2 Eylül 2009 Çarşamba

ELİF ŞAFAK'IN "AŞK" İSİMLİ ROMANI ÜZERİNE



-->
“Gerçek, Kurgu’dan daha acayibtir, çünkü Kurgu, olabilirlikleri gözetmek durumundadır; gerçeğin öyle bir zorunluluğu yoktur!”
Mark Twain

Elif Şafak’ın “Aşk” isimli romanı, iki Allah dostunun, Mevlana ve Şems’in kelimelerin ifâdede aciz kaldığı dostluk ve aşkını tasvir ediyor. Buna paralel olarak devam eden başka bir hikâye daha anlatıyor roman; günümüzde yaşayan Amerikalı, Yahudi, evli, çocuklu, kocası tarafından aldatılan bir kadının, sonradan Müslüman olmuş bir sufi ile aşkını…
Aslında roman tam tersi şekilde kurgulanmış, Ella ve Zahara’nın ilişkisi içinden geçen bir roman olan “Aşk Şeriatı”nda Mevlana ve Şems anlatılmış. Fakat roman bittiğinde aklınızda ne Ella ne de Zahara kalıyor, sadece Hz. Mevlana ve Hz. Şems’in muhayyilemizdeki büyülü dostluğunu sadeleştiren kekremsi bir tat kalıyor.
Oysa bir romanın muhayyilemizdeki büyüyü bozmasını değil, onu daha da derinleştirmesini bekleriz, halbuki bu romanda öyle olmuyor. Meselâ, ortadan nasıl kaybolduğunu, öldürülüp öldürülmediğini bilmediğimiz (belki de bilmek istemediğimiz) Şems, öldürülüyor. Roman bittiğinde Mevlana ve Şems’in karşılaşmaları, dostlukları ve ayrılmaları, sebeb-sonuç kafesinde cereyan ederek son buluyor. Romancı, “zamanüstü gayesine” mıhlı, zamanı aşmış velileri, zamanımıza indirip sınırlarımızla kuşatıyor.
Biz, eğer Mevlana ve Şems mevzu ise bir romana, o romanın klasik kalıbları kırmasını, bambaşka bir forma bürünmesini beklerdik; ama olmuyor. Klasik aşk, nefret ve entrikalarla süslü roman, roman kahramanlarının hakkını veremiyor. Velhasıl, Doğu’nun (İslâm’ın) aşkını, Batı’nın aşk anlayışına “muhteva vermek” için (Mevlana ve Şems üzerinden) kullanmış gibi bir hisse kapılıyoruz…
Kitabı yayınlayan yayınevinin yazarın fizikî albenisinden faydalanarak yaptığı reklâm kampanyalarına yazarın “gönüllü” modellik yapması, pembe kapaklı bir kitab olması, Sinan Çetin’in sinemaya uyarlayacak olması, İngilizce yazılıp Türkçeye tercüme edilmesi gibi konularda tenkid ediliyor roman. Bu tenkidlerin de kitabın satış rakamlarına katkısı oluyor ve “çok satan kitablar listesi”nden inmiyor. Elbette yalnızca bunlar Elif Şafak’ın kitabının değersiz olduğunu göstermez, sadece kitabın satılması için kullanılan kapitalist metodun kitabı umum nazarında değersizleştirdiğini gösterir.
Bizim bu roman için söyleyebileceğimiz şeyler, şu cümlenin teferruatı olacaktır: Elif Şafak, bu romanı bize değil, Batılı okuyucuya yazmış. Bunu sadece, romanı İngilizce kaleme aldığı için söylemiyoruz, muhteva da buna işaret ediyor, kitabı yazarken yararlandığı kaynaklar da… Peki, bu tenkid edilecek bir şey midir? Yakından bakalım.
Eğer Elif Şafak, kendisinin kurguladığı, hayalî karakterlerin yaşadığı bir hikâye anlatıyor olsaydı, roman için söyleyebileceğimiz bir şey olmaz, bu yazıyı da kaleme almazdık. “Batılı okur için yazılmış, İslâm’ın bâtını tasavvufun insan ruhunu iyileştirici yönünü vurgulayan vasat bir roman” deyip geçerdik. Bunlardan bolca var çünkü. Ancak hikâye edilen kişiler “gerçek” kişiler, hem de Hz. Mevlana ve Hz. Şems gibi iki büyük velî olunca iş değişiyor. İslâm’ın hiçbir zerresinden (Şeriat ve Tasavvuf) taviz vermeyen bâtın yolu kahramanlarını bir roman kahramanı haline getirmek, sanki onları İslâm’ın şer’î kısmı ile ilgilenmeyen ve Batıda bugün çokça yaygınlaşmış “Şeriatsız Tasavvufçular” gibi sakat bir karaktere büründürmek, “benim anladığım budur” kolaycılığı ile izah edilemez olsa gerek.
Elif Şafak’ın bu romanla Batılı okura söylemek istediği “şey”, özetle, romanda geçen şu cümlelerde saklı:
«Şu dünyada yaşanan çatışma ve savaşların bir "din sorunu" değil, "dil sorunu" olduğuna inanıyordu. İnsanlar sürekli birbirlerini yanlış anlıyor, birbirleri hakkında yanlış hükümlere varıyordu. “Yanlış çevirilerle" yaşıyorduk. Böyle bir dünyada herhangi bir konuda ısrarcı olmanın ne anlamı vardı? En güçlü kanaatlerimiz dahi basit bir yanlış anlamadan kaynaklanıyor olabilirdi. Zaten hayatta hiçbir konuda sabit fikirli ve katı olmanın gereği yoktu; zira yaşamak demek habire değişmek demekti.» (1)
İyi niyetli görünen bu cümledeki “yanlış anlama” ve “yanlış çeviriler” ile neyi kasdettiğini ise romanın bütününden çıkarabiliriz. Roman bittiğinde şöyle bir düşünce beliriyor zihninizde:
“İslâm Şeriatı ve İslâm Tasavvufu birbirinin aynı değildir; Tasavvuf bütün dinlerden, bütün inanışlardan ve düşüncelerden insana açıktır ve Aşk, ortak dilimiz olan ruhumuza şifadır. Bakmayın siz Şeriatçılara, İslâm’da “Aşk Şeriatı” diye de bir şey var”.
Halbuki İslâm’ın zahiri Şeriat, bâtını ise Tasavvuftur. Bunları birbirinden ayırmak, ruha şifa değil, olsa olsa zehirdir. Nitekim Allah dostlarının sözleri ve tecrübeleri, İslâm’dan ayrıymış gibi olur olmaz yorumlanırsa, uzakdoğu inanışlarından ve onların tecrübelerinden bir farkı kalmaz. “Aşk Şeriatı” tabirine itirazımız yok; çünkü İslâm baştan sona aşktır.
Elif Şafak günümüz Mevlevîliğine bakarak Hz. Mevlana’yı ve dönemini anladığını zannetmiş ki, yanılmış. Meselâ, Hz. Mevlana’nın bir aşk ânında kendinden geçerek dönüşünü (semâ), sanki Hz. Şems ve Hz. Mevlana bunu planlı bir merasim (ritüel) olarak hazırlamış gibi anlatmış ki, bizce yanlış. Semâ’nın günümüzde bir “gösteri” hâline gelmesinden yola çıkarak böyle bir kurguya varılamaz. Bu ancak Batılıların “Sema” gösterisi ile aynîleştirdiği Mevlana imajını pekiştirir.
Diğer yandan, romanda tasvir edilen Şems de bizce Batılı okura göre tasvir edilmiş. Hani şu “Simyacı” tarzı romanlarda anlatılan “gezgin dervişler” türünde bir karakter. Dilimiz varmıyor ama neredeyse -hâşâ!-“hippi derviş” diyeceğiz.
Son olarak, Ömer Tuğrul İnançer, romanda geçen bazı tarih ve usul hatalarına temasla kitabı eleştirmiş ki, bizce tenkidinin en can alıcı noktası şu:
“Siyasetin ve ticaretin yani menfaatin olduğu yerde ne ilim olur ne sanat. Dolayısıyla bugünkü yazılan kitablar ticari amaçlı kitablardır. Ne yazık ki dünyanın ölçüsü ve bize de tâ Islahat döneminden beri Batıdan gelen bu zihniyet, meseleleri doğru tartamaz hâle gelmiştir. Başarı maddi kazançla ölçülür hale gelmiştir. Adam ilmihal bilmiyor, Mesnevi okuyorum ben diyor. Ne anlayacaksın? Bu neye benzer? (…) Nasıl anayasayı okuyup hukuk, anatomi kitabı okuyup tıb öğrenilmezse, (zahiren) Kur’an okuyup Müslümanlık da öğrenilmez. Kur’anı öğrenmek için evvel tahsil lazım. Kezâ Mesnevi-i Şerif’i, Fütuhat-ı Mekkiye’yi, Füsusul Hikem’i okumak için de evvel tahsil lazımdır. O evvel tahsil olmadan olmaz, böyle saçmalıklar ortaya çıkar.” (2)
Her önüne gelenin Tasavvufî metinlere, sanki bir edebiyat eserine bakıyormuş gibi el atmasına neredeyse alıştık; ancak bu kadar ayağa düşmesine itiraz etmek de hakkımız. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, “İnsan-Erkek ve Kadın” isimli eserinde şöyle bir misâl verir:
“Gezip gördüğü yerlerin haritasını, gezip görecekler için çıkarmış adamlarla, haritaya bakıp da gezmiş görmüş gibi tasvire yeltenen adam arasındaki fark… Bu fark anlaşılırsa, o haritanın bulunduğumuz yere nisbetle filân yerdeki dağ, nehir, göl, denizi işaretinin, bizim muradımıza göre yön tâyini işine yarayacağını anlamak, fazla zekâ istemese gerek.”
Elif Şafak’ın üç-dört romanını beğenerek okumuş, dilini ve üslubunu takdir eden bir okur olarak, yazarın bu romanında haddini aştığını ve dersine çalışmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
1) Elif Şafak, Aşk, Doğan Kitap, İstanbul 2009, s. 204
2) Ömer Tuğrul İnançer ile Söyleşi, Gerçek Hayat Dergisi, Nisan 2009
3) Salih Mirzabeyoğlu, İnsan – Erkek ve Kadın, İBDA Yay., İstanbul 2008, s. 43

Gülçin Şenel
gulcinsenel@gmail.com
Baran Dergisi, 8 Mayıs 2009

1 Eylül 2009 Salı

LAPLACE’IN ŞEYTANI, KUANTUM FİZİĞİ VE “İHTİMAL DIŞI"



“Kuantum mekaniği konusunda çok çalışmak gerekir. Ama içimden bir ses bana bunun her şeyin çözümü olmadığını söylüyor. Bu teoriyle birçok şey açıklanıyor ama hâlâ O’nun sırrını çözebilmiş değiliz. Ben yine de, O’nun zar atıp kumar oynayacağını hiç mi hiç sanmıyorum.”

