30 Ocak 2009 Cuma

Bir Bilgi Notu: NASREDDİN HOCA VE SEYYİD MAHMUD HAYRANİ

Nasreddin Hoca ve Seyyid Mahmud Hayranî… Bu iki büyük İslâm velîsi ve “delisi”nin birbirleriyle olan alâkaları, bizim için hayret uyandırıcı bir bilgi olduğu için araştırma-yazma ihtiyacı duyduk. Bu alâkayı bilenlere de hatırlatma kabilinden olsun:
Malûm olduğu üzere, Seyyid Mahmud Hayranî Hazretleri Akşehirli bir velî. Tilki Günlüğü’nde bahsi şöyle geçiyor:

“Hayran Hanım’dan aldığım kitabın ismi: Akşehir... Müellifi, tarihçi İbrahim Konyalı... 1946 tarihli basım... Kader, onu elime tutuşturdu... İçinde mühim bir bölüm var... Seyyit Mahmut Hayran ile Celaleddin-i Rumî arasında bir dostluk ve bağlılık tablosu... Ahmet Eflâkî’nin menakıbından alınmış... Şöyle... Şeyh Sinaneddin, uzun bir geziden sonra Mevlâna’ya erişir ve şu soruya muhatab olur: “Seyahatlerinde hiçbir merde eriştin mi, Seyit Mahmut Hayran Hazretlerini nasıl gördün, ne ile meşguldür?”... Şu cevabı veriyor: “Onu tilki gibi, saçı sakalına karışmış bir hâlde oturur gördüm; sizin temiz âleminize göz kapamış!”... Bu cevab üzerine Mevlâna güldü ve hiçbir şey demedi... Şeyh Sinaneddin Akşehir’e döndüğü zaman, Mahmut Hayran’ı çarşı başında uyuyor gördü... Mahmut Hayran, Şeyh Sinaneddin’e bağırdı: “Şeyh Sinaneddin!.. Ahrar reislerinin zamanında tilki gibi olmayı cana minnet biliriz!”... Şeyh Sinaneddin, Seyyit Mahmut Hayranı öptü ve gönlünü açacak sözler söyledi... Şeyh Sinaneddin başka bir zaman tekrar Mevlâna’nın yanına vardı ve şunları dinledi: “Alemde kalbleri uyanıklar çoktur!”... Ve şu beyitleri dinledi: “Eğer o deli hayatta ise ona de ki, nadir bulunur deliliği benden öğren!.. Eğer sen divane olmak istersen, benim benzerimin nakşını elbisenin üstüne dik!”... Ve sonra şu: “Her delilik için bir müddet sonra iyilik vardır. Fakat ey deli!.. Ne oluyor ki sen ifakat bulmuyorsun?”... Feci bir yorgunluk ve kesif bir mutluluk içinde, “Tilki Günlüğü”nü aksatmamaya çalışıyorum!..” (1)

Mahmud Hayranî Hazretleri’nin kısaca hayat hikâyesi de şöyle:

“Seyyid Mahmud Hayranî, Mesut Paşa’nın oğludur. Harran’dan Anadolu’ya göçmüş ve Konya’ya gelip yerleşmiştir. Bir süre Hazreti Mevlana’nın yanında kalmış, onun hizmetinde bulunmuş ve ondan feyz almıştır. S. Mahmud Hayranî, daha sonra, Akşehir’e giderek inzivaya çekilmek istemişse de kapıldığı ilahî aşkın tesiriyle cezbeye tutularak dağlara düşmüş, bir süre dolaştıktan sonra, meczub bir halde Akşehir’e dönmüştür.

Seyyid Mahmud Hayranî’yi çok seven Hz. Mevlana, vefatına kadar onu hiç unutmamış, gelip gidenlerden hep sormuştur. Pek çok kerametinden bahsedilen Hayranî, Hicri 667 Miladi 1268 tarihinde vefat etmiş, Sultan Dağı’nın eteklerinde, adını taşıyan, Sultan mahallesindeki türbesine defnedilmiştir. Sanduka kitâbesinin Türkçesi şöyledir. “Velilerin kutbu mesud şehit, merhum ve mağfur senedim ve efendim Seydi Mahmud İbni Mesut H. 667 yılında ölmüştür. Allah’ın geniş rahmeti üzerine olsun.”

Türbede mevcut, Türk tahta işlemecilik ve oymacılık sanatının şaheseri olarak kabul edilen üç veya dört sanduka, Konya’da oturan Alman Konsolosunun teşviki ile bir Ermeni tarafından çalınmış, bunlar yurt dışına çıkarılırken ikisi yakalanarak İstanbul’da Türk ve İslam Eserleri Müzesine’ne kaldırılmıştır. Büyük sanat özelliği taşıyan S. Mahmud Hayranî Türbesi’nin daha sonra yapılan Mevlana türbesine örnek olduğu ve aynı mimarın elinden çıkmış olabileceği ihtimali üzerinde durulmaktadır.” (2)

Diğer Taraftan Nasreddin Hoca da Akşehirli bir velî ve kaynaklarda Seyyid Mahmud Hayranî Hazretleri’ne intisab ettiği yazıyor. Onun da kısaca hayat hikâyesi şöyle:

Nasreddin Hoca, 1208–1284 yılları arasında yaşamış bir halk kahramanı. Aslen Sivrihisarlı olduğu ileri sürülse de Akşehir’de yaşar ve orada vefat eder. Babası Hortu köyü imamı olan Abdullah Efendi, annesi de aynı köyden Sıdıka Hatun’dur. Önce Sivrihisar’da medrese eğitimi gören Nasreddin hoca, babasının vefatı üzerine Hortu köyü imamı olur ve Akşehir’e 1237’de yerleşir.

