24 Temmuz 2009 Cuma

PADİŞAH GÖMLEKLERİNİN ESRARI

Yıllarca Osmanlı hatırası olduğu için üvey evlad muamelesi gören, eşsiz tarihî eserleri çalınan, yağmalanan ve çürümeye terk edilen, fakat her nasılsa (İlber Ortaylı’nın tesiriyle denilebilir belki) son yıllarda önem kazanan Topkapı Sarayı müzesinde her geçen gün yeni bir keşfe imza atılıyor. Garib olan, 80 küsür yıl gözümüzün önünde olan şeyleri yeni keşfediyor olmamız. Bu keşiflerden biri de, Padişahların genelde savaşa giderken, nazardan korunmak veya şifa bulmak giydikleri düşünülen “tılsımlı” gömlekler. Tılsımdan kasıd, gömleklerin üzerine işlenmiş olan çeşitli semboller. Bunlara “muska” demek belki daha doğru.

Topkapı Sarayı Müzesi’nin tekstil koleksiyonunda yer alan gömleklerin üzerindeki “şifreli” harf ve rakamların işaret ettiği anlamlar henüz çözülebilmiş değil. Elbette bunları öncelikle bir “ebced hesabı ve cifir” ustasının çözmesi beklenirdi, ancak böyle bir çalışma ufukta görünmüyor.

Aslında gömleklerin kumaşlarının nasıl dokunduğu da esrarını koruyor. Uzmanlara göre kumaşların “8 bin çözgü ipiyle” nasıl dokunduğu, nasıl bir teknik kullanıldığı bilinmiyor. Gömleklerin her birinin 3-4 yılda tamamlandığı, gömleklerin üzerindeki yazı ve sembollerinse usta hattatların elinden çıktığı düşünülüyor. Çünkü gömlekler üzerinde hat sanatının çeşitli üslublarının kullanıldığı da tesbit edilmiş.

“Padişah Giysileri” üzerine bir kitab hazırlayan Doç. Dr. Hülya Tezcan’a göre, bu gömlekler üzerindeki “desenler”, grafik sanatının zirvesi olarak yorumlanmalı. Gömleklerin üzerine hat sanatının celî, sülüs, kûfî yazısıyla işlenen âyet ve dualar, geometrik şekillerin veya Kadem-i Saadet, Süleyman Mührü, Zülfikâr, lale gibi motiflerin içine yazılmış. Gömlekler üzerinde sıkça yer alan iki motif ise Hz. Ali’nin kılıcı “Zülfikâr” ve “Süleyman Mührü”. Doç. Dr. Hülya Tezcan, gömleklerde yer alan Süleyman Mührü’nün, saltanatın ebediyetini temsilen kullanıldığını ve Allah, Allah Resulü ve Hz. Ali isimlerinin çoğunlukla birarada kullanıldığını tesbit etmiş. Şöyle diyor Tezcan:

“Bir şifre var, bu açık; ama o rakamları ve harfleri çözmek uzmanlık gerektirir. Kaldı ki, giysilerin üzerindeki gubarî hatla yazılan Arabça metinler bile daha okunmadı. Gömleklerin, hem dokuması hem de deseni itibariyle gerçek bir sanat eseri olduğunu kabul etmeliyiz. Dokuma üzerine çalışanlar da 8 bin çözgü teliyle dokunan Gülistanî Kemha tekniğini henüz çözemediler.” (1)

Padişah gömleklerinin “şifresini” çözmek için çalışan belki tek, belki ilk isim Mehlika Orakçıoğlu. “Türk Tekstilindeki Kültürel Etkiler” başlıklı doktora tezini Londra’daki bir üniversitede hazırlıyor. Şöyle diyor:

“Bu konu, dışarıda daha çok ilgi topluyor. Harvard Üniversitesi bütün imkânlarını ücretsiz olarak seferber etti meselâ. Sonunda neye ulaşacağımı bilmiyorum. Kodlama sistemini günümüze uyarlamayı başaramasam bile, bu tez bitirilmeyi hak ediyor. Fakat çözebilirsem yeni tekstil tasarımları oluşturmak zor olmayacaktır.” (2)

Bizdeki üniversiteler bir yana, özel araştırmacılar bile bu konuya ilgi göstermemiş. Yani padişahlarımızın gömleklerinin dokunma tekniği ve üzerindeki “muska”lar, İngiltere’nin üniversitelerini heyecanlandırırken, bizimkiler ya “şanlı tarihimiz” diye türkü söylüyor yahut “sövüyor”.

