27 Şubat 2009 Cuma

AKİRA KUROSAWA RESİMLERİ VE SİNEMASI

Akira Kurosawa deyince ilk akla gelen şey sinemasıdır elbette fakat bugünlerde İstanbul’da ilginç bir sergisi var usta Japon yönetmenin: “Kurosawa Desenleri”. Pera Müzesi’nde sergilenen desenler, Kurosawa’nın filmlerini çekmeden önce çizdiği resimlerinden oluşuyor. 26 Nisan’a kadar sürecek sergide, Kurosawa’nın Ran, Düşler, Kagemusha, Yume, Madadayo ve Umi Wa Miteita filmleri için çizdiği 87 desen sergileniyor.
Film çekiminden önce hadiselerin veya karakterlerin resimlerini çizmek, fantastik bir durum gibi görülebilir. Oysa İBDA Mimarı’nın dikkatimizi çektiği üzere, meâlen, sinema dediğimiz şey “hayat filmi”nden bir “kesit” ve yine “film” dediğimiz de binlerce resmin veya fotoğrafın “ardı ardına akışı-akıtılışı” değil mi? Hayat, film ve resim arasındaki bu “temel” alâka sebebiyledir ki, filmlerinden önce karakterlerinin karikatürünü çizerek bu karikatürlere uygun oyuncu arayan Fellini gibi yönetmenler de var. Ancak Kurosawa’nın farkı, zannederiz onun resim sanatındaki ustalığı. Bahsin uzmanlarına göre resimlerinde Van Gogh, Cézanne ve Chagall gibi ressamların etkisi hemen fark edilen Kurosawa, neden bu resimleri çizdiğini şöyle açıklıyor:

“Resimleri (story board) çizerken bir sürü şey düşünüyorum. Yerin çerçevesi, kişilerin psikolojisi ve duyguları, hareketleri, bu hareketleri yakalamak için gereken kamera açısı, ışık, kostümler ve aksesuarlar… Tüm bunların özelliklerini düşünmezsem, görüntüyü çizemem. Hatta resimleri bunları düşünebilmek için çiziyorum desem, neredeyse daha doğru olacak. Bu şekilde, açıkça görmeden önce, bir filmdeki her sahnenin görüntüsünü saptıyor, verimli kılıyor ve kavrıyorum. Ancak o ânda gerçek anlamda film çekimine girişiyorum.”

Bu yönüyle Kurosawa’nın “sanatçı” kişiliği de ön plana çıkıyor. Onun gençlik yıllarında resimle ilgilendiğini, hatta bir ara ressam olmak istediğini de hatırlatalım. Filmlerindeki bir tabloyu andıran karelerde, kullandığı parlak renklerde ve sinema tekniğinde onun bu “ressam” yönünün etkisi olduğu açıktır.

Kurosawa 1960-1970 yılları arasında maddî imkânsızlıklar ve Japonya’nın siyasî ortamı sebebiyle film çekemediği için intihara teşebbüs edecek kadar sanatının divanesi bir adamdır. Şöyle diyor:

“Sanat bir haberleşme değil, ölüme karşı bir dirençtir. Sanat bilgi vermez. Sanat bir enformasyon türü değildir.”

Sinema tarihinde önemli bir yere sahib olan Kurosawa, Amerikan film endüstrisince senaryoları ve filmleri belki en çok taklid edilen yönetmendir de. Kurosawa’nın en önemli hususiyeti ise, bizce, batılı formlarda gelişen sinemayı, o formları neredeyse yıkarak kendi sesini ve dilini sinemaya sirayet ettirme gücüdür. Bu öyle bir güçtür ki, hâlâ pek çok batılı yönetmen, sinema tekniği yönünden onu taklid etmekten kendini alamamaktadır. Meselâ Mel Gibson “Cesur Yürek” filmindeki savaş sahnelerini, onun filmlerini defalarca izleyerek çektiğini, George Lucas “Star Wars” filmini çekerken Kurosawa’dan etkilendiğini söyler. Taklidçilikten nefret eden Kurosawa, bizdeki ümid vaadeden sinemacıların da sindirmesi gereken önemli bir noktaya dikkat çekiyor:

“Genç Japon sineması yabancı sinemalardan, Fransız ve İtalyan sinemasından pek etkileniyor. Bu var olan bir tehlike. Büyük bir tehlike hatta. Size eğlenceli bir örnek vereceğim. Japonya’daki aşk ilişkileri, Fransa yahut İtalya’dakilerin aynı olmaktan çok uzaktır. Oysa genç sinemacılar batı filmlerinde gördüklerini aşağılık bir şekilde kopya ediyorlar. Seyirciler de bu filmlere gerçek hayatlarında özenti duyuyorlar. Oldukça gülünç bu. Teshigahara gibi bir adam bile bu duruma karşı koyamadı. Ben işe başlarken çok sağlam bir Japon kültürü (sanat, edebiyat, tiyatro, özellikle nô) temeline sahibtim. Yabancı sinemadan bu Japon temeli üzerine etkilenmiştim. Bu da bana yabancı etkisini, Japon geleneklerini hiç unutmaksızın değerlendirmemi, bana en iyi gelenini, en uygun düşenini kendi sinemama mâletmemi sağladı. Bugünün genç yönetmenleri, doğrudan doğruya Japon olan bu kültür temelinden tamamıyla yoksundurlar. Oysa, bana göre, şahsî bir eser meydana getirmekte en önemli şey budur. Kendinde bu kültür temelini taşımak. Kök salmış olmak.”

