden ölmüştü. Babasıyla birlikte babaannesinin yanına taşındı ve tüm çocukluk yılları boyuna klasiklerden ucuz romanlara kadar her şeyi okudu.
Liseyi bitirdikten sonra, eczacı olan amcasının yanında çalışmaya başladı ve bir süre sonra eczacılık ruhsatı aldı. Texas’ta yedi yıl bir mandırada çalıştı, burada İspanyolca, Fransızca ve Almanca öğrendi. Bu esnada evlendi ve bankada çalışmaya başladı. Skeç ve fıkralar yazmaya, ironik üslûbunu yavaş yavaş keşfetmeye başladı. Ancak bankada hesaplarında çıkan bir problem, onu zan altında bırakınca, şehri terk etti ve Honduras’a giden bir gemiye atlayıp Amerika’nın sahillerini dolaştı. Karısının hastalandığı haberini alınca geri döndü ve 5 yıl hapis yatmak zorunda kaldı. Colombus cezaevinde hapsedildi. Buradaki bir gardiyanın isminden yola çıkarak edindiği takma adıyla öyküler yazmaya başlayan O. Henry, cezaevinden çıkınca Pittsburg'a gitti.
1902 yılında bir yayınevinin çağrısı üzerine New York'a yerleşti. Orada bulunduğu süre içerisinde 381 adet kısa hikâye yazdı. New York World Sunday Dergisi için haftada bir hikâye yazmaya başladı. Hikâyelerindeki ilginç sonlar okurları tarafından beğeniyle karşılandı. Sade dili, yayımlandığı çağı yansıtması ve doğal anlatımı nedenleriyle Amerikan edebiyatının en güçlü öykü yazarlarından biri haline gelen O. Henry'nin eserleri, 1901 yılından sonra 10 cilt olarak yayımlandı. Şöhrete kavuşmuştu, iyi para kazanıyordu fakat müsrifti. Bir otel odasında yapayalnız öldüğünde beş parası yoktu.
O. Henry, Amerikalılar tarafından hikâyelerinde kullandığı bakış açısı sebebiyle Shakespeare'e benzetilmiştir. Oysa onun hikâyelerinde neredeyse hiç trajediye rastlanmaz. Hikâyeleri, hayatın içinden seçilmiş ânları anlatır ve onlara şaşırtıcı sonlar hazırlar. Seçtiği hayat dilimleri, yüzyılın hemen başında New York’ta yaşayan orta sınıfın insan ilişkileridir. Hikâyelerinde tesadüfler hayatın ayrılmaz parçasıdır. Okuru her yolun sonunda bir sürpriz bekler. “O. Henry tarzı” olarak adlandırılan bir kısa hikâye türüdür bu…
O. Henry, 1910’larda, 20. yüzyılın Balzac’ı olarak karşılanır. Amerika’nın Maupassant’ı olduğu tespiti de oldukça yaygındır. Dönemin yazarlarından K. F. Gerould, bu görüşlere daha o yıllarda katılmaz: “O. Henry’nin okullarda ve kolejlerde okutulduğunu duyuyorum. Profesörlerin ve İngilizce profesörlerinin eleştirilerinde onu bir model konumuna yükselttiklerini duyuyorum” der. Ona göre O Henry’nin ‘kısa hikâyenin bir ustası olduğu’ anlayışı zararlı bir anlayıştır. “O. Henry kısa hikâye değil genişletilmiş anekdotlar yazmıştır” diyen Gerould, “bir kısa hikâyede durum vardır; gerilim ve hikâyenin tırmandığı zirve vardır. O. Henry okura sadece zirveyi (sürprizi) sunar; başka bir şeyi değil” der. Gerould’a göre O. Henry tek bir olayı hayatın içinden çekip alır, onu karşımıza koyar, bize sunduğu (Maupassant’ın aksine) çağrışımlar yapmamızı sağlayacak kadar büyük bir hayat parçası değildir. Oysa örneğin Kippling, hikâyesinin bütün kollarını hayatın içine salar. “Bir kısa hikâyede, hayat yoğunlaştırılmalıdır; bu durumda, insanların belli koşullar altındaki davranış ve tepkilerini genelleyip, başka koşullar altında da neler yapabileceklerini çıkarabilirsiniz.” O zamanlar, klasik bir hikâyeden beklenenler, O. Henry’nin hikâyelerinde gerçekten yoktur. Ne Balzac, ne de Maupasant’ın O. Henry’nin hikâye tarzı ile alâkası yoktur. Konuları hayatın içinden olmasına rağmen, beklenmedik bir neticeye çıkar, fakat bu netice “trajedi” değil, “mutlu tesadüfler” içerir.
İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu, “Büyük Muztaribler-Düşünce Tarihine Bakış” isimli eserinin 2. cildinde, O. Henry tarzını, bambaşka bir noktadan ele alır:
“1800’lerin sonu Amerikası’nın doğurduğu takma bir isim; O. Henry… Asıl ismi Wilhelm Sydney Porter. Hemen Poliyanna’nın yazarı ile aynı soyadını taşıyor olması dikkatinizi çekmiştir. Birbirlerinin çağdaşı bu iki yazarın soyadı birliği, herhâlde en çok sonradan O. Henry olana garib gelmiştir; insanoğlunun kaderine esir olduğuna inanan ve bu yüzden hikâyedeki kahramanlarına tayin ettiği kaderi, en olmadık ve beklenmedik şekillerde ve kolaylıkla işleyen kendisine mukabil, aynı kader teslimiyeti içinde iyimserlikle herşeyin yolunda gittiğine inanan Poliyanna’nın mucidi arasındaki soyadı benzerliğinden başka, bir de değişik tonda mizaç rengi birliği. Elbette bu değerlendirmeyi O. Henry değil, o gözle biz yapıyoruz.” (1)
“18. yüzyıl akılcılığı”, “faziletsizlik fazileti”, “bencillik” gibi konularda çeşitli filozofların görüşlerini misâllendirdikten ve o dönemin kültür ortamını işaretledikten sonra şöyle diyor Mütefekkir:
“Mânâların, meselelerin, nereden nereye ânî kıvrılışlarına ve bununla ilgili muhakeme tarzlarına dair verdiğimiz küçük misâller, bir kültür birikimi hâlinde sanata nasıl yansıyor, hangi helezonları çizdiriyor, nasıl kıvrılışlar ve bükülüşlerle tersine döndürüyor? Uzun lafın kısası, O. Henry tarzının vesile ve tedaisi içinde gösterilmesi gerekeni göstermiş oluyoruz. Gerisi size kalmış:
İyilikseverlik ve iyiliğe ve mutluluğa dönüveren, döndürülüveren tesadüflerin neticelendirdiği, neticelendiği hikâyelerin yazarıdır O. Henry. Mutlu sona ulaşmak için ne gerekiyorsa, tesadüfler onun için cömertçe sergilenir. Adeta okurun hisleriyle katıldığı hâdiseler, onun istediği şekilde hiçbir trajik gelişmeye saplanmadan ve bütün umulmadık ve beklenmediklerin mutlu sona hizmetiyle neticelenir. Burada hoş ve güzel neticenin nasıl gerçekleşeceğidir sanki merak konusu olan; doğrusu pek güzel sürpriz buluşlar, okuyucunun coşkusunu artırırken, bu basit hikâyelerin damakta bıraktığı tad, sakin, yorucu olmayan, birden parlamış gibi ama dingin bir huzurdur, mutluluktur. O Henry’nin hikâyelerinde geçen insan ve hâdiseleri sürükleyici baskın kadercilik, pek dile getirilmemiş bir mânâ olarak bildirelim ki, Epiktetos’un kaderciliğinden mülhem bir tevekkül zarfına bürülü olarak işlenir.” (2)
Salih Mirzabeyoğlu O. Henry’nin “Yeşil Kapı” isimli hikâyesini takdim ederken, ondaki kumaşı da şöyle değerlendiriyor:
“Aşağıda, O Henry’nın “Yeşil Kapı” isimli bir hikâyesini okuyacaksınız. “Hakiki maceracı, hiçbir hesab yapmadan, meçhul kaderini karşılamaya koşar!” diye bir söz var ki, bana, kadere teslimiyeti hep sıvışma, nefsin rahatını bozmama, kendini hiçbir şeye sonuna kadar verememe, meçhule atılmaktan korkma, meçhule hürmetten yoksunluk belirten sinme tavrı, bunu tevekkül diye yutturmaya yeltenme hilekârlığı içinde ananlara mukabil, Osmanlı ordusu içindeki “Deliler Taburu”nu hatırlattı. Dövizleri de şu: “Yazılan gelir başa!”… Ceddim Musa Bey’in de her türlü sıvışıklıktan nefret mizacıyla sözü şu: “İçine hesab giren erkekliğin içine…”
Hudret: Yeşillik. Yeşil renklilik… Hudaret: Yeşillik… Hudare: Deniz… Hudara: Allah için, Allah aşkına... Derya: Deniz… Dery: Bilmek… Keşke “Yeşil Kapı” yazarı, “İlim Beldesinin Kapısı”nı tanımış olsaydı; ve meçhule hürmet tavrının gerçek imân ve gerçek şecaat seciyesini görmekle, İslâm’a teslim olsaydı. Böyle bir “mevzuu kalmamış” temennim!” (3)
O. Henry, ardında yüzlerce hikâye bırakarak, 45 yaşında Newyork’ta öldü.