Yavuz Sultan Selim’in Kaftanındaki Figür

Yavuz Sultan Selim’in kaftanı üzerindeki desenleri inceleyerek “ellerini gökyüzüne açmış yakaran insan figürü”ne ulaşmış Mehlika Orakçıoğlu. Yurtdışında da bu kaftan üzerine üç konferans vermiş. Gömleği hazırlayan sanatkârın desenler arasına gizlediği figür, kutsal hazineleri İstanbul’a taşıyan ve ilk Osmanlı Halifesi unvanını alan Yavuz’un İslamî esasların koruyucusu olduğunu temsil ediyor. “Bir illüzyon halinde kimi zaman açıkça görünüp kimi zaman da desenler arasında yiten figürü doğrudan Yavuz Selim’e atfetmek de mümkün” diyor Orakçıoğlu. Çünkü taç kullanan tek sultanın Yavuz olduğunu söylüyor:

“İnsan figürü kaftanın ortasına gelecek şekilde ayarlanıp, boynun altından göğse, göğüsten aşağı doğru bütün kumaş yüzeyinde boyuna ve enine kırılmaksızın tekrar etmektedir. Kaftan üzerindeki bu figür başındaki tacı ile ibadet eder bir vaziyette diz çökmüş, ayak uçları içe doğru kıvrık vaziyette simetrik olarak küçük palmet motifinin yanlarında yer almıştır ve ellerini yukarı kaldırmış bir şekilde dua etmektedir. Muhtemelen figürün başında yer alan bu taç Yavuz Sultan Selim’i temsil etmektedir; çünkü taç kullanan tek Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim’dir.” (3)

Ancak kimi araştırmacılar, Yavuz Sultan Selim zannedilen o taçlı ve küpeli meşhur portrenin Şah İsmail’e ait olduğunu söylüyorlar.(4) Bu durumda o kaftanın da Yavuz’a âit olmama ihtimali doğuyor. Nitekim Orakçıoğlu makalesine şöyle devam ediyor:

“İnsan ve hayvan figürleri özellikle İran süsleme sanatlarında kullanılmasına karşın, Osmanlı süsleme sanatlarında özellikle tekstil alanında kullanılmamıştır. Bunun nedeni özellikle İslam sanatında Sünnî Müslümanların hayvan ve insan figürlerine yer vermemiş olmasından kaynaklanmaktadır. Kısacası İslam sanatı non-figüratiftir diyebiliriz. Osmanlılarda sanat özellikle kumaş sanatı sarayın kontrolü altında yürütülmüştür. Bu kaftanın sarayın veya Sultan Selim’in kontrolünden geçmemiş olması mümkün değildir. Belki de bu kaftan Sultan Selim’in isteği üzerine özellikle de yapılmış olabilir. Çünkü kaftanın üzerinde tekrar eden insan figürleri ustalıkla kumaşın yapısını oluşturan motifler arasında tasarımcı yahut dokuma ustası tarafından gizlenmiştir. Belki de tasarımcının kendi isteğiyle bu desen oluşturulmuştur; fakat bunu sarayın sıkı kontrolü altında yapmak da zordur. Bu kaliteli ipek kaftan özel olarak saray nakkaşları tarafından dizayn edilerek özel olarak dokunmuştur. Bu kesindir ki ‘illüzyon’ kaftanın dizaynına farklı bir özellik katmaktadır ve bu özellik bu kaftan kumaşı üzerindeki incelemeler sonunda ilk defa bu çalışmada ortaya çıkarılmıştır.”

Kaftandaki figürde İranî etkilerin açıkça görülmesi, meşhur taçlı ve küpeli resmin muhtemelen Yavuz’a âit olmaması gibi, bu kaftanın da ona âit olmayabileceği ihtimalini doğuruyor ki, bir sürü ihtimali “olabilir” vezninde sıralayan araştırmacının –bizce- bu iddiayı da dikkate alması gerekirdi.

1) Aksiyon Dergisi, (09.05.2005)

2) A.g.y.

