26 Haziran 2009 Cuma

“HOLLYWOOD’U KAPATTIĞIM GÜN”

Türkiye’de sinemaya gitmek genel bir alışkanlık değildir. Fakat çoğu kişinin hemen hemen tüm Hollywood filmlerinden haberi vardır. Bunun sebebi, gerek televizyon, gerek DVD piyasası ve gerekse internetin, sinemaya gitmeden de film izlemeyi kolaylaştırmasıdır. ABD’de vizyona giren filmler, Türkiye’de vizyona girmeden, ya internete düşüyor yahut kaçak DVD raflarında yerlerini alıyor. Bu yollardan Hollywood sinemasını takib edenlerin sayısı da azımsanmayacak kadar çok. Tabiî TV’lerde yayınlanan filmleri de unutmayalım. Velhasıl, ülkemizde Amerika’yı sevmeme oranı çok yüksek olsa da, Hollywood filmlerini izleme oranları bir o kadar yüksek. Hiçbir antiemperyalist yoktur ki Hollywood filmi izlememiş olsun.

Şimdi diyeceksiniz ki, Amerika’yı sevmemek ile Hollywood filmi izlememek aynı şey midir? Eğer, Amerikan politikalarından ve siyasetinden ayrı duran bir Hollywood düşünebiliyorsanız haklısınız, fakat bu haklılığınız saflık derecesinde bir haklılıktan öteye geçmez. Çünkü Amerikan emperyalizminin en önemli kültürel ayağıdır Hollywood sineması. Hollywood sinemasını boykot etmek de öyle kolay değildir. Çünkü geriye sinemanın “sanat” olduğunu hatırlatacak Doğu, Uzak Doğu, Afrika, Balkan ülkeleri ile bir kısım Avrupa filmleri kalacaktır ki, bu da kitab okumak kadar zorlu bir izleme süreci demektir.

Geçtiğimiz günlerde Alev Alatlı’nın bir kitabı yayınlandı: “Hollywood’u Kapattığım Gün”. Gazetelerde yer alan haberlere göre, kitabında yarı mizahî, yarı ciddi bir üslubla Hollywood sinemasının hem Amerika’ya hem de dünyaya ettiklerini bir bir anlatıyor Alatlı. Ondokuzuncu yüzyıldan günümüze Hollywood filmlerinin toplum üzerindeki etkisi, siyasetin sinemayı nasıl şekillendirdiği, Hollywood’un toplumda nasıl kadınlar ve erkekler oluşturduğunu düşündürüyor. Kitab arkası metni, kitabın muhtevası ve üslubu hakkında ipucu veriyor:

«Herkesten çok da Obama teşekkür üstüne teşekkür etti, biliyor musun?! Niye mi? Belli değil mi, niye olduğu?! Genç adamın en büyük korkusu, iktidarının fare doğurması. Dakka bir, gol bir, Gazze de dikildi mi, karşısına?! Bakar mısın, kör talihe?! Bu saatten sonra da kim yutar, yok Hamas terör örgütüydü de, yok İsrail'in Gazze katliamı meşru müdafaaydı da şeklindeki lâfazanlıkları?! Ben sana söyleyeyim: Miss "Mommy! Who is doing this to us?" Mc Kee, bile yutmaz! Endonezya'da büyüdü Hüseyin, kimsenin yutmayacağını, o çocukluğundan beri biliyor. Amerika'yı düştüğü kuyudan çıkarabilmesinin fellow American citizens'e gerçekleri anlatabilmesine bağlı olduğunu da biliyor.»

Bir röportajında, kitabı kaleme almasının sebeblerini şöyle açıklıyor Alatlı:

“Dünyaya dair gerçeklerin üstünü örttüğü, olayları saptırdığı, başta Amerikalılar olmak üzere, hepimizi sanal bir ortama sürüklediği için! Bu sanal ortamda akla karayı ayıramaz, haklıyı haksızdan ayırt edemez olduk. Estetik, etik değerlerimiz de hakgötüre olunca, Hollywood’un ‘reboot’ edilmesi gerektiğine karar verdim ve yaptım! Kitabımda Amerikan tarihinin Amerikan sinema endüstrisi tarafından nasıl yazıldığını anlatıyorum. Örneğin, en vahşi ırk ayırımcılığının yaşandığı Güney eyaletlerinde köle sahiblerini ‘soylu’ leydi ve centilmenler olarak takdim eden ve de belleklere kazıyan Rüzgar Gibi Geçti türünden filmlerin ardında yatanları anlatıyorum. Gerçek Amerika obezite ile boğuşan, yüzde 40’ı karaderililer ve Hispaniklerden oluşan bir halk iken, beyazperdeyi dolduran uzun bacaklı, sarışınların nereden çıktığını irdeliyorum. Nasıl keşfettiğime gelince, öğrenimimi o ülkede yaptım.”

Kitabında, Amerika’da sinemanın bir sanat dalı olarak değil, bir endüstri kolu olarak başladığını, ilk stüdyoların Henry Ford’un seri üretim yapan otomobil fabrikalarından yola çıkılarak kurulduğunu, filmlerin ise, “siyasi konjonktüre göre Arabların mesela mutlak surette karanlık yüzlü, vahşi tabiatlı insanlar olduklarını öğreterek (…) Rusları kaba adamlar, Almanları kötü faşistler olarak pazarlayarak, “Idiograph’ dedikleri tipolojilerl oluşturarak” tasarladıklarını vurguluyor.

Kitabının sonuna bir de film listesi eklemiş ki, bu liste, 50’li-60’lı yıllarda çekilen filmlerin 10 yılda bir tekrar çekildiğini gözler önüne seriyor; onca para ve teknolojiye rağmen, Hollywood endüstrisinin çekecek konu bulmakta zorlandığını ve kısırlaştığını söylüyor. Aslında bu tekrarlar Hollywood’un bir politikası olarak da okunabilir; aynı senaryoları güncelleyerek, toplumda oluşturduğu imajları tazeliyor.

Kitabında geçen “Amerikalıları gezegenimize beyazperdeden katılmaktan kurtarıyorum” sözünü de şöyle açıklıyor Alatlı:

“Mesela, Ebu Garib askerî hapishanesinin o aşağılık kadın polisini, Iraklı esirleri seks fantezilerinin tatmininde kullanan Lynndie England ve avanesini hatırlayın. Benzeri fantezilere ‘seyirlik öyküler’ olarak revaç veren ‘Reservoir Dogs’, ‘Natural Born Killers’, ‘Pulp Fiction’, ‘Killing Zoe’ gibi filmleri hatırlayın. Kadının dehşet verici bir fütursuzlukla “Neden pişman olacakmışım? Onlar düşmanlarımızdı!” derken, Vietnam’dan Güney Amerika’ya, Afganistan’dan Irak’a, Amerikan halkının ‘düşman’ algılamasını şekillendiren Hollywood ve Hollywood çıkışlı televizyon ürünlerini hatırlayın. Irak yahut bir diğer ‘Demokrasi ve özgürlük’ operasyonuna (Bunlar Bush’un laflarıydı), ‘Decapitation Strike’ (Boyun Vurma Operasyonu) gibi, Ortaçağ engizisyonlarından esinlenen vahşi bir isim verebilmiş olmalarının ardında yatan Amerikan dünya görüşünü hatırlayın. Ve nihayet Lynndie England ve avanesini birkaç ‘çürük elma’ya indirgeyip Ebu Garib sürecini vakayı adiyeden sayan 2007 yapımı ‘Ghosts of Abu Ghraib’, efendim, 2008 yapımı ‘Standard Operating Procedure’ dokü-dramalarını hatırlayın. Sonra da aynı sürece eleştirel yaklaşan ‘The American Soldiers’, ‘Rendition’, ‘In the Valley of Elah’, ‘Lions for Lambs’ gibi filmlerin, ki Robert Redford, Brian De Palma gibi isimlerin işleriydi, hiç mi hiç gişe yapmadıklarını, hezimete uğradıklarını hatırlayın. Bunlar ve burada konuşamadığımız olguların Amerikan halkının dünyayı Hollywood aracılığı ile algıladığını kanıtladıklarını anlatmaya çalışıyorum. Kapattım ki, insancıklar gerçekliğe avdet edebilsinler!”