Einstein

“Çok satanlar listesinde bir numara” türü reklamlar, aslında bir kitabı “okumamak”, bilâhare okunsa da baştan o derece mühimsememek için yeterli bir kriter olarak da görülebilir. Belki içten içe böyle düşündüğümüz için, şimdi bahsini edeceğimiz ve Batılıların “bestseller” dediği “çok satanlar” dairesindeki Adam Fawer’ın kitabını da, pek âdetimiz olmamasına rağmen, bir yakınımızın ısrarlı tavsiyesi üzerine okuduk. “Çok satan bir roman” olması yetmiyormuş gibi, mütercim tarafından ziyadesiyle kulak tırmalayıcı bir de ad seçilmiş kitaba: “Olasılıksız”. Bize sorarsanız, kitabın isminin “İhtimal Dışı” olması gerekirdi aslında. Çünkü İngilizce orijinal ismi “Improbable”. Demek ki, Türkçeye “Olasılıksız” olarak değil de, o da uydurukçayla malûl biçimde “Olasılık Dışı” olarak tercüme edilebilirdi belki en fazla. “İhtimalsiz” diye bir kelime nasıl kulağımıza ve dil zevkimize yabancı geliyorsa, işte “olasılıksız” da böylesine ve hatta daha da ilerisinde “zorlama” bir kelime. İşte bu sebeble, kitabtan yazımızın bundan sonraki kısmında İngilizce aslına bağlı kalarak “İhtimal Dışı” şeklinde bahsedeceğiz.

Kitabın yazarı Adam Fawer, bir Amerikalı. Sözünü ettiğimiz roman da, yazarın ilk eseri. 2006 International Thriller Writers Award (En İyi İlk Roman) ödülünü almış ve sonrasında beş farklı dile tercüme edilmiş. 2008 yılında ise, yazarın ikinci kitabı “Empati” yayınlanmış.

“İhtimal Dışı” (Improbable), hakkında bir makale yazacak kadar önemli bir roman mı peki? Kanaatimiz pek öyle olmadığı yönünde. Ne edebiyat ne de dil ve üslûb açısından göz kamaştırıcı bir nitelik taşıyor. Konusuna gelince, kabaca ifade etmek gerekirse, bildik bir aksiyon filmini andırıyor çoğu. Ancak tüm bunların ötesinde, Heisenberg’in “belirsizlik teorisi”, Determinizm, “Laplace’ın Şeytanı”, Jung’un “kollektif şuuraltı” meselesi, Tekâmül (evrim) teorisi, Epilepsi nöbetleri, İhtimal Hesabları ve tüm bunların birbirleriyle bir şekilde alâkası romanın belkemiğini oluşturuyor. Bu sebeble, romanda ileri sürülen tezlere bir göz atmakta fayda gördük.

Burada bir parantez açarak, yukarda bahsi geçen "Laplace'ın Şeytanı" meselesini bir nebze açıklığa kavuşturalım. Laplace, "İhtimal Hakkında Felsefî Denemeler" isimli kitabında şöyle diyor:

"Bir ân için tabiatın tüm güçlerini ve bunu oluşturan tüm varlıkların mevkîlerini anlayabilen bir canlı olduğunu düşünürsek -ve onun bu verileri inceleyebileceğini de göz önüne alırsak-, aynı ânda kâinattaki en büyük varlıkları ve en küçük atomları da hesaba katarak bir hesab yaparsa, hiçbir şey belirsiz değildir ve gelecek de aynen geçmiş gibi gözlerinin önündedir."

Zamanla bilim adamları, bu düşüncede sözü edilen sanal varlığa "Laplace'ın Şeytanı" adını vermişler. Peki ama niçin? Yani, bu düşünce tecrübesindeki varlığa niçin “Şeytan” denilmekte? Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun işaretlediği şu husus belki bir fikir verebilir:

«Akıl yürüterek Allah’a ilk karşı gelen, malûm olduğu üzere Şeytan. Allah kendisine Âdem’e secde etmesini söylediği zaman, “ben ateşten yaratıldım, o ise topraktan!” diyerek isyan ediyor. Bugün Batı dillerinde “şeytan” ve “hürriyet!” kavramlarının aynı kökten olmasına dikkat.» (1)

Konuyla ilgili yapılan yorumlarda, Heisenberg’in “belirsizlik teorisi” ile Determinist düşünceye sahib Laplace’ın bu tezinin artık geçerliliği kalmamıştır, deniliyor. Diğer yandan roman, «Laplace’ın Şeytanı “ihtimal dışı” bir şey ancak imkânsız değil» düşüncesini savunarak çeşitli yorumlarla bunu isbatlamaya girişiyor ve bu noktada romanı filân geçip felsefî bir esere dönüşüyor:

"Diyelim ki hem senin aklından geçenleri ve beynini, hem de arkadaşınınkileri okuyabilen bir bilgisayar olsun. Eğer o bilgisayar aynı zamanda tüm dünyadaki tüm çevre şartlarını da bilse, o zaman nerede ve nasıl karşılaşacağınızı da bilirdi. Yani şans eseri karşılaşma aslında şans eseri bir şey değil, tahmin edilebilir bir gerçek. (...) Böyle bir bilgisayar olmadığı için böyle bir olayı önceden göremeyiz, yahut bilemeyiz; ama bu, olayı bilinemez kılmaz, bu bizim bilemediğimizi gösterir sadece. Aradaki farkı anlayabiliyor musun?" (2)

Böylece Laplace'ın Şeytanı, bizim bilemediğimizi bilebilen ve görebilen bir varlık olarak tasvir ediliyor ve Heisenberg'in "belirsizlik teorisi"yle bakın nasıl alâkalandırılıyor:

"Eğer Heisenberg'in teorisine inanıyorsan, o zaman her şey mümkün, o zaman da elektronların hareketlerinin rastgele olmama ihtimalini de kabul etmeliyiz. (...) Eğer elektronların hareketlerinde bir amaç olduğunu kabul edersen, o zaman bu amacı belirleyen ve öngören bir güç olduğunu da kabul etmek zorundasın. Eğer şimdiye kadar saptanmamış daha ölçümü yapılamayan o güç varsa, o zaman ışık dalgası olmadan da bir elektronu müşahede etmenin bir yolu daha vardır. (...) Yani diyorsun ki, ihtimallerle yönetilen bir kâinatta herşey olabileceği için, kâinat ihtimallerle değil de mutlaklarla yönetiliyor. Heisenberg'in ihtimal teorisini kullanarak teorinin kendisini çürütüyorsun." (3)

Belirsizlik Teorisi’nden bir zıplayışla Jung’un “Kollektif Şuuraltı”na geçerek, onu da tezine delil kılıyor Fawer. Bunu da bir taraftan kuantum fiziğindeki, düşüncenin de madde gibi enerji oluşu teorisinden, zamanın hem ileriye hem de geriye doğru hareketi düşüncesinden yola çıkarak yorumluyor. Meselâ, Tekâmül (evrim) teorisindeki tek hücreli canlıdan meydana gelen ilk bebek, annesini emmeyi kalıtımla öğrenemeyeceğine göre, zamanın ileri-geri hareketi sayesinde, efendim bu “kollektif şuur”dan faydalanarak öğreniyormuş bunları. Yani, Laplace’ın Şeytanı, aslında bu “kollektif şuuraltı”nı görebiliyor-kontrol edebiliyor ve zamanın ileri-geri hareketini de göz önünde tutarsak, bedeni burada olduğu hâlde bir nevî zihnen “zamanda yolculuk” yapıyor demeye getiriyor. Dehâların da aslında kollektif şuuraltını daha iyi görebilen insanlar olduğunu vurgulayarak, doğu ve uzak doğu mistik görüşlerinin veya dinlerinin kuantum fiziğinin yeni ulaştığı bilgilere nasıl ulaştığını da açıklamış oluyor: E onlar da “kollektif şuuraltı”nı kullanabilen ve bir bakıma zamanda yolculuk yapabilen “Laplace’ın Şeytanı” idiler de ondan!

Garip ama gerçek, Laplace bile bu kadarını düşünemezdi herhalde. Şimdi bu karmaşadan düzlüğe çıkmaya çalışalım.

Birincisi, Laplace, bu düşüncesiyle aslında bir şeytandan filân değil, “Kâinatı Yaratan”dan bahsediyor ve O’nun varlığını bu determinist düşünce tecrübesi ile kendince isbatlamaya çalışıyordu. Adam Fawer ise, “Yaratıcı” inancından fersah fersah uzakta olduğundan olsa gerek, bunu “insanı ilâhlaştırma” yoluyla izaha davranıyor.

İkincisi, Kuantum fiziğinin ortaya çıkardığı ve Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “müdahil insan” olarak vurguladığı, insanın maddenin hareketlerini müşahid olarak belirleyici rolü, ne yazık ki roman yazarının istediği gibi insanın ilâhlaşması neticesine varmıyor. Ve kaderini değiştirme gücünü, “ihtimallerden birini veya diğerini seçerek” elinde tutuyor da olmuyor insan. Çünkü kader, ancak bir “imân” mevzuu. Dolayısıyla, mesele yine dönüp dolaşıp “imân”a dayanıyor. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu “Berzah” isimli eserinde, Adam Fawer gibilerinin “gariban” durumunu şöyle işaretlemekte:

«“Kader, bir amel meselesi değil, imân mevzuudur”; her düşünce için geçerli ölçülendirme, netice. Burada, kader ve iradî davranışı-hürriyeti, birbirine karşı olarak görüyoruz. “Dehr ve Zaman” bahsinde, insan aksiyonunun “zamanda” ve “zamanüstü” oluşuna nisbetle “zorunluluk” ve “hürriyet”ten bahsetmişken, “kader” ve “iradî davranış” zıtlığında “hürriyet” meselesinin tersine döndüğünü görüyoruz; “kader-zorunluluk” ve iradî davranış-hürriyet”… Ne yaparsak yapıyoruz ve yaptığımız kaderin gerçeklenmesi oluyor. Tıpkı, ruhîlikle ruh’un gerçeklenmesi gibi. Bu durum, “irade-seçme yapabilme”yi, bir bakıma vücudumuzun gayri iradî faaliyetlerini andırır hâle getiriyor: Kader ve iradî davranış aynı. Nerede ve nasıl, berzah sırrında. “Efendim, söylediklerin mübhem!”… İşte mübhemlik de bir hakikat veya hakikatlerin niteliği ya! Hakikatler, Allah’ın muradıdır, mahlukudur; biz söyledik, peki söylesinler, “hiç”le yok’un muradı nedir? Hem “hiç”, hem “yok”, hem murad sahibi?”» (4)

Batılıların anladığı mânâda bir “Tanrı” inancı, determinizmin çöküşü ile temel paradigmalarını kaybetmiştir. Bu yüzden pek çok Batılı Kuantum Fiziği’nin neticesinde, gerçekliği kabul edilmek zorunda kalınan mistik görüşlere ve tabiî panteist inanışlara kuantum düşüncesi çerçevesinde çorba edip yaklaşmakta sakınca görmemiştir. “İhtimal Dışı” romanı da bu çorbalardan biri olarak satış rakamlarını garantiliyor ve yarım yamalak fizik, matematik, biyoloji bilgisiyle öne sürdüğü tezler, bu meselelere âşina olmayan okuyucuya “vay be!” dedirtiyor ki, çok satıyor. Öyle havaya girip, insan aksiyonunu ön plana çıkaran bir “mutlak” inancıyla ve bazı nevzuhur usûllerle insanın geleceği görebileceği, kaderini belirleyebileceği tarzında “uçuk fikirleri”, çeşitli ilmî gelişmelerle ve mistik inanışlarla harmanlayarak bir kitab yazmak ve sonra da kenara çekilmek yok; şunun cevabı verilmeli öncelikle:

