17 Nisan 2009 Cuma

YÜZYILIN SONU

Amerika’da yayınlanan New Perspectives Quarterly (NPQ) dergisi için yapılmış röportajların ve yazılmış makalelerin toplandığı bir kitab elimize geçti: “Yüzyılın Sonu-Büyük Düşünürler Çağımızı Yorumluyor”. Kitabın editörü Nathan Gardels aynı zamanda NPQ dergisinin de editörlüğünü yapıyor. Kitabtaki yazılarda ve röportajlarda, 21. yüzyıla girerken dünyanın gidişatı, batının ve doğunun çıkmazları, çatışmaları ve ortak noktaları, Soljenitsin, Brzezinski, Baudrillard, Octavio Paz gibi entellektüeller tarafından yorumlanıyor. Kitabta özetle, 21. yüzyılın ekonomik-politik çatışmalardan ziyade fikirler ve kültürler çatışmasına sahne olacağı söyleniyor ve bu merkez etrafında düşünceler ileri sürülüyor. Kitab dört bölümden oluşuyor: “Dünya Düzeninin Ruhu”, “Soğuk Savaş Sonrası Çeşitlilik ve Milliyetçilik”, “Son Modern Yüzyılda Kültürel Akımlar”, “Dünyanın Bugünkü İşleyişi”.

DÜNYA DÜZENİNİ TEHDİT EDEN İSLÂM

Kitabta “Son Modern Yüzyılda Kültürel Akımlar” başlığı altında görüş serdeden entellektüeller, 21. yüzyılda dünya yeniden şekillenirken, bu yapıya direnecek tek tehdidin İslâm olduğunu dile getiriyorlar. Meselâ Octavio Paz şöyle diyor:

“İslâmiyet bugün tek tanrıcılığın en inatçı biçimidir. Biz tektanrıcılığa pek çok harikulade şeylerimizi, nice katedrallerimizi, camilerimizi borçluyuz. Ama nefreti ve baskıyı da yine tektanrıcılığa borçluyuz. Batı uygarlığındaki en kötü günahların –haçlı seferlerinin, sömürgeciliğin, totalitarizmin hatta ekolojik bozulmanın- kökleri izlendiğinde, bu izler tektanrıcılığa dayanabilir. Bir putperest için, gerçeğin bir tek halkın, bir tek inancın tekelinde olması saçmaydı. İslâmiyet dışında, dünya yine bunu böyle görmeye başlamıştır. İslâmiyet tek başınadır. Günümüzde en direnici güçtür.”

Fransız mütefekkir Baudrillard ise kendisiyle yapılan röportajda Amerika’nın dinî, tarihî ve kültürel köksüzlüğüne işaret ederek, (İslâm dışında) tüm dünyayı da böyle bir köksüzlüğe sürüklediğini söylüyor:

“Baudrillard: Bütün dünyanın bu parçalara ayrılma ve köklerden koparılma durumuyla yüzyüze olduğu konusunda Rüşdi’ye katılıyorum. Buna Çin ve Rusya da dahil. Bir tek istisnası var, İslâmiyet. Dünyayı süpüren radikal kayıtsızlık seline karşı bir tek tehdit.

NPQ: Görünüşe göre bütün bu ağırlıksız parçacıklar üst üste ve çapraz durumda, birbirine karışmadan ontolojik bir belirsizlik içinde yaşıyor…

Baudrillard: … ve bu da dengesiz bir şey. Belki de Batı’nın İslâmiyetin o kesinlikleri karşısında zayıf olmasının nedeni bu. Bir bakıma radikal İslâm, modern tarihin intikamı. Batı onları bizim virüsümüzle mikropladı, şimdi onlar bize karşı bağışık oldu.”