3) Ev Tekstili Dergisi 32. Sayı

4) Bugün Gazetesi yazarı Tarihçi Erhan Afyoncu.

Baran Dergisi, 24 Temmuz 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com

3 Temmuz 2009 Cuma

MICHAEL JACKSON: BATININ PUTU DEVRİLDİ, TASASI KİME?

Michael Jackson geçen hafta âni kalb durması neticesinde ölünce, “sanat ve müzik dünyası” önce şoka girmiş, sonra yasa bürünmüş! Son 10 yıldır, hakkında açılan taciz davaları, estetik ameliyatları, lüks harcamaları yüzünden başta Batı medyasının ve elbette dünya medyasının maymuna çevirdiği, (hatta gizlice Müslüman olduğu için Batı medyasının onun üzerine bu kadar gittiği, taciz davalarının abartıldığı söylendi, yahut tersi; taciz davaları yüzünden Müslüman olduğu haberi yayıldı ki, aklanabilsin!) ölmeden mezara soktuğu bu adam, şimdi gerçekten öldü. Ve gazetelere bakılırsa, bütün Amerika ona ağlıyor. Oysa Michael Jackson’ı bu hâlde ölüme götüren de o aynı Amerika değil miydi?

Bu satırların yazarının Michael Jackson’lı çocukluk hatıraları vardır; “Beat it” isimli şarkısını ne zaman duysak, çocukluk hayâllerimiz canlanır. Hatta şöyle bir çocuksu hatıramız da vardır ki, zihnimizi ziyâdesiyle meşgul eden bir düşüncedir bu: “Peygamber Efendimizi çok seviyorum ama Michael Jackson’ı da onun kadar seviyorum. Acaba günah mı?” Büyüdükçe elbette içimizden attığımız bu tutkulu muhabbet, bugün yerini puslu bir hatıraya bıraktı yalnızca…

Şimdi, bugünden o günlere bakınca şunu çok daha net görüyoruz ki, çocukların ve gençlerin ruh dünyasında hakiki bir “örnek” şahsiyet ve kahraman yeterince yer almıyorsa, bunun yerini hemen bir sahtesi, ona çevreden, medya tarafından kim ve ne sunuluyorsa, işte o dolduruveriyor. Şayet “din” ihtiyacı sahih biçimde doldurulamıyorsa, “sahte din”ler ve “sahte peygamberler” imâl ve telkin ediliyor. Genci veya yaşlısı, kadını veya erkeği “Yaratıcısı”ndan ve “Peygamber”inden kopmuş toplumların kendilerine başka başka “idol-put”lar yonttuğu yahut kendileri için başkalarınca “kasten” hazır putlar yontulduğu gözleniyor. İnanç “boşluk” kaldırmıyor. Allaha bağlanmayan, kendi yonttuğu putlara (akıl, teknoloji, demokrasi, liberalizm, komünizm, müzik, seks, içki, uyuşturucu, eğlence, vs.) tapıyor, bağlanıyor, böylece “kendinden geçiyor”! “Vecd”i sahtesinde arıyor! Kimi vatanı en baştan yaratan “kurtarıcı” ilâhlarıyla, kimisi “ideolojik” putlar ve yazılan sahte “mukaddes kitablar”ıyla, kimisi de Jackson gibi “müzik” ilâhlarıyla teselli buluyor. İşte Amerikan müzik endüstrisinin (Amerika’da –bu anlamda- sanat yoktur, her şey endüstriye bağlıdır!) çocuk yaşlarda keşfedip piyasaya sürdüğü Michael Jackson’un Batıda yahut Batıcı hayat tarzıyla onun uzantısı toplumlarda oynadığı veya daha küçük bir çocukken kendisine oynatılmaya başlayan “idol-put” rolü en basit ifadesiyle budur.

