FİKİRLER TARİHİ
Gülçin Şenel
“Ama,
ah Tanrım, okumam gereken ne çok şey var!” diyor günlüklerinde Virginia Woolf.
Bir yazarın, hem de oldukça iyi bir yazarın, okuması gereken kitaplardan oluşan
listesi ile birlikte böyle bir hayıflanmayı günlüğüne not etmesi ne kadar
garip. Oysa biz okumadan-etmeden, gayet de idare eden, internetten tırtıkladığı
bilgi kırıntılarıyla, kısa kısa cümleler kurup, büyük yazar ilan edilen
nicelerinin arasında yaşıyoruz. İşte biz de bu adamları okuyup, günlük okuma
limitimizi dolduruyoruz.
İBDA
Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun 4 ciltte tamamlanan “Büyük Muztaribler-Düşünce
Tarihine Bakış” isimli eserinin, bizim için bir okuma kılavuzu olduğunu
düşünüyorum. İlk cildinden son cildine kadar kronolojik olmayan ama fikrî bir
takibi zorunlu kılan bu eser, bir düşünce tarihi kitabı olarak da okunabilir.
Tabiî, İBDA fikir ve aksiyon mihrakının çağımızın nabzını tutan “bakış”ını
unutmadan.
Eserin
ilk cildi, Mütefekkir tutuklanmadan hemen önce Mart 1998 tarihinde yayınlanmış,
aynı yılın sonunda, malum olduğu üzere tutuklanarak Metris cezaevine
konulmuştu. İşte o eser, Mirzabeyoğlu’nun “dışarda” yazdığı son eserdir; 41.
eseri…
Son
günlerde tarihe ve özellikle düşünce tarihine dair kitapların ard arda yayınlanması
İBDA Mimarı’nın bu eserini yeniden okumanın vakti geldiğini ihtar ediyor. Neden
mi? Birincisi bu yeni çıkan eserler, meseleyi “batı perspektifinden”
değerlendiriyor, okuyanlar için de, kendi düşünce mihrakları olmadığından,
pekçok mesele havada kalıyor. Bu konuda İBDA Mimarı’nın verdiği misâl önemli:
«-
“Amerika’nın keşfi”… “Afrika’nın keşfi”… Amerika veya Afrika, Avrupalılar
tarafından keşfedilmiş ve varlığı ortaya çıkarılmış değildir; Avrupalılar oraya
gitmeden önce de oralarda insanlar yaşıyordu, hem de binlerce senedir. “Keşif”
lâfı olsa olsa, Avrupalılar’ın tanıması bakımından, “Avrupalılar için” ve bunu
onlardan öğrenenler adına ve mânâsına kullanılabilir… Neredeyse onların gözüyle
Asya bile Avrupalılar tarafından keşfedilmiştir de, Asya’dan Avrupa’ya gelen
seyyahlar, -seyyahlar bir yana, kavimler-, saded dışıdır… Afrika sanatının veya
Japon resim sanatının falan veya filân Avrupalı ressam tarafından nasıl
özümsendiği bellidir de, nedense o sanatların ve meselâ Japon ressamların adı
veya itibarı kayıptır; bahsederken bile, kendi için gösteren, kendinde kaybeden
bir edâ… Yeri geldikçe ilimde de, fikirde de, (teknikte de filân diye
saymıyorum), Batı’nın bu sahtekârlığını göstermeye devam edeceğiz. Metod ve
değerlendirme hâlinde dünya irfan yemişinin üstüne konan ve fikir ve
medeniyette bir “plastisite-kabartma” harikasını ortaya koyarken nihayet
köksüzlüğün getirdiği çöküntü içindeki Batı’nın bu sahtekâr tarafını, bir nevi
şu veya bu “tekâmül nazariyeleri”nin çıkışındaki birbirine geçit veren “ruhî sebeb”
diye görebiliriz.» (Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muztaribler-Düşünce Tarihine
Bakış, İBDA Yayınları, İstanbul 1998, s. 139)
Eserin
“el attığı meselelerin genişliği bakımından şu not da önemli:
«-
Ortaçağ karanlığı içinde domuz hayatı yaşayan Avrupa’nın İslâm’dan aldıklarıyla
ihya oluşu ve kendine temel edindiği eski Yunan’ı da Müslümanlardan tanıması
hakikati… “Amerika’nın keşfi” misâlinden başlayarak söylediklerimizi,
kronolojik tarih devrelerinin de –en azından imaj olarak- Avrupa’nın “ben”
merkezli tekâmül anlayışına uygun hâle getirilmiş olması ikazıyla bitirelim…
“İlkçağ filozofları”… Kime göre İlkçağ?.. Bu sorunun ardından, -Doğu ve Batı
ayrımı hakkında söylediklerimiz baki kalmak üzere-, İlk İnsan’dan başlayan
İslâm’la var olan ve İslâm hükmüyle nihayete erecek bir “insanlık keyfiyeti”nin
macerası hâlinde, Hind ve Çin’den Amerikan yerlilerine ve Afrika düşüncesine
kadar açılacağımızı bildirelim… “İslâm merkezli” olarak!..» (A.g.e., s. 145)
Şimdi
bahsini ettiğimiz “düşünce tarihi” etrafında çıkan yeni eserlerden birine göz
atalım. Peter Watson imzalı “Fikirler Tarihi” isimli eser, geçtiğimiz günlerde
Yapı Kredi Yayınları tarafından yayınlandı. Aslında eserin muhtevasında, büyük
olayların arkasında küçük fikirlerin “oluşum” süreci, fikirlerin nasıl “mayalandığı”
inceleniyor. Fikir derken, icadlar, keşifler, ve bunların izinden fikirlere
doğru bir açılım… Bir noktadan sonra da yazar dinlerin insanların
fikri-entelektüel gelişimini nasıl baltaladığını filan anlatmaya koyuluyor.