Amerikan emperyalizminin ilk tohumlarını Theodore Roosevelt’in attığını savunan Alatlı, Roosevelt’in Hollywood sayesinde kahramanlaştırıldığının altını çiziyor:

«Theodore ya da ‘Teddy’ Roosevelt, ki 1858-1919 yılları arasında yaşadı, bence Amerika’nın masumiyetini yitirdiği, mazlumdan zalime kırıldığı yılları simgeleyen politikacıdır. Bir kere, “En sefih (vicious) bir kovboy bile ortalama bir Kızılderili’den daha ahlaklıdır” diye başlayan, “Bu büyük kıta, sefil vahşilerin avlakları olsun diye bırakılamazdı” diyerekten Kızılderili soykırımını aklayan, “Savaşların en erdemlisi vahşilerle yapılan savaştır”, çünkü “Amerika’nın, Avustralya’nın, Sibirya’nın kızıl, kara, sarı aboriginal sahiblerinin ellerinden çıkıp dünyanın egemen ırklarına miras kalmaları, hesablanamayacak kadar önemlidir” diye sürdüren, Germen kökenli halklar için “Yabancı diyarları fethetmeselerdi dünyanın sonu gelirdi. Nitekim, Müslümanların Hıristiyanlar karşısındaki zaferlerinin her zaman bela ile sonuçlandığı da görüldü. Türklerin ve Tatarların zaferlerinden ‘sheer evil’dan başka bir şey çıkmadı” buyuran, katıksız bir ırkçıdır. Siz bakmayın 1906’da Nobel Barış Ödülü aldığına... “Şiddet bir erkeklik ayinidir” diyerekten savaşı ululamış, bizzat kendi Dışişleri Bakanı John Hay’in demesiyle “A splendid little war” (Mükemmel bir küçük savaş) icad edip Porto Riko, Filipinler ve Guam’a el koyan emperyalisttir. Dahası, Küba savaşında kendisini kahraman ilan edebilecek kadar cüretkâr olabilmiştir vb. Ne yazık ki, Theodore Roosevelt tipolojisi sonraki yıllarda Amerikan erkeğinde arzu edilir nitelikler olarak kabul gördü ve tabii sinema endüstrisi sayesinde.»

Şimdilerde Obama’nın ABD’nin sarsılan imajını toparlamak ve değişmeyecek olan ABD siyasetini daha “tatlı” bir üslubla dünyaya anlatmak için sarfettiği çabaya bakınca, Alatlı’ya hak veriyoruz: Obama her şeyden önce Hollywood’a el atsın…

Yararlanılan Kaynaklar:

Radikal Gazetesi, 22 Haziran 2009

Star Gazetesi, 21 Haziran 2009


Baran Dergisi, 26 Haziran 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com

19 Haziran 2009 Cuma

NEDİM GÜRSEL’İN DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ

Türkiye Yayıncılar Birliği, bu sene “Düşünce ve İfade Özgürlüğü Ödülü”nü yazar Nedim Gürsel’e verdi. Niçin verdi? Çünkü Nedim Gürsel’in “Allah’ın Kızları” isimli kitabına “halkın bir kesiminin benimsediği dinî değerleri alenen aşağıladığı” için dava açılmış. Kimsenin ödülünde gözümüz yok elbette. Her ıvır zıvıra ödül veriliyor ne de olsa. Orhan Pamuk bile Nobel ödülü aldıktan sonra, fikir-sanat dallarında verilen ödüllerin hiçbir ehemmiyeti kalmadı bizce…

Gelgelelim bu Nedim Gürsel’in adı geçen kitabı, gerçekten ödüle layık bir kitab mıdır? Neden bahseder, ne anlatır da davalık olmuştur? Mesele davalık olmasında değil, niçin olduğunda düğümlenmekte çünkü. Misâl bâbında, zamanında birçok büyük yazarın kitabı da (Dostoyevski’nin meselâ) yasaklanmış, haklarında davalar açılmıştır. Çünkü bu yazarlar yerleşik düzeni tenkid etmiş, onlarla çatışmaya girip zindanı dahi göze almışlardır. Onların ödülüyse, bugün dahi okunuyor olmalarıdır.