Amerikan emperyalizminin zihin dezenformasyonunu “medya” ve Hollywood üstlendiyse, “dinî heyecan” ve “vecd” ihtiyacına yönelik manevî ayağını da müzik endüstrisi doldurmuştur diyebiliriz. O “konser” gösterileri de, bir “ritüel-âyin” vasfına büründürülmüştür. Sahte dinin “mümin”lerinin imanlarının tazelendiği “dinî” merasimler! Elvis Presley ve Michael Jackson gibilerse, bu endüstrinin mamûl putları, kendilerine dahi hayırları dokunamayacak âcizlikteki yalancı peygamberleri, bize takdim edilişlerine bakılırsa “kralları”dır. Bu iki tipin özellikleri de neredeyse aynıdır; etraflarında bir “sır” halesi oluşturulmuş, “dokunulmaz ve ulaşılamaz” oldukları imajı verilmiş, yani bir nevî “dinî aşkınlığa” kavuşturulmuşlar, “sıradışı” davranışlar, kıyafetler, danslar ve müziklerle insanların “hayranlık duymaya” aç ruhlarına bir “imaj” olarak pazarlanmışlardır. Jackson ve diğerlerinin “teknolojik efektler”le gerçekleştirdiği sahne gösterilerini hatırlarsanız, bu sahte peygamber ve âciz azizlere güya “mucize” ve “keramet” gösterdikleri yanılsaması dahi yapıştırılmaya çalışılmıştır. Ve Presley ve Jackson’un her ikisi de tuhaf hastalıklara yakalanmışlar, neredeyse aynı yaşlarda ölmüşlerdir. Sanki ölümleri bile kurgulanmış, etraflarında bir sır perdesi oluşturulmuştur. Onların hayatlarında çektikleri acıları, yaşadıkları travmaları, dünya ayaklarına serildiği halde, onca hayran kitlesi arasında “yapayalnız” dibe vuruşları, hep aynı nakaratı tekrar eder. Amerikan kültürü kendi doğurduğu putların canına okumakta, belki de kendi zavallı çocuklarını yemektedir. Fakat bunların “bize sunuluşu” böyle değil de, daha çok, mitolojiden bildiğimiz ve her tür beşerî zaafla malûl Eski Yunan ilâhlarının düşkünlükleri tarzında empoze edilir. Hatta mitolojideki ilâhların kendi aralarında, yani “tanrılar katında” evlenmeleri veya ilişki kurmaları gibi, Jackson da Presley’in kızı ile evlenmiştir.

Batı, putunu hem kendi yontan hem kendi yiyen ve her türlü mukaddesi pespâyeleştiren bir gelenekten gelmektedir. Bu bakımdan, kendi imâl ettiği putlarla oynamaya da bayılır demiştik. Putlaştırılan şahıslar ise, aslında zavallı “kurban”lara benzerler demiştik bu açıdan. Ne Michael Jackson’un aslında Vitiligo denen bir hastalık nedeniyle ten renginin (ölü gibi) beyazladığından haberimiz vardır, ne diğer hastalıklarından, ne taciz davalarının aslında yardım ettiği bir çocuğun ailesinin daha fazla para koparmak için çevirdiği bir dolap olduğundan… Amerika bize gerçeğin, göstermek istediği kadarını göstermiştir. Hasta bir Jackson, “estetikle beyazlaşan bir zenci” haberinden daha sansasyonel değildir çünkü. Yahut çocukları, belki kendi yaşayamadığı çocukluğunun bir ikamesi olarak çok seven Jackson, “çocuk tacizcisi Jackson” haberi kadar ilgi çekmez. Michael Jackson bir zamanların “star”ı iken, her yaptığı şey moda olurken, görüntü ve gösteri üzerine kurulmuş sunî bir dünyanın “idolü-putu” olarak önünde secde edilirken, konserlerinde bir dinî âyinde imişçesine kendilerinden geçen hayranları varken, birden her şey değişmiştir. Michael Jackson, imajının altını doldurmak için olmadık saçmalıklar yapmış, ne kadın ne erkek, ne çocuk ne ergen olabilmiş, sonuçta bir ucûbeye dönüşmüş, Amerikan rüyasının yiyip bitirdiği bir “dünya starı” olarak yapayalnız ölmüştür.