“Mutlak Varlık’ın, Mutlak Kelâm’ı; şuurumuzun muhatab olduğumuz hakikatler yönünden, tabiî olarak tek ölçü olduğunu, Zorunlu Varlık ve O’nun kelâmının gerekliliğini de şuurumuzun gösterdiğini söyledik. Allah, Kur’ân’da, ona misil kelâm olamayacağını söylerken, kâfirler bir meydan okuma olarak kabul ederek, karşılığında neyi gösterebilmişlerdir, gösterebilirler? Evvelâ, kim, “ben Mutlak Varlık’ım-Mutlak Şuur’um” diyebilecek; tevilsiz ve nisbetsiz ve söylediği ne?” (5)

1) Salih Mirzabeyoğlu, Berzah –Bütün Dalların Birleştiği Kök’e-, İBDA Yayınları, İstanbul 2006, s. 193

2) Adam Fawer, Olasılıksız, April Yayınları, s. 254

3) A.g.e., s. 117

4) Salih Mirzabeyoğlu, A.g.e., s. 240-241

5) Salih Mirzabeyoğlu, İmân ve Tefekkür –İmân ve İki Âlem-, İBDA Yayınları, İstanbul 2007, s. 291


Aylık Dergisi, Şubat 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com

28 Ağustos 2009 Cuma

“ÇOCUK GÖZÜYLE SAVAŞ” RESİM SERGİSİ

Çocuk hassasiyeti insanı derinden etkiler. Hayat karşısındaki masumane bilgelikleri, basit hadiseler karşısındaki hayretleri, olağanüstü olaylar karşısındaki vurdumduymazlıkları ve cesaretleri şaşırtıcıdır.
Çocukların çizdiği resimlerin genel olarak onların psikolojilerini yansıttığı söylenir. Çünkü onlar henüz (biz yetişkinler gibi “akıl tutsağı” anlamında) “şuurlu” bir şekilde değil, belki de sadece ânlık sezgileriyle çizim yapmaktadırlar. Bu sebeble, onların resimlerine “ustalık verimi” sanat gözüyle değil de, yaşadıkları hayatın psikolojilerindeki yansımaları gözüyle bakmak gerekecektir. İşte bunun gibi, savaş bölgelerinde yaşayan çocukların çizdikleri resimler, onların bu altüst oluşa (savaşa) rağmen ne kadar dayanıklı ve cesur olduklarını gösterecektir meselâ. Bir Çeçen mülteci kampında kalan çocukların çizdiği resimler buna güzel bir örnek:


Geçtiğimiz aylarda Filistin’de gerçekleştirilen İsrail saldırılarına karşı direnen Gazze’de, saldırıları ve katliamı yaşamış çocukların yapmış olduğu resimlerden oluşan bir sergi açıldı İstanbul’da. “Çocuk Gözüyle Savaş” isimli resim sergisinin materyallerini oluşturan resimlerde, Ocak-Şubat-Mart 2009'da Gazze’de İsrail’in masum insanlar üzerinde kullandığı şiddet sonucu ailesini, yakınlarını, arkadaşlarını, oturduğu evi, eğitim yaptığı okulunu, muayene olduğu hastanesini kaybeden Gazzeli çocuklar savaşı anlatıyor. 25 Ağustos 2009’da eski Bayrampaşa cezaevinde açılan sergi, gazeteci Abdullah Aytekin’in anaokulu, ilkokul ve ortaöğretim yaşındaki Gazzeli çocuklara çizdirdiği 400 resimden seçilen bir koleksiyondan oluşuyor.

Abdullah Aytekin, şöyle anlatıyor resimlerin Türkiye’ye getiriliş macerasını: “Pimaş borulara sarıp muhafaza ettim resimleri. 25 metrelik kumaşlar büyük yer kapladı. Yarısını getiremedim. Kalanlarını da adım başı kontrole tabi tuttular. Sürekli açıp gösterdim resimleri görevlilere. Resimleri sardığım borular başıma epey iş açtı. Renginden dolayı üstelik. Turuncu renk borular Kassam’ın füzelerini andırdığı için, her gören tedirgin olmuş. ”Nasıl olur da bir füzeyle dolaşırsın ortalıkta! Ânında vurur seni İsrail askerleri, dediler.”

İsrailli çocukların aileleriyle birlikte patlamış mısır eşliğinde izledikleri katliamı, Gazzeli çocukların çizimleri ile görmek isteyenlere duyurulur.

Baran Dergisi, 28 Ağusos 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com


7 Ağustos 2009 Cuma

“KÜTÜB HA! NE?”*

Bağımsız Eğitimciler Sendikası (BES) Türkiye’deki ve dünyanın diğer ülkelerindeki kütübhane ve kitab okuma oranlarını açıkladı. Buna göre Türkiye’de 45’i çocuk kütübhanesi, 14’ü yazma eser kütübhanesi, 55’i gezici kütübhane olmak üzere toplam 1152 kütübhane bulunuyor. Ama meselâ Almanya’da 10.531 kütübhane var. Aradaki uçurum acaba neyin “gösterge”si? Dahası da var; Türkiye’deki kütübhanelerde toplam 13 milyon kitab olmasına karşılık, meselâ “beğenmediğiniz” Bulgaristan’da 46 milyon, Rusya’da 739 milyon, Almanya’da ise 104 milyon kitab bulunuyor.

Gelelim kitab okuma oranlarına… Bu rapora göre Türkiye kitab okuma konusunda Afrika ülkelerinin bile gerisinde kalmış durumda. Japonya’da toplumun yüzde 14’ü, Amerika’da yüzde 12’si, İngiltere ve Fransa’da yüzde 21’i düzenli kitab okurken, Türkiye’de yalnızca binde 1 kişi düzenli kitab okuyor. Bir Japon yılda ortalama 25, bir İsviçreli yılda ortalama 10, bir Fransız yılda ortalama 7, BİR TÜRK İSE 10 YILDA ANCAK 1 KİTAB OKUYOR. Efendim bu hesabla Türkiye’de kimlerin kitab okuduğunun isim isim tesbit edilmesi bile mümkün görünüyor.

Milli Eğitim Bakanlığı da bir araştırma yayınlamıştı hatırlarsanız; lise ve üniversite öğrencilerinin ne kadar az kitab okuduğunu o vesileyle de hayretle müşahede etmiştik. Bu durumda Türkiye’de her yıl binlerce (30.000) kitab yayınlandığı düşünülürse, kim okuyor bu kitabları? Yukardaki hesab doğru olsa gerek: “Sen, ben, bizim oğlan…” Zaten yayınevlerinin “çok satanlar” listelerine bir göz atıp, “okuyanlar da ancak bunları okuyor” diyerek seviye tesbiti bile yapılabilir.

Şimdi, bu “okumama” durumunun pek çok sebebi var. Maddî zorunluluklar sebebiyle çalışma saatlerinin günün büyük bir bölümünü işgal etmesi gibi belki geçerli olabilecek meşgalelerin yanında, televizyon, müzik, bilgisayar, internet ve sinema gibi, “gereğinden çok fazla”, yani lüzumsuzca başında vakit geçirilen teknolojik oyuncaklar da var. İnsanlara teknoloji kolay ve hızlı bir “bilgi edinme” veya “öğrenme” aracı gibi geliyor, ancak öyle değil. Kitabla kurulan hissî, fizikî ve ruhî bağ bir tarafa bırakılacak olsa bile, meselâ televizyon ve internetin başında geçirdiğimiz ve nasıl geçtiğini anlamadığımız iki saatle, kitab okurken geçirdiğimiz ve nasıl geçtiğini saniye saniye hatırladığımız iki saat arasındaki “zaman” farkını karşılaştırmamız, bize gereken cevabı muhtemelen pek güzel verecektir.

"Okuma, insanların en bilgesiyle bile olsa, bir konuşmaya indirgenemez; bir kitabla bir dost arasındaki asıl farklılık, bilgeliklerinin büyüklüklerindeki farklılık değil, onlarla irtibat kurma biçimidir; okuma konuşmanın tersine yalnızlığımızı sürdürürken, yani yalnızken sahib olunan ve konuşunca çabucak dağılan entelektüel güçten yararlanmaya devam ederek, ilhamlara açık olmaya ve zekânın kendi üzerindeki çalışmasını bütünüyle verimli kılmaya devam ederek, her birimizin önceden iletilmiş bir başka düşünceyi edinmesidir" diyor Proust, “Okumak Üzerine” adlı eserinde.

Aynı çizgide, “Kitab okumaktansa televizyonda bir belgesel izlerim” diyorsanız, yine yanılıyorsunuz; en iyi belgesel kanalları genellikle Amerikan medyası tarafından yönetilmektedir ve her türlü manipülasyona açık bilgilerle doludur, manipülatiftir, dezenformatiftir, velhasıl kafanızı belli bir şekilde biçimlendirmeye, “formatlamaya” yarar. Misâl, en meşhur ve en çok izlenen belgesel kanallarından History Channel. Bu kanalda yayınlanan “tarihî” belgesellerin hemen hepsi manipülatif ve dezenformatif bilgilerle donatılmış klasik Amerikan tarzını yansıtır. Heyecanlandırır, ilginizi çeker, sürükler ama neticede o kadardır; hakikatin değil, “kendi bakış ve değerlendiriş açısı” istikametinde “eğlendirme”nin peşindedir. Yani, “televizyonda sadece belgesel kanallarını izliyorum” sözü, “entel” görünmenin değil, “aptal” görünmenin ve “aptal kutusuna” esir olmanın bir “gösterge”sidir sadece.

Şayet “Kitab okumaktansa internetten daha geniş bilgi edinirim” diyorsanız da yine yanılıyorsunuz; çünkü internette aynı konu üzerinde binlerce yazı, makale veya belgeye ulaşabilirsiniz, fakat bunları nasıl “değerlendireceğinizi” bilemeyerek, kafanızı lüzumlu lüzumsuz yüzbinlerce şeyle boşuna meşgul edersiniz. Sonunda, internette bulabileceğiniz kimi “doğru” bilgilerin yanı sıra bir o kadar da “yanlış”, “saptırılmış”, “dezenformatif” bilgiye ulaşırsınız ki, bir süre sonra doğruyu ve yanlışı ayırd edemez hâle gelirsiniz.

Ancak ne zaman ki kitab okumaya başlarsınız, işte o zaman internet de, hatta televizyon da işinize yarar hâle gelir. Takıldığınız bir kelime, kuşkulandığınız bir bilgi, merak ettiğiniz bir isimle karşılaşınca, açarsınız interneti, “gerekli” olanı “hızla” bulur ve okumanızı zenginleştirirsiniz. Televizyon mu? O sırada muhtemelen kapalı olacağından, “en faydalı” durumunda olacaktır.

Toparlarsak, aslında yukarıdaki istatikî bilgilerin neyin işareti olduğu açık; okumayan, dolayısıyla düşünmeyen, fikretmeyen bir toplum hâline geldik. Bu aynı zamanda, yapıp ettiklerimizin üzerinde durup düşünmediğimiz anlamına da geliyor. Boş gururumuzla “Üçüncü dünya ülkeleri” tarzında horladığımız ülke insanları bile bizden kat kat fazla kitab okuyor, düşünüyor, fikrediyor. Biz ise kitabla yoğurulmuş bir medeniyetin “kalıntıları” üzerinde, “sonradan görme zenginler” gibi, teknolojiyi “marifetin kapısı” zannıyla baştacı ediyor, hayatı “geçim derdi”nden öte mânâlandıramıyoruz. Bilvesile, Abbasî halifelerinden Me’mun’a atfedilen çok hoş bir hikâye okuduk geçenlerde, belki hâlimize zarif bir çare olur:

Hayat Sana Yakıştığı Müddetçe!