YENİ DÜNYA DÜZENİNİN RUHU: İSLÂM

Polonyalı şair Czeslaw Milosz makalesinde dinî muhayyilenin bilim karşısında neden yenilgiye uğradığını mütalaa ediyor ve din adamlarının ve mütefekkirlerinin insanların “mânâ arayışlarına” bir cevab bulmaktan ziyade bir “sosyal aktivist” gibi kürtaj sorunları, fakirlere yardım gibi bazı sosyal amaçlara yönelmesini eleştiriyor:

“Geleneksel olarak dikey yönelimli olan din şimdi yataylaşıyor, nedeni de büyük ihtimalle, Hıristiyan metafiziğine temel olacak imgelerin bulunmaması oluyor. Ama yine de bu yatay yönelim genellikle vaizlerin sözlerini içi boşmuş gibi gösteriyor, çünkü din adamları o kadar sosyal aktivist ki, bunların aynı zamanda tefekkürün ve imanın adamı olduklarını düşünmek zor geliyor. (…) Bugün karşımıza çıkan temel soru, on dokuzuncu yüzyıl biliminin saldırısı karşısında yere serilmiş olan dinî muhayyilenin dirilip dirilmeyeceğidir. (…) Pek çok şey, her ülkedeki ciddi din mütefekkirlerine bağlıdır. Bunu söylerken, her tarafta bol bol rastlanan, dindar zihinli sosyal reformculardan söz etmiyorum, tüm esasların yeniden ilan edilmesi gereken böyle bir zamanda, “Varoluş”un temel muammalarını ele alacak kişilerden söz ediyorum.”

Söylemediği; “Varoluş”un temel muammalarını Hıristiyanlığın kısır maneviyatının çözemeyeceğidir. “Varoluş”un temel muammalarına cevab veren tek din İslâmdır.

Rus münevveri Soljenitsin, makalesine “ahlâk” ile başlıyor ve ahlâkın siyasetin dışına sürülmesine itiraz ediyor. Rusların bu konuya yaklaşımını şöyle ifâde ediyor:

“Örneğin Ruslar arasında bu kavram, yönelinecek ideal olarak anlaşılmakta, “doğruluk” (pravda) sözüyle ve “doğru yaşamak” (zhit’po pravde) deyişiyle ifade edilmektedir ve hâlen geçerliliğini korumaktadır. On dokuzuncu yüzyılın o karanlık son döneminde bile, Rus düşünürü Vladimir Solovyov, Hıristiyan bir bakış açısından, ahlâkla siyasal faaliyetin birbirine sıkıca bağlı olduğunda direnmiştir: Siyasal faaliyet, ahlâkî hizmetten başka bir şey olmamalıdır, sırf çıkarlar uğruna sürdürülen bir politikanın da hiçbir Hıristiyan içeriği olamaz, demiştir.”

Batının “İlerleme” fikrini eleştiren Soljenitsin, (pozitif) ilmî ve teknik ilerlemenin, insan ruhunu yok sayarak, yeni istek ve ihtiyaçlar meydana getirdiğini ve bu durumun insanı tatmin etmediğini ebedî soruların hâlâ yerli yerinde durduğunu söylüyor: “Hayatı böyle çılgın bir hızla yaşarken, ne için yaşıyoruz biz?” Çözüm önerisi ise “manevî ilerleme”:

“Çağdaşlık koşullarının karmaşıklığı giderek artarken, hepimiz için kalıcı olmanın tek gerçek yolu kendimizi sınırlamaktır. Bu davranış aynı zamanda “Bütünlük” bilincini, yukarımızdaki “Yüksek Otorite” kavramını da geri getirmeye yardımcı olacak ve bu varlık karşısında (hemen hemen unutmuş olduğumuz) tevazu duygusunu da geri getirebilecektir. Bir tek gerçek “ilerleme” olabilir, o da şöyle özetlenebilir: Her bir bireyin manevi ilerlemelerinin toplamı, hayat akışı içinde bu insanların kendilerini mükemmelleştirme dereceleridir.”