İşin ilginç tarafı sinemayı anayurdu olan batıdan daha derinlikli olarak kavrayan ve muhtevasını sarsıcı bir dille değiştiren de, “kendi iç âlem düzeni”nin peşinden giden Kurosawa, Tarkovsky gibi yönetmenlerdir. Bu noktada Kurosawa’nın neden önemli bir sinemacı olduğu ve tıpkı Tarkovsky gibi sinemanın anayurdu olan batıda büyük bir hayranlıkla karşılandığı anlaşılıyor. “Mahallîlik-yerellik” zeminine akseden “cihanşümûllük-evrensellik”… Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun şu tesbitini hatırlatırcasına:

«Bahis, bana, sinema dünyasına ait bir hâl izahını davet ediyor ve geniş mânâsıyla “suret”in inceliklerini de çerçeveliyor… Şu: Aslında anlaşmanın bir başka şekli ve dili daha vardır; duygular ve görüntüler… Böyle bir bağla ayrılıklar gideriliyor, sınırlar yıkılıyor; istek, duygu ve taşkınlıklar, bugüne kadar aynanın her iki tarafında duran, kapının önünde ve arkasında bulunan insanların arasındaki engelleri temizliyor…» (Şiir ve Sanat Hikemiyatı, -Estetik ve Ahlâk-, İBDA Yay., s. 129)

Nitekim Kurosawa, Rus yönetmen Tarkovsky’den övgüyle bahsederken, onunla sinemaya dair ortak görüşler taşıdığını su sözlerle belirtiyor:

“Tarkovsky'yi çok özlüyorum. 54 yaşında iken vefat etti. Bana çok parlak gözlerle bakardı. Bakışlarındaki hayranlığı asla unutmayacağım. Hayata ve sinemaya dair ortak düşüncelerimiz vardı. (...) Biz Tarkovsky ile birçok meseleyi konuşurduk. Sinemanın bir şeyi anlatmaya kalkışmaması konusunda hemfikirdik. Sinema bir şeyleri anlatmak için kullanılacak bir araç değil. İnsanlar onun muhtevasını istedikleri gibi hissetmeliler. Sinema birçok yoruma açık olmalıdır. Tarkovsky asla bir şey açıklamazdı. Onun doğrudanlığı muhteşemdi.”

Kurosawa’nın isminin dünyaca duyulması ve “imparator” lakabı ile anılması süreci, Venedik Film Festivali'nde Altın Aslan ödülü kazandığı filmi “Rashomon (Gizli Kale)” ile olmuştur. “Rashomon”, 1952'de Oscar adayı olduğunda batılı sinemacıların dikkati Japon sinemasına çekilmişti. Bir haydutun ormanda bir samurayı öldürüp karısına tecavüz etmesi sonrası, haydutun, samurayın, tecavüze uğrayan kadının ve tüm bunları izleyen oduncunun olayı farklı açılardan anlattıkları film, gerçekliğin izafîyetine dikkat çekiyordu. Filmin yardımcı yönetmenleri bu senaryodan bir şey anlamadıklarını söylediklerinde şöyle cevab veriyor yönetmen: “Bu, insanoğlunun iç dünyasının anlaşılmazlığından olsa gerek.”

“Rashomon”un ardından yıldızı parlayan Kurosawa, bazı edebiyat uyarlamaları yaptı, meselâ, Dostoyevski’nin Budala isimli romanını, Shakespeare’in Macbeth’ini filme çekti. “Yedi Samuray” isimli filmini çektiğinde sanatının zirvesindeydi. Rus bir subayla Moğol bir avcı arasında geçen bir dostluk öyküsünü anlattığı “Dersu Uzala”, 1976 yılında “En İyi Yabancı Film Oscarı”nı kazandı.

1998’de Tokyo’da ölen Kurosawa, ardında onlarca film bırakırken, “derdi olan” bir sanatçı portresi çizmiş, gerek çağdaşlarına gerekse geleceğin sinemacılarına değerli bir hazine hediye etmiştir. Şöyle diyor usta yönetmen fikirsizliğe vurgu yaparak:

“Şu soruyu sormak isterdim: Sinemada fikri olmak ne demek? Eğer biri sinema yapmayı umuyorsa bu ne demektir? Ama bir fikri olmak ender bir olaydır. Neredeyse bir tür bayramdır. Ve bir fikri olmak, genel olarak bir fikre sahib olmak demek değildir. Bir fikir her zaman bir şeylere adanmıştır. Bir fikir bazen resimde, bazen romanda, bazen felsefede, bazen ilimde, bazen de sinemada olabilir. (…) Fikirler gizli güç kaynaklarına benzer, bu yüzden ifade edildikleri tarzlardan ayırt edilemezler.”