Şimdi Nedim Gürsel’e bakıyoruz, oraya buraya röportaj verip mızmızlanıyor. Efendim, bu çağda olur mu böyle şey, diyor. Başbakana mektub döşeniyor, yabancı medyayı ayağa kaldırıyor. Ne kadar süprüntü edebiyat örgütü varsa N. Gürsel’e destek veriyor. Lâfta cezaevindeki yazarların haklarını savunmak üzere kurulmuş PEN filân da bunun arkasında olduğunu açıklıyor. AB ayağa kalkıyor. Hakikaten, ne oluyor?

Meğer bu yazar, Paris’te yaşayan ve sekiz yıldır roman filân da yaz(a)mayan biriymiş. Bu yazdığı romansa, (ismindeki fecaat bir yana) Allah Resulü’nün hayatının anlatıldığı ve içinde bir sürü abukluğun yer aldığı, aslında hakkında dava açılmasa dikkat bile çekmeyecek bir kitabmış. Kendini agnostik (şübheci) olarak tarif eden yazarın inanç sorgulaması (vay be!) imiş bu kitab. Kitabın adı da, Kâbe’den Allah Resulü tarafından temizlenen, Lat, Menat, Uzza isimli dişi putlardan mülhemmiş (Dehaya bakınız!). Zaten roman da bu putların ağzından anlatılıyormuş. Yani yazar, putların gözüyle (adı üstünde put, ağzı-gözü olmaz ama, arkadaş agnostik ya, putların gözü olduğuna inanmaya karar vermiş!) bakmış (!) Allah Resulü’nün yaşadığı döneme…

Kitab davalık olduğundan bulmak biraz zor, ama arka kapak yazısını internetten bulduk: “Hz. M…….’in hayatı ile Kuran’dan yola çıkarak İslam’da inanç ve şiddeti sorgulayan bu roman, aynı zamanda çoksesli bir destan. Allah’ı kendisine “şahdamarından daha yakın” hisseden hayal dünyası zengin bir çocuk ile Harb-i Umumi’de Peygamber’in kenti Medine’yi savunmuş dedesinin hem acıklı hem mutlu öyküsü.

Bir gün bu satırları yazacağımı hayal bile edemezdim. Yazdığın nice muhalif sözcükler, aykırı cümleler gibi. Oysa bu satırlar ne kıyamet gününün habercisi ne isyana çağrı. Ne de çocukluğunda Peygamber’in dünyasına doğru çıktığın yolculuğun izlenimleri. Belki geçmişe yaptığın bir yolculuk bu, ama paylaşılması mümkün olup da anlaşılması pek mümkün olmayan bir şeyi, inancı kurcalıyorsun.”

Bakmayın kitab arkasında Allah Resulü’nün isminin başına (Hz.) lafzının kondurulduğuna, kendisi röportajlarında has ismiyle, mahalleden bir arkadaşından bahseder gibi bahsediyor Allah Sevgilisi’nden… Efendim, “insan” olarak Allah Resulü’ne odaklanmış kendisi, bu yüzden onun zaaflarına, hatalarına yer vermiş romanında. İnsanlığın O’nun hürmetine yaratıldığını idrak etmesi elbette kendisinden beklenmeyecek bu “agnostik” adam, hakiki insanın O olduğunu ve kendisinin O’na yaklaştığınca insan, ondan uzaklaştıkça da hayvandan aşağı bir yaratık olacağını (olduğunu!) anlayamamış, en çirkef hâliyle konuşuyor “insan” (!) olarak…

Netice olarak, Nedim Gürsel, bir tür Salman Rüşdi’liğe soyunmuş. Böylece meşhur olup, dünya arenasında adından bahsettirmeye karar vermiş. Bunu sadece biz söylemiyoruz, kendisini TV programında ağırlayan Cüneyt Özdemir de böyle düşünüyor ve “düşünce özgürlüğü” meselesinin nasıl da bir rant haline dönüşebileceğini anlatıyor:

«Nedim Gürsel’in en son kitabı “Allah’ın Kızları” ilk çıktığında kendisini beşN birK’da konuk ettim. Bu kadar dava açılacağı, konuşulacağı, Avrupa Birliği’nin bu davalara karşı tavır alacağı Nedim Gürsel’in özellikle uluslararası arenada mağdur duruma düşeceği o kadar belliydi ki, rahatsız oldum. İçime sinmedi. Hatta açık söyleyeyim, programa çıkan kimsenin sözünü masabaşında kısaltma gibi bir âdetimiz olmasa da, Nedim Gürsel’in bir iki cümlesini yayından çıkartmak zorunda kaldım. Zira kendimi kullanılıyormuş gibi hissettim. Burada en başa dönüp bir kez daha “düşünce özgürlüğü” gibi politik doğruculuğun ilk cümlesini tartışarak konuya girmeyi de doğru bulmuyorum. Zira son yıllarda kimi yazarlarda nükseden kötü bir alışkanlığın bu romana da bir hastalık gibi bulaştığına dair derin şübhelerim var. (…) Şimdi bir kez daha, üstelik bu sefer çok daha şehvetle Nedim Gürsel’in mağduriyetin “keyfini çıkarttığını” izliyorum. Akşam gazetesindeki Nagehan Alçı röportajında, “Başbakan’a mektub”dan meselenin Sarkozy’ye aktarılacağı “endişesine”, AP’de tartışılmaya başlanmasından yurtdışındaki tepkilere ve elbette satış rakamlarının nasıl da arttığına yönelik yazarın “şaşkınlıklarına” rastlayınca, Nedim Gürsel’i iyi niyetle savunmaya kalkan pek çok meslektaşım adına üzülüyorum da. Açık açık yazalım. Allahın Kızları düşünce özgürlüğünden çok, planlanmış bir provokasyon olarak fena halde “rant” kokuyor. Bahsettiğim edebi mağduriyetten doğan, “düşünce özgürlüğü” kılıfı geçirilmiş şahsî bir çıkar meselesine kadar gidiyor. Doğurduğu bu cümbüş sonrasında nihayet uluslararası mağduriyetini ilan eden Nedim Gürsel’i ise tebrik etmek gerekiyor. Bakın bu ülkenin damarlarını çok iyi keşfetmiş ve kendi politik kimliğini pek de güzel “düşünce özgürlüğü savaşçısı”na uluslararası arenada çevirmiş durumda. Kültür sanat dünyasını yakından takib eden bir gazeteci olarak, ben artık bu tür proje gazlamalarından yoruldum. Aynı yolu tutan pek çok yazarın Türkiye’de sövülüp, yurtdışında başarılarına başarı katmasını da içime sindiremiyorum. Endişem, Türkiye yahut Müslümanlığa bir gölge düşmesinden çok, edebiyata samimiyetsizlik gölgesinin düşmesinden kaynaklanıyor. Nedim Gürsel, romanına inandığı kadar, samimiyetine de inanıyorsa, birgün sadece bunu konuştuğumuz bir röportaj yapmak da isterim. İngilizler buna “hardtalk” diyor. Ama, malum, biliyorsunuz bizim ağarlamacı röportaj geleneğimizde bu tür soruları sormak yahut cevablamak “yemiyor”.»

Ancak bir şeyi unutuyor Nedim Gürsel: Kendisi gibi, dünya da pek “küçük”!..

Baran Dergisi, 19 Haziran 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com

4 Haziran 2009 Perşembe

FATİH SULTAN MEHMED’İN KARALAMA DEFTERİ

Geçen hafta İstanbul’un fethinin 556. yıldönümüydü. İstanbul’un fethinin ruhuna yakışmayan pek çok gösteri ve şenlik yapıldı. Havai fişekler, lazer gösterileri, çeşitli canlandırmalar, ruhsuz çığlıklar… Fatih Sultan Mehmed, bu şaheser şehri sanatkârane bir şekilde fethetmişti; bugün şaheser şehrin yıkıntıları içinde, kenar mahalle zevksizliği ile kutlama yapan torunları (?), ağızları açık lazer gösterisini izlerken, acaba karadan yürütülen gemilerin dehasına mı, yoksa lazerle yansıtılan görüntülerin büyüsüne mi kapılmışlardı? Muazzam bir şehri fethedip, peygamber övgüsüne mazhar olan bu genç adam hakikaten kimdi, hiç düşünmüşler miydi? Pek sanmıyoruz.

