28 Ağustos 2009 Cuma

“ÇOCUK GÖZÜYLE SAVAŞ” RESİM SERGİSİ

Çocuk hassasiyeti insanı derinden etkiler. Hayat karşısındaki masumane bilgelikleri, basit hadiseler karşısındaki hayretleri, olağanüstü olaylar karşısındaki vurdumduymazlıkları ve cesaretleri şaşırtıcıdır.
Çocukların çizdiği resimlerin genel olarak onların psikolojilerini yansıttığı söylenir. Çünkü onlar henüz (biz yetişkinler gibi “akıl tutsağı” anlamında) “şuurlu” bir şekilde değil, belki de sadece ânlık sezgileriyle çizim yapmaktadırlar. Bu sebeble, onların resimlerine “ustalık verimi” sanat gözüyle değil de, yaşadıkları hayatın psikolojilerindeki yansımaları gözüyle bakmak gerekecektir. İşte bunun gibi, savaş bölgelerinde yaşayan çocukların çizdikleri resimler, onların bu altüst oluşa (savaşa) rağmen ne kadar dayanıklı ve cesur olduklarını gösterecektir meselâ. Bir Çeçen mülteci kampında kalan çocukların çizdiği resimler buna güzel bir örnek:


Geçtiğimiz aylarda Filistin’de gerçekleştirilen İsrail saldırılarına karşı direnen Gazze’de, saldırıları ve katliamı yaşamış çocukların yapmış olduğu resimlerden oluşan bir sergi açıldı İstanbul’da. “Çocuk Gözüyle Savaş” isimli resim sergisinin materyallerini oluşturan resimlerde, Ocak-Şubat-Mart 2009'da Gazze’de İsrail’in masum insanlar üzerinde kullandığı şiddet sonucu ailesini, yakınlarını, arkadaşlarını, oturduğu evi, eğitim yaptığı okulunu, muayene olduğu hastanesini kaybeden Gazzeli çocuklar savaşı anlatıyor. 25 Ağustos 2009’da eski Bayrampaşa cezaevinde açılan sergi, gazeteci Abdullah Aytekin’in anaokulu, ilkokul ve ortaöğretim yaşındaki Gazzeli çocuklara çizdirdiği 400 resimden seçilen bir koleksiyondan oluşuyor.

Abdullah Aytekin, şöyle anlatıyor resimlerin Türkiye’ye getiriliş macerasını: “Pimaş borulara sarıp muhafaza ettim resimleri. 25 metrelik kumaşlar büyük yer kapladı. Yarısını getiremedim. Kalanlarını da adım başı kontrole tabi tuttular. Sürekli açıp gösterdim resimleri görevlilere. Resimleri sardığım borular başıma epey iş açtı. Renginden dolayı üstelik. Turuncu renk borular Kassam’ın füzelerini andırdığı için, her gören tedirgin olmuş. ”Nasıl olur da bir füzeyle dolaşırsın ortalıkta! Ânında vurur seni İsrail askerleri, dediler.”

İsrailli çocukların aileleriyle birlikte patlamış mısır eşliğinde izledikleri katliamı, Gazzeli çocukların çizimleri ile görmek isteyenlere duyurulur.

Baran Dergisi, 28 Ağusos 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com


7 Ağustos 2009 Cuma

“KÜTÜB HA! NE?”*

Bağımsız Eğitimciler Sendikası (BES) Türkiye’deki ve dünyanın diğer ülkelerindeki kütübhane ve kitab okuma oranlarını açıkladı. Buna göre Türkiye’de 45’i çocuk kütübhanesi, 14’ü yazma eser kütübhanesi, 55’i gezici kütübhane olmak üzere toplam 1152 kütübhane bulunuyor. Ama meselâ Almanya’da 10.531 kütübhane var. Aradaki uçurum acaba neyin “gösterge”si? Dahası da var; Türkiye’deki kütübhanelerde toplam 13 milyon kitab olmasına karşılık, meselâ “beğenmediğiniz” Bulgaristan’da 46 milyon, Rusya’da 739 milyon, Almanya’da ise 104 milyon kitab bulunuyor.