Kaynaklar

Salih Mirzabeyoğlu, Şiir ve Sanat Hikemiyatı -Estetik ve Ahlâk-, İBDA Yay., İstanbul 1998

Akira Kurosawa, Kurbağa Yağı Satıcısı, Agora Kitaplığı, İstanbul 2006

Nijat Özön, Türk Dili Sinema Özel sayısı Ocak 1968 Sayı: 196 s. 435–437


Baran Dergisi, 27 Şubat 2009


Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com

20 Şubat 2009 Cuma

İSLÂM TEFEKKÜRÜ “TEKÂMÜL NAZARİYESİ” HAKKINDA NE DİYOR?

Bu hafta hemen bütün gazetelerde şu haber yer aldı: “Aynı zamanda Darwin’in en ünlü kitabı olan ‘Türlerin Kökeni’nin yayınlanışının 150. yılı olan 2009, UNESCO tarafından Darwin yılı ilan edildi.” 2009 yılı niçin “Darwin Yılı” ilan edildi bilinmez ancak öncesinde zaten Hıristiyan dünyası “tekâmül nazariyesi”ni tasdik eder tarzda açıklamalar yapmaya başlamıştı. Mesela 2008’de İngiltere Kilisesi, Darwin’in 200. yaşının bir fırsat olduğunu söyleyerek, tekâmül teorisine karşı çıktıkları için özür dilemişti. Papa 16. Benediktus da, bilim adamlarına hitaben yaptığı konuşmada; “Evren ve evrim, Tanrı’nın yazdığı bir kitabtır. Son dönemin felsefî anlayışlarında, evrenin kökeninin maddî âlemden bir yahut birkaç unsura dayandığına ilişkin görüşler savunuluyor. Evren, yaradılış değil, mutasyon ve evrim biçiminde algılanıyor. Ancak mutasyona ve evrime uğramak için de evrenin, daha önce var olması, bir başka deyişle yaradılmış olması gerekiyor” demişti.
Bu çerçevede tekâmül nazariyesine karşı geliştirilmiş bir “akıllı tasarım” tezi var. Merkezi ABD’de olan “Keşif Enstitüsü” tarafından ortaya atılan bu tez, Hıristiyanların “yaradılışçılığı” savunduğu ve tekâmül nazariyesini eleştirdiği bir takım ilmî argümanlardan oluşuyor. ABD eski başkanı Bush’un da bu tezi desteklediği, hatta okullarda “akıllı tasarım” kitablarını okutmak istediği için eleştirilere maruz kaldığı söyleniyor. Türkiye’de de benzer çalışmalar yapılıyor.
Peki, “tekâmül nazariyesi” hakkında İslâm tefekkürü ne diyor? Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, “Berzah” isimli eserinin “Hayatiyat-Biyoloji” başlıklı bölümünde bu soruya cevab veriyor ve yıllarca “Darwin düşmanlığı” yapmayı “imândan” sayanları çarpıcı bir teşhisle başbaşa bırakıyor:
«Darwin hakkında şu düşüncemizi peşinen bildirelim: Ezbere tarafından kabul veya red tavrı bir yana, “en kötü sistem, sistemsizlikten iyidir!” hesabı, tekâmül nazariyesinin biyoloji alanındaki önemi, diğer hiçbir teoriyle kıyaslanamayacak kadar büyük olmuştur. Hâlâ. Biyolojinin temel prensiblerini içine alır. Diğer bütün biyolojik bilgileri birleştiren, onlara bir anlam kazandıran nazariyedir. Onsuz, biyoloji anlaşılamaz. Bu önemin derecesi şu sözlerle belirtilmektedir: “Fizik ve kimya için atom teorisinin önemi ne ise, biyoloji için de, tekâmül teorisinin önemi aynıdır!”... İşin asıl önemli ve püf noktası şudur: Canlıları sınıflandırmanın tekâmüle dayalı olması... İnsanlar pekâlâ yanlışlarla da işini görebilmektedirler misâli, sözkonusu sınıflandırma adına başka ne teklif ediyorsun? Yok! Bugün, sınıflandırma işi bir yana, hiçbir “kâinat, insan ve toplum” meselesine, bunlara dair hakikatlere birşey söyleyemeyen, kendi kendinden ibaret ve üstelik hiçbir bütünün içinde yer alamayan “teori”, bu hâliyle hem ilim ve hem de fikir gözünde, beşinci sınıf değerde bile değildir. Ama şu gün için pratikte, canlıları sınıflandırmanın araştırma ve müşahede safhasında, “koyunun olmadığı yerde keçiye abdurrahman çelebi” denmesi hesabı, ondan başkası yok! Darwin’in büyüklüğü de burada. “Teferruatı gösteren asıl” davası; asıl kof, ama teferruat müthiş zengin ve aslın ucuzluğu ve kolaylığı ile bu göze hitab ediş, kolayından kabulü sağlıyor. Üstelik başka da yok! Evet; Darwin’i büyük kılan, ilminin vecdini yaşayan bir adam olması, bunun merakı ve tükenmez enerjisi...» (1)