Notlar
1- Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muztaribler-Düşünce Tarihine Bakış, 2. Cilt, İBDA Yayınları, İstanbul 2003, s. 184
2- A.g.e., s. 186
3- A.g.e., s. 188



Baran Dergisi, 19 Şubat 2015
“Kabuğumu Çatlatmaya Çalışıyorum”

Gülçin Şenel


Olduğu gibi bir hayat yaşayan, kendi hâlinde bir adamdı Ahmet Uluçay. Göçüp gittiğinde ardında bir elin parmakları kadar film bıraktı ama her filmi onlarca ödül aldı. “Sinema aşkı”na tutulmuş bir meczuptu belki, köyünde çektiği filmleri ile tüm gözleri üstüne çektiğinde, çok meşhur olduğunda bile, köyünden çıkmadı, paraya tamah etmedi, filmlerindeki ince mizah, hayatının tâ kendisi gibiydi. Şöyle diyordu:
- “Bazı konularda benim yakınmam gerekirken, çıkıp başkalarının, hakları olmadığı halde yakınmasına çok kızıyorum. ‘Öküz yükü çeker, kağnı bağırır’ diye bir söz var bizim oralarda. Para yok, imkân yok diyen yönetmenleri anlamıyorum. Bir derdiniz varsa, ölürsünüz de gene çekersiniz. Gider banka soyar; filminizi çekersiniz. Benim söyleyecek bir derdim var.”
1954 yılında Kütahya'nın Tavşanlı ilçesine bağlı Tepecik Beldesi'nde doğdu ve orada yaşadı. Kendi imkânlarıyla yaptığı kısa filmlerle çeşitli festivallere katıldı. Hayat öyküsünü anlattığı ilk uzun metrajlı filmi “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak” ile ülke çapında tanındı. Film Türkiye'de ve dünyada çok sayıda ödül aldı. Uluçay beynindeki tümör ve zatürre hastalığı nedeniyle, İstanbul Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi’nde 30 Kasım 2009 tarihinde öldü.
“Optik Düşler”, “Koltuk Değneklerinden Kanat Yapmak”, “Bizim Köyün Orta Yeri Sinema”, “Bizim Köyde Bayram Sabahı”, “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak” ve son olarak yeterli para bulamadığı için tamamlayamadığı, “Bozkırda Deniz Kabuğu”; işte Ahmet Uluçay’ın bütün hayat hikâyesi. Neden filmlerinde “kabuk” kelimesini kullandığı sorulunca, “kabuğumu çatlatmaya çalışıyorum” diyen bir sinema bilgesiydi.
Ahmet Uluçay’ın ilkokuldayken düşmüş içine sinema aşkı. Köylerine bir seyyar sinemacı gelmiş, işte o günden sonra arkadaşı İsmail ile birlikte sinema bütün hayâlleri, zamanla bütün hayatları olmuş. Tıpkı “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak” filminde anlattığı gibi, arkadaşı İsmail’le birlikte sinema makinesi yapmaya girişmişler. Üç yıl uğraşıp, sonunda yapmışlar. Parça parça filmler toplamışlar, kareleri ucu ucuna ekleyip birkaç saniyelik de olsa hareketli görüntüler elde etmişler ve tıpkı filmindeki gibi ahırda köylülere göstermişler.
Evinin bahçesinde heykel yapmaya çalışan bir çocuk hayâl edin; o Ahmet Uluçay’dır, babasının kızgın bakışları arasında vazgeçmiştir bu sevdadan. “Babam beni böyle işlerle uğraştığım için hep hakir görürdü. Babamın desteğini hiç almadım. Azıcık destek verseydi böyle olmazdı. Şimdi bile onun desteğini arıyorum. Babamla ilgili yaşadığım her şey içimi sızlatıyor.” diyecektir yıllar sonra.
Sinema merakı da babasından destek görmemiş elbette.Elinde avucunda ne varsa, ailesinin deyimiyle “zengin işi olan sinemaya” yatırdığında, herkes karşı çıkmış. İnşaat işçiliğinden kamyon şoförlüğüne, her işi yapmış.  Velhasıl, zamanla köyde sinemacılık oynayan bir deli adam gömleği giymeyi kabul etmiş.
Filmlerini hep çocuklarla çekmiş Uluçay, onlarla çalışmak her zaman kendisine iyi gelmiş. Arkadaşı İsmail ile bir gurbetçiden eski bir VHS kamera almışlar, 1992 yılında da “Optik Düşler”i çekmişler. Sonra filmlerini Anadolu Üniversitesi’ne götürmüşler. Dekana çıkarmışlar onları ve hikâyelerini anlatmışlar. Şöyle diyor Uluçay:
- “Prof. Dr. Dursun Gökdağ, bizi görünce ve dinleyince şaşırdı. Herhalde köy düğünü çekip getirdiğimizi düşündü. Ama yine de salonu hazırlattı. Filmi seyrettikten sonra şaşkınlığını gizleyemedi.”
Ve sinema macerası o dekanın odasından, ödüller alan kısa filmleriyle devam etmiş.
“Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak”, onun uzun metrajlı ilk filmi olmuş ve çocukluğundan beri hayâlini kurduğu amacına ulaşmıştır. Köylü bir yönetmen olarak anılmaktan da, küçümsenmekten de, dışlanmaktan da korkmamış; girdiği dünya ona çok yabancı olsa da, cesaretini, samimiyetini, aşkını asla kaybetmemiştir.
Çekemediği “Bozkırda Deniz Kabuğu” filmi hakkında bilgi isteyen gazeteciye şöyle der Uluçay:
- “Bu en zor soru. Köy merkez. Çevre dağların ufuk çizgisi sınır. Bu kadarcık bir dünya. Bu dağların arkasında ne var. O dağların arkasını bilmeyen bir köy çocuğu için dağların ardı… Deniz diye bir şey duymuş ama bilmiyor. Böyle bir çocuk, çoban çocuğu. Bir gün ona, cim derler ya cim, bizim buralarda böyle derler de başka yerlerde ne derler bilmiyorum, o cim çimdikliyor içini, ondan sonra sorular başlıyor çocuğun kafasında. Çözmeye çalışıyor ufkun ötesindeki dünyayı. Çocuk masumiyet demek. Çocukların, kedilerin ve delilerin olmadığı bir film düşünemiyorum.”
Uluçay, Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde 2004 yılında “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak”la En İyi Türk Filmi ödülünü alır. San Sebastian ve Montpellier’den, Ankara Film Festivali’nden de ödüller kazanır. Bu ödüller onun için şu anlama gelir sadece: Sinema lüks bir sanat dalı değildir, derdi olan, aşkı olan, samimiyetini kaybetmeyen herkesin yapabileceği bir şeydir.
Güliz Sağlam, Ahmet Uluçay’ın hayatını anlatan bir belgesel çeker 2002 yılında; ismi “Tepecik Hayâl Okulu”dur. Onu yakından tanıma imkânı bulur bu çekimler sırasında; ne var ki, Uluçay’ın hayatının son demlerinde olduğunu bilmez. Şöyle diyor:
- “Benim Uluçay hakkındaki malumatım o ilk ve son uzun metraj filminden önceye gidiyor. Şahsen tanışmamıştım ama ‘Kütahya'nın bir köyünden çıkan ilginç bir sinemacı’ diye hakkında anlatılanları duyuyordum. Biraz ‘bu millet nelere kadir’ edebiyatı gibi gelmişti bana, aşırı bir yüceltme mi diye soruyordum kendime... Ancak sonradan, mesela Yüksel Aksu'dan ve bir kaç kişiden daha dinlediklerimden sonra, karşımızdaki kişinin çok iyi bir edebiyat okuru, çok nitelikli bir sanatsever olduğunu, çok uğraşıp didinerek ciddi bir formasyon edindiğini öğrenmiş oldum. Yani basit anlamda ‘köyden çıkmış sinemacı’nın ötesinde bir kişi vardı karşımızda. (…) Aslında Ahmet Uluçay çok yönlü bir sanatçı. Edebiyatla uğraşıyor önce, şiirler ve hikayeler yazıyor. Resimle uğraşıyor ve sonunda sinemada karar kılıyor. Çok genç yaşta, çok da bilinçli olarak seçiyor sinemayı. Sinema tüm diğer sanatlardan fazlasıyla beslenen ve çok etkili bir anlatım imkânı sunuyor. Çok okuyan, yazan ve bunu insanlarla paylaşan, paylaşmanın ve tartışmanın önemini ve kafa açıcılığını kavramış birisi. Yaşadığı köyde de bunu az sayıda da olsa paylaşabildiği insanlar var. Komşusu ve arkadaşı İsmail Mutlu ve Şerif Akarsu’yla birlikte ilk kısa filmin hazırlıklarına başlıyorlar. Karısı Ayşe Uluçay ve çocukları İdris ve Hatice da hep o üretim sürecinin içinde. Bunu çok önemli buluyorum ve o yüzden filmde de bunu vurgulamak istedik. Çünkü sinema kolektif bir üretim ve bunu öyle çok süslü laflar etmeden hayata geçirebilmişler. Ahmet Uluçay’ın en büyük itirazı ona yapıştırılan “köylü yönetmen” etiketineydi, “Köylü değil köyde yaşayan bir yönetmenim ben.” derdi. Hayatını kazanmak için gündüzleri farklı işlerde çalışıp gecelerini okumaya, yazmaya ve film çalışmalarına ayırmıştı. Çok ciddi bir emek ve çaba vardı sanata dair hayatında, bu çok etkileyici ve ilham vericiydi bizim açımızdan. Bende en çok iz bırakan, Ahmet Uluçay’ın sözünü söylemek için sinemaya bu kadar tutkuyla sarılması ve vazgeçmemesidir. En umutsuzluğa kapıldığımız anlarda hep hatırladığımız ve birbirimize hatırlattığımız bir tutku…”
2009 yılının Haziran ayında şöyle yazar İhsan Kabil:
- “2004 yılında sinemaları şereflendiren Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak, Türk sinemasında yerli hassasiyetin bir yeniden doğuşu oldu. Şimdilerde yarım kalan filmiyle alakalı olarak, maalesef Kültür Bakanlığından alınan destek geri talep edilmekte ve Eurimages desteği için gerekli olan Avrupalı ortak yapımcılar da çekimser bir tavra girmiş bulunuyorlar. Sinemamızın bu sahici sesi, hem kurumsal ve maddi anlamda sahiplenmeyi bekliyor hem de ağırlaşmış sağlık şartları bakımından. Kendisine Allah’tan en büyük yardımı diliyorum.”
Evet, anladığımız kadarıyla, son filmi için verilen destekler, sürmekte olan hastalığı sebebiyle geri çekiliyordu. Süreç uzayınca, destekçiler de bu süreçte “kaybettikleri” paranın derdine düşmüşlerdi. Oysa çok değil, beş ay sonra bu dünyadan göç edecekti Uluçay; samimiyet ve aşkla çıktığı sinema yolculuğunda, işte o “sinema endüstrisi”ne yenik düşecekti.
“Bunun kuralı budur demem, söyle kalbim derim” diyen adam, kalbinin sesini, duyurabildiği kadar duyurdu; çok zor ve ilkel şartlarda, hem bize hem de parıltılı sinema dünyasına, karpuz kabuğundan gemiler yapılabileceğini gösterdi.