Abbasî halîfelerinden Me'mûn, meclisindeki âlimlerle sohbet ederken amcası İbrahim bin Mehdî içeriye girer. Aralarında şöyle bir konuşma geçer:

- “Amca bu âlimlerin söyledikleri hakkında sen ne dersin?”

- “Ey mü'minlerin emîri! Çocukluğumuzda bizi birtakım şeylerle meşgul ettiler. İhtiyarlığımızda da biz kendimizi meşgul ettik... Böylece ilimden mahrum kaldık.”

- “Şimdi okumanızda ne mâni vardır?”

- “Bizim gibi ihtiyarlara okumak yakışır mı?”

- “Evet, vallâhi ilim talebesi olarak ölmen, cehâlete kanaat ederek yaşamandan hayırlıdır.”

- “Ne zamana kadar okumak bana yakışır?”

- “Hayat sana yakıştığı müddetçe...”

*(http://kutuphaneciden.blogspot.com) isimli internet sitesinin “motto”su.

VİCTOR FRANKL’IN “İNSANIN ANLAM ARAYIŞI” İSİMLİ KİTABI ÇIKTI!

20. yüzyılın önemli psikiyatrlarından, “Logoterapi” okulunun kurucusu Victor Frankl’ın, baskısı uzun zaman önce tükenmiş “İnsanın Anlam Arayışı” isimli eseri, Okuyan Us Yayınevi tarafından yeniden yayınlandı. Kitab 30’un üzerinde dile tercüme edilmiş ve 12 milyondan fazla satmış. Yazar Logoterapi’yi, Nazi toplama kamplarında geçirdiği üç yılın tecrübeleri eşliğinde anlatıyor.

Peki “Logoterapi” nedir? Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “İNSAN -Erkek ve Kadın-” isimli eserinde şöyle tarif ediliyor:

“Bu psikoterapi metodu, LOGOS’tan mülhem bir terapidir. Logos, Yunanca’da: Tanrının irâdesi, kâinattaki akışı kontrol eden ilkeler, bilgi, mânâ, lisân… Frankl, logos’u daha ziyade MÂNÂ olarak almıştır. Logoterapi: Mânâ vasıtasıyla tedavi. Bu tedavi usûlü, mânâya âit iradenin, zevke ve hazza âit irâdeden daha temel olduğunu savunmaktaydı; yâni kişinin en temel kaygısı haz peşinde koşmaktan ziyâde mânâdır. Varoluş tahlili ise, kişinin esasında sahib olduğu yitik-sırrî-örtük anlamını veya ruhî budunu şuur seviyesine getirmek için tasarlanmıştır.” (s. 297-298)

Kısaca, bu kitabın çıkışı çok güzel bir haber.

Baran Dergisi, 7 Ağustos 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com

24 Temmuz 2009 Cuma

PADİŞAH GÖMLEKLERİNİN ESRARI

Yıllarca Osmanlı hatırası olduğu için üvey evlad muamelesi gören, eşsiz tarihî eserleri çalınan, yağmalanan ve çürümeye terk edilen, fakat her nasılsa (İlber Ortaylı’nın tesiriyle denilebilir belki) son yıllarda önem kazanan Topkapı Sarayı müzesinde her geçen gün yeni bir keşfe imza atılıyor. Garib olan, 80 küsür yıl gözümüzün önünde olan şeyleri yeni keşfediyor olmamız. Bu keşiflerden biri de, Padişahların genelde savaşa giderken, nazardan korunmak veya şifa bulmak giydikleri düşünülen “tılsımlı” gömlekler. Tılsımdan kasıd, gömleklerin üzerine işlenmiş olan çeşitli semboller. Bunlara “muska” demek belki daha doğru.

Topkapı Sarayı Müzesi’nin tekstil koleksiyonunda yer alan gömleklerin üzerindeki “şifreli” harf ve rakamların işaret ettiği anlamlar henüz çözülebilmiş değil. Elbette bunları öncelikle bir “ebced hesabı ve cifir” ustasının çözmesi beklenirdi, ancak böyle bir çalışma ufukta görünmüyor.

Aslında gömleklerin kumaşlarının nasıl dokunduğu da esrarını koruyor. Uzmanlara göre kumaşların “8 bin çözgü ipiyle” nasıl dokunduğu, nasıl bir teknik kullanıldığı bilinmiyor. Gömleklerin her birinin 3-4 yılda tamamlandığı, gömleklerin üzerindeki yazı ve sembollerinse usta hattatların elinden çıktığı düşünülüyor. Çünkü gömlekler üzerinde hat sanatının çeşitli üslublarının kullanıldığı da tesbit edilmiş.

“Padişah Giysileri” üzerine bir kitab hazırlayan Doç. Dr. Hülya Tezcan’a göre, bu gömlekler üzerindeki “desenler”, grafik sanatının zirvesi olarak yorumlanmalı. Gömleklerin üzerine hat sanatının celî, sülüs, kûfî yazısıyla işlenen âyet ve dualar, geometrik şekillerin veya Kadem-i Saadet, Süleyman Mührü, Zülfikâr, lale gibi motiflerin içine yazılmış. Gömlekler üzerinde sıkça yer alan iki motif ise Hz. Ali’nin kılıcı “Zülfikâr” ve “Süleyman Mührü”. Doç. Dr. Hülya Tezcan, gömleklerde yer alan Süleyman Mührü’nün, saltanatın ebediyetini temsilen kullanıldığını ve Allah, Allah Resulü ve Hz. Ali isimlerinin çoğunlukla birarada kullanıldığını tesbit etmiş. Şöyle diyor Tezcan:

“Bir şifre var, bu açık; ama o rakamları ve harfleri çözmek uzmanlık gerektirir. Kaldı ki, giysilerin üzerindeki gubarî hatla yazılan Arabça metinler bile daha okunmadı. Gömleklerin, hem dokuması hem de deseni itibariyle gerçek bir sanat eseri olduğunu kabul etmeliyiz. Dokuma üzerine çalışanlar da 8 bin çözgü teliyle dokunan Gülistanî Kemha tekniğini henüz çözemediler.” (1)

Padişah gömleklerinin “şifresini” çözmek için çalışan belki tek, belki ilk isim Mehlika Orakçıoğlu. “Türk Tekstilindeki Kültürel Etkiler” başlıklı doktora tezini Londra’daki bir üniversitede hazırlıyor. Şöyle diyor:

“Bu konu, dışarıda daha çok ilgi topluyor. Harvard Üniversitesi bütün imkânlarını ücretsiz olarak seferber etti meselâ. Sonunda neye ulaşacağımı bilmiyorum. Kodlama sistemini günümüze uyarlamayı başaramasam bile, bu tez bitirilmeyi hak ediyor. Fakat çözebilirsem yeni tekstil tasarımları oluşturmak zor olmayacaktır.” (2)

Bizdeki üniversiteler bir yana, özel araştırmacılar bile bu konuya ilgi göstermemiş. Yani padişahlarımızın gömleklerinin dokunma tekniği ve üzerindeki “muska”lar, İngiltere’nin üniversitelerini heyecanlandırırken, bizimkiler ya “şanlı tarihimiz” diye türkü söylüyor yahut “sövüyor”.

Yavuz Sultan Selim’in Kaftanındaki Figür

Yavuz Sultan Selim’in kaftanı üzerindeki desenleri inceleyerek “ellerini gökyüzüne açmış yakaran insan figürü”ne ulaşmış Mehlika Orakçıoğlu. Yurtdışında da bu kaftan üzerine üç konferans vermiş. Gömleği hazırlayan sanatkârın desenler arasına gizlediği figür, kutsal hazineleri İstanbul’a taşıyan ve ilk Osmanlı Halifesi unvanını alan Yavuz’un İslamî esasların koruyucusu olduğunu temsil ediyor. “Bir illüzyon halinde kimi zaman açıkça görünüp kimi zaman da desenler arasında yiten figürü doğrudan Yavuz Selim’e atfetmek de mümkün” diyor Orakçıoğlu. Çünkü taç kullanan tek sultanın Yavuz olduğunu söylüyor:

“İnsan figürü kaftanın ortasına gelecek şekilde ayarlanıp, boynun altından göğse, göğüsten aşağı doğru bütün kumaş yüzeyinde boyuna ve enine kırılmaksızın tekrar etmektedir. Kaftan üzerindeki bu figür başındaki tacı ile ibadet eder bir vaziyette diz çökmüş, ayak uçları içe doğru kıvrık vaziyette simetrik olarak küçük palmet motifinin yanlarında yer almıştır ve ellerini yukarı kaldırmış bir şekilde dua etmektedir. Muhtemelen figürün başında yer alan bu taç Yavuz Sultan Selim’i temsil etmektedir; çünkü taç kullanan tek Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim’dir.” (3)

Ancak kimi araştırmacılar, Yavuz Sultan Selim zannedilen o taçlı ve küpeli meşhur portrenin Şah İsmail’e ait olduğunu söylüyorlar.(4) Bu durumda o kaftanın da Yavuz’a âit olmama ihtimali doğuyor. Nitekim Orakçıoğlu makalesine şöyle devam ediyor:

“İnsan ve hayvan figürleri özellikle İran süsleme sanatlarında kullanılmasına karşın, Osmanlı süsleme sanatlarında özellikle tekstil alanında kullanılmamıştır. Bunun nedeni özellikle İslam sanatında Sünnî Müslümanların hayvan ve insan figürlerine yer vermemiş olmasından kaynaklanmaktadır. Kısacası İslam sanatı non-figüratiftir diyebiliriz. Osmanlılarda sanat özellikle kumaş sanatı sarayın kontrolü altında yürütülmüştür. Bu kaftanın sarayın veya Sultan Selim’in kontrolünden geçmemiş olması mümkün değildir. Belki de bu kaftan Sultan Selim’in isteği üzerine özellikle de yapılmış olabilir. Çünkü kaftanın üzerinde tekrar eden insan figürleri ustalıkla kumaşın yapısını oluşturan motifler arasında tasarımcı yahut dokuma ustası tarafından gizlenmiştir. Belki de tasarımcının kendi isteğiyle bu desen oluşturulmuştur; fakat bunu sarayın sıkı kontrolü altında yapmak da zordur. Bu kaliteli ipek kaftan özel olarak saray nakkaşları tarafından dizayn edilerek özel olarak dokunmuştur. Bu kesindir ki ‘illüzyon’ kaftanın dizaynına farklı bir özellik katmaktadır ve bu özellik bu kaftan kumaşı üzerindeki incelemeler sonunda ilk defa bu çalışmada ortaya çıkarılmıştır.”

Kaftandaki figürde İranî etkilerin açıkça görülmesi, meşhur taçlı ve küpeli resmin muhtemelen Yavuz’a âit olmaması gibi, bu kaftanın da ona âit olmayabileceği ihtimalini doğuruyor ki, bir sürü ihtimali “olabilir” vezninde sıralayan araştırmacının –bizce- bu iddiayı da dikkate alması gerekirdi.

1) Aksiyon Dergisi, (09.05.2005)

2) A.g.y.

3) Ev Tekstili Dergisi 32. Sayı

4) Bugün Gazetesi yazarı Tarihçi Erhan Afyoncu.

Baran Dergisi, 24 Temmuz 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com

3 Temmuz 2009 Cuma

MICHAEL JACKSON: BATININ PUTU DEVRİLDİ, TASASI KİME?