Peki İslâmcı cenahta benzerine rastlayamadığımız bu çarpıcı tesbit acaba ne anlama geliyor? Bizce, Darwin’in “ilminin vecdini yaşayan” ve “ilmini kendince sistemleştiren” tavrını, ona “karşı” oluşlarda göremeyen bir mütefekkirin, “yiğidi öldürmesi ama hakkını vermesidir”. Aslında tekâmül nazariyesine karşı, “yaradılışçılığı” savunma refleksinin gelişmesi tabiîdir. Ancak öne sürülen karşı tezlerde “yaratıcının varlığı”nın “bilimsel” olarak isbat edilmeye çalışılması abestir, çünkü bu bir “imân” mevzuudur ve inanan için apaçık bir bedahettir. Fakat mesele baştan yanlış konmaktadır: “Evrim-Tekâmüle inanmak” veya “Allah’a inanmak”. Hâlbuki tekâmül nazariyesi, adı üstünde bir “nazariyedir” ve isbata muhtaçtır. Allah’ın varlığı ise bir itikad mevzuudur ve “imânın olduğu yerde isbata gerek yoktur.” Selîm akılla meseleye yaklaşıldığı zaman, tekâmül nazariyesinin tenkid edilmesi gereken asıl noktası da bu çerçevede beliriyor. Şöyle diyor Mütefekkir:
«Burada, Darwin’in serüvenine geçmeden önce, dikkati çekmek istediğimiz iki nokta var... Birincisi Charles Lyell’in görüşlerinin ilgi çekiciliği, Avrupa’nın o günkü şartları içindir. Çünkü dünyanın bildiğimiz şekli, belirttiği nizam ve düzen, “anarşi eşyanın babasıdır!” diyen ve zıtlar içinde milyarlarca tesadüfün –sayısız diyelim!- bir araya gelmesiyle işi maddeye bağlayan Heraklit’ten beri gelen Allahsız kâinat görüşüne karşı, kâinatın bir ânda ve bildiğimiz şekliyle yaratıldığını müdafaa, dinî ve hâkim fikirdi. Çoğu ilmî verilerin ateist çizgide gelişmesinin sebebi de bu minvaldedir. Halbuki İslâm’da, dünyanın bir günde mevcut hâliyle yaratıldığı diye birşey yoktur. Aslında değişim nüvesi de İslâm’dan aparmadır; bunun örneklerini vermeden önce, kısa yoldan bu hususta Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin, “dünya, öyle dendiği gibi birkaç günde yaratılmamıştır!” sözünü hatırlatalım... Bundan sonra Charles Lyell: Onun belirttiği hakikat, fikir değil, fikrin doğrulayıcısı ilim, -arziyyat ilmi- dairesindedir. Bu hâliyle mahallî idraktir. Bu idrakin müntehasında kendini empoze eden bir mesele olarak hangi üst normu doğruladığı veya doğurduğu şartı ortaya çıkınca iş değişir. Üst normun onu nasıl değerlendirdiğine gelince, o da üst normlara göre değişir. Bu ölçülendirme içinde değerlendirmek gerekirse, sözkonusu arziyyat ilmi içinde bir tesbit olarak, bugün herkesin apaçık bilgi diye bildiği ve gördüğü bir husustur değişim... İkinci mesele: “Çocuk nasıl doğar?”... Şöyle doğar, böyle doğar... “Ya niçin doğar?”... Meselelerin davet ettiği meseleler hâlinde küllün sonsuzluğuna açıldın mı! Aynı şekilde, arziyyat, kendini tarif eder bir hudut içindedir, genel geçerli kural koyamaz; genel geçerli addedilen her keşfî kural, meselelerin davet ettiği meseleler berzahında, “Mutlak Fikir Gerekli” şartına çatar ki, o da kurulamaz, sadece imâna mevzu oluşuna göre sadece doğrulanır; doğruyu ve yanlışı gösteren “Mutlak Doğru”... Aynı eleştiriyi Darwin’e de yapmış olarak, tanıtmaya geçebiliriz.» (2)
Gerek bahsin uzmanı olmayışımız gerekse makale sınırları sebebiyle tafsilâtına giremediğimiz bu mevzuda, sadece şunun altını kalın hatlarla çizmekle yetiniyoruz: Biyoloji ilminin bugünkü temel prensiplerini belirleyen tekâmül nazariyesini, “yaradılışçı” etiketinden sıyrılarak, Müslüman ilim adamı edasıyla yerli yerine oturtacak (Yusuf Kaplan’ın ifadesiyle) “öncü kuşak”ın başucu kitabı, meseleye nasıl yaklaşılacağına dair ipuçları veren Salih Mirzabeyoğlu’nun BERZAH isimli eseri olacaktır:
«Dikkat: Bizim işimiz, doğruyu bilmeden sadece yanlışı çıkarma değil, yanlışı içindeki doğrularıyla doğrumuza vesile ve malzeme kılma işidir; tasarruf işi. Bunun için de, ona dair kılacağın doğrun olacak. Meselâ, 1970-1980 sıralarında boyuna “İslâm’da Devlet”, “İslâm’da İktisat” diye bir sürü kitab çıkar, içinde büsbütün sümüklü olanları bir yana, şöyle fikir ve ilim seviyesinde konuşmak isteyenleri bile, mevcutların tenkidlerini sıraladıktan sonra, “iyi yönleri İslâm’da, iyi yönlerini alalım!” sadedinde sade suya tirid lâflarla işi bağlarlardı... Aynı şey, bütün genişliğiyle “Tekâmül nazariyesi” adı altında ileri sürülenlere karşı da: Üstelik büsbütün sefil, rezil ve “ağız yolunu bilmez, kaşık çalar pilâva” hesabı... Netice olarak: Küll hâlinde inancı ve öğrendiği ve tatbik ettiği başka başka –meselâ biyolog ve doktor- olanlara, iç dünyalarında bu tezadı aşırıcı ve gerçek ilim adamı olabileceklere de, istikamete dair birtakım işaretleri verdiğime inanıyorum. Gerisi, mevzuun ehline kalmış!» (3)