Söylemediği; ahlâkın ve dolayısıyla manevî tekâmülün merkeze alındığı ideal toplum yapısının teşekkülü İslâm’ın vaz’ettiği hükümlerle yani kâmil insanlardan müteşekkil bir devlet yönetimi ile mümkündür. Bunun çağımızda temsilcisi Başyücelik Devleti modeli ile Büyük Doğu-İBDA’dır.

Brzezinski ise ABD’nin geleceği ve İslâm konusundaki kaygılarını şöyle dile getiriyor:

“Beni en çok kaygılandıran, siyasal uyanış içinde olan ve şimdi de örneğin daha militan bir İslâmiyete yönelen insanların isteklerine tatmin edici bir cevap veremeyişimiz değil. Beni en çok kaygılandıran, kendi kendimizi kültürel açıdan çökertme durumumuzun, Amerika’yı sadece dünyanın siyasal lideri olmaktan uzaklaştırması değil, sonunda başkalarına örnek bir model olmaktan da uzaklaştırması.” Ve ekliyor: “Elbette ki bu manevî ölçütleri biz icat edemeyiz. Bunlar geleneksel olarak üç büyük dinin, Hıristiyanlık, Yahudilik ve İslâmiyetin içinde var olan değerlerdir. Bunların hepsi, laik bir toplumun da benimseyebileceği birtakım ilkeler getirir. Yanlış-doğru kavramları benimsenip sindirilmeli, içgüdüsel duygular arasına girmelidir; mutlak doğru ve mutlak yanlış diye bir şeyin var olduğu, her şeyin göreceli olmadığı kabul edilmelidir.”

Söylemediği; Amerika’nın manevî dinamiklerinin çökmesi neticesinde oluşan boşluk doldurulmazsa, Müslümanların dünya görüşlerinin, gerek kültürel gerekse siyasî olarak tüm dünyaya model olacağıdır. Yeni Dünya Düzeninin ruhu İslâm’dır. “Zamanı gelmiş fikir” olarak Büyük Doğu-İBDA işte bunun için geliyor!

Kaynak:

Yüzyılın Sonu-Büyük Düşünürler Çağımızı Yorumluyor, Editör: Nathan Gardels, İş Kültür Yay., İstanbul.

Baran Dergisi, 17 Haziran 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com

10 Nisan 2009 Cuma

ANİMASYON’DAN MASALLAR

Animasyon, çizgi veya üç boyutlu bilgisayar tekniği ile yapılan filmlere verilen isim. Bu filmlerin genel izleyici kitlesi ise çocuklar. Şöyle de söyleyebiliriz; animasyon filmler günümüzün çocuk masallarıdır. Çünkü artık çocuklar masal “dinlemiyorlar”, masalı “seyrediyorlar”. Doğdukları ândan itibaren, o büyülü ekranla muhatab oluyorlar. Uzmanlar “çocuklarınıza 0-3 yaş arasında televizyon izletmeyin, zihin ve dil gelişimlerine zararlıdır” diyedursun, çocuk televizyonları bir kenara, bebekler için televizyon kanalları açılıyor. Tehlikesi şurada ki, çocukların okuma-yazma öğrenmeye geçiş yapabilmesi için, dilini doğru bir şekilde öğrenebilmesi, sözlü (şifahî) anlaşma ve konuşma sürecini yaşaması gerekiyor. Barry Sanders “Öküzün A’sı” isimli kitabında şöyle diyor:

“Tarihî örnekler bize, kültürlerin önce bir sözellik (şifahîlik) aşamasından geçtiklerini, eğer gireceklerse, daha sonra okuryazarlık aşamasına girdiklerini gösteriyor. Tüm çocuklar da bu hikayeyi yaşar. Daha doğrusu yakın geçmişe kadar yaşardı. Artık ülkemizdeki çocukların gittikçe azalan bir bölümü sözelliği yaşayabiliyor ve bu da hayatları için son derece korkunç sonuçlara yol açıyor. Ülke çapında (ABD) liseyi terk eden öğrencilerin oranı yaklaşık yüzde kırk ve bu oran büyük kent merkezlerindeki liselerde daha da yüksek. (…) Artık çocukların büyük bir çoğunluğu insan sesini televizyon, sinema, plaklar ve radyo aracılığıyla işitiyor. Bu harika elektronik aletlerin büyüsü sayesinde son iki kuşak gerçek yaşantıların yerine elektronik sinyalleri tercih eder oldu.” (1)