O devirde önemli bir kültür merkezi olan Akşehir`de zamanın ünlü âlimleri Seyyid Mahmut Hayranî ve Seyyid Hacı İbrahim Sultan’dan dersler alır ve Seyyid Mahmut Hayranî`ye intisab eder. Medresede ders okutmuş ve Kadılık vazifesinde bulunmuştur. Bu görevlerinden dolayı kendisine Nasuriddin Hace ismi verilir ve bu isim zamanla Nasreddin Hoca’ya dönüşür. Derler ki, Nasreddin Hoca, derslerini dinlediği bu İslâm büyüklerinden birinin “hep gülesin ve güldüresin” duasına muhatab olduğu için, hikmetleri mizahî bir dille ifâdelendirmiştir.

«Nasreddin Hoca ile ilgili en eski kaynak olan Ebu’l-Hayr Rûmî’nin Saltuknâmesi’nde (M. 1495) Sarı Saltuk, Nasreddin Hoca’ya bir hediye göndererek dua talebinde bulunur. Hoca evde olmadığı için hocanın hanımı, onun yerine dua eder. Bu duanın bazı cümleleri şu şekildedir: “… Dünyada fâsık, fâcir ile alâka eyleme, ve dahi kötü kişiye karşı kendini ve hem malını güvenip emanet etme ve dilinden tevbe ve istiğfarı koma, kendin için isteyeceğini başkası için de iste, Allah’tan korkup Resûl’den utanasın ve ahiret için burada güzel amel işleyesin, yaramaz işlerden kaçasın, günahlarını çoğaltmayasın ki gönlün kararmasın. Böylece gönül aynanda gizli sırları keşfedebilesin, Hakk’ı müşahede edebilesin.”» (3)

Allah, büyüklerimizin ruhâniyetini hiçbir ân üzerimizden eksik etmesin.

1) Salih Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü –Ufuk ile Hafiye-, İBDA Yayınları, c.3, s. 557

2) Av. M. Ali Uz, Baha Veled’den Günümüze Konya Alimleri ve Velileri, Konya, Mayıs 1993

3) Fahir İz, Türk Edebiyatında Nesir, c. l, s. l7’den aktaran: Yağmur Dergisi, Sayı: 26, Ocak-Şubat-Mart 2005

Baran Dergisi, 30 Ocak 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com


23 Ocak 2009 Cuma

MÜJDELERİN MÜJDESİ: SALİH MİRZABEYOĞLU


“SUDA BOĞULAN BALIK”

«Mümkün müdür, icatlara, ilerlemelere rağmen, kültüre, dine, felsefeye rağmen hayatın sathında-yüzeyinde kalınsın? Mümkün müdür, bilinmesi yine de bir kazanç olan bu satıh bile, yaz tatillerinde salon mobilyaları gibi, aklın alamayacağı kadar yavan bir kılıfla kaplansın?

Evet, mümkündür.

Mümkün müdür, bütün dünya tarihi yanlış anlaşılmış olsun? Mümkün müdür, ölen yabancıdan söz edeceği yerde, çevresine üşüşen kalabalığı anlatır gibi, hep yığınların lafı edildiği için, geçmiş yanlış anlaşılmış olsun?

Evet mümkündür.» (1)

Rilke’nin işaret ettiği “mümkünler”in gerçekliğini yaşarken biz, hayatın sathında kalmışlığı, bu satıhta kalmışlığı işaretlerken bile yavan kılıfları aşamayışı, bu aşamayışı dert etmemeyi öğrendik.

Biz ki, müslümandık; İslâm’la müşerreftik… Tatlı suda yaşamayı bilmezdik, akvaryum balığı olduk… Belki biraz debelendik ama boğulmayı bile beceremedik!..

«Âdem bina yıkıntısının kıyısında acı ve hüzün duygusunun açtığı o garib aydınlığına kaçıcı bir yerde gizliden gizliye keyif sürüyor… Osman birden haykırdı:

-“Akvaryuma bakın efendim?”

Âdem, müthiş bir manzarayla karşılaştı; akvaryumun tatlı suyunda bir istavrit balığı çılgınca çırpınıyor, ağzını alabildiğine açmış, başını sudan çıkararak nefeslenmeye çalışıyor!

-“Suda boğulan balık!”

Öyle ya!.. Aynen!..» (2)

Bir adam düşünün ki, bütün insanlığın ona yüklenen sorumluluğunun ıztırabından izlerle-eserlerle yepyeni bir dünya kuruyor...

«Sokağa çıkacak hâle gelme ve sokağı gerçekten insanların gezdiği hâle getirme hayâlinin, ümidinin, çabasının ve bunların tam zıddı duyguların, mevsimler boyu süren koza hayatı; bazen fildişi kule, bazen canlı cenaze olarak içinde bulunulan tabut, bazen yanıp kül olmuş ve şuracıkta süpürülmekten kurtulmuş veya unutulmuş kâğıdın mekânı… Evdeyken içindeki sokaklarda gezme ve dostlukları yaşamanın, sokaktayken içe bakma ve eve kaçmanın gidiş gelişlerinde geçen hayat.» (3)

Bir adam düşünün ki, bütün insanlar-müslümanlar onun fikrine hem ölesiye muhtaç, hem de ondan ölesiye mahrum…

«İşte bu saatler, güneşin sulara veda saatleri, sözleri suskunluğa emanet edip gidiyorum. Mekânda varolmak vehminin de olmadığı bir vehmi duyuyorum; “sakın zaman büsbütün tükenmiş, mekân dürülmüş olmasın!”

Madem ki karanlıkla aydınlığı ayırdedebiliyorum –ki, hâli duyuyorum-, öyleyse geliyorum!

Açılan kapı. Henüz tamamlanmamış evdeyim.

Evdeyim. Mânâda bir çizgi daha beyaz yaprak üstüne.