1) Salih Mizabeyoğlu, BERZAH -Bütün Dalların Birleştiği Kök’e-, İBDA Yay., İstanbul 2006, s. 81-82
2) A.g.e., s. 83-84
3) A.g.e., s. 127

Baran Dergisi, 20 Şubat 2009

Gülçin Şenel
gulcinsenel@gmail.com

6 Şubat 2009 Cuma

SEYYİD HÜSEYİN NASR’DAN “KURTULUŞ FORMÜLÜ”(?)

Seyyid Hüseyin Nasr, 21 Ocak’ta bir konferans vermek üzere İstanbul’a geldi. CRR’de gerçekleştirilen konferansta Nasr, "İslâm'ın 21. yüzyılda karşı karşıya olduğu meydan okumalar neler?” konusu çevresinde bir konuşma yaptı. Bazı gazetelerde bu haber, «Seyyid Hüseyin Nasr “Kurtuluş Formülü” Önerdi» şeklinde verildi. Gerçekten “önerdi” mi? Biraz daha yakından bakalım.

Kimdir?

Ansiklopedik çerçevede biyografisi şöyle:

“Seyyid Hüseyin Nasr, 1933 Tahran doğumludur. Yüksek öğrenimini Massachusetts Institute of Technology’de fizik dalında yaptı. (1954). Harvard Üniversitesi’nde jeofizik alanında yüksek lisans (1956), bilim tarihi alanında doktora yaptı (1958). İran Devrimi’nden sonra ülkesinden temelli ayrılıp Amerika'ya yerleşti. Çeşitli üniversitelerde öğretim üyeliği de yapmış olan Nasr, hâlen George Washington Üniversitesi’nde İslâm Araştırmaları profesörüdür (1984-). İslâm, felsefe, karşılaştırmalı din ve çevre konularında konferansları ve çoğu İngilizcede olmak üzere pek çok kitabı bulunan ve 250 civarında makalenin yazarı olan Nasr, Réne Guénon’un başını çektiği gelenekçi akımın önemli temsilcilerinden biridir. (Bir Not: Nasr’ın, İran devrimi öncesinde Şah ile iyi ilişkileri vardı ve İran Felsefe Akademisi'nin başında bulunuyordu. Bu durum devrim sonrası mollaların Nasr ile arasını bozmuş ve ülkesine girmesi yasaklanmıştı.)” (1)

Teşhis Doğru Ama…

S. Hüseyin Nasr, İstanbul CRR’de verdiği konferansta İslâm düşüncesinin yaşadığı kriz çerçevesinde çok önemli teşhislerde bulundu. Kısaca derlediklerimiz şöyle:

"İslâmî geleneğin içerisindeki güç, bugün bütün alanlardaki problemlere ve ihtiyaçlara cevab verebilecek özelliktedir. Kişinin dünyayı algılamasında önemli olan DÜNYA GÖRÜŞÜ, batı propagandalarıyla ve batılı bir eğitim sistemi içerisinde oluşturulmaktadır. Ve İslâm dünyası sömürgeleştirilmektedir. Kültür gibi İslâm anlayışının vazgeçilmez bir unsuru değişmektedir. Başka medeniyet müntesibleri gibi yiyerek, giyinerek ve yaşayarak ayakta kalınamayacağını anlamamız gerekmektedir.”