Eskiden evlerimizin başköşesinde oturan babaanne, anneanne ve dedelerimizin yerine koyduğumuz televizyon, şimdi oturmuş çocuklarımıza animasyondan masallar anlatmaktadır. Üstelik bu animasyon masallar zannedildiği kadar masum da değil. Hollywood yapımı pek çok animasyon filmde ideolojik, dinî ve kültürel yönlendirmeler söz konusudur. Yağmur Dergisi’ndeki bir makalede yazar şöyle diyor:

“Harold Schiffman, animasyon filmlerin gözden kaçırılmaması gereken diğer bir yanını tespit etmiştir. Schiffman'a göre bazı animasyonlarda kullanılan aksanlar belli bir tesir uyandırmak kastıyla gerçek hayata göre abartılmaktadır. Yani çizgi filmdeki karakterlerin aksanlı konuşmalarının sebebi yabancı kökenli olmaları değildir. Tam aksine, dil varyasyonları söz konusu tiplemenin iyilerden mi yoksa kötülerden mi olduğunu belirtme, yani zihinlerde peşin hüküm inşa etme adına sûiistimâl edilmektedir. Bu fikri destekleyecek müşahhas misaller verebiliriz. Mesela masalsı bir Arab ülkesinde geçen Alaaddin çizgi filminde etnik stereotipler (peşin fikir kalıbları) çok bârizdir. Film boyunca gördüğümüz kötü adamların sakallı, esmer ve sinir bozucu kahkahalar atan tiplemeler olmalarının yanı sıra hepsi de ağır bir Arab aksanıyla konuşmaktadır. Öte yandan sempatik kahramanlar Alaaddin ve Jasmine açık tenli ve güzel olup, daha da ilginci, konuşmaları aynı Amerikalı gibidir. Bu durumu fark eden Güney Koyu İslâmi Birliği eski sözcüsü Yousef Salem [Yusuf Sâlim] bu filmi Arablara karşı ayrımcılık yapmakla suçlamıştır: "Çizgi filmdeki bütün kötü adamlar sakallı, kocaman burunlu, kötü bakışlı, bariz aksanlı ve eli kılıçlı. Alaaddin’in ise öyle kocaman değil, küçük bir burnu var. Yabancı aksanı hiç yok. Onu sempatik kılan ise Amerikalı havası verilmiş olması. (...) Arab olduğundan utandığını söyleyen bir kızım var ve bunun sebebi hep böyle şeyler." Lippi-Green'e göre bu gibi tasvirler, çocuklara insanları konuştukları aksanın temsil ettiği ırk, etnik köken ve anavatana göre değer biçmeyi' öğretir. Seçilen aksanlar ise, kesinlikle tesadüfî değildir.” (2)

Televizyonun yıkıcı etkisinden, Batı menşeli filmlerden çocuklarımızı korumamız ne kadar mümkündür? Kendi din, dil ve kültürümüze uygun filmler çekmek bir çözüm müdür? Yaşadığımız çevreden kendimizi tecrid etmek, mecburen sürdürdüğümüz “hayat tarzı”nı göz önüne aldığımızda pek mümkün gözükmüyor.

Eğer çocuklarımıza okuma-yazma öğrenene kadar televizyon izletmeyeceksek, biz yetişkinlerin de televizyon izlememesi gerekecektir. Kaçımızda böyle bir irade var? Birinci çıkmaz yol!

Haydi, okuma-yazma öğrenene kadar çocuğu bir şekilde ekrandan uzak tuttuk. Daha sonra, çocuklarımıza seyrettireceğimiz filmleri itina ile seçeceğiz. Ancak çocuk çevresinden, okuldan, sokaktan duyup gördüğü şeylere ilgi gösterecek, kendi seçimlerini yapmak isteyecektir. Kim ve ne derece engelleyebilir bunu? İkinci çıkmaz yol!