Şöyle diyor eserin henüz giriş bölümünde:
“Cambridge
Üniversitesi’nden bilim tarihçisi Joseph Needham, The Grand Titration (1969)
adlı kitabında, tarihin en büyüleyici bulmacalarından biri olduğunu düşündüğü
şeyi yanıtlamak üzere yola çıkar: Kâğıdı, barutu, tahta baskıyı, porseleni ve
kamu görevlileri için yazılı sınav fikrini bulmuş ve dünyayı yüzyıllarca
entelektüel açıdan yönetmiş olan Çin, niçin gelişkin bilimi ya da modern iş
yöntemlerini –kapitalizm– geliştirememiş; bu yüzden de, ortaçağdan sonra,
egemenliğin Batı’nın eline geçmesine izin vermiş ve sonra gitgide daha geri
plana düşmüştür? Aynı şey, İslâm için de söylenebilir. Bağdat, 9. yüzyılda
entelektüel açıdan Akdeniz dünyasına öncülük etmiştir: Antikçağ uygarlıklarının
büyük klasikleri burada çevrilmiş, hastane fikri burada bulunmuş, cebir burada
geliştirilmiş ve felsefede önemli ilerlemeler kaydedilmiştir. 11. yüzyıla
gelindiğinde, köktendinciliğin katı kurallarından ötürü, Bağdat artık önemini
yitirmişti. Charles Freeman yakınlarda yayımladığı Batılı Zihnin Kapanışı adlı
kitabında, Hıristiyan köktendinciliğinin egemen olduğu erken Ortaçağ’da entelektüel
yaşamın nasıl zayıflayıp yok olduğuna ilişkin birçok örnek verir. Lactantius,
4. yüzyılda şunları yazıyordu: “Amacı ne bilginin? Maksat doğal nedenleri
bilmekse, Nil’in nerede yükseldiğini ya da şu gök kubbenin altında ‘âlimler’in
kafa patlattıkları her ne ise onu bilmemin bana ne yararı var?” Hippokrates’in
İÖ 5. yüzyıl gibi erken bir tarihte doğal bir hastalık olarak betimlediği
epilepsi, ortaçağda Aziz Kristof’un şifa vereceği bir hastalık olarak
görülüyordu. Bir İngiliz hekimi olan Gaddesdenli John, tedavi yöntemi olarak
epilepsili hastaya Kutsal Kitap okunmasını, aynı zamanda hastanın üzerine beyaz
bir köpeğin tüyünün koyulmasını öneriyordu.”
“Köktendincilik”
filân diye genellemeyle İslâm’ı da içine katarak verdiği örneklerle “din”
olgusunu etkisizleştiriyor. Lâkin, İslâm’ın 11. yüzyıldan sonrasını yok saymayı
nasıl izah ediyor anlamak güç. Hristiyan Ortaçağ’ı ile İslâm aynı örnekte bir
araya getirilebilir mi? Geçelim… Yazarın bir diğer tezi de şu:
“Düşünce
tarihindeki en büyük başarılar Platon’un değil Aristoteles’in mirası sayesinde
mümkün olmuştur. (…) 1050’yle 1250 arasındaki dönem, Aristoteles’in yeniden
keşfi, insanın dünya üstündeki yaşamındaki en büyük ve önemli dönüşümüdür.
Modernitenin yolunu açan bu dönem olmuştur, iki yüzyıl sonra yaşanacak olan
Rönesans değil.”
Parçaları
birleştirince yazarın “fikri gelişimi” de ortaya çıkıyor. Dinleri yok sayarak,
(asıl amaç elbette İslâm’ı yok saymak, diğer dinlerin “ölü”, İslâm’ın ise
“canlı” olduğunu anlamak için uzman olmaya hacet yok), dolaylı yoldan
idealizmin de “ölümünü” ilan ederek, gitti Sokrat ve Eflatun, dolayısıyla
Rönesans; geldi “modernitenin” babası Aristo.
Evet,
düşünce tarihi yerli yerinde, ama ona bakan gözlerdeki “fark”a dikkat… Eşeği
boyayıp bize “yeni” diye satanlara, yepyeni bir dünyanın kapılarını aralayan
Büyük Doğu-İBDA fikir mihrakının zaviyesinden “solmaz pörsümez yeni”nin nasıl’ını
göstermenin vaktidir şimdi; fikirde, sanatta, siyasette…
Baran Dergisi, 27 Mart 2014