"Bugün dünyanın yaşadığı ekonomik krizin üzerini biraz kazıyacak olursak, medeniyetin merkezindeki insan tipine kadar uzanırız… İnsan-ı Kamil olmaya çalışan insan tipinin yerine haris, mütekebbir insan tipi konmuştur… Dünya, Allah düşüncesinin uzağında yeniden kurgulanmış, her şeyin kaynağı olarak insan kabul edilmiştir. Bugün yaşadığımız çevre krizinden, ahlâkî değerlerin aşınmasına ve ekonomik krizlere varıncaya kadar bütün problemlerin kaynağı burasıdır…"

"Ahlâktan bağımsız bir ekonomik sistemin kurulamayacağını hâlâ kimse anlamıyor."

"İslâm medeniyetinin, kendi öz siyasî yapısının ve kurumlarının ortaya çıkması için bu konuda biraz araştırma yapması lazım."

"Batılı mantığı özetleyen bir söz vardır; bir şey hoşunuza gitmiyorsa, birkaç gün bekleyin düzelir, diye. Ancak bizim meselemizin böyle ucuz bir çözümü yok. İslâm dünyasındaki problemlerin aşılması için pratik olarak insanların önce kendilerinden başlaması gerekir. Kendisini değiştiremeyen, dünyayı da değiştiremez… Önce kendimizden, evimizden başlamak zorundayız…"

Nasr’ın bu konuşmalar çerçevesinde değerlendirilebilecek başka bir tesbiti:

Tasavvuf, geçmişte olup bitmiş bir olay değil tabiî. Bugün de, bu teknoloji toplumunda bile tasavvuf, önemli bir araç, büyük bir imkândır. Çağdaş dünyaya İslâm'ı anlatacak olan Müslüman yazar, bu yolla birçok şeyi daha kolaylıkla ifâde edebilir. İslâm'ın derûnî yönünü tasavvuf diliyle daha iyi ifâdelendirebilir. Çağdaş dünya, özellikle buna muhtaçtır. Modern dünyaya, çağdaş batı medeniyetine meydan okuyabilecek yegâne güç, bu dildir. Batılılara “emperyalistler” filan gibi suçlamalar yöneltmek kolaydır. Ama bunlar tamamen hissî cevablar, hissî tepkiler. Gerçek meydan okuma, batının felsefesine, antropolojisine, sosyolojisine, psikolojisine, tıbbına, yani batının bilimine karşı olursa bir anlam ifâde eder. Sonuç, ancak böyle alınır. Ucuz meydan okuyuşlar, bir yere götürmez. İslâm düşüncesinin zengin hazinelerini keşfetmedikçe, meydan okuyuşlar, içi boş ve kof bir meydan okuyuştan öteye gidemez, İslâm düşüncesinin hazineleri, tasavvuf geleneğiyle yakından ilgilidir. İslâm düşüncesinin mantığı, tasavvufun mantığıdır. Bugün de, psikolojinin, sosyolojinin, antropolojinin İslâmî versiyonu üzerinde düşünceler yürütülmüyor mu? Marksizm'in diyalektiğine nasıl cevab vereceksiniz? Onlara küfr içinde olduklarını söylemek kolaydır. Zor olan, gerekli fikrî cevabı verebilmektir. “Tebliği ulaştırdık” diyebilmemiz için, bu cevabı vermek zorundayız.”

“Nasıl” Yapmalı?

Seyyid Hüseyin Nasr’ın söyledikleri “ihtiyaç”ın ne olduğunu işaretlemesi bakımından önemli. Ancak bütün bunlar teşhisi aşıp, tedavi için harekete geçilmesi gerektiğini de söylemeyi gerektirmiyor mu? Hatta, artık bu işin “nasıl”ının halledilmesi gerektiğini?

Evet, elbette batılı düşünce biçimini aşıp, kendi düşünce biçimimizi oluşturmamız gerekmektedir. Yani, İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun “şuur süzgeci değişimi” olarak ifâdelendirdiği ihtiyaçtır bu. Peki cevabın adresi? Bizim için bu “ihtiyaç” kadar, asıl bu ihtiyaca cevab veren “fikir merkezi” de besbellidir. Önce “ihtiyaç”:

“Doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olamayacağı gibi, yeni bir şuur terkibi ifâde eden “Mutlak Fikir”’e muhatab “vasıta sistem” olmadan ve bu kuşanılmadan, “şuur”un kendisini belirleyen “nizam, akıl ve ahlâk” unsurlarını eleştirmesiyle, o şuurun bakış açısı dışına çıkılamaz. Kısacası; şuurun kendini eleştirmesi de eleştirdiği süzgeçten geçmektedir.”(2)

Ya “cevab”? Evet, doğrudur, batının felsefesine, antropolojisine, sosyolojisine, psikolojisine, tıbbına, yani batının ilmine-bilimine gerekli meydan okumayı, fikrî cevabı vermeliyiz ki, “Bu adam hasta!” demekten öte sadra şifa bir çözüm teklifimiz olsun. “Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu arasında kanatlarını açan ve birinciyi ikincinin önünde hesaba çeken” İBDA Fikriyatı, işte tam da bunun “nasıl yapılacağını” gösteriyor bize.