Öyleyse okul çocuklarını televizyondan uzak tutmak için başka şeylere ilgisini çekmemiz gerekecektir. İlk çözüm olarak öne sürülen kitab okumayı teşvik etmek de zannedildiği kadar kolay değildir. Şayet evde kitab okunmuyorsa, çocuk da kitaba ilgi göstermeyecektir. Bu durumda, yetişkinlerin çocukların göreceği yerlerde kitab okumaları gerekli olmaktadır. Fakat “hakikaten” okumalıdırlar, çünkü çocuklar sahteliği hemen anlarlar. Kitab “okumama” rekorlarının kırıldığı bir memlekette yaşadığımız hatırlanırsa: üçüncü çıkmaz yol!

Yaşadığımız “hayat tarzı”nı değiştirmeden, yani insanca-müslümanca yaşamanın asgarî şartlarını oluşturmadan, çocuklarımızı insanca-müslümanca yetiştirmemiz de pek mümkün gözükmüyor.

Velhasıl, ya bu deveyi güdeceğiz, ya bu deveyi keseceğiz!

1) Barry Sanders, Öküz’ün A’sı, Ayrıntı Yay., s. 43-44

2) Hollywood’un Seslendirme İdeolojisi, Safiye Ünal, Yağmur Dergisi

Baran Dergisi, 10 Nisan 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com


2 Nisan 2009 Perşembe

BARBAR BATI’NIN BARBAR MASALLARI

Rahmetli babaannemiz küçükken bize bir masal anlatırdı. İki böceğin evlenmesi ile ilgili bir şeydi. Beyli-hanımlı tekerlemelerle süslüydü ve bu masalı dinlemeyi çok severdik. Hafızamızda kalan tek hatıra, küçücük bir su birikintisinin o böceklere derya gibi görünmesiydi ve masalın bu noktasında kıkır kıkır gülmemizdi. Sonra okumayı öğrendik ve Batı menşeli masallarla tanıştık. Hansel ile Gratel, Pamuk Prenses, Uyuyan Güzel, Kırmızı Başlıklı Kız vesaire… Babaannemizin belki de yüzlerce kez anlattığı masalı unutmamıza rağmen, okuduğumuz bu yeni masalları asla unutmadık. Şifahî kültürden yazılı kültüre geçişimiz, babaannemizin anlattığı masalları unutmak gibi bir bedel ödetti bize.

Aslında pek çoğumuzun kültürel hafızası da bu minvalde şekillenmedi mi? Batı menşeli masallarla başlayan kültürel maceramız, Batı menşeli düşünce biçimleriyle şekillendi. Ve bu süreç aynı şiddetiyle, kitabıyla, sinemasıyla, televizyonuyla, eğlence anlayışıyla bizlerin ve çocuklarımızın üzerine üzerine gelmeye devam ediyor. Şimdi kendimiz adına verdiğimiz kültürel mirasımızla bağ kurma savaşımızı, belki babaannemizin masallarını unutturacak böyle bir yazılı kültürle tanışmasaydık, (veya öncelikle onun masallarının beslediği kendi yazılı kültürümüzle tanışsaydık!) şübhesiz çok daha kolay kazanacaktık. Şahsen, lise çağlarında okuduğumuz “Necib Fazıl’la Başbaşa” olmasa, böyle bir savaştan haberimiz dahi olmayacaktı belki…

Batı Masallarından Kan Damlıyor!

Yakın bir zamanda öğrendik ki, pek çoğumuzun ilkokul çağlarında okuduğu bu Batı menşeli masallar aslında bize anlatıldığı gibi “mutlu son”la biten masallar değilmiş meğer. Masalların orijinal hâlleri, barbarlığın ve vahşetin her türlüsünü içinde barındırmaktaymış. “Şeylerin Tarihi” isimli kitabtan takib edelim:

«Tecavüz, çocuk tacizi ve terk edilme, çağdaş manşetlerin ve gerçekçi filmlerin bahsettiği şeylerdir. Ancak bunlar aynı zamanda en çok sevilen peri masallarının pek çoğunda da merkez teşkil eden konulardır.