Baran Dergisi, 19 Mart 2015
“İRFAN VE İNCELİĞİN TEMSİLCİSİ” ŞEYH GALİB*

Gülçin Şenel


 “İrfan ve inceliğin temsilcisi”… Üstad Necib Fazıl böyle tarif ediyor Şeyh Galib’i. İşte o Şeyh Galib ki, edebiyat ve şiirimizde ondan etkilenmeyen yok gibidir. Ama nedense adına ne bir faaliyet, ne bir anma, ne de bir kürsü vardır. Sokak, cadde isimleridir bizde büyük şair ve edebiyatçılar.  Gençler aralarında şöyle konuşur: “Şeyh Galip mi, aa evet bizim caddenin ismi o!” Galata Mevlevîhanesi’nde bulunan kabrini hep turistlerin ziyaret etmesinden şikâyet eder çevre sakinleri. “Hoşça bak zatına” diye başlayan, entel-dantellerin çokça kullandığı bu dizeler de Şeyh Galib’e âittir. Ama bunu kullananlar bilirler mi şüphelidir. Hani “kendine iyi bak” filan diye dilimize yerleşmiş tabir vardır ya, onun aslı da bu beyitten gelmektedir. Öylesine içimize işlemiştir ama öylesine de yabancıyızdır Şeyh Galib’e. Geçtiğimiz hafta Şeyh Galib’in vefatının 215. sene-i devriyesi idi. 18. yüzyıl divan edebiyatımızın büyük şâiri Şeyh Galib 1757 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Mustafa Reşit Efendi Mevlevî tarikatına bağlı olduğu için Şeyh Galib de bu çevrede büyümüştür. Asıl adı Mehmet olan Şeyh Galib, önceleri Esad daha sonra da Galib mahlaslarını kullanmıştır.
Şeyh Galip aldığı eğitimin de vermiş olduğu olgunlukla küçük yaşlarda şiir yazmaya başlamış, daha yirmi üç yaşındayken bir divan oluşturmuş ve yirmi beş yaşında da ünlü Hüsn-ü Aşk mesnevisini yazmıştır. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, onun bu genç yaştaki dehâsını şöyle değerlendirir:
- “Kural olmasa da, umumî olarak söylenebilir; bütün dehâlar, gençliklerinde parıldadılar… Yunanca’da, “şâir” ile “dehâ” aynı mânâda… Dehâ Sokrat’ın, gerçek insanlara teşmil ettiği bir ifâde ile, seneler geçtikçe insan vücut olarak ihtiyarladıkça ruh gençleşir… Dehâlar hep gençtir; gençleşir… Goethe, bu yüzden, “insanlar bir kere bülûğ ıstırabı çeker, dehâlar hep yeniden!” demiştir.
“Bütün dehâlar gençliklerinde parıldadılar”; Şeyh Galib de, 24 yaşında iken dîvânını düzenliyor ve 2 sene sonra da “Hüsn-ü Aşk” isimli ünlü mesnevisini.” (Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muztaribler –Düşünce Tarihine Bakış, İBDA Yayınları, 4. Cilt, s. 288)
Bir Anekdot
Sovyet döneminin ünlü Gürcü şairi Mayakovski, Nâzım Hikmet’e “en büyük şairiniz kim?” diye sorar. Nâzım Hikmet “Şeyh Galib” cevabını verir ve bir şiirini onun için tercüme eder. Bu şiiri defalarca dinleyen Mayakovski şöyle der: “‘Bizim ulaşmak için çırpınıp durduğumuz şiir idealine meğer sizin eski şairleriniz çoktan ermişler.” Rivayete göre şu şiiri okumuş:
“Bir şu’lesi varki şem-i canın
Fân’usuna sığmaz âsm’anın
Bu sine-i berk âşiyânın
Sina dahi görmemiş nişânın
Efrûhte-i inâyetindir.”
(Can mumunun öyle bir alevi vardır ki göğün kubbesine sığmaz! Bu, yuvası şimşek olan bağrımın eserini Sina dağı bile görmemiştir ve ondaki ateş senin lütfunla tutuşmuştur.)
Server Tanilli’nin anlattığı bu hikâye, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun Fuzulî bahsinde altını çizdiği şu hususu hatırlatıcıdır:
- “Fuzulî, bizde, Batı’da çok sonra sözkonusu olan ve Batı patentli sanılan “fikirden süzülme şiir” anlayışının, -ki sadece o değil, Dîvân edebiyatının bütün şâirleri bu soydandır-, yalnız temsilcisi değil, bunu Dîvânlarında da açıklamış, yâni işin “poetika-şiir hikmeti” bahsini de ortaya koymuş biridir. Hani şu, “bir yanda şiir, diğer yanda sanatı üzerine düşünme” meselesi.” (Büyük Muztaribler –Düşünce Tarihine Bakış, 4. Cilt, s. 19)
Bir Nazire: Hüsn-ü Aşk
Şeyh Galib’in, en büyük eseri Hüsn-ü Aşk’ı yazma vesilesi de yine Mütefekkir’den nakille şöyle:
- “Malûm, Şeyh Galib’in en ünlü eseri, “Hüsn ü Aşk” isimli mesnevîsi… “Dîvân edebiyatımız bir nazireler edebiyatıdır” derken, -buna dair söylediklerimiz hatırlanmal!-, bunun en güzel hikâye-roman çapındaki örneklerinden biri, “Hüsn ü Aşk”tır; Şeyh Galib bunu, Nabî’ninkinden daha üstününü yazabileceği iddiasıyla, 26 yaşında yazıyor… 6 ay içinde, eser tamamdır.” (Büyük Muztaribler – Düşünce Tarihine Bakış, 4. Cilt, s. 292)
Şeyh Galib Tasviri
İBDA Mimarı’nın, Şeyh Galib vesilesiyle yeniden göz attığımız Büyük Muztaribler eserinin 4. Cildi, Dîvân edebiyatını baştan sona değerlendiren ve günümüze taşıyan bir üslupla, İBDA’nın “şiir dili”yle yazılmış külliyatını yine şiir diline tercüme ediyor sanki. Ebced, iştikak, dil, şiir, fikir… Hepsi Dîvân şiirinin harikulade perspektifinden yeniden hayat buluyor… Yine o eserden Şeyh Galib hakkında bir tasvir:
“Şeyh ünvanını genç yaşta alan, Muhammed Esad Galib, şeyh-mürid ilişkisinden çok “dostluk” ilişkisini andıran Esrâr Dede’nin vefatı dolayısıyla ayrılığının ardından, bu üzüntünün de saikiyle fazla yaşamıyor ve henüz 42 yaşında iken, arkasında eser plânında gerçek bir dünya bırakarak sahici âleme göçüyor: Hicri 1213-Milâdî 1799.
Galib’te tecelli eden mânâ, “irfan inceliği”; demek ki aşk inceliği… Yâni keşşâf; keşif sahibi… Yâni güzelliğin gölgesinde oturan; demek korunan… Demek teşhis sahibi; seçen, ayıran, tanıyan, eşyaya şahsiyet veren… Demek ki nesneleştirme gücü olan, sıralayan, düzenleyen, tanzim eden… Bu küçük işaretler, “Hüsn ü Aşk”a dair isminden başlayarak bir kanaat verebilir.” (Büyük Muztaribler, 4. Cild, s. 301)
Son Söz: Bir Beyit
“Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvan olan âdemsin sen
(Hoşça bak zatına ki âlemin hülâsası – kaymağısın sen
Âlemlerin şâhidi, gözbebeği olan insansın sen)” (Büyük Muztaribler, 4. Cild, s. 303)