Seyyid Hüseyin Nasr’ın bağlı olduğu ve “Ebedî Gelenek” de denilen ekole bazı akademisyenlerin getirdiği eleştiri de bu istikamette; teşhisleri doğru ve eleştirileri yerinde fakat “çözüm için dörtbaşı mâmur alternatifleri ne?”. Böyle bir “cevab” teklif etmeksizin, sadece “İslâm” yahut “İslâm Medeniyeti” deyip geçen Türkiye’deki muadillerinin de kulaklarına küpe olsun bu tesbit:

“(…) Gelenekçilerin, modernizmi eleştirdikleri halde modernite yerine herhangi bir alternatif sistem getirmedikleri şeklinde eleştiriler yöneltilmiştir.”(3)

Velhâsıl, bütün bu “yapmalıyız-etmeliyiz” vezninde söylenenler, bu vesileyle haklı olarak dile getirilen problemler, Büyük Doğu-İBDA Fikir Sistemi’ne olan ihtiyacı işaretliyor yalnızca. O ise ortada! Demek ki gereğini yapmakta artık sıra: Büyük Kültür İnkılâbında!

1) Wikipedia.org (Seyyid Hüseyin Nasr)

2) Salih Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız –Süzgeç ve Şekil-, İBDA Yayınları, s. 35

3) Wikipedia.org (Tradisyonalizm)

Baran Dergisi, 6 Şubat 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com


2 Şubat 2009 Pazartesi

GAZZE’NİN ÇOCUKLARI YETİM DEĞİLDİR!


“çığlık içimde düğüm

çığlık gözümde yaş

bekle çocuğum

yeni bir dünya için

verdiğim savaş…”

Salih Mirzabeyoğlu


Gazze’de vahşice öldürülen, annesiz-babasız veya akrabasız kalan yüzlerce çocuk…

Okullar açılmış Gazze’de, ancak sınıfları dolduramayacak kadar azalmış çocuk sayısı; böyle haberler geliyor.

Bir yanda direnerek kazanan Gazze, bir yanda acısını yüreğine gömmeyi bilemeyecek kadar küçük, hafızasını yitiren, psikolojileri altüst olmuş, ruhları delik deşik edilmiş çocuklar…

Bir film izlemiştim, ismini hatırlayamıyorum, sanırım Rus yapımıydı. Bir katliama şahid olan küçük bir oğlan çocuğu âniden yaşlanıyordu; birden bire yüzü çizgilerle doluyordu. Aslında sembolik bir anlatımla çocuğun ruhunun resmini çiziyordu yönetmen.

Gazzeli çocuklar, küçücük bedenlerinde kocaman acılar taşıyan, “büyüyünce ne olacaksın?” sorusuna hiç beklemeden “şehid olacağım” diyen ve aslında küçücük bedenlerinde kocaman ruhlar taşıyan kahramanlar…

Çocuk kahramanlarımız bütün dünya Müslümanları adına direniyor, savaşıyor, şehid düşüyorken, buralarda başka bir telaş yaşanıyor.

Önce, bazı Türk sanatçılar Gazzeli kimsesiz çocukları evlat edinmek istediklerini açıkladılar. Ardından Türk Kızılayı girişimlerde bulundu. Fakat Filistin yönetimi olumsuz cevab verdi: Çocuklarımızı Filistin’den ayırmayız!

Ancak bu yönde haberler devam etti. Türk Kızılayı bu sefer Gazze’de bir yetimhane kurma kararı aldı, kimsesiz çocuklara bakmak isteyenler, yardımlarını bu yetimhaneye göndereceklerdi. Filistin yönetimi bu kez teklife olumlu yaklaştı.

Ancak meselenin çarpıcı tarafı da bu noktada başlıyor asıl. Türk Kızılayı Genel Başkanı Tekin Küçükali şöyle diyor:

“600 civarında çocuk öldü. Bir o kadar da yaralı çocuk var. Bu çocukların düzgün eğitim alması ve barışçı bir ortamı sağlamalarını istiyoruz. 10 yaşındaki çocuğa soruyoruz 'Büyüyünce ne olacaksın?' diye. Bizim ülkemizde öğretmen, doktor olacağım der, ama orada şehid olacağım diyor. Çocuklar sadece bir yere odaklanmışlar; ölmek yahut öldürmek. Bu önyargıyı çocukların kafasından silmek lâzım. Oraya göndereceğimiz pedagoglarımızın Arabça'yı da iyi bilmeleri gerekiyor ki çocukları dünya barışına hazırlayalım. Kızılay bunların üstesinden gelir."