Fatih Sultan Mehmed, ilim, tasavvuf, sanat, felsefe, mühendislik gibi bir çok sahaya ilgi duymuş ve desteklemişti. Fatih’in pek çok sanat dalına duyduğu alâka, resim sanatında da göze çarpıyor. Venedikli ressam Bellini’yi İstanbul’a getirterek, hem kendi portresini hem de saray çalışanlarının resimlerini yaptırtan Fatih, sadece bununla da kalmıyor, eline geçen tüm minyatür ve çizimleri itina ile biriktiriyordu. Bu koleksiyon, Topkapı Sarayı müzesinde “Fatih Albümü” adı altında toplanmıştır. Beşir Ayvazoğlu O’nun sanat ilgisine şöyle temas ediyor:

“Plastik sanatlara duyduğu büyük ilgi ise, fetihten hemen sonra kurduğu müesseselerden birinin de Nakışhane olmasından anlaşılıyor. Vakit geçirilmeden "Rumeli ve Anadolu taraflarından (...) ashab-ı sanayi ve hıref ehli ve ayali ile payitahta irsal oluna deyu" hükümler gönderilir ve değerli sanatkârlar İstanbul'da toplanır.

Baba Nakkaş'ın yönettiği, çalışmalarına Eski Saray'da başlayıp Topkapı Sarayı'nda devam eden ve şübhesiz Ehl-i Hıref teşkilâtının temelini teşkil eden bu Nakışhane hakkında fazla bir şey bilinmiyorsa da, ürettiği çok sayıda eser günümüze ulaşmıştır. Müzehhibinden mücellidine, hattatından nakkaşına kadar yüz civarında sanatkârı çekip çeviren ve bir bakıma Fatih'in estetik müşavirliğini yapan Baba Nakkaş, onun seçkin ilim ve sanat adamlarının katıldığı özel meclislerine de kabul ediliyordu. Bu meclislerde dinî ve ilmî konuların yanısıra, önemli felsefe, sanat ve edebiyat meselelerinin de tartışıldığı muhakkaktır.”

Tüm bunları belki biliyoruz, fakat Fatih Sultan Mehmed’in “çizer” yönünün olduğunu, çeşitli çizimlerinin bulunduğu bir karalama defterinin Topkapı Sarayı Müzesi kütübhanesinde bulunduğunu ise çoğumuz bilmiyoruz. Biz de bilmiyorduk.

Fatih’in karalama defterini Sultan II. Abdülhamit Han bulmuş ve büyük bir itina göstererek ciltlettirip Yıldız Sarayı kütübhanesine koydurmuş. Böylece günümüze kadar korunarak gelmiş. Fatih Sultan Mehmed henüz Şehzade Mehmed iken kullanıyormuş bu defteri. Defteri görmedik fakat araştırmamıza göre, 180 sayfalık defter, kırmızı deri kapaktan ve mürekkebin dağılmasını önleyen aharlı kâğıtlardan oluşuyor. Defter itina ile yazılmış bir besmele ile başlıyor ve “Mehmed bin Murad Han” ibareli tuğra denemeleri, Arap, Fars ve Grek alfabeleriyle yazı denemeleri ve portre çizimleri yapılmış. Çizimlerin kimi yerinde ince uçlu kamış kalem, kimi yerinde de fırça kullanılmış. At, kuş, yaprak ve insan yüzünün profesyonelce çizildiği üzerinde hemfikir tarihçiler. Çünkü, öfke, heyecan ve sevinç gibi mimiklerin portrelerde vurgulandığı söyleniyor. Yine defterde, ileride kullanacağı tuğra üzerindeki çalışmaları, baykuş, leylek gibi hayvan çizimleri, çiçek motifleri, ebced hesablarında kullanılan karakterler yer alıyor. Ve yine yapılan hesablamalara göre, Fatih’in bu defteri tutmaya henüz 5-6 yaşlarında iken başladığı tahmin ediliyor.

Bu defter hakkında yayınlanmış bir eser bulunuyor: A. Süheyl Ünver’in 1953 yılında yayınladığı “Fatih’in Çocukluk Defteri”. Bu eseri belki ancak sahaflardan bulmak mümkün olabilir, çünkü baskısı bulunmuyor.