Michael Jackson geçen hafta âni kalb durması neticesinde ölünce, “sanat ve müzik dünyası” önce şoka girmiş, sonra yasa bürünmüş! Son 10 yıldır, hakkında açılan taciz davaları, estetik ameliyatları, lüks harcamaları yüzünden başta Batı medyasının ve elbette dünya medyasının maymuna çevirdiği, (hatta gizlice Müslüman olduğu için Batı medyasının onun üzerine bu kadar gittiği, taciz davalarının abartıldığı söylendi, yahut tersi; taciz davaları yüzünden Müslüman olduğu haberi yayıldı ki, aklanabilsin!) ölmeden mezara soktuğu bu adam, şimdi gerçekten öldü. Ve gazetelere bakılırsa, bütün Amerika ona ağlıyor. Oysa Michael Jackson’ı bu hâlde ölüme götüren de o aynı Amerika değil miydi?

Bu satırların yazarının Michael Jackson’lı çocukluk hatıraları vardır; “Beat it” isimli şarkısını ne zaman duysak, çocukluk hayâllerimiz canlanır. Hatta şöyle bir çocuksu hatıramız da vardır ki, zihnimizi ziyâdesiyle meşgul eden bir düşüncedir bu: “Peygamber Efendimizi çok seviyorum ama Michael Jackson’ı da onun kadar seviyorum. Acaba günah mı?” Büyüdükçe elbette içimizden attığımız bu tutkulu muhabbet, bugün yerini puslu bir hatıraya bıraktı yalnızca…

Şimdi, bugünden o günlere bakınca şunu çok daha net görüyoruz ki, çocukların ve gençlerin ruh dünyasında hakiki bir “örnek” şahsiyet ve kahraman yeterince yer almıyorsa, bunun yerini hemen bir sahtesi, ona çevreden, medya tarafından kim ve ne sunuluyorsa, işte o dolduruveriyor. Şayet “din” ihtiyacı sahih biçimde doldurulamıyorsa, “sahte din”ler ve “sahte peygamberler” imâl ve telkin ediliyor. Genci veya yaşlısı, kadını veya erkeği “Yaratıcısı”ndan ve “Peygamber”inden kopmuş toplumların kendilerine başka başka “idol-put”lar yonttuğu yahut kendileri için başkalarınca “kasten” hazır putlar yontulduğu gözleniyor. İnanç “boşluk” kaldırmıyor. Allaha bağlanmayan, kendi yonttuğu putlara (akıl, teknoloji, demokrasi, liberalizm, komünizm, müzik, seks, içki, uyuşturucu, eğlence, vs.) tapıyor, bağlanıyor, böylece “kendinden geçiyor”! “Vecd”i sahtesinde arıyor! Kimi vatanı en baştan yaratan “kurtarıcı” ilâhlarıyla, kimisi “ideolojik” putlar ve yazılan sahte “mukaddes kitablar”ıyla, kimisi de Jackson gibi “müzik” ilâhlarıyla teselli buluyor. İşte Amerikan müzik endüstrisinin (Amerika’da –bu anlamda- sanat yoktur, her şey endüstriye bağlıdır!) çocuk yaşlarda keşfedip piyasaya sürdüğü Michael Jackson’un Batıda yahut Batıcı hayat tarzıyla onun uzantısı toplumlarda oynadığı veya daha küçük bir çocukken kendisine oynatılmaya başlayan “idol-put” rolü en basit ifadesiyle budur.

Amerikan emperyalizminin zihin dezenformasyonunu “medya” ve Hollywood üstlendiyse, “dinî heyecan” ve “vecd” ihtiyacına yönelik manevî ayağını da müzik endüstrisi doldurmuştur diyebiliriz. O “konser” gösterileri de, bir “ritüel-âyin” vasfına büründürülmüştür. Sahte dinin “mümin”lerinin imanlarının tazelendiği “dinî” merasimler! Elvis Presley ve Michael Jackson gibilerse, bu endüstrinin mamûl putları, kendilerine dahi hayırları dokunamayacak âcizlikteki yalancı peygamberleri, bize takdim edilişlerine bakılırsa “kralları”dır. Bu iki tipin özellikleri de neredeyse aynıdır; etraflarında bir “sır” halesi oluşturulmuş, “dokunulmaz ve ulaşılamaz” oldukları imajı verilmiş, yani bir nevî “dinî aşkınlığa” kavuşturulmuşlar, “sıradışı” davranışlar, kıyafetler, danslar ve müziklerle insanların “hayranlık duymaya” aç ruhlarına bir “imaj” olarak pazarlanmışlardır. Jackson ve diğerlerinin “teknolojik efektler”le gerçekleştirdiği sahne gösterilerini hatırlarsanız, bu sahte peygamber ve âciz azizlere güya “mucize” ve “keramet” gösterdikleri yanılsaması dahi yapıştırılmaya çalışılmıştır. Ve Presley ve Jackson’un her ikisi de tuhaf hastalıklara yakalanmışlar, neredeyse aynı yaşlarda ölmüşlerdir. Sanki ölümleri bile kurgulanmış, etraflarında bir sır perdesi oluşturulmuştur. Onların hayatlarında çektikleri acıları, yaşadıkları travmaları, dünya ayaklarına serildiği halde, onca hayran kitlesi arasında “yapayalnız” dibe vuruşları, hep aynı nakaratı tekrar eder. Amerikan kültürü kendi doğurduğu putların canına okumakta, belki de kendi zavallı çocuklarını yemektedir. Fakat bunların “bize sunuluşu” böyle değil de, daha çok, mitolojiden bildiğimiz ve her tür beşerî zaafla malûl Eski Yunan ilâhlarının düşkünlükleri tarzında empoze edilir. Hatta mitolojideki ilâhların kendi aralarında, yani “tanrılar katında” evlenmeleri veya ilişki kurmaları gibi, Jackson da Presley’in kızı ile evlenmiştir.

Batı, putunu hem kendi yontan hem kendi yiyen ve her türlü mukaddesi pespâyeleştiren bir gelenekten gelmektedir. Bu bakımdan, kendi imâl ettiği putlarla oynamaya da bayılır demiştik. Putlaştırılan şahıslar ise, aslında zavallı “kurban”lara benzerler demiştik bu açıdan. Ne Michael Jackson’un aslında Vitiligo denen bir hastalık nedeniyle ten renginin (ölü gibi) beyazladığından haberimiz vardır, ne diğer hastalıklarından, ne taciz davalarının aslında yardım ettiği bir çocuğun ailesinin daha fazla para koparmak için çevirdiği bir dolap olduğundan… Amerika bize gerçeğin, göstermek istediği kadarını göstermiştir. Hasta bir Jackson, “estetikle beyazlaşan bir zenci” haberinden daha sansasyonel değildir çünkü. Yahut çocukları, belki kendi yaşayamadığı çocukluğunun bir ikamesi olarak çok seven Jackson, “çocuk tacizcisi Jackson” haberi kadar ilgi çekmez. Michael Jackson bir zamanların “star”ı iken, her yaptığı şey moda olurken, görüntü ve gösteri üzerine kurulmuş sunî bir dünyanın “idolü-putu” olarak önünde secde edilirken, konserlerinde bir dinî âyinde imişçesine kendilerinden geçen hayranları varken, birden her şey değişmiştir. Michael Jackson, imajının altını doldurmak için olmadık saçmalıklar yapmış, ne kadın ne erkek, ne çocuk ne ergen olabilmiş, sonuçta bir ucûbeye dönüşmüş, Amerikan rüyasının yiyip bitirdiği bir “dünya starı” olarak yapayalnız ölmüştür.

Amerika’nın içi boş kültürünün yetiştirip bir “idol-put” hâline getirdiği Michael Jackson, tüm dünyanın peşinden koştuğu, her şeye sahib bir adamın, bir düzine sinir ilacı ile ayakta durmaya çalışırken öldüğünü de ilân etmektedir. İngiliz Sun gazetesi, Jackson’ın son günlerde çok güçlü etkileri olan 7 farklı ilacı birden kullandığını yazdı. Sun’ın haberine göre Jackson, üçü de güçlü narkotik ağrı kesiciler olan Demerol, Dilaudid ve Vicodin ilaçlarının yanı sıra, kas gevşetici Soma, sakinleştirici Xanax, antidepresan Zoloft, kaygı giderici Paxil ve midesi için de Prilosec adlı ilaçları kullanıyordu. (Daha birkaç yıl önce, Britney Spears isimli bir “ilahe” imâl eden aynı kültür, onu da akıl hastanesine kapatacak kadar delirtmiştir meselâ.) Amerika’nın dünyaya empoze ettiği Batılı-Batıcı hayat tarzının aslı faslı budur.

Velhâsıl, “bestelerini kendisi yapan, sözlerini kendisi yazan, video kliplerini kendisi tasarlayan, dans figürlerini kendisi oluşturan, yumuşacık ses tonuyla dinleyenleri etkisi altına alan, kitlelere nüfuz etmeyi iyi bilen, çok yetenekli bir adam olan Michael Jackson”, çocukları taciz etmekten yargılanan, estetik ameliyatları yüzünden ucûbeye dönen, evlilikleri boşanmayla sonuçlanan, lüks hayat tarzı yüzünden ardında milyonlarca dolarlık borç bırakan “ölü” bir adam, “devrik” bir puttur artık.

Milliyet gazetesinde bir gazeteci şöyle diyor:

“20. yüzyıl asıl şimdi bitiyor.”

Ve ekliyor:

“Michael Jackson’ın ölümü sembolik olarak İkiz Kuleler’in yıkılmasından daha büyük bir travma benim için...”

20. yüzyılın sonuna mührünü vuran İkiz Kuleler’in vurulması eyleminin, Michael Jackson’un ölümü ile aynı cümlede yer alması ilginç… İlginçliği şuradan ki, Amerika’nın “emperyal” karizmasını fena hâlde çizen bu eylem, onu 21. yüzyıla “yenilmez” (!) imajını yıkarak sokmuştur. Michael Jackson’un ölümü ise Amerika’nın putlar imal edip sonra onları canlı canlı yiyip tükettiğini, bir dizi imajdan ibaret Amerikan kültürünün de kendi kendini imha etmekte olduğunu gözler önüne sermiştir.

11 Eylül, Amerika’nın -kendisine bakan gözlerde- bir TEKNOLOJİ PUTU olarak imajını bozmuşsa, Michael Jackson’ın ölümü de bu putperestliğin manevî muvazenesini kendinde ve muhatablarında belli ölçüde sarsmıştır demek de mümkün…

Putlar, ister obje, ister şahıs, ister devlet, ister müessese, O’nun kahredici kudreti önünde devrilmeye mahkûm ve bundan böyle de öyle olacaktır. Tasası bize düşmüyor; Batılı ve Batıcı putperestler düşünsün. Bilhassa, “Kâbe, Arabın olsun!” yahut “Çağdaş Batı, liberalizm güneşi, demokrasi cenneti” diyen cinsleri.

Baran Dergisi, 3 Temmuz 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com


2 Temmuz 2009 Perşembe

MAALOUF’TAN ÇÖKEN MEDENİYETE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

Lübnan asıllı Fransız Amin Maalouf, bir roman yazarı. Hıristiyan olmasına rağmen Arab olduğu için “Müslüman” zannedilen, romanlarına bakıldığında da “Ortadoğu hikayeleri” başlığı altında özetlenebilecek ve merkezinde İslâm motifinin yeraldığı kitablar kaleme alan, İslâm’ı da ilginç ve eksantrik semboller ve sırlardan ibaret bir halk kültürü olarak lanse eden, yani oryantalist bakış açısından kurtulamayan, medeniyetler ittifakını ve hoşgörüyü –tahmin edileceği üzere- hararetle savunan, dünyaca ünlü bir romancı.