Gelelim kitab okuma oranlarına… Bu rapora göre Türkiye kitab okuma konusunda Afrika ülkelerinin bile gerisinde kalmış durumda. Japonya’da toplumun yüzde 14’ü, Amerika’da yüzde 12’si, İngiltere ve Fransa’da yüzde 21’i düzenli kitab okurken, Türkiye’de yalnızca binde 1 kişi düzenli kitab okuyor. Bir Japon yılda ortalama 25, bir İsviçreli yılda ortalama 10, bir Fransız yılda ortalama 7, BİR TÜRK İSE 10 YILDA ANCAK 1 KİTAB OKUYOR. Efendim bu hesabla Türkiye’de kimlerin kitab okuduğunun isim isim tesbit edilmesi bile mümkün görünüyor.

Milli Eğitim Bakanlığı da bir araştırma yayınlamıştı hatırlarsanız; lise ve üniversite öğrencilerinin ne kadar az kitab okuduğunu o vesileyle de hayretle müşahede etmiştik. Bu durumda Türkiye’de her yıl binlerce (30.000) kitab yayınlandığı düşünülürse, kim okuyor bu kitabları? Yukardaki hesab doğru olsa gerek: “Sen, ben, bizim oğlan…” Zaten yayınevlerinin “çok satanlar” listelerine bir göz atıp, “okuyanlar da ancak bunları okuyor” diyerek seviye tesbiti bile yapılabilir.

Şimdi, bu “okumama” durumunun pek çok sebebi var. Maddî zorunluluklar sebebiyle çalışma saatlerinin günün büyük bir bölümünü işgal etmesi gibi belki geçerli olabilecek meşgalelerin yanında, televizyon, müzik, bilgisayar, internet ve sinema gibi, “gereğinden çok fazla”, yani lüzumsuzca başında vakit geçirilen teknolojik oyuncaklar da var. İnsanlara teknoloji kolay ve hızlı bir “bilgi edinme” veya “öğrenme” aracı gibi geliyor, ancak öyle değil. Kitabla kurulan hissî, fizikî ve ruhî bağ bir tarafa bırakılacak olsa bile, meselâ televizyon ve internetin başında geçirdiğimiz ve nasıl geçtiğini anlamadığımız iki saatle, kitab okurken geçirdiğimiz ve nasıl geçtiğini saniye saniye hatırladığımız iki saat arasındaki “zaman” farkını karşılaştırmamız, bize gereken cevabı muhtemelen pek güzel verecektir.

"Okuma, insanların en bilgesiyle bile olsa, bir konuşmaya indirgenemez; bir kitabla bir dost arasındaki asıl farklılık, bilgeliklerinin büyüklüklerindeki farklılık değil, onlarla irtibat kurma biçimidir; okuma konuşmanın tersine yalnızlığımızı sürdürürken, yani yalnızken sahib olunan ve konuşunca çabucak dağılan entelektüel güçten yararlanmaya devam ederek, ilhamlara açık olmaya ve zekânın kendi üzerindeki çalışmasını bütünüyle verimli kılmaya devam ederek, her birimizin önceden iletilmiş bir başka düşünceyi edinmesidir" diyor Proust, “Okumak Üzerine” adlı eserinde.

Aynı çizgide, “Kitab okumaktansa televizyonda bir belgesel izlerim” diyorsanız, yine yanılıyorsunuz; en iyi belgesel kanalları genellikle Amerikan medyası tarafından yönetilmektedir ve her türlü manipülasyona açık bilgilerle doludur, manipülatiftir, dezenformatiftir, velhasıl kafanızı belli bir şekilde biçimlendirmeye, “formatlamaya” yarar. Misâl, en meşhur ve en çok izlenen belgesel kanallarından History Channel. Bu kanalda yayınlanan “tarihî” belgesellerin hemen hepsi manipülatif ve dezenformatif bilgilerle donatılmış klasik Amerikan tarzını yansıtır. Heyecanlandırır, ilginizi çeker, sürükler ama neticede o kadardır; hakikatin değil, “kendi bakış ve değerlendiriş açısı” istikametinde “eğlendirme”nin peşindedir. Yani, “televizyonda sadece belgesel kanallarını izliyorum” sözü, “entel” görünmenin değil, “aptal” görünmenin ve “aptal kutusuna” esir olmanın bir “gösterge”sidir sadece.

Şayet “Kitab okumaktansa internetten daha geniş bilgi edinirim” diyorsanız da yine yanılıyorsunuz; çünkü internette aynı konu üzerinde binlerce yazı, makale veya belgeye ulaşabilirsiniz, fakat bunları nasıl “değerlendireceğinizi” bilemeyerek, kafanızı lüzumlu lüzumsuz yüzbinlerce şeyle boşuna meşgul edersiniz. Sonunda, internette bulabileceğiniz kimi “doğru” bilgilerin yanı sıra bir o kadar da “yanlış”, “saptırılmış”, “dezenformatif” bilgiye ulaşırsınız ki, bir süre sonra doğruyu ve yanlışı ayırd edemez hâle gelirsiniz.