Şeyh Galib’i vefatının 215. sene-i devriyesinde rahmetle yadediyoruz.

Baran Dergisi, 17 Ocak 2014
PUŞKİN’İN SIRRI

Gülçin Şenel


“Puşkin, gücünün tam olgunluk çağında öldü ve mezara kendisiyle birlikte büyük bir sır götürdüğüne hiç şübhe yoktur. İşte şimdi biz, o sırrı onsuz çözmeye çalışıyoruz.”
Dostoyevski

Baştan söyleyelim: Puşkin, 38 yaşında öldüğünde, 30’a yakın eser sahibi bir şair-yazardı. Şiirlerinden başka, romanları, oyunları, makaleleri vardı. Öyle ki bazı romanları “şiirsel roman” olarak tarif ediliyordu. Tolstoy, Gogol, Çehov onu Rusya’nın dâhisi olarak taltif ediyorlardı. Dostoyevski’nin meşhur “Puşkin Konuşması”, o dönemde büyük bir hadise olarak karşılandı. "Puşkin hakkındaki konuşmamı, fikirlerimi keskin bir biçimde ifade ederek yazıp bitirdim... Ve dolayısıyla ardından gelecek saldırılara da hazırım." diyen Dostoyevski, 26 Mayıs 1880'de Moskova'da yapılacak olan Puşkin Heykeli'nin açılış törenine, bir konuşma yapması için davet edilmişti. Kendi çalışmalarına ara veren Dostoyevski, hayatı boyunca hayranlık duyduğu, büyük Rus dehası olarak gördüğü Puşkin hakkında bir konuşma hazırladı. Tören, Çar'ın emriyle ertelenmesine rağmen, Dostoyevski cesaretle yola çıktı ve konuşmasını yaptı. Rus edebiyatında bir dönüm noktası olarak değerlendirilen bu konuşmada Dostoyevski, tüm hayatı boyunca karşılaştığı, kendisine yöneltilen suçlama ve eleştirilere meydan okudu; Puşkin’in heykeli önünde, Puşkin’in gölgesinde kendini ve tüm Rusya’yı hesaba çekti.
Puşkin, bilindiği üzere bir düello sırasında yaralandı ve öldü. Bu düelloyu İlber Ortaylı’dan okuyalım:
- “27 Ocak 1837’de Rusya’nın en büyük şairi, dramaturgu, romancısı ve tarih yazımına bilimsel yöntemiyle değil ama üslubuyla yön veren Aleksandr Sergeyeviç Puşkin düelloda öldürüldü. Rakibi Dantes çarın muhafız alaylarında görevliydi. Fransız İhtilali’nden kaçan bir ailenin çocuğuydu ve Moskova asillerinden biri tarafından evlat edinilmişti. Bir müddetten beri Puşkin’in güzel karısı Natalya’nın etrafında dolanıyordu. Natalya gerçekten çok güzeldi, Moskova’daki yüksek cemiyetin en şık giyimlilerindendi ve daha da beteri, kendi güzelliğine âşık olacak kadar eksik akıllıydı. Puşkin bu evlilikte mutlu sayılmazdı. Çarın etrafındaki baskıcı çevreye karşı kendini dinginleştirecek insan, herkesten evvel yanı başındaki hayat arkadaşı olmalıydı. Bu evlilikten doğan kız çocuğu ileride anasını aratmayan güzelliği ve babasından aldığı esmerliği ile Lev Tolstoy’u etkiledi. Ünlü romanın kahramanı Anna Karenina gerçekte Puşkin’in kızının tasviridir. Puşkin’den I. Nikola devrinin despot bürokratları rahatsız oluyordu. Aydın ve ilerici Ruslarsa onu fazlasıyla kışkırtıyorlardı. Fransız asıllı Rus Dantes’in münasebetsizlikleri, etrafın kışkırtmasıyla Puşkin’i çileden çıkarttı. Puşkin yaralandı ve birkaç gün sonra öldü. Malûm, o devirde penisilin yoktu.” (Milliyet, 29 Ocak 2011)
Rusya’nın bu genç dâhisi kimdir, Rus edebiyatını nasıl etkilemiştir, yakından bakalım: Tam adı, Aleksandr Sergeyeviç Puşkin. 1799’da Moskova’da doğdu. Babası Sergey Lvoviç, soylu bir ailenin ilk çocuğudur. Puşkin, ilk bilgilerini yabancı eğitmenlerden edinmiştir. Henüz sekiz yaşındayken Fransızca ve Rusça bilmektedir. “On bir” yaşına geldiğinde ise özgürlükçü ve alaycı yazarlarını beğendiği Fransız Edebiyatı’ndan etkilenerek Fransızca şiirler ve komediler yazmaya başlamıştır. Çocuk yaşta yazmaya başlamasında, ailesinin entelektüel çevresinin etkisi olmuştur. Döneminin tanınmış şair ve yazarları, Puşkin’in evine gelip gidenler arasındadır. Ancak Puşkin’i hayatı boyunca tesiri altına alan esas saik, kendisine Rus masalları anlatan, eski Rus türküleri söyleyen dadısıdır. Yaşlı dadısı Arina’nın anlattıkları, Puşkin’in çocukluk ruhun derin izler bırakmıştır.
Şiirleri, sivri dilli eleştirileri, pürüzsüz dili ile Rus edebiyatının öncüleri arasında yer alan Puşkin hakkında Tolstoy şöyle demiştir:
"Ondaki güzellik duygusu kimsede olmadığı kadar gelişmiştir. Sanatçıya gelen ilham ne kadar güçlü olursa, onu esere yansıtmak için gereken çaba da bir o kadar büyük olur. Puşkin’in şiirleri öylesine sade ve pürüzsüzdürler ki, aynen bu şekilde ona aktarıldığını düşünürüz. Oysa onun bu sadelik ve pürüzsüzlüğe ulaşmak için ne kadar emek sarf ettiğini bilmeyiz."
Puşkin’den önce Rus edebiyatı romantizm ve klasizm akımlarının tesiri altındadır. Daha çok batı edebiyatının tesiri altında ortaya çıkan bu akımlar, Rus ruhuna, yeterince uygun değildi. Puşkin, eserlerinde, Rus edebiyat dilini gerek kelime hazinesi, gerekse anlatım özellikleri bakımından zenginleştirmiş, bu dile milli bir yapı kazandırmıştı. Eserlerinde ilk kez Rus toplumunun halk özelliklerini yansıtan tipler oluşturmuş, dadısından dinlediği esatirleri, masalları, türküleri, çocuk hazinesinden çıkarıp, Rus edebiyatının merkezine oturtmuştur.
19. yüzyıl Rus edebiyatının yazarları onun eserleriyle yetişmiş, onun tesiri altında kendi yollarını bulmuşlardır. Puşkin’in ilk romanı tarihî bir romandır: ''Büyük Petro’nun Arabı'' isimli bu eser, tamamlanmamış olmasına rağmen, dili ve üslubu ile dikkat çekmiştir. “Byelkin'in Hikâyeleri”, sade bir üslupla yazılmıştır. Bu hikâyelerde Puşkin, halk insanlarını büyük bir sadelikle, gerçeklikle ve ustalıkla anlatmıştır. Yine “Goryuhino Köyü Tarihi”, mizahî edebiyatın önemli eserleri arasında yer alır.
1829 yılında, Osmanlı-Rus savaşı sırasında Rus ordusuyla birlikte yola çıkmıştı. Bu yolculuğun intibalarını anlatan, “Erzurum Yolculuğu” isimli eserinde Kafkas tabiatını, savaş alanı tasvirleri, oldukça dikkat çekicidir: “Yolda yanlamasına uzanmış yatan genç bir Türk’ün cesedi önünde durdum. 18 yaşlarında bir delikanlıydı bu. Bir kızınkini andıran solgun yüzü henüz tazeliğini yitirmemişti. Sarığı tozlar içinde yatıyordu. Tıraşlı ensesinde bir kurşun yarası vardı...” İşte bu “gerçekliği tasvir” Rus edebiyatında “devrim” demektir; Tolstoy’un “Savaş ve Barış” isimli eserinde karşılığını bulmuş gibidir.
Puşkin’in en bilinen eseri, “Yüzbaşının Kızı”, 1836 yılında yayınlanmıştır. Gogol bu roman hakkında şöyle demiştir:
- “Yüzbaşının Kızı ile karşılaştırılınca bütün romanlarımız ve büyük hikâyelerimiz yavan kalıyor. Saflık, yumuşaklık öyle bir yüksekliğe ulaşıyor ki bu eserde, gerçek bile yapmacık ve karikatürize edilmiş gibi görünüyor. Ortaya gerçekten de ilk olarak Rus karakterleri çıkıyor. Kalenin basit komutanı, karısı, bayraktar, biricik topuyla kalenin kendisi, zamanın karışıklığı, sıradan insanların o alçak gönüllü büyüklüğü. Bütün bunlar yalnızca gerçek değil, onu da aşan bir şey.”
Dimitri Sergeyeviç Merejkovski’nin, “Tolstoy ve Dostoyevski” isimli makalesinde şöyle hülasa edilir Puşkin:
- “Tolstoy’u ve Dostoyevski’yi talim etmek, yeni Rus poetikasında Puşkin’in sırrını çözmeye çalışmak demektir; Dostoyevski’nin Puşkin Üzerine Konuşma’sının o kehanet dolu son sözlerinde ifade ettiği şu büyük sırrı:
“Puşkin, gücünün tam olgunluk çağında öldü ve mezara kendisiyle birlikte büyük bir sır götürdüğüne hiç şübhe yoktur. İşte şimdi biz, o sırrı onsuz çözmeye çalışıyoruz.”
Rus kültürünün geleceğinin sırrı da demek olan Puşkin’in sırrı, uçurumun her iki kıyısını de görmüş neslimiz için cihanşümûl ihtilaf ve çelişkilerin, “dünyada var olabilecek en zıt düşüncelerin çarpışması”nın, Doğu ruhu ile Batı ruhunun, “savaşkan ruh ile bereketli ruh”un yeni ve belki de son ve büyük savaşının çözümünü ihtivâ etmektedir. Tanrıinsan ile İnsantanrı’nın.”*
Yüzbaşının Kızı isimli eseri yayınlandıktan bir yıl sonra 1837 yılında bir komploya benzeyen düello sonrasında 38 yaşında ölmüştür Puşkin; ardında Rus edebiyatının yeni dâhilerine ilham olacak onlarca eser bırakarak… Puşkin’in sırrı da, belki Dostoyevski’dir, Tolstoy’dur, Gogol’dür; kim bilir?