Amerika’nın içi boş kültürünün yetiştirip bir “idol-put” hâline getirdiği Michael Jackson, tüm dünyanın peşinden koştuğu, her şeye sahib bir adamın, bir düzine sinir ilacı ile ayakta durmaya çalışırken öldüğünü de ilân etmektedir. İngiliz Sun gazetesi, Jackson’ın son günlerde çok güçlü etkileri olan 7 farklı ilacı birden kullandığını yazdı. Sun’ın haberine göre Jackson, üçü de güçlü narkotik ağrı kesiciler olan Demerol, Dilaudid ve Vicodin ilaçlarının yanı sıra, kas gevşetici Soma, sakinleştirici Xanax, antidepresan Zoloft, kaygı giderici Paxil ve midesi için de Prilosec adlı ilaçları kullanıyordu. (Daha birkaç yıl önce, Britney Spears isimli bir “ilahe” imâl eden aynı kültür, onu da akıl hastanesine kapatacak kadar delirtmiştir meselâ.) Amerika’nın dünyaya empoze ettiği Batılı-Batıcı hayat tarzının aslı faslı budur.

Velhâsıl, “bestelerini kendisi yapan, sözlerini kendisi yazan, video kliplerini kendisi tasarlayan, dans figürlerini kendisi oluşturan, yumuşacık ses tonuyla dinleyenleri etkisi altına alan, kitlelere nüfuz etmeyi iyi bilen, çok yetenekli bir adam olan Michael Jackson”, çocukları taciz etmekten yargılanan, estetik ameliyatları yüzünden ucûbeye dönen, evlilikleri boşanmayla sonuçlanan, lüks hayat tarzı yüzünden ardında milyonlarca dolarlık borç bırakan “ölü” bir adam, “devrik” bir puttur artık.

Milliyet gazetesinde bir gazeteci şöyle diyor:

“20. yüzyıl asıl şimdi bitiyor.”

Ve ekliyor:

“Michael Jackson’ın ölümü sembolik olarak İkiz Kuleler’in yıkılmasından daha büyük bir travma benim için...”

20. yüzyılın sonuna mührünü vuran İkiz Kuleler’in vurulması eyleminin, Michael Jackson’un ölümü ile aynı cümlede yer alması ilginç… İlginçliği şuradan ki, Amerika’nın “emperyal” karizmasını fena hâlde çizen bu eylem, onu 21. yüzyıla “yenilmez” (!) imajını yıkarak sokmuştur. Michael Jackson’un ölümü ise Amerika’nın putlar imal edip sonra onları canlı canlı yiyip tükettiğini, bir dizi imajdan ibaret Amerikan kültürünün de kendi kendini imha etmekte olduğunu gözler önüne sermiştir.

11 Eylül, Amerika’nın -kendisine bakan gözlerde- bir TEKNOLOJİ PUTU olarak imajını bozmuşsa, Michael Jackson’ın ölümü de bu putperestliğin manevî muvazenesini kendinde ve muhatablarında belli ölçüde sarsmıştır demek de mümkün…

Putlar, ister obje, ister şahıs, ister devlet, ister müessese, O’nun kahredici kudreti önünde devrilmeye mahkûm ve bundan böyle de öyle olacaktır. Tasası bize düşmüyor; Batılı ve Batıcı putperestler düşünsün. Bilhassa, “Kâbe, Arabın olsun!” yahut “Çağdaş Batı, liberalizm güneşi, demokrasi cenneti” diyen cinsleri.

Baran Dergisi, 3 Temmuz 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com


2 Temmuz 2009 Perşembe

MAALOUF’TAN ÇÖKEN MEDENİYETE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

Lübnan asıllı Fransız Amin Maalouf, bir roman yazarı. Hıristiyan olmasına rağmen Arab olduğu için “Müslüman” zannedilen, romanlarına bakıldığında da “Ortadoğu hikayeleri” başlığı altında özetlenebilecek ve merkezinde İslâm motifinin yeraldığı kitablar kaleme alan, İslâm’ı da ilginç ve eksantrik semboller ve sırlardan ibaret bir halk kültürü olarak lanse eden, yani oryantalist bakış açısından kurtulamayan, medeniyetler ittifakını ve hoşgörüyü –tahmin edileceği üzere- hararetle savunan, dünyaca ünlü bir romancı.

Mayıs 2009’da, “Çivisi Çıkmış Dünya” adı altında bir deneme kitabı yayınlandı Maalouf’un. Kitabta, dünyanın “bu kötü durumundan” Batı’nın sorumlu olduğunu söylüyor. Maddî refahın hızla ilerlemesine karşın maneviyatın gerilemesine içerleyen yazar (Batı başka ne ki, yani ne bekliyordu?), bugüne kadar kimsenin farkedemediği (!) bir tesbitle, "asıl hızlanması gereken ahlakî gelişimimizdir ve teknolojik gelişim sürecine hızla ulaştırılmalıdır" diyor. Bize de bu müthiş (!) buluşu alkışlamak düşüyor.