Mayıs 2009’da, “Çivisi Çıkmış Dünya” adı altında bir deneme kitabı yayınlandı Maalouf’un. Kitabta, dünyanın “bu kötü durumundan” Batı’nın sorumlu olduğunu söylüyor. Maddî refahın hızla ilerlemesine karşın maneviyatın gerilemesine içerleyen yazar (Batı başka ne ki, yani ne bekliyordu?), bugüne kadar kimsenin farkedemediği (!) bir tesbitle, "asıl hızlanması gereken ahlakî gelişimimizdir ve teknolojik gelişim sürecine hızla ulaştırılmalıdır" diyor. Bize de bu müthiş (!) buluşu alkışlamak düşüyor.

Batının bulaştırdığı hastalıklardan, “Batı demokrasisi”ne yaslanarak kurtulacağımızı (!) “muştulayan” seri malı bir yazarla karşı karşıya bulunduğumuzu ilerleyen sayfalarda iyice kavrıyoruz. Kitabta, demokrasinin Arab ülkelerine neden giremediğinden de yakınan yazar, bir yandan Mısır’ın namlı diktatörü Nasır’a hayranlığını izhar ederken, diğer yandan da Atatürk’e olan ilgisini saklamıyor. Sözkonusu “çığır açıcılar”dan sonra iki ülke de “demokrasi”yle tıkabasa doyurulsa gerek zâhir. Hatta o kadar doyuruldu ki, insanların ağızlarından burunlarından, bu iki memleketin her köşesinden kan fışkırdı yıllar yılı. Zaten Türkiye medyası bu kitabı, “Atatürk ve Türkiye hakkında önemli şeyler söylüyor” diyerek duyurdu. Kitabta bu konuyla ilgili pasaj ise şöyle:

“Birinci Dünya Savaşı’nın ertesinde, bugünkü Türkiye toprakları çeşitli İtilaf orduları arasında paylaşılırken ve Versailles’da yahud Sèvres’de toplanan Batılı güçler duygusuz biçimde insanlara ve topraklara sahib olurken, Osmanlı ordusunun bu subayı galiblere hayır deme cesaretini göstermiştir. Birçokları karşılaştıkları haksızlıklardan yakınırken, Mustafa Kemal Paşa silaha sarılmış, ülkesini işgal eden yabancı birlikleri kovmuş ve diğer güçleri tasarılarını gözden geçirmek zorunda bırakmıştır. Bu ender rastlanan tutum –söylemek istediğim, hem yenilmez olarak ün salmış düşmanlarına direnme gözüpekliğini sergilemesi, hem de bu savaşımdan galib çıkması– onun meşruiyet kazanmasına yol açmıştır. Kısa süre içinde, “ulusun kurucusu” konumuna gelen eski subayın Türkiye’yi ve Türkleri istediği gibi yeniden biçimlendirmek için uzun süreli bir gücü vardır artık. Azimle işe koyulur. Osmanlı hanedanına son verir, halifeliği kaldırır, din ile devlet işlerini birbirinden ayırır, sıkı bir laik sistem kurar, halkından Avrupalılaşmasını ister, Arab alfabesinin yerine Latin alfabesini koyar, erkeklerin sakal tıraşı olmasını, kadınlarınsa peçelerini çıkarmasını zorunlu kılar, kendi başındaki an’anevî başlık yerine Batı tarzı şık bir şapka kullanmaya başlar. Halkı da onu izlemiştir. Çok da şikâyet etmeden, gelenekleri ve inanışları altüst etmesine izin vermiştir. Neden? Çünkü halkını tekrar gururlandırmıştır. Halka haysiyetini geri veren kişi ona pek çok şeyi kabul ettirebilir. Ondan fedakârlıklar, kısıtlamalar isteyebilir ve hatta buyurganca davranabilir; halk yine de onu dinleyecek, savunacak, onun sözünü dinleyecektir; sonsuza dek değil, ama uzun süreliğine.”

Bizim “İnkılap Tarihi” ders kitablarını aratmayacak “net”likteki bu dahiyane yoruma (!) söyleyecek sözümüz yok. Ama şu var ki, aslında yazar açıktan açığa güya demokrasi isterken, gizliden gizliye de Müslüman dünyaya bu demokrasinin “zorla” girmesinden yana olduğunu verdiği örneklerle ortaya koyuyor. Yani bizde artık deyim haline gelmiş “halka rağmen, halk için demokrasi”yi savunuyor. Bunu bir başka (“Yolların Başlangıcı”) kitabında, “Doğu’nun altüst oluşunu” görmek için hasretle bekleyen dedesinin Atatürk sevgisini açıklarken ifşa ediyor:

“Dedem o yıl Kemal Atatürk için neden yanıp tutuşuyordu! Bunu, yazışmalarının hiçbir yerinde açıklamıyor ama nedenini sezmek benim için güç değil. O ki, öteden beri Doğu'nun altüst oluşunu görmeyi düşlüyordu, o ki, hayatını geçmişe hayranlığa karşı, geleneklerin boğucu ağırlığına karşı ve giyime kuşama varıncaya kadar modernliğe ulaşmak için savaşmakla geçirmişti, savaş sonrasında Türkiye'de olup bitene duyarsız kalamazdı: Selanik'te doğan, orada eğitim gören, oranın ‘Aydınlanma'sı ile beslenen bir Osmanlı subayı, eski düzeni yıkacağını, imparatorluktan geriye kalanı, gerekirse zorla, yeni yüzyıla sokacağını ilan ediyordu.”

Yani, bir yandan geçmişinden, dedesinden gelen bir “Doğu-İslâm” düşmanlığını hem de “modernliğin” temsilciliğini yapan yazar, “Batı” hayranlığını gizlemiyor. Hadiseyi anlatırken kullandığı üslub her ne kadar yine bizim İnkılap Tarihi ders kitablarını aratmasa da (elinde bunlardan bir tane olduğunu ciddi ciddi düşünüyoruz), kafasının ardında yatan “aslan”ı görmemize yetiyor. Arab ülkelerindeki diktatörleri, eğer modern ve Batı yanlısı iseler “olumluyor”, eğer Saddam gibi bir “lider portresi” çiziyorlarsa hemen kıyasıya eleştirmeye başlıyor. “Hem Batılıyım hem Doğuluyum” diyor, ama bu lafta kalıyor; gönlü Batıdan yana…

“Medeniyetler çatışması”nın ne Batı’ya ne Doğu’ya yarayacağının altını çizen Maalouf, hem bugün gelinen “küresel kriz”, açlık, savaşlar ve felaketlerin sorumluluğunu Batıya yüklüyor, hem de Batıyı “değer” üreten bir medeniyet olarak takdim ediyor. Bize de “perhiz yapılacaksa, bu turşu ne?” diye sormak kalıyor:

“Kendi adıma, Batı uygarlığının diğer uygarlıklardan (Doğu’dan demek istiyor) daha fazla ‘evrensel’ değer ürettiğine inanıyorum hâlâ: ama onları başkalarına gerektiği gibi aktarmayı başaramadı. Bugün bütün dünyanın bedelini ödediği kusur bu.”

Batının ürettiği “evrensel değerler” nelerdir acaba? Hemen birini söyleyelim: Demokrasi. Batının bu “evrensel” demokrasi değerini pek samimi niyetlerle (!) ama gerektiği gibi aktaramayışı da yazar nazarında şöyle oluyor zâhir: Irak’ta Saddam’ı asması, kadınlara tecavüz etmesi, çoluk çocuk demeden öldürmesi gibi. Yahud Afganistan’da Taliban yanlısı diye köylere bomba yağdırması gibi. Hay Allah! “İnsanperver Batı” (!), bu kadar “yüce bir değer” olan demokrasiyi, bir türlü lâyıkıyla getiremedi zavallı Doğu’ya! Tek kusuru bu! Yoksa yazar için, aynı soydan diğer tüm yazarlar gibi, “pir-ü pâk”lar elbette (!).

Velhasıl Amin Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya” derken ve aslında Batı’yı eleştirir “gibi” yaparken, onun ürettiği değerlerin, dünyanın geri kalmış ve demokrasi nimetinden(!) mahrum “çoğunluğu”na, içinde “savaş” olmayan bir üslubla aktarılmasından yana olduğunu söylüyor. Eh buna da özetle “hoşgörü” diyorlar… Böylece bizdeki hoşgörücülerin de niyetlerini bilmeden ifşâ ediyor: Batılı değerlere sahip Müslüman(!)lar üretmek! Yazımızı okuyan (Batıyı, Batıcılığı ve Batının muharref dinlerini!) hoşgörürler hiç bekletmeden “Âmen” demiştir eminiz.

Bizim diyeceğimizse şu: “Sizin dininiz size!”

Aylık Dergisi, Temmuz 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com

26 Haziran 2009 Cuma

“HOLLYWOOD’U KAPATTIĞIM GÜN”

Türkiye’de sinemaya gitmek genel bir alışkanlık değildir. Fakat çoğu kişinin hemen hemen tüm Hollywood filmlerinden haberi vardır. Bunun sebebi, gerek televizyon, gerek DVD piyasası ve gerekse internetin, sinemaya gitmeden de film izlemeyi kolaylaştırmasıdır. ABD’de vizyona giren filmler, Türkiye’de vizyona girmeden, ya internete düşüyor yahut kaçak DVD raflarında yerlerini alıyor. Bu yollardan Hollywood sinemasını takib edenlerin sayısı da azımsanmayacak kadar çok. Tabiî TV’lerde yayınlanan filmleri de unutmayalım. Velhasıl, ülkemizde Amerika’yı sevmeme oranı çok yüksek olsa da, Hollywood filmlerini izleme oranları bir o kadar yüksek. Hiçbir antiemperyalist yoktur ki Hollywood filmi izlememiş olsun.

Şimdi diyeceksiniz ki, Amerika’yı sevmemek ile Hollywood filmi izlememek aynı şey midir? Eğer, Amerikan politikalarından ve siyasetinden ayrı duran bir Hollywood düşünebiliyorsanız haklısınız, fakat bu haklılığınız saflık derecesinde bir haklılıktan öteye geçmez. Çünkü Amerikan emperyalizminin en önemli kültürel ayağıdır Hollywood sineması. Hollywood sinemasını boykot etmek de öyle kolay değildir. Çünkü geriye sinemanın “sanat” olduğunu hatırlatacak Doğu, Uzak Doğu, Afrika, Balkan ülkeleri ile bir kısım Avrupa filmleri kalacaktır ki, bu da kitab okumak kadar zorlu bir izleme süreci demektir.