*Tercüme: Kenan Duru, Maysa Çaşemova, Akademya Dergisi, II. Dönem, 5. Sayı, 2014

Baran Dergisi, 14 Mayıs 2015
ALEV ALATLI YANDAŞ BİR AYDIN MI?

Gülçin Şenel



Kendini ifade etmek, kendini tarif etmek yerine, yan gelip yatmak, bu esnada sağına soluna akıl vermek, entellektüelliği “bağzı şeylere” karşı olmakta bulmak, ama bunu illaki “din düşmanlığı” genelliğinde ifade etmek, gel gör ki onu da adam gibi yapamamak… “İçkime dokundurmam, cami yaptırmam, din dersi istemem, Osmanlıca demek mezar taşı okumak demek, benim diktatörüm, benim askerim iyidir ayol, nerde o eski askerler, ay yazık ağaçlara” şeklinde özetleyebileceğimiz düşüncelere sahip olmak… Bizim Türk aydını dediğimiz vasat bu…
Daha bir hafta önce, Haliç’te Salih Mirzabeyoğlu şöyle demişti:
“Hangi fikirden olursan ol, “bendeki sen ve sendeki ben” meselesinde bir nisbet sahibi ol. Yani sizin her biriniz bende, ben de sizin her birinize ait olmak üzere, (bunu kendi aranızdaki ilişkilere de tatbik edebilirsiniz), “bendeki sen ve sendeki ben” meselesinde bir nisbet sahibi olunuz. Yani kurusıkı şuna buna bağlılık değil, neyi değerlendirirsen, o sende tezatsız bir bütünlük göstersin. Yani lafı bir yerinden kapıp da, bizzat söylediğin lafın nereye gittiğini, bilmez durumda olunmaması için söylüyorum. İnsan ve toplum meselelerin halli davasında bir küll fikrin olması lazım. Buna dair ölçülerin olduğu yerde, her kesim için kendisine göre tekamül edilecek taraf belirlenmiştir. Ondan sonra mevzu da şuradadır: Şu fikirlerden hangisi doğru? Bunların bir karşılaşması olacak. Şimdi o çaldı, o yedi, o da kaptı, filan, bütün bunlar olmasa, konuşacak lafı da yok. Böyle bir ortam.”
Bunu anlayan oldu mu? Bizim “aydın” sandığımız vasat henüz anlayamadı. Nereden biliyoruz bunu? Salih Mirzabeyoğlu’nun tam da “böyle bir ortam” diye işaret ettiği durumun tekrar sahneye konulmasından: Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Ödülleri verildi ve Edebiyat dalında Alev Alatlı ödüle layık görüldü. Alev Alatlı orada bir konuşma yapınca, bu “aydın” zannındaki kesim arasında kıyamet koptu. Onu “yandaş, yalaka” gibi çok derin tahlillerle eleştirdi bu bahsini ettiğimiz “vasat”…
Kimdir Alev Alatlı? Şu kadar eseri olan, bazen Cemil Meriç’in açtığı pencereden dünyayı ve Türkiye’yi değerlendiren, bazen Rusya’nın “entelektüel krizinden” Türkiye’yi okuyan, bazen Kuantum Fiziği’nin açtığı yoldan “kadim gelenekler ve din”in söylediklerini önemseyen ve bu pencereden Türkiye’yi değerlendiren, dolayısıyla, yukarıda kısaca özetlediğimiz ortalama Türk Aydını denen kesimden ayrı bir yerde duran, bir entelektüel-yazar. Son olarak yazdığı “Batıya Yön Veren Metinler” ve “Bize Yön Veren Metinler” ile ciltleri tutan oldukça önemli bir çalışmaya imza attı. Velhasıl, bizim entelektüel vasatımız gibi yan gelip yatmadı, bu yaşına rağmen, karınca gibi çalışmaya devam etti, eser verdi. Sadece bu çabası bile takdire şayan iken, Cumhurbaşkanı’ndan bir ödül aldı, onu da kendi görüşünce bazı haklı gerekçelerle taltif etti diye, (e tabii “aydın olmanın” son yıllarda en büyük göstergesi olan “gezi olaylarını” eleştirdi diye), sen misin bu konuşmayı yapan, vurun abalıya hesabı, Alev Alatlı’yı gömme gayretine geldi bizim enteller…
Şahsen Alev Alat’lıyı yıllardır okurum. Onu, durduğu nokta itibariyle takdir ederim, katılmadığım yönlerini eleştiririm, öne sürdüğü görüşleri önemserim. Çünkü onun bu ülkenin nitelikli entelektüellerinden biri olduğunu bilirim. Bunu bildiğim için, Cumhurbaşkanlığı ödülünü alması da, onu taltif etmesi de, gözümdeki ve gönlümdeki yerini değiştirmez. Haddi zatında kendisi Amerika’dan, İsrail’den veya diktatörlüğü ile gözlerimizi yaşartan Esed’den değil, Türkiye’de halkın seçtiği ilk Cumhurbaşkanı olan Erdoğan’dan almıştır bu ödülü. Şöyledir, böyledir, ama durum net olarak budur. Konuşmasını baştan sona dinledim. Bence altının çizilmesi gereken noktalar şunlar:
“Ben bir muhacirim. Muhacirim derken, kelimeyi özgün anlamında kullanıyorum. Hicret eden… 1912 Balkan göçü, benim ailemin hemen tüm erkeklerinin yitirildiği malum. Fakat benim sözünü ettiğim hicret, rahmetli Ali Şeriati bağlamında bir hicret, aklî hicretten söz ediyorum. Yollara düştüm, güneşin battığı diyarlardan, doğduğu diyarlara. Aydınlanma kutbundan, merhamet kutbuna hicret etmeye çalışıyorum. Aydınlanma kutbu dediğim burada, yegane tasarısı yasaların harflerinden ibaret olan bir düzen. Merhamet kutbundan kasdım, yasaların ötesinde kadim değerlerin esas olduğu toplumsal düzen. Kendi adıma, ikisinin arasında bir yerlerde, hakikati arayan, bir entelektüel muhacir olarak adlandırmam gerektiğini düşünürüm. (…) Öte yandan dinden, gelenekten, kadim örf ve adetlerden soyundurulmuş, yegane ölçüsü, nesnel yasaların harfinden ibaret olan toplumlar da, eşref-i mahlukata layık toplumlar olamıyorlar. Avrupa aydınlanması, insanların dini dogmalardan silkinip, akıl ve mantık yolunda ilerleyeceğini vadetmişti. Olmadı. İnsanı, evrenin merkezine yerleştirmek niyetiyle döşenen yol eşrefi mahlukatın rakamlara indirgendiği, sarf malzemesi misali muhasebeleştirildiği, ülkelerin sınırlarının cetvelle çizildiği, mekanik olduğu kadar da acımasız ve kaba bir dünya görüşüne evrildi. İnsanın araç değil amaç olduğu unutuldu, infaz yasalarına uygun olduğu sürece, ölen çocukların hesabının sorulamadığı bir nizam inşa edildi ve yerleştirildi. (…) Oligarklar kimler? Oligarklar, başta iktisadi karteller ve onların yanısıra, BM’den Nato’suna, IMF’sinden AB’ne kadar, haklı olma hali için temyiz edilemez yetkiye sahip kuruluşlar, oligarklar… Oligarkların düzeninde temyize gidecek yeriniz yoktur. O kadar ki neden nefret edip edemeyeceğimizin bile yasalarla saptandığı bir düzene gidiyoruz. Nefret edilesi unsuru ortadan kaldırmak yerine, nefret edeni yasalarla cezalandırmak. (…) Şimdi ne demek istiyorsun diyeceksiniz, şunu demek istiyorum: Aslolan, hakkın helal edilmesi olmalıdır. Aslolan helalleşmek olmalıdır. Helalleşmek, mahkemede dava kazanmaktan daha üstün olmalıdır çünkü her yasal hak, helal değildir ve olamaz. Suriçi ile Kobani’nin arasına çizgi çekmek birinci dünya savaşı galiplerinin yasal hakkıdır. Belki, ama helal değildir. Keza, iflas eden kardeşinizin haraç mezaç satışa çıkarılan evi satın almanız, yasal olarak hakkınız olabilir ama helal değildir. İmar ruhsatı olan bir müteahhit, şehrin ufkuna tecavüz ederken yasal olarak suçsuzdur, ama yaptığı iş helal değildir. Yeni ve çok daha ucuz bir enerji türünün pazara girmesini önlemek üzere üretim haklarını satın alan ve sümen altı eden bir petrol şirketi yasal olarak suçsuzdur. Ama yaptığı iş helal değildir. Keza, raf ömrünü uzatmak için ekmeğin içine kansorejen madde koyan, formülü ambalajın üzerine koyduğu sürece yasal, dolayısıyla suçsuz, ama helal değildir. (…)
Şimdi buradan şöyle bir öngörüde bulunuyorum. 21. Yüzyılın en yaman toplum projesi helal olanı yasal olanla örtüştürmek olsa gerektir. Kadim değerlerle rabıtası kesilen-zedelenen özgürlüklerin şerden yana bükülmelerini önlemenin yollarını bulmak zorundayız. Yasaların tanıdığı haklardan insanlık veya Allah adına feragat etmenin garipsenmediği bir yeni düzen getirmek zorundayız. Tarihin bize öğrettiği bir şey var. İster en mükemmel yönetim sistemini, ister ekonomik kalkışmayı gerçekleşmiş olsun bir medeniyetin sevgi ve nefs terbiyesi dumura uğramışsa, manevi enerjisi tükenmişse, o medeniyeti ne BM, ne Helsinki Beyannamesi, Ne AİHM mevzuatı, ne de en üstün silahlar kurtarabilir.”
Evet, Alev Alatlı, oligarşik kanun koyucuların karşısında “dünya beşten büyüktür” diyen Erdoğan’ı ayakta alkışlıyor. Tamam, (artık hangi gerekçe ile yapacaksanız), bunu eleştirin, ama bunu yaparken öne sürdüğü görüşlere de bir dönüp bakın, hiç olmazsa “yandaş, sırdaş, yalaka” seviyesinden kurtulun derim. Bakın, bu sistem çöktü diyor Alatlı, “insanın manevi olanla bağlarını yeniden tesis etmeli” diyor mealen… Sistem bunu temel almalı diyor.
“İnsan ve toplum meselelerin halli davasında küll bir fikrin olması lazım. Buna dair ölçülerin olduğu yerde, her kesim için, kendisine göre tekâmül edilecek taraf belirlenmiştir. Ondan sonra mevzu da şuradadır: Şu fikirlerden hangisi doğru? Bunların bir karşılaşması olacak. Şimdi o çaldı, o yedi, o da kaptı, filan, bütün bunlar olmasa, konuşacak lafı da yok. Böyle bir ortam.” diyen Salih Mirzabeyoğlu’nu bir daha dinleyin, okuyamıyorsunuz ya, bari dinleyin…
Yani mesele, Orwell ile Defao’nun, Soljenitsin ile Alatlı’nın Erdoğan’ı ayakta alkışlamasından daha önemli. Hayatî, dönüşü olmayan, vazgeçilemez bir varoluş kavgasına var mısınız, yok musunuz; mesele bu…

Baran Dergisi, 11 Aralık 2014