Fatih Sultan Mehmed’in dehası, 20’li yaşlarda İstanbul’u fethetmesi ile ortaya çıkıyor. Fakat o çocukluğundan ilk gençliğine kadar geçen hayatında, dehasını besliyor ve bu “karalama defteri” de onun ufkunun daha çocuk yaşlarda ne kadar geniş olduğunu gösteriyor. Deha bir yana, çocukların yetiştiği ortamın, iklimin, önüne koyulan gayelerin, onu ne kadar geliştirdiği ve beslediği Şehzade Mehmet’in karalama defteri vesilesiyle bir kez daha ortaya çıkıyor.

Baran Dergisi, 4 Haziran 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com

2 Haziran 2009 Salı

BEDEN Mİ İHTİYARLAR, RUH MU?


“Her meyvenin kendi içinde çekirdeğini taşıması gibi, insan da kendi içinde taşır ölümü”

Rilke


Batılı eleştirmenler, Simone de Beauvoir’ın en güzel kitabının “Yaşlılık” isimli eseri olduğunu söylüyorlar. Kadın üzerine yazdığı onlarca kitab bir yana, “Yaşlılık” bir yana… Niçin? Yaşlanmaya başladığı bir dönemde kaleme aldığı bu kitab, feminist bakış açısıyla yazdığı kitablardan daha içten, daha samimi gelmiş olabilir mi? Olabilir:

“İnsanlar yaşlılıkta ölümü daha kolay benimsiyorlar. Sonra erkekler de, kadınlar da yaşlılıkta bir aşağılık durum, bir düşüş buluyorlar; insanın yaşlanınca kendi kendinin karikatürü olacağını düşünüyorlar. (İçinde bulunduğumuz dünyanın şartlarına göre çokluk doğrudur bu.) Toplumumuzda yaşlı kişilerle ilgilenen, ilgilenmesi gereken kurumlarca onlara sağlanan yaşama şartları utanılacak seviyededir. Bir şey daha itti beni bu kitabı yazmaya: Kırk yaşımdayken kendimi öbür kadınlar gibi bir kadın olarak görüyordum. Bir erkek nasıl erkekse, ben de kadındım. O sırada “İkinci Cinsiyet”i yazdım. Yaşım altmışa gelince de kendimi artık yaşlılar arasında görmeye başladım. Onların sorunları benim sorunlarım oldu. (…) Amerika kendi sözlüğünden “ölü” kelimesini çıkarmıştır. Amerika’da “kaybolmuş sayın kişi”den sözedilir. Hatta bu ülke ileri yaşlara her türlü referansı vermekten kaçınır. Bugün Fransa’da ihtiyarlık yasak bir konudur. Nesnelerin Gücü’nün sonunda bu yasağı çiğnediğimde, amanın nasıl da şimşekleri üzerime çektim anlatamam! Kabul etmeli, yaşlılığın eşiğindeydim, bu, yaşlılığın bütün kadınları gözlediği, onlardan pek çoğunu da pençesinin altına aldığı ân demekti.” (1)

Eserinde biyolojik, tarihî ve kültürel olarak “yaşlılık”ı inceleyen yazar, kapitalist batı toplumunun ihtiyarlara biçtiği rolden rahatsızdır. Onları toplumun yükü halinde gören anlayışı şu sözlerle eleştirir:

“Emekliler, yalnızlık ve can sıkıntısı içine atılıp, tam bir gözden düşmeyle nebatî (bitkisel) bir hayata mahkûm edilir. Hayatının son onbeş veya yirmi yılında bir insana artık “hiç” gözüyle bakılması, bizim medeniyetimizin başarısızlığı değil de nedir? İhtiyarları yürüyen ölüler değil de, yaş yaşayıp güngörmüş insanlar yerine korsak; anlattığımız bu apaçık durum bizi boğar, bunaltır.” (2)

Eseri boyunca verdiği örnekler, batı idrakinin yaşlılık halini menfi bir durum olarak gördüğünü gösteriyor. Öyle ki, “yaşlıların Roma’da bir çukura atılıp öldürüldüğü muhtemeldir” diyor.