Geçtiğimiz günlerde Alev Alatlı’nın bir kitabı yayınlandı: “Hollywood’u Kapattığım Gün”. Gazetelerde yer alan haberlere göre, kitabında yarı mizahî, yarı ciddi bir üslubla Hollywood sinemasının hem Amerika’ya hem de dünyaya ettiklerini bir bir anlatıyor Alatlı. Ondokuzuncu yüzyıldan günümüze Hollywood filmlerinin toplum üzerindeki etkisi, siyasetin sinemayı nasıl şekillendirdiği, Hollywood’un toplumda nasıl kadınlar ve erkekler oluşturduğunu düşündürüyor. Kitab arkası metni, kitabın muhtevası ve üslubu hakkında ipucu veriyor:

«Herkesten çok da Obama teşekkür üstüne teşekkür etti, biliyor musun?! Niye mi? Belli değil mi, niye olduğu?! Genç adamın en büyük korkusu, iktidarının fare doğurması. Dakka bir, gol bir, Gazze de dikildi mi, karşısına?! Bakar mısın, kör talihe?! Bu saatten sonra da kim yutar, yok Hamas terör örgütüydü de, yok İsrail'in Gazze katliamı meşru müdafaaydı da şeklindeki lâfazanlıkları?! Ben sana söyleyeyim: Miss "Mommy! Who is doing this to us?" Mc Kee, bile yutmaz! Endonezya'da büyüdü Hüseyin, kimsenin yutmayacağını, o çocukluğundan beri biliyor. Amerika'yı düştüğü kuyudan çıkarabilmesinin fellow American citizens'e gerçekleri anlatabilmesine bağlı olduğunu da biliyor.»

Bir röportajında, kitabı kaleme almasının sebeblerini şöyle açıklıyor Alatlı:

“Dünyaya dair gerçeklerin üstünü örttüğü, olayları saptırdığı, başta Amerikalılar olmak üzere, hepimizi sanal bir ortama sürüklediği için! Bu sanal ortamda akla karayı ayıramaz, haklıyı haksızdan ayırt edemez olduk. Estetik, etik değerlerimiz de hakgötüre olunca, Hollywood’un ‘reboot’ edilmesi gerektiğine karar verdim ve yaptım! Kitabımda Amerikan tarihinin Amerikan sinema endüstrisi tarafından nasıl yazıldığını anlatıyorum. Örneğin, en vahşi ırk ayırımcılığının yaşandığı Güney eyaletlerinde köle sahiblerini ‘soylu’ leydi ve centilmenler olarak takdim eden ve de belleklere kazıyan Rüzgar Gibi Geçti türünden filmlerin ardında yatanları anlatıyorum. Gerçek Amerika obezite ile boğuşan, yüzde 40’ı karaderililer ve Hispaniklerden oluşan bir halk iken, beyazperdeyi dolduran uzun bacaklı, sarışınların nereden çıktığını irdeliyorum. Nasıl keşfettiğime gelince, öğrenimimi o ülkede yaptım.”

Kitabında, Amerika’da sinemanın bir sanat dalı olarak değil, bir endüstri kolu olarak başladığını, ilk stüdyoların Henry Ford’un seri üretim yapan otomobil fabrikalarından yola çıkılarak kurulduğunu, filmlerin ise, “siyasi konjonktüre göre Arabların mesela mutlak surette karanlık yüzlü, vahşi tabiatlı insanlar olduklarını öğreterek (…) Rusları kaba adamlar, Almanları kötü faşistler olarak pazarlayarak, “Idiograph’ dedikleri tipolojilerl oluşturarak” tasarladıklarını vurguluyor.

Kitabının sonuna bir de film listesi eklemiş ki, bu liste, 50’li-60’lı yıllarda çekilen filmlerin 10 yılda bir tekrar çekildiğini gözler önüne seriyor; onca para ve teknolojiye rağmen, Hollywood endüstrisinin çekecek konu bulmakta zorlandığını ve kısırlaştığını söylüyor. Aslında bu tekrarlar Hollywood’un bir politikası olarak da okunabilir; aynı senaryoları güncelleyerek, toplumda oluşturduğu imajları tazeliyor.

Kitabında geçen “Amerikalıları gezegenimize beyazperdeden katılmaktan kurtarıyorum” sözünü de şöyle açıklıyor Alatlı:

“Mesela, Ebu Garib askerî hapishanesinin o aşağılık kadın polisini, Iraklı esirleri seks fantezilerinin tatmininde kullanan Lynndie England ve avanesini hatırlayın. Benzeri fantezilere ‘seyirlik öyküler’ olarak revaç veren ‘Reservoir Dogs’, ‘Natural Born Killers’, ‘Pulp Fiction’, ‘Killing Zoe’ gibi filmleri hatırlayın. Kadının dehşet verici bir fütursuzlukla “Neden pişman olacakmışım? Onlar düşmanlarımızdı!” derken, Vietnam’dan Güney Amerika’ya, Afganistan’dan Irak’a, Amerikan halkının ‘düşman’ algılamasını şekillendiren Hollywood ve Hollywood çıkışlı televizyon ürünlerini hatırlayın. Irak yahut bir diğer ‘Demokrasi ve özgürlük’ operasyonuna (Bunlar Bush’un laflarıydı), ‘Decapitation Strike’ (Boyun Vurma Operasyonu) gibi, Ortaçağ engizisyonlarından esinlenen vahşi bir isim verebilmiş olmalarının ardında yatan Amerikan dünya görüşünü hatırlayın. Ve nihayet Lynndie England ve avanesini birkaç ‘çürük elma’ya indirgeyip Ebu Garib sürecini vakayı adiyeden sayan 2007 yapımı ‘Ghosts of Abu Ghraib’, efendim, 2008 yapımı ‘Standard Operating Procedure’ dokü-dramalarını hatırlayın. Sonra da aynı sürece eleştirel yaklaşan ‘The American Soldiers’, ‘Rendition’, ‘In the Valley of Elah’, ‘Lions for Lambs’ gibi filmlerin, ki Robert Redford, Brian De Palma gibi isimlerin işleriydi, hiç mi hiç gişe yapmadıklarını, hezimete uğradıklarını hatırlayın. Bunlar ve burada konuşamadığımız olguların Amerikan halkının dünyayı Hollywood aracılığı ile algıladığını kanıtladıklarını anlatmaya çalışıyorum. Kapattım ki, insancıklar gerçekliğe avdet edebilsinler!”

Amerikan emperyalizminin ilk tohumlarını Theodore Roosevelt’in attığını savunan Alatlı, Roosevelt’in Hollywood sayesinde kahramanlaştırıldığının altını çiziyor:

«Theodore ya da ‘Teddy’ Roosevelt, ki 1858-1919 yılları arasında yaşadı, bence Amerika’nın masumiyetini yitirdiği, mazlumdan zalime kırıldığı yılları simgeleyen politikacıdır. Bir kere, “En sefih (vicious) bir kovboy bile ortalama bir Kızılderili’den daha ahlaklıdır” diye başlayan, “Bu büyük kıta, sefil vahşilerin avlakları olsun diye bırakılamazdı” diyerekten Kızılderili soykırımını aklayan, “Savaşların en erdemlisi vahşilerle yapılan savaştır”, çünkü “Amerika’nın, Avustralya’nın, Sibirya’nın kızıl, kara, sarı aboriginal sahiblerinin ellerinden çıkıp dünyanın egemen ırklarına miras kalmaları, hesablanamayacak kadar önemlidir” diye sürdüren, Germen kökenli halklar için “Yabancı diyarları fethetmeselerdi dünyanın sonu gelirdi. Nitekim, Müslümanların Hıristiyanlar karşısındaki zaferlerinin her zaman bela ile sonuçlandığı da görüldü. Türklerin ve Tatarların zaferlerinden ‘sheer evil’dan başka bir şey çıkmadı” buyuran, katıksız bir ırkçıdır. Siz bakmayın 1906’da Nobel Barış Ödülü aldığına... “Şiddet bir erkeklik ayinidir” diyerekten savaşı ululamış, bizzat kendi Dışişleri Bakanı John Hay’in demesiyle “A splendid little war” (Mükemmel bir küçük savaş) icad edip Porto Riko, Filipinler ve Guam’a el koyan emperyalisttir. Dahası, Küba savaşında kendisini kahraman ilan edebilecek kadar cüretkâr olabilmiştir vb. Ne yazık ki, Theodore Roosevelt tipolojisi sonraki yıllarda Amerikan erkeğinde arzu edilir nitelikler olarak kabul gördü ve tabii sinema endüstrisi sayesinde.»

Şimdilerde Obama’nın ABD’nin sarsılan imajını toparlamak ve değişmeyecek olan ABD siyasetini daha “tatlı” bir üslubla dünyaya anlatmak için sarfettiği çabaya bakınca, Alatlı’ya hak veriyoruz: Obama her şeyden önce Hollywood’a el atsın…

Yararlanılan Kaynaklar:

Radikal Gazetesi, 22 Haziran 2009

Star Gazetesi, 21 Haziran 2009


Baran Dergisi, 26 Haziran 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com

19 Haziran 2009 Cuma

NEDİM GÜRSEL’İN DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ

Türkiye Yayıncılar Birliği, bu sene “Düşünce ve İfade Özgürlüğü Ödülü”nü yazar Nedim Gürsel’e verdi. Niçin verdi? Çünkü Nedim Gürsel’in “Allah’ın Kızları” isimli kitabına “halkın bir kesiminin benimsediği dinî değerleri alenen aşağıladığı” için dava açılmış. Kimsenin ödülünde gözümüz yok elbette. Her ıvır zıvıra ödül veriliyor ne de olsa. Orhan Pamuk bile Nobel ödülü aldıktan sonra, fikir-sanat dallarında verilen ödüllerin hiçbir ehemmiyeti kalmadı bizce…

Gelgelelim bu Nedim Gürsel’in adı geçen kitabı, gerçekten ödüle layık bir kitab mıdır? Neden bahseder, ne anlatır da davalık olmuştur? Mesele davalık olmasında değil, niçin olduğunda düğümlenmekte çünkü. Misâl bâbında, zamanında birçok büyük yazarın kitabı da (Dostoyevski’nin meselâ) yasaklanmış, haklarında davalar açılmıştır. Çünkü bu yazarlar yerleşik düzeni tenkid etmiş, onlarla çatışmaya girip zindanı dahi göze almışlardır. Onların ödülüyse, bugün dahi okunuyor olmalarıdır.

Şimdi Nedim Gürsel’e bakıyoruz, oraya buraya röportaj verip mızmızlanıyor. Efendim, bu çağda olur mu böyle şey, diyor. Başbakana mektub döşeniyor, yabancı medyayı ayağa kaldırıyor. Ne kadar süprüntü edebiyat örgütü varsa N. Gürsel’e destek veriyor. Lâfta cezaevindeki yazarların haklarını savunmak üzere kurulmuş PEN filân da bunun arkasında olduğunu açıklıyor. AB ayağa kalkıyor. Hakikaten, ne oluyor?

Meğer bu yazar, Paris’te yaşayan ve sekiz yıldır roman filân da yaz(a)mayan biriymiş. Bu yazdığı romansa, (ismindeki fecaat bir yana) Allah Resulü’nün hayatının anlatıldığı ve içinde bir sürü abukluğun yer aldığı, aslında hakkında dava açılmasa dikkat bile çekmeyecek bir kitabmış. Kendini agnostik (şübheci) olarak tarif eden yazarın inanç sorgulaması (vay be!) imiş bu kitab. Kitabın adı da, Kâbe’den Allah Resulü tarafından temizlenen, Lat, Menat, Uzza isimli dişi putlardan mülhemmiş (Dehaya bakınız!). Zaten roman da bu putların ağzından anlatılıyormuş. Yani yazar, putların gözüyle (adı üstünde put, ağzı-gözü olmaz ama, arkadaş agnostik ya, putların gözü olduğuna inanmaya karar vermiş!) bakmış (!) Allah Resulü’nün yaşadığı döneme…

Kitab davalık olduğundan bulmak biraz zor, ama arka kapak yazısını internetten bulduk: “Hz. M…….’in hayatı ile Kuran’dan yola çıkarak İslam’da inanç ve şiddeti sorgulayan bu roman, aynı zamanda çoksesli bir destan. Allah’ı kendisine “şahdamarından daha yakın” hisseden hayal dünyası zengin bir çocuk ile Harb-i Umumi’de Peygamber’in kenti Medine’yi savunmuş dedesinin hem acıklı hem mutlu öyküsü.