Orijinal “Uyuyan Güzel”, bir zamanlar prensin öpücüğüyle uyanan prenses gibi mutlu bir sonla bitmez; aslında prensesin gerçek problemleri daha yeni başlar. Tecavüze uğrar, terk edilir ve gayri meşru çocukları yamyamlıkla korkutulur. “Kırmızı Başlıklı Kız”ın gerçek anlatımında kurt büyükanneyi sindirdikten sonra Kırmızı Başlıklı’ya saldırarak onu lime lime eder. İki vahşi ölümün çocukların kaldıramayacağı kadar ağır bir vahşet olduğuna inanan çoğu sanatçı masalı resmetmeyi reddetmişti. Masalı daha hoş kılmak için bir sanatçı, masala son dakikada kurdu vuran ve en azından “Kırmızı Başlıklı Kız”ı kurtaran bir avcı soktu.

Şimdiki yüzyılda sayısız eleştirmen, çocuklara okunan pek çok peri masalının delilik, sarhoşluk, insan ve hayvanların sakatlanması, hırsızlık, tahammül edilemez bir sahtekârlık ve alenî bir ırk ayrımcılığının ince bir şekilde gizlenmesiyle kötülüğün ta kendisi olduğunu iddia etmeye devam eder. Hikâyeler özellikle orijinal versiyonunda anlatıldığında tüm bu unsurları hatta daha da fazlasını içermektedir.

Hâlâ anlatılagelen bu çocuk masallarının icadçıları niye ahlâka aykırı ve insanlık dışı temaları işlediler? Cevablardan biri, Elizabeth döneminden 19. yüzyılın başlarına kadar, çocukların, yetişkinlerin bir minyatürü olarak görüldüğü gerçeğine dayanır. Böylece çocuklar, yetişkinler gibi geç vakitlere kadar oturuyor, müstehcen bir dili fazlasıyla duyuyor ve sonra bunu kullanıyordu. Yaşça daha büyük olanların cinsel yaramazlıklarından korunmuyorlardı. Çocuklar sarhoşluğa şahid oluyor ve çok erken yaşlarda içki içmeye başlıyorlardı.» (Çivi Yazıları Yayınevi, s. 295-296)

İlginçtir, Batı menşeli masalların çocuklara uygun hâle getirilmiş günümüz versiyonlarında bile çocuklarımıza nasıl bir “dünya” sunulduğu şübhelidir. Ne ahlâkî bir öğüt, ne de bir hayat dersi vermektedir bu masallar. Nitekim, bağlı olunan kültür köklerinden, dinî-ahlâkî prensiblerinden süzülmemiş bir masal, ancak havada kalan bir “iyi-kötü”den bahseder ki, muhatabına da hiçbir tesiri olmaz.

Anlayacağınız bugün dünyanın her tarafında yaşanan ahlâkî çöküşün sorumlusu, ifsada küçücük dimağlarla başlayıp, teknolojisiyle, sinemasıyla, televizyonuyla insanlığın içine zehir niyetine vahşet masalları zerkeden barbar Batıdır. Bugünün tecavüzcü sapkınları, çocuk tacizcileri, anne-baba katilleri, öz çocuğunun katilleri vs, Batının kültürü olan masallarında prototiplerini barındırmaktadır; üstelik tecavüzcü “iyi kalbli prens”, çocuklarını ormanda ölüme terk eden “iyi kalbli fakat çaresiz baba”, sahtekâr, hırsız ve sarhoş “çizmeli bir iyilik kedisi” oluvermiştir. Barbar Batı’nın bugün demokrasi ve insan hakları havarisi oluvermesi gibi…

Aylık Dergisi, Nisan 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com