Düşünün, neden bir kumaş gibi dokunamadığını ruhların ve nasıl dokunacağını. Beyaz kâğıt; üzerine bir siyah çizgi, sonra sarı, sonra lacivert, sonra falan ve filân… rengarenk oldu kâğıt. Hani HÂKİM renk?

Bir de şunu düşün: Hâkim rengi BULMUŞSUN. Bir çizgi; bir eser. Sonra bir çizgi daha; bir eser daha. Ve beyaz zemin, üstüste çizgilerle kapanıyor!..

Evdeyim. Mânâda bir çizgi daha beyaz yaprak üstüne; onun üzerindeyim. İşim acele mi, acele. Dünya bir inkılâb bekliyor ve ben beklenendenim!» (4)

Mümkün müdür, dünya büyük altüst oluşlar yaşasın, bütün insanî değerler, ahlâk-din, fikir, sanki hiç olmamışlar gibi, ekmeğe, aşa, mevkiye meze yapılsın?

Mümkün müdür, dünyada “insan olmak” namına tek bir ideal kalmasın, insan denen şey ruhu olmayan bir kadavraya, bir Frankeştayn ucûbesine dönüşsün?

Mümkün müdür, her gün, her dakika, her saniye meydana gelen mûcize, yani “yaşamak”, bir “akıllı füze” kadar hayrete düşürmesin insanı?

Mümkün müdür, dünyayı yeniden, insanca-müslümanca “yaşanacak” bir hâle getirmenin mecnunca sevdasıyla bir adam çıksın ortaya; bütün diller sussun, gönüller başlasın konuşmaya; bütün kelimeler, bütün lûgatler onu çağırsın? Kütübhaneler dolusu eseri, dünyayı sarsan-sarsacak fikirleri insanların ruhlarında mânâ helezonları oluştursun, dalga dalga uyansın insanlar “insanlığa”?

Mümkündür!

«Bütün bunlar mümkün olduğuna göre, ne pahasına olursa olsun bir şey yapmalı. İnsanı tedirgin eden bu şeyleri düşünen herhangi birisi, ihmal edilmiş işleri aradan çıkarmaya başlamalı; hatta rastgele birisi olsun, bu işin tam ehli olmasın: BU İŞİ YAPACAK BAŞKA KİMSE YOK Kİ.» (5)

BİR RÜYA’NIN HİKÂYESİ

Yıl 1999… Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu Metris cezaevinde… Bu demde, Konya’da bir genç tutuklanır… Bu genç adamın eşi, bir gün komşuları ile dertleşirken, komşusu olan Fikriye hanım şöyle sorar:

“Kim bu adam? Televizyonlar ona terörist diyor, ne işiniz var teröristlerle?”

Genç hanım cevablar:

“O çok büyük bir adam, terörist değil.” Komşusu, tanıdıklarının derman kapısı, dindar bir hanım. Yakınları bir müşkülleri olduğunda, bir işin hayırlı olup olmadığı hakkında istihareye yatması için ona gelirmiş; böyle bir hanım. Akabinde, mezkûr hanım şöyle bir teklifte bulunur:

“Madem öyle diyorsun, ben bir istihareye yatayım. Eğer bu adam dediğin gibi büyük bir zât ise, tamam. Yok değilse bu adamın peşini bırakacaksın.”

Genç hanım kendinden emin bir edayla kabul eder teklifi. Ertesi gün, komşu hanım sabahın erken bir vaktinde kapısına dayanır genç hanımın. Ve büyük bir şaşkınlıkla, “Ben böyle rüya görmedim hayatımda” diyerek başlar anlatmaya:

“Bir evdeyim. Bu ev, daha önce dua etmeyi, istihareye yatmayı öğrendiğim, yıllar önce vefat etmiş hoca hanımın evi. Onunla konuşurken, birden pencerede bir adam peydahlanıyor ve içeriye bakıyor. Pencereye koşuyorum, bu adam O adam: Salih Mirzabeyoğlu! Pencereyi bir açıyorum ki, ne göreyim. Kelimelerle ifade edilemeyecek bir nur, bir beyazlık. Bambaşka bir âlem… Her taraf bulut, anlatılamayacak kadar güzel bir âlem… Bakıyorum, ileride erkek çocuklar var, sıraya girmişler. Etrafta üstüste yığılmış beşikler, yataklar dikkatimi çekiyor… Ne oluyor burada diye anlamaya çalışırken öğreniyorum ki, bu sıraya girmiş erkek çocukları sünnet olmayı bekliyor. Sünnet eden de o adammış: Salih Mirzabeyoğlu!”

Müjdelerin Müjdesi: Salih Mirzabeyoğlu!..

1) Maria Rainer Rilke, Malte Laudris Brigge’nin Notları, Adam Yay., s. 18

2) Salih Mirzabeyoğlu, Müjdelerin Müjdesi-Mim Mim’in Hik­âyesi-, İBDA Yay., İstanbul, s. 95

3) A.g.e., s. 24

4) A.g.e., s. 83

5) Maria Rainer Rilke, a.g.e., s. 19


Baran Dergisi, 23 Ocak 2009


Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com



16 Ocak 2009 Cuma

“İNSAN OLMAK” YAHUT “HAYAT HAKKINA PAYDOS DEMEK”!

Lânetli kavim Yahudiler (Allah’ın gazabı üzerlerine olsun), Müslüman Gazze halkını katletmeye devam eder ve bütün dünya seyrederken, en çok şu sözleri duyuyoruz; “insanlık ayıbı”, “insanlığımızdan utanıyoruz”, “bu nasıl insanlık?” vesaire… Bu sözlerin muhatabı olan Yahudiler aslında “insan” falan değil, onlara “insanlık” atfederek yormayalım bu yüzden kendimizi.