Batının bulaştırdığı hastalıklardan, “Batı demokrasisi”ne yaslanarak kurtulacağımızı (!) “muştulayan” seri malı bir yazarla karşı karşıya bulunduğumuzu ilerleyen sayfalarda iyice kavrıyoruz. Kitabta, demokrasinin Arab ülkelerine neden giremediğinden de yakınan yazar, bir yandan Mısır’ın namlı diktatörü Nasır’a hayranlığını izhar ederken, diğer yandan da Atatürk’e olan ilgisini saklamıyor. Sözkonusu “çığır açıcılar”dan sonra iki ülke de “demokrasi”yle tıkabasa doyurulsa gerek zâhir. Hatta o kadar doyuruldu ki, insanların ağızlarından burunlarından, bu iki memleketin her köşesinden kan fışkırdı yıllar yılı. Zaten Türkiye medyası bu kitabı, “Atatürk ve Türkiye hakkında önemli şeyler söylüyor” diyerek duyurdu. Kitabta bu konuyla ilgili pasaj ise şöyle:

“Birinci Dünya Savaşı’nın ertesinde, bugünkü Türkiye toprakları çeşitli İtilaf orduları arasında paylaşılırken ve Versailles’da yahud Sèvres’de toplanan Batılı güçler duygusuz biçimde insanlara ve topraklara sahib olurken, Osmanlı ordusunun bu subayı galiblere hayır deme cesaretini göstermiştir. Birçokları karşılaştıkları haksızlıklardan yakınırken, Mustafa Kemal Paşa silaha sarılmış, ülkesini işgal eden yabancı birlikleri kovmuş ve diğer güçleri tasarılarını gözden geçirmek zorunda bırakmıştır. Bu ender rastlanan tutum –söylemek istediğim, hem yenilmez olarak ün salmış düşmanlarına direnme gözüpekliğini sergilemesi, hem de bu savaşımdan galib çıkması– onun meşruiyet kazanmasına yol açmıştır. Kısa süre içinde, “ulusun kurucusu” konumuna gelen eski subayın Türkiye’yi ve Türkleri istediği gibi yeniden biçimlendirmek için uzun süreli bir gücü vardır artık. Azimle işe koyulur. Osmanlı hanedanına son verir, halifeliği kaldırır, din ile devlet işlerini birbirinden ayırır, sıkı bir laik sistem kurar, halkından Avrupalılaşmasını ister, Arab alfabesinin yerine Latin alfabesini koyar, erkeklerin sakal tıraşı olmasını, kadınlarınsa peçelerini çıkarmasını zorunlu kılar, kendi başındaki an’anevî başlık yerine Batı tarzı şık bir şapka kullanmaya başlar. Halkı da onu izlemiştir. Çok da şikâyet etmeden, gelenekleri ve inanışları altüst etmesine izin vermiştir. Neden? Çünkü halkını tekrar gururlandırmıştır. Halka haysiyetini geri veren kişi ona pek çok şeyi kabul ettirebilir. Ondan fedakârlıklar, kısıtlamalar isteyebilir ve hatta buyurganca davranabilir; halk yine de onu dinleyecek, savunacak, onun sözünü dinleyecektir; sonsuza dek değil, ama uzun süreliğine.”

Bizim “İnkılap Tarihi” ders kitablarını aratmayacak “net”likteki bu dahiyane yoruma (!) söyleyecek sözümüz yok. Ama şu var ki, aslında yazar açıktan açığa güya demokrasi isterken, gizliden gizliye de Müslüman dünyaya bu demokrasinin “zorla” girmesinden yana olduğunu verdiği örneklerle ortaya koyuyor. Yani bizde artık deyim haline gelmiş “halka rağmen, halk için demokrasi”yi savunuyor. Bunu bir başka (“Yolların Başlangıcı”) kitabında, “Doğu’nun altüst oluşunu” görmek için hasretle bekleyen dedesinin Atatürk sevgisini açıklarken ifşa ediyor:

“Dedem o yıl Kemal Atatürk için neden yanıp tutuşuyordu! Bunu, yazışmalarının hiçbir yerinde açıklamıyor ama nedenini sezmek benim için güç değil. O ki, öteden beri Doğu'nun altüst oluşunu görmeyi düşlüyordu, o ki, hayatını geçmişe hayranlığa karşı, geleneklerin boğucu ağırlığına karşı ve giyime kuşama varıncaya kadar modernliğe ulaşmak için savaşmakla geçirmişti, savaş sonrasında Türkiye'de olup bitene duyarsız kalamazdı: Selanik'te doğan, orada eğitim gören, oranın ‘Aydınlanma'sı ile beslenen bir Osmanlı subayı, eski düzeni yıkacağını, imparatorluktan geriye kalanı, gerekirse zorla, yeni yüzyıla sokacağını ilan ediyordu.”

Yani, bir yandan geçmişinden, dedesinden gelen bir “Doğu-İslâm” düşmanlığını hem de “modernliğin” temsilciliğini yapan yazar, “Batı” hayranlığını gizlemiyor. Hadiseyi anlatırken kullandığı üslub her ne kadar yine bizim İnkılap Tarihi ders kitablarını aratmasa da (elinde bunlardan bir tane olduğunu ciddi ciddi düşünüyoruz), kafasının ardında yatan “aslan”ı görmemize yetiyor. Arab ülkelerindeki diktatörleri, eğer modern ve Batı yanlısı iseler “olumluyor”, eğer Saddam gibi bir “lider portresi” çiziyorlarsa hemen kıyasıya eleştirmeye başlıyor. “Hem Batılıyım hem Doğuluyum” diyor, ama bu lafta kalıyor; gönlü Batıdan yana…

“Medeniyetler çatışması”nın ne Batı’ya ne Doğu’ya yarayacağının altını çizen Maalouf, hem bugün gelinen “küresel kriz”, açlık, savaşlar ve felaketlerin sorumluluğunu Batıya yüklüyor, hem de Batıyı “değer” üreten bir medeniyet olarak takdim ediyor. Bize de “perhiz yapılacaksa, bu turşu ne?” diye sormak kalıyor:

“Kendi adıma, Batı uygarlığının diğer uygarlıklardan (Doğu’dan demek istiyor) daha fazla ‘evrensel’ değer ürettiğine inanıyorum hâlâ: ama onları başkalarına gerektiği gibi aktarmayı başaramadı. Bugün bütün dünyanın bedelini ödediği kusur bu.”

Batının ürettiği “evrensel değerler” nelerdir acaba? Hemen birini söyleyelim: Demokrasi. Batının bu “evrensel” demokrasi değerini pek samimi niyetlerle (!) ama gerektiği gibi aktaramayışı da yazar nazarında şöyle oluyor zâhir: Irak’ta Saddam’ı asması, kadınlara tecavüz etmesi, çoluk çocuk demeden öldürmesi gibi. Yahud Afganistan’da Taliban yanlısı diye köylere bomba yağdırması gibi. Hay Allah! “İnsanperver Batı” (!), bu kadar “yüce bir değer” olan demokrasiyi, bir türlü lâyıkıyla getiremedi zavallı Doğu’ya! Tek kusuru bu! Yoksa yazar için, aynı soydan diğer tüm yazarlar gibi, “pir-ü pâk”lar elbette (!).

Velhasıl Amin Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya” derken ve aslında Batı’yı eleştirir “gibi” yaparken, onun ürettiği değerlerin, dünyanın geri kalmış ve demokrasi nimetinden(!) mahrum “çoğunluğu”na, içinde “savaş” olmayan bir üslubla aktarılmasından yana olduğunu söylüyor. Eh buna da özetle “hoşgörü” diyorlar… Böylece bizdeki hoşgörücülerin de niyetlerini bilmeden ifşâ ediyor: Batılı değerlere sahip Müslüman(!)lar üretmek! Yazımızı okuyan (Batıyı, Batıcılığı ve Batının muharref dinlerini!) hoşgörürler hiç bekletmeden “Âmen” demiştir eminiz.

Bizim diyeceğimizse şu: “Sizin dininiz size!”

Aylık Dergisi, Temmuz 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com