Çocukların kafasındaki “önyargı”yı sileceklermiş, onları “dünya barışı”na hazırlayacaklarmış. Oysa o çocuklar bir “önyargı”yı değil, bizzat ve bilfiil bir “katliam”ı, “şiddet”i ve “işkence”yi yaşıyorlar ama bizim “önyargılı” beyefendiye ne gam! Birkaç hafta önce 600 çocuğun katledildiği bir bölgede “dünya barışı”ndan bahseden adamı taşlarlar!

Gazzeli çocukların bir daha böyle bir acı yaşamaması için yapılması gereken nedir? Onlara “dünya barışı” masalları anlatıp kandırmak mı, yoksa Yahudi-İsrail devletine haddini bildirmek mi? Ama görüldüğü gibi dertleri zaten Gazzeli çocuklar değil bu adamların; aksine, Yahudi-İsrail’e karşı kin ve öfke biriktirip, savaşmalarına engel olmak!

Ancak bunu kendi adına söylemiyor Küçükali, nitekim dünya medyası, bu çocukların büyüyünce “terörist” olacaklarının altını çizmeye başladı ya, önlem alıp, çocukları “dünya barışı”na hazırlayacak Kızılay! Dikkat buyurunuz:

“Gazzeli çocukların yaşadığı travmaya dikkat çeken İngiliz Guardian gazetesi, ‘Şok içindeki çocuklar şehidlik hevesine sürükleniyor’ diye yazdı. Guardian’ın haberinde, 20 yıldır şiddet ve travmanın çocuklar üzerindeki etkilerini araştıran Gazze‘nin önde gelen çocuk psikoloğu Abdülaziz Musa Tabet’in açıklamalarına yer verildi. 1990’lı yıllarda incelediği çocukların şu anda yetişkin olduğunu belirten Tabet, ‘O çocuklar savaşçı oldular. 15 yıl önce, bu çocukların daha agresif olacağı, savaşmak isteyeceği ve toplumda daha fazla şiddet olacağı uyarısında bulunmuştum’ dedi. Bugün Gazze’de yaşayan çocukların da şiddet ortamında büyüdüklerine dikkat çeken Tabet, ‘Bu yüzden daha agresif davranan başka bir nesil geliyor. Onlar daha da aşırı uçlara gidecekler, çünkü gelecekleri olmadığını düşünüyorlar. Çocuklar, anne babalarının öldürüldüğünü görüyorlar. Ne bekliyorsunuz ki?’ diye konuştu.

Financial Times, Gazze’deki durumun bedelini çocukların ağır şekilde ödediğini belirterek, bombardıman ve abluka yüzünden şiddete yönelecek bir neslin yetişmekte olduğu şeklindeki uyarılara yer verdi. Gazze’deki El Mezan İnsan Hakları Merkezi’nden Mahmud Ebu Rahma, ‘Benim çocukluğum, ilk intifada sırasında taş atmakla geçti. Bir sonraki Filistin nesli intihar bombacılarını üretti. Bir sonraki neslin daha ılımlı olması şansını görmüyorum’ diye konuştu.”

Şu rezilliğe bakınız; bir milyondan fazla insanın öldüğü, bunların büyük bir bölümünün çocuk ve kadın olduğu bir katliamdan sonra endişe duydukları tek şey, bu çocukların büyüyünce Yahudi-İsrail’e karşı savaşacak olması! Ve Türk Kızılay’ında, “bunu nasıl engelleriz?” telaşı!

Gazzeli Gazeteci Basim en-Nabris’in internette dolaşan günlüklerinde söylediği şu sözler ve o sözlerden taşan ruh yeter:

“Eğer girerlerse Gazze bataklığına saplanacaklar. İnsanlar göğüs göğüse çarpışacak. Onlar son ana kadar bundan kaçınacaktır. Askerlerinin morali ve daha fazla asker kaybı olmaması için bundan kaçınıyorlar. Onlar Gazze’yi ve Gazze halkını tanıyorlar. Gazzeliler canlarını, evlerini şartlar ne olursa olsun en çetin şekilde savunacaklardır. Şunu rahatlıkla iddia edebilirim: Bizim çıplak cesaretimiz onların bu korku ve hırsını yenecektir!”

Evet, Gazze’nin çocukları yetim değildir! Onların anaları, babaları, ekmekleri, aşları Filistin’dir. Asıl yetim ve mahrum olan, ruhları çürümüş, vatanlarının neresi olduğunu unutmuş, kendi çocuklarına işgal altında sömürge olarak yaşamayı ve asla başkaldırmamayı öğretmiş işte bu zihniyettir!

Son söz, Müslüman İngiliz Gazeteci Yvonne Ridley’den:

“Birkaç yıl sonra Ortadoğu’daki çocuklar Gazze halkının kahramanlık ve sergüzeştini dinleyerek büyüyecekler. Emin ellerde yatağa yatırılırken belki de soracaklar: ‘Peki İsrail’e ne oldu? Gerçekten var mıydı?’"


Baran Dergisi, 13 Şubat 2009


Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com