Peki, bizim “insanlığımız” ne durumda? İşte bu sual, toplum olarak “hâlâ” adam olamayışımızın belki başlıca sebebi olarak, sürmekte olan savaş ve katliamların sorumluluğunu da öyle etrafta filan değil, kendimizde aramamız gerektiğini bize ihtar ediyor. Kâfir kâfirliğini yapacak! Peki “Müslüman-insan”, Müslümanlığını-insanlığını yapıyor mu?

İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun son kitabı “İNSAN -Erkek ve Kadın-”, tam da bu suale cevablarla dolu bir eser. Mütefekkir, meseleyi dünya görüşümüz (Büyük Doğu-İBDA) merkezinde ele alırken, psikolojiden felsefeye tüm Batı tecrübesini de süzgeçten geçiriyor ve pırıl pırıl ölçülerle başbaşa bırakıyor okuyucusunu-muhatabını. Kitabtaki “insanlık” süzgecinden geçmeyi başaramayan tortularda, sanki günümüz insanlığını seyrediyoruz; başıboş, ruhsuz ve muhtevasız et-beden yığınlarını…

Şöyle diyor Mütefekkir: “İnsanlık, Allah’a halife olma mertebesidir. Allah’ın halifesi olan herkes, bu mertebeyi ve ismi hak eder… HALİFE, HALİFESİ OLDUĞU KİMSENİN ÖZELLİKLERİYLE GÖZÜKÜR; BU SEBEBLE BEŞER TÜRÜNÜN HER FERDİ HALİFE OLMADIĞI GİBİ, ŞEKİL YÖNÜYLE İNSAN DESEK DE, İNSANLIK MERTEBESİNİ HAK ETMİŞ BİR İNSAN DA DEĞİLDİR. Böyle bir insan, hayvan insandır.” (1)

Diğer taraftan insanın hayatındaki mânâ arayışına, Batıda ortaya çıkan bir “psikolojik yaklaşım”dan bahsediliyor eserde. İnsanın kendi varoluşunun mânâsını arayış tecrübesinin üzerinde yoğunlaşan “Logoterapi”dir kendisinden sözedilen:

“İnsanın anlam arayışı, içgüdülerin “tali-ikinci derecede, sonradan gelen” bir akıllaşması değil, hayatındaki temel bir güdüdür. Bu anlam, sadece kişinin kendisi tarafından bulunabilir oluşuyla ve böyle olması gereğiyle, eşsiz ve özel yapıdadır; ancak o zaman bu, kişinin kendi anlam talebini doyuran bir önem kazanabilmektedir. Bazı otoritelere göre anlamlar ve değerler, “savunma mekanizmalarından, tepki oluşumlarından ve yüceltmelerden öte bir şey değildir”. Ama bana göre, ben sadece “savunma mekanizmalarım” uğruna yaşamak istemeyeceğim gibi, sadece “tepki oluşumlarım” uğruna ölmeye hazır da olmam. Öte yandan insan, kendi idealleri ve değerleri için yaşayabilme, hatta ölme kabiliyetine sahibtir.” (2)

Günümüzdeyse, yaşadığımız toplumda, bu mânâ arayışının yerine, makam, mevkî, hedonizm ve servet ikâme ediliyor besbelli. Gençler apolitikleştirilmiştir, hayatlarına mânâ verecek yüksek bir hedef ve soylu bir dâvâ yoktur. Bu sebeble “kariyer”de de başarılı olamamaktadırlar. Geçenlerde bir tiyatroda oynanan “Sokrat’ın Son Gecesi” isimli oyunu, “günümüze hitab etmiyor” diye eleştiren “ünlü” tiyatrocu, bilmeden bir doğruya parmak basıyor aslında. Çünkü günümüzde, Sokrat’ın insan hayatındaki mânâ arayışına karşılık verecek “ıstırablı” insan zümresi yok da ondan.

Sadece adı Müslüman, fakat kendisinin ne olduğunu ve niçin varolduğunu bilmeyen, aramayan, sormayan; etiketlerden sıyrılıp, hakiki insana, yani müslümana ulaşamayan “ıstırabsız” insan… Bütün İslâm coğrafyasında yaşanmakta olan bu savaşlar, bu katliamlar, işte biz “insan olamadığımız” için sürüyor. Bunu anlamak ve Üstad Necib Fazıl’ın diliyle “Ya Herrû Ya Merrû” demek çok mu zor? Şöyle haykırıyor Üstad:

“YA HERRÛ YA MERRÛ!

GÖZÜKARA İsrail komandolarının Beyrut Hava Alanında gösterdikleri marifet malûm... “Marifet” kelimesini alay mânâsında kullandığımı sanmayınız! Hâdiseden Arap âlemi ve onun arkasında İslâm dünyası o kadar hicap duymak mevkiindedir ki, eğer elinden hiçbir şey gelemeyecekse, şu acı, yakıcı, eritici itirafta bulunsa yeridir:

Yahudiler, baş düşmanı oldukları İslâm dininin hamle ve hareket icaplarına, bugün, müslümanlardan veya müslüman geçinenlerden daha yakın bulunuyorlar!

Birkaç gözükara, helikopterle havadan iniyor, sivil hava meydanındaki uçakları yakıyor, ortalığı talan ediyor, sonra basıp gidiyor da, ne orada, ne de sonra kendi topraklarında bir mukabele görebiliyor. Araplar, yahudileri, bir nevi teşkilâtından başka bir şey olmayan bir (konsey)e şikayet etmekle kalıyor; ve bu küstahların küstahı harekete karşı biricik tepki, gülünç bir teessüf edasiyle birkaç kuruşluk sadaka hakkının tasdikinden ileriye geçemiyor.