Ancak ne zaman ki kitab okumaya başlarsınız, işte o zaman internet de, hatta televizyon da işinize yarar hâle gelir. Takıldığınız bir kelime, kuşkulandığınız bir bilgi, merak ettiğiniz bir isimle karşılaşınca, açarsınız interneti, “gerekli” olanı “hızla” bulur ve okumanızı zenginleştirirsiniz. Televizyon mu? O sırada muhtemelen kapalı olacağından, “en faydalı” durumunda olacaktır.

Toparlarsak, aslında yukarıdaki istatikî bilgilerin neyin işareti olduğu açık; okumayan, dolayısıyla düşünmeyen, fikretmeyen bir toplum hâline geldik. Bu aynı zamanda, yapıp ettiklerimizin üzerinde durup düşünmediğimiz anlamına da geliyor. Boş gururumuzla “Üçüncü dünya ülkeleri” tarzında horladığımız ülke insanları bile bizden kat kat fazla kitab okuyor, düşünüyor, fikrediyor. Biz ise kitabla yoğurulmuş bir medeniyetin “kalıntıları” üzerinde, “sonradan görme zenginler” gibi, teknolojiyi “marifetin kapısı” zannıyla baştacı ediyor, hayatı “geçim derdi”nden öte mânâlandıramıyoruz. Bilvesile, Abbasî halifelerinden Me’mun’a atfedilen çok hoş bir hikâye okuduk geçenlerde, belki hâlimize zarif bir çare olur:

Hayat Sana Yakıştığı Müddetçe!

Abbasî halîfelerinden Me'mûn, meclisindeki âlimlerle sohbet ederken amcası İbrahim bin Mehdî içeriye girer. Aralarında şöyle bir konuşma geçer:

- “Amca bu âlimlerin söyledikleri hakkında sen ne dersin?”

- “Ey mü'minlerin emîri! Çocukluğumuzda bizi birtakım şeylerle meşgul ettiler. İhtiyarlığımızda da biz kendimizi meşgul ettik... Böylece ilimden mahrum kaldık.”

- “Şimdi okumanızda ne mâni vardır?”

- “Bizim gibi ihtiyarlara okumak yakışır mı?”

- “Evet, vallâhi ilim talebesi olarak ölmen, cehâlete kanaat ederek yaşamandan hayırlıdır.”

- “Ne zamana kadar okumak bana yakışır?”

- “Hayat sana yakıştığı müddetçe...”

*(http://kutuphaneciden.blogspot.com) isimli internet sitesinin “motto”su.

VİCTOR FRANKL’IN “İNSANIN ANLAM ARAYIŞI” İSİMLİ KİTABI ÇIKTI!

20. yüzyılın önemli psikiyatrlarından, “Logoterapi” okulunun kurucusu Victor Frankl’ın, baskısı uzun zaman önce tükenmiş “İnsanın Anlam Arayışı” isimli eseri, Okuyan Us Yayınevi tarafından yeniden yayınlandı. Kitab 30’un üzerinde dile tercüme edilmiş ve 12 milyondan fazla satmış. Yazar Logoterapi’yi, Nazi toplama kamplarında geçirdiği üç yılın tecrübeleri eşliğinde anlatıyor.

Peki “Logoterapi” nedir? Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “İNSAN -Erkek ve Kadın-” isimli eserinde şöyle tarif ediliyor:

“Bu psikoterapi metodu, LOGOS’tan mülhem bir terapidir. Logos, Yunanca’da: Tanrının irâdesi, kâinattaki akışı kontrol eden ilkeler, bilgi, mânâ, lisân… Frankl, logos’u daha ziyade MÂNÂ olarak almıştır. Logoterapi: Mânâ vasıtasıyla tedavi. Bu tedavi usûlü, mânâya âit iradenin, zevke ve hazza âit irâdeden daha temel olduğunu savunmaktaydı; yâni kişinin en temel kaygısı haz peşinde koşmaktan ziyâde mânâdır. Varoluş tahlili ise, kişinin esasında sahib olduğu yitik-sırrî-örtük anlamını veya ruhî budunu şuur seviyesine getirmek için tasarlanmıştır.” (s. 297-298)

Kısaca, bu kitabın çıkışı çok güzel bir haber.

Baran Dergisi, 7 Ağustos 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com