İhtiyarlık konusunu Simone de Beauvoir gibi bir feminist yazarın dilinden okumamız boşuna değil. Günümüzde kadınların yaşlanması, kırışıklıklarının artması, kilo alması, bedeninin bozulması kabul edilir bir şey değil çünkü. Her yaşta güzel olmanın formüllerini veren kozmetik dünyası, estetik cerrahi, tıbbî gelişmeler, bir nevî “ölümsüzlüğün” çaresini bulduğunu söylüyor. Günümüzde kadınlar için yaşlanmak ayıb, kırışıklıkların artması felaket, kilo almak ise facia olarak değerlendiriliyor. Simone de Beauvoir, yaşlanmış bir feminist kadın olarak, yaşlılığı kabullenmek ve hor görmemekten bahsederken, günümüz kadınları yaşlanmak istemiyor. Beauvoir’in bu kitabı yazmasının üzerinden sadece 39 yıl geçmiş olmasına rağmen, günümüzde “yaşlılık” idraki, onun bıraktığı yerden daha kötü bir durumda. Genç nüfusu gittikçe azalan yaşlı Avrupa, kendini daha genç göstermek istemekte belki de haklıdır. Ancak bu durum sadece batılı idrak için geçerli değil artık, ülkemizde de yaşlılığa uzak durulması gereken bir illetmiş gibi bakılıyor.

Sonsuz bir mutluluk ve gençlik vaadeden kapitalist hayat tarzı, ihtiyarlamayı yok sayıyor ve “genç görünmenin sırları”nı fısıldayıp duruyor. Görünmek “olma”nın önüne geçtiğinden beri, artık insanlar, “yaşı 80 ama 50’sinde gibi duruyor”, “estetikle 40 yaş genç görünüyor”. Nerde kaldı bizim “ruhu genç” tabirimiz? Kimse yaşlanmak, yaşlı görünmek istemez. Ancak eğer bu bir propaganda hâline gelirse, kimse yaşlıları da görmek istememeye başlar. Sokağa terkedilmiş, yalnız bırakılmış, huzurevlerine emanet edilmiş yaşlılar, bu görmek istememenin sadece bir sonucudur.

Hâlbuki biz Müslümanlar için ihtiyarlık, derin bir saygı ve hürmet uyandırırdı. Sadece Müslümanlar için değil elbet, belki bütün bir doğu toplumu için böyleydi bu. Onların hayat tecrübeleri, gençlerin rehberi olur, ailenin başköşesinde onlar oturur, yaşı ilerlemiş âlimler daha bir saygı görür, yaşlı bilgeler, aksakallı dedeler, halk masallarımızın başkahramanları olarak anlatılırdı. Köylerimizde “Yaşlılar Heyeti”nin sözü geçer, evlerimizde dedelerimizin nasihatleri dinlenirdi. Velhasıl, bir zamanlar ruhları gencecik nice yaşlılar vardı; bugünse ruhları yaşlanmış gençler, genç kalmak için çırpınanlar var artık. Gerçi kendi ruhlarına bir baksalar! Çoktan ölmüş bir ruhun, genç bir bedenle yapabileceği doğrusu fazla ne var? Hâlbuki sonsuz gençlik ruhtadır, beden yaşlansa da eğer gıdası kesilmezse ruh bir çocuk kadar genç kalır…

Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünyaya yapışmış, yarın ölecekmiş gibi öte dünyaya çalışmayı boş vermiş günümüz insanı (müslümanı da), dinin-İslâm’ın, bu dünya için manevî huzur vaat etmekten başka bir mânâsı olmadığını düşünüyor ve öyle yaşıyor. Bu sebeble ruhunun yaşlandığını bilmeden, bedeninin yaşlanmasını istemiyor, yaşlıları gözünün önünden kaldırmaya bakıyor.

İhtiyar kelimesi “yaşlanmış kimse” anlamına geliyor. Ancak yine aynı kelime ıstılahî olarak, razı olmak, katlanmak, seçmek, uygun görmek, seçilmek mânâlarına geliyor. Yani ihtiyarlamayı ihtiyar etmemiz gerekiyor, yoksa ihtiyarlık bizi zaten gelip buluyor.

1) Simone de Beauvoir, Yaşlılık –İlk Çağı-, Milliyet Yay., İstanbul 1970, s. 9-11

2) A.g.e., s.19


Aylık Dergisi, Haziran 2009