Koca Arap, hatta İslâm âleminde birkaç fedaî yok mudur ki, içi dinamit dolu bir uçakla (pike) şeklinde İsrail’in başlıca hava üssüne çivi gibi saplansın ve yalınız oradaki uçakları değil, yüzlerce insanı da kendileriyle beraber havaya uçursun?

Ya herrû, ya merrû!

Ya gerçek müslüman olmayı bilmek, yahut hayat hakkına paydos demek...” (3)

1) Salih Mirzabeyoğlu, İnsan –Erkek ve Kadın-, İBDA Yayınları 2008, s. 26

2) A.g.e., s. 332

3) Necib Fazıl Kısakürek, 1001 Çerçeve-4, Toker Yay., 1969, s. 93

Baran Dergisi, 16 Ocak 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com


2 Ocak 2009 Cuma

KAPİTAL, HÜRRİYET VE ÜÇÜNCÜ GÖZ

Kapital’in “kapitalist” çizgi romanı çıktı!

Marx’ın “Kapital”inden bahsediyoruz elbette. Japonya’da uyanık bir yayıncı, Marx’ın bu eserini “çizgi roman” formunda yayınlamaya başlamış. Ortaya nasıl bir şey çıkmıştır bilemiyoruz fakat gazetelerde yer alan haber kısaca şöyle:

“Küresel ekonomik krizle birlikte aranan kitablar listesine giren Karl Marx’ın şaheseri Kapital, Japonya’da çizgi roman olarak yayımlandı. Kitabı yayımlayan EastPress Yayınevi yöneticisi Yusuke Maruo, Kapital’in birinci cildinin Manga (Japon çizgi romanı) versiyonunun, piyasaya sürüldükten sonraki ilk birkaç günde 6 bin adet satıldığını söyledi. Manga versiyonunun Kapital’in orijinaline ilgiyi artırmasını umduklarını belirten Maruo, "Açık ki, son küresel kriz sistemin düzgün biçimde işlemediğine işaret ediyor. İnsanların kapitalist toplumun sorunlarına cevab bulmak için Marx’a başvurduğunu düşünüyorum" dedi. Maruo, hedef kitlelerinin 30’lu yaşlarındaki büro çalışanları olduğunu belirtti. Japonca yayımlanan Kapital’in 1. cildinin Manga versiyonunun İngilizce, Almanca ve Çince çevirilerinin de hazırlandığı ve gelecek yıl piyasaya sürüleceği, Kapital’in diğer ciltlerinin Manga versiyonlarının da yayımlanacağı belirtildi.”

Marx’ın “Kapital”ini tam da karşısında olduğu kapitalizmin bir ürünü haline getirmek, “küresel ekonomik kriz”e ve kapitalist toplumun dertlerine devâ olacakmış. İşte biz buna, tutarlı bir “şuur süzgeci”nin yokluğu diyoruz. Kapitalist dünyanın düşünce ve fikir kalıblarına uygun olarak ürettiğin bir “Marx-Kapital” ürünüyle, Marx’ın kendi toplumuna yaptıramadığı “sıçramayı” yaptıracaksın öyle mi? Ne yazık ki, buna ancak Marx’ın ve Kapital’in karikatürleştirilmesi ve liberal ekonominin dümen suyuna sokularak yok edilmesi denir. “Küresel ekonomik kriz” dalga dalga yayılır ve kan emici emperyalist hegemonyanın canhıraş batışını simgelerken, “bir tekme de sen savur!” demek lâzım; “Artık yeni şeyler söylemek lazım cancağızım”. (Mevlânâ)

“Hürriyet tablosu çarşafa büründü”

Bir grup Batılı fotoğrafçı, ünlü ressamların 10 farklı tablosunu, üzerlerinde “rötuşlar” veya “oynamalar” yaparak yorumladıkları bir sergi düzenlemişler. Bu fotoğraflardan biri de Delacroix’in meşhur “Halka Yol Gösteren Hürriyet” isimli tablosuna göndermede bulunuyor. Hâdise de burada meydana geliyor. Çünkü orijinal tabloda göğüsleri açıkta olarak resmedilmiş kadın figürü, fotoğrafçılar tarafından çarşaf ve peçeye büründürülerek yorumlanıyor. Medyada yer alan haber şöyle:

«Ünlü fotoğrafçı Gérard Rancinan, sık sık sansüre uğrayan Delacroix’nın tablosundaki kadını çarşaflı olarak tasvir etti. 19. yüzyıl Fransız ressamı Eugene Delacroix’nın “Halka Yol Gösteren Hürriyet” eserinin, hürriyeti sembolize eden kadının “göğüslerinin çıplak olduğu” gerekçesiyle 2 yıl önce Türkiye’de ders kitablarından çıkarılması dünyaca ünlü fotoğrafçı Gérard Rancinan’ın orijinal bir fotoğraf çalışmasına yansıdı. Paris-Match dergisinde yer alan fotoğrafında Rancinan’ın 1830 Temmuz ayaklanmasının anlatıldığı Delacroix’ya ait tablodaki hürriyeti sembolize eden kadını, sık sık sansürlenmesi sebebiyle bu şekilde tasvir ettiği belirtildi. Rancinan’la birlikte projeyi tasarlayan gazeteci Caroline Gaudriault, Milliyet’e yaptığı açıklamada, “Aynı tablonun değişik ülkelerde (Japonya ve Körfez ülkeleri) çeşitli biçimlerde engellendiğini, Türkiye’deki ders kitabı olayının tek olmadığını, olayın tek başına söz konusu fotoğraf çalışmasına esin kaynağı olduğunun iddia etmenin doğru olmayacağını” dile getirdi.»