Bir gün bu satırları yazacağımı hayal bile edemezdim. Yazdığın nice muhalif sözcükler, aykırı cümleler gibi. Oysa bu satırlar ne kıyamet gününün habercisi ne isyana çağrı. Ne de çocukluğunda Peygamber’in dünyasına doğru çıktığın yolculuğun izlenimleri. Belki geçmişe yaptığın bir yolculuk bu, ama paylaşılması mümkün olup da anlaşılması pek mümkün olmayan bir şeyi, inancı kurcalıyorsun.”

Bakmayın kitab arkasında Allah Resulü’nün isminin başına (Hz.) lafzının kondurulduğuna, kendisi röportajlarında has ismiyle, mahalleden bir arkadaşından bahseder gibi bahsediyor Allah Sevgilisi’nden… Efendim, “insan” olarak Allah Resulü’ne odaklanmış kendisi, bu yüzden onun zaaflarına, hatalarına yer vermiş romanında. İnsanlığın O’nun hürmetine yaratıldığını idrak etmesi elbette kendisinden beklenmeyecek bu “agnostik” adam, hakiki insanın O olduğunu ve kendisinin O’na yaklaştığınca insan, ondan uzaklaştıkça da hayvandan aşağı bir yaratık olacağını (olduğunu!) anlayamamış, en çirkef hâliyle konuşuyor “insan” (!) olarak…

Netice olarak, Nedim Gürsel, bir tür Salman Rüşdi’liğe soyunmuş. Böylece meşhur olup, dünya arenasında adından bahsettirmeye karar vermiş. Bunu sadece biz söylemiyoruz, kendisini TV programında ağırlayan Cüneyt Özdemir de böyle düşünüyor ve “düşünce özgürlüğü” meselesinin nasıl da bir rant haline dönüşebileceğini anlatıyor:

«Nedim Gürsel’in en son kitabı “Allah’ın Kızları” ilk çıktığında kendisini beşN birK’da konuk ettim. Bu kadar dava açılacağı, konuşulacağı, Avrupa Birliği’nin bu davalara karşı tavır alacağı Nedim Gürsel’in özellikle uluslararası arenada mağdur duruma düşeceği o kadar belliydi ki, rahatsız oldum. İçime sinmedi. Hatta açık söyleyeyim, programa çıkan kimsenin sözünü masabaşında kısaltma gibi bir âdetimiz olmasa da, Nedim Gürsel’in bir iki cümlesini yayından çıkartmak zorunda kaldım. Zira kendimi kullanılıyormuş gibi hissettim. Burada en başa dönüp bir kez daha “düşünce özgürlüğü” gibi politik doğruculuğun ilk cümlesini tartışarak konuya girmeyi de doğru bulmuyorum. Zira son yıllarda kimi yazarlarda nükseden kötü bir alışkanlığın bu romana da bir hastalık gibi bulaştığına dair derin şübhelerim var. (…) Şimdi bir kez daha, üstelik bu sefer çok daha şehvetle Nedim Gürsel’in mağduriyetin “keyfini çıkarttığını” izliyorum. Akşam gazetesindeki Nagehan Alçı röportajında, “Başbakan’a mektub”dan meselenin Sarkozy’ye aktarılacağı “endişesine”, AP’de tartışılmaya başlanmasından yurtdışındaki tepkilere ve elbette satış rakamlarının nasıl da arttığına yönelik yazarın “şaşkınlıklarına” rastlayınca, Nedim Gürsel’i iyi niyetle savunmaya kalkan pek çok meslektaşım adına üzülüyorum da. Açık açık yazalım. Allahın Kızları düşünce özgürlüğünden çok, planlanmış bir provokasyon olarak fena halde “rant” kokuyor. Bahsettiğim edebi mağduriyetten doğan, “düşünce özgürlüğü” kılıfı geçirilmiş şahsî bir çıkar meselesine kadar gidiyor. Doğurduğu bu cümbüş sonrasında nihayet uluslararası mağduriyetini ilan eden Nedim Gürsel’i ise tebrik etmek gerekiyor. Bakın bu ülkenin damarlarını çok iyi keşfetmiş ve kendi politik kimliğini pek de güzel “düşünce özgürlüğü savaşçısı”na uluslararası arenada çevirmiş durumda. Kültür sanat dünyasını yakından takib eden bir gazeteci olarak, ben artık bu tür proje gazlamalarından yoruldum. Aynı yolu tutan pek çok yazarın Türkiye’de sövülüp, yurtdışında başarılarına başarı katmasını da içime sindiremiyorum. Endişem, Türkiye yahut Müslümanlığa bir gölge düşmesinden çok, edebiyata samimiyetsizlik gölgesinin düşmesinden kaynaklanıyor. Nedim Gürsel, romanına inandığı kadar, samimiyetine de inanıyorsa, birgün sadece bunu konuştuğumuz bir röportaj yapmak da isterim. İngilizler buna “hardtalk” diyor. Ama, malum, biliyorsunuz bizim ağarlamacı röportaj geleneğimizde bu tür soruları sormak yahut cevablamak “yemiyor”.»

Ancak bir şeyi unutuyor Nedim Gürsel: Kendisi gibi, dünya da pek “küçük”!..

Baran Dergisi, 19 Haziran 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com

4 Haziran 2009 Perşembe

FATİH SULTAN MEHMED’İN KARALAMA DEFTERİ

Geçen hafta İstanbul’un fethinin 556. yıldönümüydü. İstanbul’un fethinin ruhuna yakışmayan pek çok gösteri ve şenlik yapıldı. Havai fişekler, lazer gösterileri, çeşitli canlandırmalar, ruhsuz çığlıklar… Fatih Sultan Mehmed, bu şaheser şehri sanatkârane bir şekilde fethetmişti; bugün şaheser şehrin yıkıntıları içinde, kenar mahalle zevksizliği ile kutlama yapan torunları (?), ağızları açık lazer gösterisini izlerken, acaba karadan yürütülen gemilerin dehasına mı, yoksa lazerle yansıtılan görüntülerin büyüsüne mi kapılmışlardı? Muazzam bir şehri fethedip, peygamber övgüsüne mazhar olan bu genç adam hakikaten kimdi, hiç düşünmüşler miydi? Pek sanmıyoruz.

Fatih Sultan Mehmed, ilim, tasavvuf, sanat, felsefe, mühendislik gibi bir çok sahaya ilgi duymuş ve desteklemişti. Fatih’in pek çok sanat dalına duyduğu alâka, resim sanatında da göze çarpıyor. Venedikli ressam Bellini’yi İstanbul’a getirterek, hem kendi portresini hem de saray çalışanlarının resimlerini yaptırtan Fatih, sadece bununla da kalmıyor, eline geçen tüm minyatür ve çizimleri itina ile biriktiriyordu. Bu koleksiyon, Topkapı Sarayı müzesinde “Fatih Albümü” adı altında toplanmıştır. Beşir Ayvazoğlu O’nun sanat ilgisine şöyle temas ediyor:

“Plastik sanatlara duyduğu büyük ilgi ise, fetihten hemen sonra kurduğu müesseselerden birinin de Nakışhane olmasından anlaşılıyor. Vakit geçirilmeden "Rumeli ve Anadolu taraflarından (...) ashab-ı sanayi ve hıref ehli ve ayali ile payitahta irsal oluna deyu" hükümler gönderilir ve değerli sanatkârlar İstanbul'da toplanır.

Baba Nakkaş'ın yönettiği, çalışmalarına Eski Saray'da başlayıp Topkapı Sarayı'nda devam eden ve şübhesiz Ehl-i Hıref teşkilâtının temelini teşkil eden bu Nakışhane hakkında fazla bir şey bilinmiyorsa da, ürettiği çok sayıda eser günümüze ulaşmıştır. Müzehhibinden mücellidine, hattatından nakkaşına kadar yüz civarında sanatkârı çekip çeviren ve bir bakıma Fatih'in estetik müşavirliğini yapan Baba Nakkaş, onun seçkin ilim ve sanat adamlarının katıldığı özel meclislerine de kabul ediliyordu. Bu meclislerde dinî ve ilmî konuların yanısıra, önemli felsefe, sanat ve edebiyat meselelerinin de tartışıldığı muhakkaktır.”

Tüm bunları belki biliyoruz, fakat Fatih Sultan Mehmed’in “çizer” yönünün olduğunu, çeşitli çizimlerinin bulunduğu bir karalama defterinin Topkapı Sarayı Müzesi kütübhanesinde bulunduğunu ise çoğumuz bilmiyoruz. Biz de bilmiyorduk.

Fatih’in karalama defterini Sultan II. Abdülhamit Han bulmuş ve büyük bir itina göstererek ciltlettirip Yıldız Sarayı kütübhanesine koydurmuş. Böylece günümüze kadar korunarak gelmiş. Fatih Sultan Mehmed henüz Şehzade Mehmed iken kullanıyormuş bu defteri. Defteri görmedik fakat araştırmamıza göre, 180 sayfalık defter, kırmızı deri kapaktan ve mürekkebin dağılmasını önleyen aharlı kâğıtlardan oluşuyor. Defter itina ile yazılmış bir besmele ile başlıyor ve “Mehmed bin Murad Han” ibareli tuğra denemeleri, Arap, Fars ve Grek alfabeleriyle yazı denemeleri ve portre çizimleri yapılmış. Çizimlerin kimi yerinde ince uçlu kamış kalem, kimi yerinde de fırça kullanılmış. At, kuş, yaprak ve insan yüzünün profesyonelce çizildiği üzerinde hemfikir tarihçiler. Çünkü, öfke, heyecan ve sevinç gibi mimiklerin portrelerde vurgulandığı söyleniyor. Yine defterde, ileride kullanacağı tuğra üzerindeki çalışmaları, baykuş, leylek gibi hayvan çizimleri, çiçek motifleri, ebced hesablarında kullanılan karakterler yer alıyor. Ve yine yapılan hesablamalara göre, Fatih’in bu defteri tutmaya henüz 5-6 yaşlarında iken başladığı tahmin ediliyor.

Bu defter hakkında yayınlanmış bir eser bulunuyor: A. Süheyl Ünver’in 1953 yılında yayınladığı “Fatih’in Çocukluk Defteri”. Bu eseri belki ancak sahaflardan bulmak mümkün olabilir, çünkü baskısı bulunmuyor.

Fatih Sultan Mehmed’in dehası, 20’li yaşlarda İstanbul’u fethetmesi ile ortaya çıkıyor. Fakat o çocukluğundan ilk gençliğine kadar geçen hayatında, dehasını besliyor ve bu “karalama defteri” de onun ufkunun daha çocuk yaşlarda ne kadar geniş olduğunu gösteriyor. Deha bir yana, çocukların yetiştiği ortamın, iklimin, önüne koyulan gayelerin, onu ne kadar geliştirdiği ve beslediği Şehzade Mehmet’in karalama defteri vesilesiyle bir kez daha ortaya çıkıyor.

Baran Dergisi, 4 Haziran 2009

Gülçin Şenel

gulcinsenel@gmail.com