Delacroix tablosu, Türkiye’deki lise ders kitablarından sözkonusu resimdeki kadının “göğüslerinin açık olması” sebebiyle çıkarılmış, tabiatiyle buradaki kimilerine bu pek dokunmuş, derken böyle bir sergiyi haber alır almaz bizim acar lâik gazeteciler heyecanlanmış, bundan bize de bir “sermaye” çıkar mı diye habere atlamış ve hiçbir fedâkarlıktan kaçınmayıp Avrupa’ya kadar uzanarak sergi tertibçilerine mikrofon tutmuşlar. Gerçi umdukları cevabı alamamışlar ama, umdukları haberi yapmaktan yine de kaçınmamışlar.

Diğer taraftan, lise ders kitablarından malûm resmi çıkartarak güya hassasiyetlerini gösteren “resmî” ahlâk fedailerine de şunu sormak gerek: Hergün televizyonda, internette, gazetelerde, sadece göğüs de değil, tamamen çıplak kadın resimleri gören bir gencin ahlâkının yalnızca Delacroix tablosunu gördüğünde bozulacağını mı tahayyül ediyordunuz? Bunu kitablardan kaldırarak, tüm sokaklarından kanalizasyon akan bir cemiyetin ve gençliğinin ahlâkını mı kurtarmış oldunuz? Siz bizimle dalga mı geçiyorsunuz?

Son olarak, sansürlenen resme tepki olarak ortaya konduğu (sergi tertibçilerine doğrulatılamasa dahi) iddia edilen fotoğrafla ilgili olarak söyleyelim ki, Batılı bir resmin ve onun ifade ettiği “hürriyet” anlayışının Doğululara (Japonya ve Körfez ülkelerinde de sansürleniyormuş ya!) dayatılması, Doğunun bu “hürriyet” anlayışını tabiî olarak kusmasına sebeb olur. Fotoğrafçının resimdeki kadına çarşaf giydirerek Doğulularla “inceden” dalga geçmesi de abesle iştigâl. Eğer birazcık sanatçı haysiyeti varsa, “Batı tipi” hürriyetin Irak’a ve bilhassa Iraklı kadınlara yaptıklarını da aynı Delacroix tablosuna yerleştirsin ki, bu sayede herkes öğrensin katliam, işkence, tecavüz ve zulmün Batıcı “hürriyet” ve “sanat”a düşen payını!

“Körlerde üçüncü göz açılıyor”

“Bilim insanları, görme özürlü bir adamın altıncı hissini kullanarak, önüne konan engelleri aşabildiği ve karşısındaki kişinin yüz ifadesini okuyabildiğini tesbit etti. Tamamen kör olan T.N. adlı hastanın, şuuraltı kabiliyetlerini kullanarak etrafındaki masa ve kutuları aşabildiği, karşısında duran kişilerin yüz ifadeleri ile ortaya koyduğu mutluluk, üzüntü ve endişe hislerini farkedebildiğini ortaya koydu. Araştırmayı yapan bilim adamları, bu kişinin sağlıklı kişilerin bile görmediği şeyleri hissedebildiğini ortaya koyarak, ‘kör görüşü’ dedikleri şuuraltı kabiliyetleri ile altıncı hissini kullanarak normal fert gibi hayatını devam ettirebildiğini belirtti. ‘Current Biology’ adlı dergide, ilk ilmî açıklama tarzında sunularak yayımlanan ve bilim adamlarının ortaklaşa çalıştıkları bu projenin sonuçları, T.N. adlı hastanın objelerin yerini bire bir tesbit edemese bile beyninin şuuraltı seviyesinde reaksiyon gösterdiğini ortaya koydu. Araştırmanın insan istidat ve kabiliyetlerini gösteren ilk çalışma olduğunu ifade eden Tilburg Üniversitesi’nden Prof. Beatrice de Gelder, bu araştırmanın sonuçlarının insanoğlunun gücünü bir kez daha ortaya koyduğunu, insan istidatlarının tahmin edilenden daha fazla fonksiyonlara sahip olduğunu belirtti.”

Bu çarpıcı haberin tedâisi: Batılı 21. yüzyılda, “görme duyusu holografiktir” diyedursun, İmam-ı Gazalî hazretlerinin yüzyıllar önce işaretlediği hikmet şu meâlde: “İdrak ‘görme’den önce gerçekleşir”. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, bu çerçevede, “Hiss-i Müşterek” başlığı altında şöyle diyor: “Bir kimsenin görmesi ve bir sesi duymasında, iki gözle iki suret ve iki kulakla iki ses olmasına rağmen onların bir tek olduğunun kavranması, gözlerin ve kulakların ötesinde (duyu idrakinden önce) bir batınî idrak mahallinin bulunmasındandır. Hasselerin ayrı ayrı ve bir bütün olarak idrak edildiği bu kuvvet, hiss-i müşterektir. Ruhun müdrik-idrak edici olması, mahsusatın (duyularla algılananların, hislerin) bu kuvvette toplanması dolayısıyladır; ve sözkonusu kuvvetin idrak etmeden başka bir vazifesi yoktur.” (Sefine – Suver-i Hayâl Âlemi, İBDA Yayınları, s. 139)

Sözün özü, belki de, idrâk eden “ruh”tur; ve yine idrâk edilen de! “Ruhun ruhla bilinişi” ki, ne varsa içimizde!..

Baran Dergisi, 2 Ocak 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com


DÎVÂN EDEBİYATI’NIN MEŞHURU, GÜNÜMÜZÜN MEÇHULÜ BİR ŞAİR: ŞEYH AHMED EL CEZERÎ

Doğrusunu söylemek gerekirse, bizde, İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun “Büyük Muztaribler” isimli eserinin 4. cildinde karşılaştığımız manzaraya kadar, lise edebiyat derslerinden kalma bir tad ile Fuzulî ve Şeyh Galib’in birkaç mısraından başka bir Dîvân Edebiyatı kültürü mevcut değildi. Lisede “failatün failatün failün” kalıblarını ezberlemekten bu muazzam şiirin zevkine varamamış bizim gibilere Dîvân Edebiyatı’nın kapılarını aralayan Mütefekkir, bu eserle, “fikirden süzülmüş şiir” anlayışının eşsiz misallerini göstererek, hem şiir hem de fikir ziyafeti veriyor.

Şiirleri okudukça anlıyoruz ki, Dîvân Edebiyatı, bugünün dünyasına yabancı bir ruh ikliminde gelişmiştir. O ruh iklimi, diliyle, kültürüyle, sanatıyla, edebiyatıyla kökünden kazındığı zaman, Dîvân Edebiyatı’ndan zevk ve şevk alacak idrak de ortadan kalkmıştır. Günümüzde “Türk Edebiyatı”nın bir türlü gelişemeyişinden şikâyet edenlerin, ruh köklerinden kopuk bir edebiyatın nasıl gelişebileceğini kendilerine sormaları gerekir. Dîvân Edebiyatı’nın eserlerini okuyamayan, anlayamayan, mânâlandıramayan bir nesil, “edebiyattan” bahsediyor. Böylece, sadece “edebiyat yapıyorlar”!

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, Dîvân Edebiyatı’ndan kopmuş-koparılmış nesillerin acınası hâlini (hâlimizi) bir nükteyle özetliyor:

“Dîvân edebiyatımıza bakışa dair bir nükte olsun diye, şair Attilâ İlhân’ın bir hatırasını nakledelim: 1970’li yıllarda olsa gerek, Atina’da yapılan bir şiir şölenine katılıyor. Dünyanın çeşitli yerlerinden gelen şairler, şiirlerini okuyorlar… Sonra kendi aralarında sohbet… “Bizim şairlerden hangisine âit bir şey okusam, nezaketle beğendiklerini söylüyorlardı ve lafın arasına da, Avrupalı filân şâire benzediğini sıkıştırıyorlardı. Bunun üzerine bizim Dîvân edebiyatının ağır toplarına başvurdum. Bir beyit okuyorum, şaşırıyorlar, bunu kendilerinden filâncanın 150 sene sonra farkettiğini söylüyorlar. Başka bir beyit okuyorum, şaşırıyorlar, bunu kendilerinden filâncanın şu kadar devir sonra farketmiş olduğunu söylüyorlar!”… Neticede, hazine belli de, onu takdir edecek ehiller lazım; ki, hayatımızın içine girebilsin.” (1)

Yine Mütefekkir, aynı eserde Fuzûlî bahsinde şöyle diyor:

“Fuzulî, bizde, Batı’da çok sonra sözkonusu olan ve batı patentli sanılan “fikirden süzülme şiir” anlayışının –ki sadece o değil, Dîvân edebiyatının bütün büyük şairleri bu soydandır-, yalnız temsilcisi değil, bunu Dîvânlarında da açıklamış, yâni işin “poetika-şiir hikmeti” bahsini de ortaya koymuş biridir: Hani şu, “bir yanda şiir, diğer yanda sanatı üzerine düşünme” meselesi.” (2)

Divan Edebiyatı’nın genel olarak hayatımızda yer almaması bir yana, belki de resmî ideolojinin Kürt dili ve kültürü üzerindeki sansürü sebebiyle adını duymadığımız Kürt Dîvân şairleri de var. Nûbihar Yayınları arasında çıkan “Melaye Cızîrî, Türkçe-Kürtçe Diwan” isimli eser, bilinmeyen bir Kürt şairini, hem de dönemin oldukça meşhur, fakat bizce meçhul bir şairini, Kürt Dîvân Edebiyatı’nın önemli şahsiyetlerinden biri olarak takdim ediyor: Şeyh Ahmed el Cezerî (Melaye Cizîrî).

Hayatı hakkında çok fazla malûmat olmamakla beraber, araştırmacılar, onun 1589-1570’li yıllarda Cizre’de doğduğunu söylüyor. İlk eğitimini babasından alan Cezerî, Diyarbakır, Bingöl, Hasankeyf gibi bölgelerde eğitimini sürdürür. Diyarbakır’da, dönemin önemli âlimlerinden Molla Taha’dan icazet alır. Bağdat’ta dil, felsefe, edebiyat ve astronomi üzerinde çalışır.

Radikal Gazetesinin kitab ekinde Cezeri’den şöyle bahsediliyor:

“Cizîrî’nin hayatının kronolojisi etrafında örülen efsaneler onu Şark’ın diğer âlimleriyle yan yana getirir. Önceleri Kur’an eğitimi, daha sonra an’anevî eğitim sistemi, bilgi almak için çıkılan uzun yolculuklar ve camide vaiz olarak yahut saray şairi olarak yapılan görevler. Nitekim Cizîrî’nin hayatını bu kronolojiden ayıran ve onu biraz da Mevlânâ’ya yaklaştıran en önemli benzerlik ise aşkta yatmaktadır. Mevlânâ, Şems-i Tebrizî’yle karşılaştıktan sonra aşkın çeşitli buudlarını yaşamaya başlar ve o zamana kadar sürdürdüğü an’anevî âlimliği bir kenara bırakır. Cizîrî’de de aynı durum söz konusudur. Cizîrî’nin hayatının kırılma noktası onun Hasankeyf mîrinin kızı Selma’ya olan aşkıyla başlar. O döneme kadar an’anevî bir din âlimi olan Cizîrî, Selma’yla karşılaştıktan sonra aşk üzerine şiirler yazmaya başlar. Selma’nın aşkını ilahî bir aşka dönüştürür. ‘Sureti öz’e yaklaştırır. Tasavvufî şiirlerinin de bu zamanda yazıldığı söylenir. Cizîrî, Divan’ında Mela, Melê ve Nişanî gibi mahlaslar kullanmıştır.”

(Bir not olarak kaydedelim ki, “Mele” veya “Mela”, “bir toplumun ileri gelenleri” anlamında kullanılan bir kelimedir ve Kürtçe’de saygı duyulan kişilerin isimlerinin başına getirilerek kullanılmaktadır.)

Cizreli araştırmacı-yazar Abdullah Yaşın’ın, Cezerî’nin eserleri hakkında verdiği bilgilerse şöyle:

“Eserlerini Kürtçe kaleme almıştır. Cezerî’nin adı Ahmed, tanındığı ismi Mella-i Cizirî, lakabı ise Nişanî’dir. Nişanî, birkaç anlama gelir; Nişan, ok veya tüfeğin atılacak hedef yeridir. Buna göre Ahmed Cezerî, ya belâ ve musibetlerin hedefi veya aşk sebebiyle bir hedeftir. Nişan, Kürtçe’de vücuttaki benlere de denir. Nişanî, benli demektir. Ayrıca, Nişanî “alametli, belli kişi” demektir. Kendisi çok güzel yüzlü, yakışıklı ve orta boyluydu. Babası, Şeyh Muhammed adında büyük bir âlimdir. Kendisi aslen Cizreli olup, Bohtan aşiretindendir. 75 yıl yaşamış olup, hiç evlenmeden bekâr olarak Cizre’de vefat etmiştir ve Cizre Kırmızı Medrese’de medfundur.

Cizre’de, halk arasında, merhum Mellayi Cizirî hakkında binlerce hikâye, menkıbe, ciltler dolusu keramet ve rivayet yaygın olup, divânında bunlar açıkça görülebilir. Cizre’de önce babasından okumuştur. Daha sonra Diyarbakır, İmadiye ve Hakkâri’de okumuş, Malatya, İstanbul ve Doğu-Anadolu’nun birçok il ve ilçelerini dolaşıp görmüştür. İcazetini Setrabas’ta (Diyarbakır) almıştır. Kürtçe’nin bütün lehçelerinin yanısıra Arabça, Farsça, Türkçe’yi çok mükemmel öğrenmiştir. Irak, İran, Suriye, Ermenistan, Lübnan, Gürcistan ve Avrupa’nın birçok ülkesinde eserleri okunmakta ve edebiyatta tez olarak alınmaktadır.” (3)

Cezerî’den günümüze gelen tek eseri 2000 beyitlik Dîvân’ıdır. İlk basımı Petersburg’da yapılır. Daha sonra Stockholm’de de basılan eser, en son Türkçe ve Kürtçe olarak bu yıl Nubihar Yayınları tarafından basılmıştır. Bir başka Kürt şairi olan Ahmed Hanî’nin Mem-u Zin isimli eserinin girişinde, Cezerî’nin de adının geçtiği bir beyit bulunmaktadır.

Kendilerinden iktibas ettiğimiz yerlerde mevcut ve tercümeden kaynaklanan kimi uslûb sakilliklerini bizzat şairden bilmemek kaydıyla, Ahmed el Cezerî’nin Dîvânından seçilmiş birkaç örnekle bitiriyor, gerisini orijinaline ve şiirin “sultanî” çapını merak edenlerin ilgi ve takibine ısmarlıyoruz:

Aşık er carek ji bala lé bidit berqa mecaz

Dé li nik saibdilan heta ebed bit serfiraz

Keşf û esraré sîfatan, bé mehebbet nabitin

Sûreté esma divétin, da bikin jé fehmmîraz

(Eğer âşığa bir kez bile değmişse mecazın şimşeği

Gönül sahiblerinin yanında ebediyen bağımsız kalır

Sıfatların esrarı ve keşfi muhabbetsiz olur mu

Adlara yüzleri gerek, ki vakıf olunsun sırlara)

(…)

Min go: Beser û quweté sem’a me tu yî, go:

Zanin re em in rûh mucerred qefes î tu

(Dedim: Ah sensin gözün gördüğü, kulağın işittiği

Dedi: Biliriz, ruhun biziz, yalnızca bir kafessin sen)

(…)

Dı riya yarü mirade me seri daniye re.

Huttuim. fi bahri wela zewreqe. Wl bahrü amiq.

(Muradımız yolunda bir yola baş koyduk

Öyle bir denize girdik ki ne kayık var ne gemi.)

(…)

(Allah Resûlü’ne hitaben)

Mûyekê ez ji te nadim bi dused Zîn û Sirînan

Çi dibit ger tu hesîb kî mi bi Ferhad û Memê

(Senden olan bir kılını ikiyüz Zin ve Şirin’e değişmem.

Ne olur, sen de beni Ferhat ve Memi gibi saysan)

(…)

Ger luluê mensûrî ji nezmê tu dixwazî,

Wer Sirê Melê bibîn! Te bi Sîrazî çi hacet!

(Eğer nazımdan saçılmış incileri istersen;

Gel, Mella’nın şiirlerini gör, Şirazi’ye ne hacet!)

(…)

Sirrê wehdet ji ezel girtiye heta bi ebed

Wahid û, Ferd e, bi zatê xwu Wî nînin çu eded.

(Vahdet sırrı ezelden ebede kadar tutmuştur,

Zatıyla vahittir, tektir, ferttir, onun adedi yoktur.)

(…)

Da me sed camê fîraqê ji xwe xaîb nebuyîn

Ji wîsalê qedehek da me û mexmurî kirin.

(Bana yüz ayrılık bardağı verdiler, kendimi kaybetmedim,

Visalde bana bir bardak verdiler, mahmur ettiler.)

1) Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muztaribler 4, İBDA Yayınları, s.82, 83

2) A.g.e., s. 19

3) (http://www.cizre.bel.tr/cizre.aspx?id=mela)

Aylık Dergisi, Ocak 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com